Suyun Beri Yanı

Mart 20th, 2022

img_e3774

“Ne de olsa suyun beri yanındanız. Elbet yine karşılaşırız” dedi. Ayağa kalkıp afacan torununu yanına çağırdı. El ele tutuşup kahvehaneden çıktılar. Az ötede bekleyen arabaya binip gözden kayboldular. Sormak istediğim pek çok deli soruyla şaşkınlık içinde arkalarından bakakaldım.

Diğer günlerden çok da farklı olmayan sıradan bir güne uyanmış öğlene doğru yürüyüşe çıkmıştım. Güneşli ancak hayli soğuk o kış günü izmir Çakalburnu dalyanının kum midyecileri her zamanki gibi iş başındaydı.

Boynuna kadar suyun içine girip kürekle çıkardıkları kumu elekten geçiriyor Kidonya denilen kum midyesi topluyorlardı. Bir süre sahilde durup midyecileri izledim.

Sayıca çok olsalar da midyeciler birbirinden uzak duruyor kimse kimsenin kumunu eşelediği yere yaklaşmıyordu. Çocukluğumdan beri hep orada denizin içindeydiler.

Bir zamanlar tekneyle denize açılıp bıraktıkları ağı sahile çeken balıkçılar da vardı. Denizin bereketi kaçtığından beri ağ balıkçıları çoktandır görünmüyor olsa da kum midyecileri hep orada, denizin içindeydiler.

Dedim ya; sıradan bir gündü. Kum midyecilerini izliyordum. Onlar ise kıyıdakilerle ilgilenmiyor arada kendi aralarında şakalaşıp karıncalar gibi çalışıyorlardı.

Yaşlıca midyecinin topladıklarını bırakıp yeni çuval almak için sahile yaklaşmasını fırsat bilip yanına yürüdüm. Kafası önündeydi. Selamımı bile zor aldı. Denizin içindekilerden biri “Cemil baba” diye seslenince ismini öğrenmiş oldum. Sudan çıkınca ağırlaşan ağzına kadar dolu midye çuvalını eşyalarının yanına taşımasına yardım ettim. “Sağ olasın” dedi. Havanın ayazına suyun soğuğuna aldırmadan çıplak nasırlı elleriyle çalışmakta olması dikkatimi çekmişti.

Nereli olduğunu ve kaç yıldır bu işi yaptığını sordum. Neredeyse otuz yıldır dalyanın kumunu eşelediğini aslen Diyarbakırlı olduğunu söyledi. Başlangıçta çekinse de sonradan beni zararsız bulmuş olmalı ki konuşmaya başladı. Yetişkin iki oğlu ile birlikte topladığı midyeleri kilosu 6 liradan satıp ev geçindirmeye çalıştıklarını anlattı. Yüzünde yorgun ve kederli bir ifade vardı. Kafasını kaldırıp gözümün içine baktı ve “Zamanında devlet zoruyla toprağımızdan uzaklaştırsalar da yaşayacağımız ömür varmış. Burayı yurt edindik. Denizin altındaki toprak ile geçinmeye çalışıyoruz.” Dedi.

O sırada yanımıza gelen 4-5 yaşlarındaki afacan görünümlü oğlan çocuğu çuvaldaki midyelere eğilip dikkatlice baktı. Cemil baba midyelerden birini çocuğun eline bıraktı. Çocuk heyecanla az ötedeki iyi giyimli gri paltolu yaşlı adama dönüp heyecanla “Dede bak” diyerek elindeki midyeyi gösterdi. Dede ağır adımlarla yaklaşırken çocuk merakla “Amca bu nedir? Neden çıkarıyorsunuz denizden?” diye sorular sormaya başladı. Midyeci hafiften gülümseyerek bir midye de kendi eline aldı;

- Bunun adı kum midyesi. Kumun içinde yaşar. Büyür olgunlaşır bizler de toplarız. Yemek oluyor bundan.

- Ama bu yenmez ki. Çok sert.

Hepimiz gülümsedik. Midyeci cebinden çıkardığı çakısıyla açtığı başka bir midyeyi gösterip “Dışı canlı değil, sert bir kabuktan ibaret ancak içi canlı. İçi yeniyor.” Diye yanıt verdi. Çocuğun şaşkınlığı daha da artmıştı.

- Nasıl yani meyve gibi mi? Kabuğunu soyup mu yiyorsunuz?

- Yok, biz yemiyoruz. Ama haklısın. Meyve gibi kabuğu ile pişse de içini yiyorlar.

- O zaman kabuk midyenin evi mi oluyor?

- Eh biraz öyle oluyor.

- O zaman içi midye dışı kabuk olmuyor mu?

- Yok, hepsi midye oluyor. Kabuksuz olamıyor.

Midyecinin söyledikleri çocuğu pek ikna etmemiş gibi duruyordu. Bir süre elindeki midyeye dikkatlice baktı. Dedesi torununun sol şakağının üstünde hep dik duran saçı eliyle okşayarak yatırmaya çalıştı. Ufaklık dedesine bakıp “Dedecim iyi de midye bunu biliyor mu?” diye sordu.

- Neyi biliyor mu?

- Biz hepsine midye diyoruz ama kabuk canlı değilse içinde yaşayan sadece kendini midye olarak görüyor olabilir mi?

img_3798

Cemil reisle birlikte gülmeye başladık dede ise “ Yine anlamadım” diyerek torundan açıklama bekledi. Torun dedesinin anlamamasından sıkıldığını oflayıp puflayarak belli ettikten sonra “Hani geçen gün yolda kaplumbağa bulmuş ezilmesin diye kenara koymuştuk. O zaman kabuğunun içinde yaşadığını evini sırtında gezdirdiğini anlatmıştın. Midye de kabuğunun içinde evi ile birlikte yaşadığını düşünüyor olamaz mı?” diye yanıt verince hep birlikte bir daha güldük. Dede “Haklısın biz hepsine midye diyoruz ama o kendini nasıl tanımlıyorsa doğrusu o olmalı” dedi.

Bu sözler üzerine Cemil reis kenarda duran giysilerine ellerini kuruladıktan sonra ufaklığın kafasını okşadı. “Keşke herkes senin gibi düşünse” dedi. Torun ise elindeki midyeyi Cemil reise uzatıp “bunu ne yapayım?” diye sordu.

- Sen ne yapmak istiyorsun?

- Ölmesin?

- Denize at o zaman.

Ufaklık elindeki midyeyi denize atarken Cemil reis kendisine seslenen midyecilere  geliyorum dercesine eliyle işaret yaptı. Küreğini eleğini torbasını alıp tekrar denizin içine doğru ilerledi.

Rüzgârın durması ile yükselen öğle güneşi ısıtmaya başlamıştı.

Dedenin yanına gidip “Keşke dünyaya hep çocukların algı dünyasından bakabilsek” diyerek birlikte yürümeyi teklif ettim. İtiraz etmedi. İnciraltı yönünde yürümeye başladık.

Yürüyüş sırasında torun hep birkaç adım ötemizde ellerini kollarını sallayarak ve arada sıçrayarak yürüyordu. Önce dede tarafından hızlıca sorguya çekildim. Kim olduğum, kimlerden olduğum, köken ve ne iş yaptığıma kadar yanıtladım. Birkaç ortak tanıdık da çıktı. Soru sorma sırası bana geldiğine dedenin emekli akademisyen olmasının yanı sıra kitap çevirileri de yaptığını öğrendim.

Arada soluklanmak için durduğunda torun yanımıza geldi dedesi de ona denizin kumunun içinde yetişen midyeleri anlattı. Midyelerin kumda yaşadıklarını, büyüyüp olgunlaşınca öldüklerini geriye sahildeki kabukların kaldığını, az önceki amcaların o midyeleri ölmeden önce kumdan çıkarıp sattıklarını, yabancı ülkelere gönderilip yemek yapıldığını anlattı. Torun kumun içindeki midyelerin neden bitmediğini sorunca “Kum, midyesiz, midye de kumsuz olmaz, ne kadar toplasalar da eleğin deliğinden kaçıp büyümeyi bekleyen midyeler hep olacaktır” diye yanıt verdi.

Torun tekrar sıçrayarak yürümeye başlayınca ardından yürümeye devam ettik. Adımlarımı bey efendinin adımlarına uydurmaya dikkat ediyordum. Dalyanın ağzındaki ilk köprünün üstüne durup tekrar soluklandı. Denize ve midye toplayanlara baktık. Arkada tüm heybetiyle Karşıyaka ve İzmir’in siluetini değiştiren gökdelenler dikkati çekiyordu. Elimle denizdeki midye toplayıcıları işaret edip;

- Torununuzun gözüyle bakınca Cemil reis ve onun gibiler de midyeye benzemiyor mu?

- Benziyor mu?

- Hem de nasıl. Midyeler gibi sırf midye oldukları için yaşadıkları topraktan çıkarılmışlar evlerini yitirmişler. Kimse farkında olmasa da burada birbirlerine tutunmaya çabalayıp sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Ne oralılar ne de buralı. Üstelik torununuzun vurguladığı gibi kimse onlara ne olduklarını sormuyor. Üzerlerindeki etnik, dini veya benzeri etiketlerin altında ne olduğunu bilmiyor veya umursamıyoruz. Ancak ne yapılırsa yapılsın kum midyeleri gibi sayıları da hiç eksilmiyor.

- Doğru söylüyorsunuz. Kendimi bildim bileli bu bölgede midye ve midyeciler hep var.

- Sizin gibi ilgili bir dedesi olduğu için torununuzun şanslı olduğunu düşünüyorum.

- Dışarıdan öyle göründüğünde bakmayın. Annesinin yetişmesinden büyük oranda ben sorumluyum. Kızım, sorumluluk sahibi çalışkan ve dirayetli olmanın üzerine iyi bir eğitim de alınca olanlar oldu. Uzunca bir süredir büyük bir holdingin yöneticiliğini yapıyor. Şirket ile yöneticiler arasındaki ve şirket ile toplum arasındaki ilişkileri yönetiyor. İşinde çok başarılı. Ancak gel gör ki çocuğuyla iletişim kurmakta zorlanıyor. Yetiştirme tarzımdan dolayı bu durumun sorumlusu olarak kendimi görüyorum. Her şeyi aklıyla yönetmesi gerektiğini ona ben öğrettim. Doğrusunun bu olduğunu düşünüyordum. Yanıldığımı çok geç anladım. Burada bulunmamız biraz günah çıkarma biraz da torunun ilgi eksikliğini gidermek. Gerçi seneye okula başlayınca ne yazık ki annesi onu da kendine benzetecek. Az önceki algı dünyasından geriye bir şey kalmayacak diye ürküyorum. Yani kabuğa aldanmamak gerek. Fırtına içerde kopuyor.

- Oğluyla iletişim kurmada zorlanmasını anlamadım. Bildiği işi yapmıyor mu?

- Dedim ya kabuğa bakınca öyle görünüyor. Şirket içi iletişimi yönetiyor olmak duygularını geriye itip aklınla yönetmeyi gerektirir. Bu konuda başarılı olmak evde işe yaramıyor. Duygu içermeyen iletişimi eve taşımaya kalkınca iş çıkmaza giriyor. Küçücük çocuğa kızıp duruyor. Çocuk da annesinden korkuyor. Başarısızlığı kabul edemediği için evdeki sorunun kendinden kaynaklandığını da kızıma kabul ettiremedim.

- Nasıl yani? Nerede anlaşamıyorlar?

- Söz gelimi; Torunum kötülüğün gerçekten var olduğuna, kötü insanlar olduğuna inanmıyor. Annesi ise aklınca onu korumak uğruna kötülüğün olduğuna inandırmak için çırpınıyor. Bu konu için bile kavga edebiliyorlar.

- Neden böyle?

- Sanırım dev şirketlerde yöneticilik böyle olmayı gerektiriyor. Kendi kimliğini şirkete emanet edip kendini unutuveriyorsun. Sonra bir gün çocuğun sana “anne neden sen sensin de ben değilim?” diye sorarak kendini hatırlatıyor ne cevap vereceğini bilemeyip “Öyle soru mu olur?” diyerek şirket çalışanını azarlar gibi çocuğunu azarlıyorsun.

- Yani?

- Yani az önce dediğin gibi herkes biraz midyeye benziyor. Ne içerdeki dışarıyı biliyor ne de dışarıdakiler içerde ne olduğunu. Öyle bir hayat bu içinde olduğumuz…

Bu sözlerden sonra paltosunun cebinden çıkardığı küçük deftere büyük harflerle “HERKES BİRAZ MİDYE” yazdı. Defteri tekrar cebine koydu.

Bir süre sessizce yürümeyi sürdürdük. İnciraltı görünmüştü. Bir yorgunluk kahvesi ikram etmeyi önerdim. İtiraz etmedi. Öğrencilerin daha çok takıldığı büyücek kahvehaneye yönelince sesimi çıkarmadım. Garsonu ismiyle çağırınca kahvehanenin müdavimlerinden olduğunu anladım. Kahvehane sakindi. Bir iki masada okey oynayan üniversiteli delikanlılar dışında kimse yoktu. Torun önümüzdeki oyun parkına yönelince parkı görebileceğimiz kenar bir masaya iliştik.

Kahvelerimizi beklerken çevirmenliğe nasıl başladığını sordum. Önce cevap vermek istemedi. Bu kez “Kendiniz bir şeyler yazmayı denemediniz mi?” diye üsteledim. Gülümsedi. “Siz de torunum gibi zor sorular soruyorsunuz” dedi. Sonra anlatmaya başladı;

- Elbette yazar olmak istedim. Okunur ilgi çeker umuduyla yazmayı denedim. Ancak büyük yazar ve ozanları okuyunca hedeften ne denli uzakta olduğumu anladım. İnsanın yeteneksiz olduğunu kabul etmesi hiç kolay değil. Uzun süre kendimle kavga edip durdum. Sonra bir gün Behçet Necatigil’in kendi yazarlık sürecini anlattığı metin geçti elime.

- Ne yazmıştı Necatigil?

- Yazarlığın ilk aşaması gurbete çıkmaktır, diyordu. Köklerini geride bırakıp bilmediğin bir dereye atlama ve suyun üstünde kalma, ardına bakmama çabası gibi bir şeyler yazmıştı. İkinci aşama hasret aşamasıydı. Derede yüzmeyi başarmış gurbeti ardında bırakmıştın ama ulaşmak istediğin kıyılar çok uzaktaydı. O büyük yazarların eserlerine benzer bir şeyler üretmek için alınacak yol hasretlik bir süreçti. Üçüncü aşama ise hikmet aşamasıydı çok az kişi ulaşabiliyor ve o büyük edebiyat insanlarının arasına katılabiliyordu. Necatigil kendini gurbet ile hasret arasında konumlandırmıştı.

- Çok anlamlıymış. Peki, siz kendinizi nereye konumlandırdınız?

- Ben gurbete çıkmayı düşleyen ancak suya atlamaya korkup derenin beri yakasında kalanlardandım. Hasreti görememiş, hasret aşamasındakilerin hissettiklerine dahi ulaşamamıştım. Hikmeti hiç sorma…

Kahveci Ali kahveleri servis ederken sessizce bekledi. Kahvelerimizi yudumlarken dayanamayıp “Peki ya çevirmenlik? O nasıl oldu?” diye sordum. Torununu hızlıca kontrol ettikten sonra bana döndü;

- Bir karar vermem gerekiyordu. Gurbete çıkamayacak kadar korkak olsam da hikmete ulaşanların yazdıkları orada duruyordu. Benim gibi korkaklar için o büyük eserleri gücüm yettiğince dilimize çevirmeye karar verdim. Derenin bu kıyısında olup içine atlamaya cesaret edemeyen benim gibiler için öte yakaya köprü olmak istedim. Bu da böyle bir hayat oldu.

- Memnun musunuz?

- Elimden gelenin en iyisi bu diye düşünüyorum. Çevirmenlik mütevazı olmayı gerektiriyor. Bilirsin, birden fazla çevirisi yoksa kitabı kimin çevirdiği genellikle pek dikkat çekmez. Hâlbuki çeviri, bir dilden başka bir dile ve bir kültürden başka bir kültüre yolculuktur. Hiç kolay değildir. Suyun beri yanında olsam da nihayetinde çevirmen, hikmete ulaşmış o büyük edebiyatçıları okuyucu ile buluşturan mütevazı bir köprüdür diye düşündüm. “Hiç yoktan iyidir” diyerek çevirmenlikte karar kıldım. Bu bana iyi geldi.

Başını önüne eğdi. Bir süre öylece kaldı. Sonra torununu hatırlayıp hızlıca oyun parkına baktı. Kaydıraktan kaymakta olan torun ise yüksek sesle bir şarkı mırıldanıyordu.

img_e3771

Kahveci Ali boşalan fincanları almak için yanımıza geldiğinde bizimki eliyle denizin içinde midye toplayanları işaret edip sordu;

- Söyle bakalım Ali?

- Buyurun hocam.

- Sen neden buradasın da orada denizin içinde değilsin?

- Bilmem. Hiç düşünmedim.

- Bir düşün hele

- Nasıl orada olabilirim ki? Onların hepsi Kürt. Ben ise Bartınlıyım. Ne onlar beni aralarına alır ne de ben onlardan haz ederim. Olmaz yani.

- İyi de sonuçta hepimiz İzmirli değil miyiz? Aynı şehrin havasını soluyup ekmeğini yemiyor muyuz?

- Hocam doğru söylüyorsun ama şehir bana da onlara da çok uzak. Dip dibe olsak da ne şehrin umurundayız ne de birbirimizin. Geçim ve yaşam derdi yüzünden gözümüz şehri görmüyor.

- Yani?

- Yani onlar orada, ben burada, şehir hepsinden ötede. Böyle iyi işte. Arada siz böyle sorular sorup kafamı karıştırmasanız daha iyi olacak ama neyse.

Kahveler için teşekkür ettik. Ali yanımızdan uzaklaştıktan sonra “Gördün mü?” dedi. Hazırlıksız yakalanmıştım. “Neyi görmem gerekiyordu?” diyerek yanıt verdim.

- Yaşanılan şehir kültürler arasında köprü olamayınca bir arada olmak hiçbir işe yaramıyor. Hatta daha da beter, korku ve düşmanlıkları besliyor. Bunlara da şehrin çevirmenlik yapması, köprüler kurması gerekiyor ama kimsenin umurunda değil.

- Az önce anlattığınız dereden farklı bir sudan söz ediyoruz sanırım.

- Dere aynı dere. Bizler doğup büyüdüğümüz kültürünü aldığımız kıyıdan öte kıyıya bakıp bulabildiğimiz köprü ile öteye geçmeye çabalıyoruz. Ancak bir şekilde dereye düşüp sürüklenmekte olanları görmüyoruz. Onlar iki yakadan birine ulaşabilmek için çırpınırken derenin başı ile sonu arasında da sürükleniyorlar.

- Nasıl? Anlamadım.

- Anlaşılmayacak bir şey yok. “İki arada bir derede” diye deyim vardır ya işte öyle. İki kıyı arasında olmak ve bir de derenin akıntısı nedeniyle başı ve sonu arasında sürüklenmek. Bir şekilde köklerini yitirip dereye düştüysen iki arada bir deredesin. Kendini suyun üstünde tutabilsen de yapabileceğin en fazla boğulmasın diye gücün yettiğince yakınındakine omuz vermek olabiliyor. Midyeci de olsan, kahveci de olsan durum değişmiyor.

- Peki ya bizler?

- Suyun beri yanında olmanın konforuyla şehrin sahipleriymişiz gibi ona buna ahkâm kesip kimin ne olduğuna veya ne olmadığına karar verme, etiket yapıştırma hakkını kendimizde görecek kadar küstahlaşabiliyoruz. Üstelik bunun farkında bile değiliz.

Bu sözleri söylerken sesi hafiften öfkeli çıkmıştı. Masadaki su bardağına uzanıp bir yudum içip bıraktı. Cebinden çıkardığı not defterine yine büyük harflerle “ŞEHİR BANA UZAK- KAHVECİ ALİ” yazdı ve tekrar cebine koydu. Torun ise bulduğu oyun arkadaşı ile parkta oynamayı sürdürüyordu.

Az sonra dedenin telefonu çaldı. Arayan kızıydı. Kısa bir görüşmeden sonra telefonu kapadı. Bana dönüp “Bugün sayenizde dolu bir gün geçirdim. Bunun için müteşekkirim. Ancak size daha fazla eşlik edemeyeceğim. Kızım şoförünü gönderip birazdan bizi aldıracak. Dilerseniz sizi de uygun bir yere bırakabiliriz” dedi. “Asıl ben teşekkür ediyorum. Suyun kenarında bir süre daha kalmayı seçiyorum.” Diye yanıt verdim. Hınzırca gülümseyerek “Dikkat et düşmeyesin” dedi.

Hesabı ödemek için kahveciye işaret etmek isteyince davetli olduğunu hatırlattım. Gülümserken yüzü aydınlandı. “Bir sonraki benden olsun. Ne de olsa suyun beri yanındanız. Elbet yine karşılaşırız” dedi.

Ayağa kalkıp torununa seslendi. El ele tutuşup kahvehaneden çıktılar. Az ötede bekleyen arabaya binip uzaklaştılar.

Sormak istediğim pek çok deli soruyla şaşkınlık içinde arkalarından bakakaldım.

Bu da öyle bir gündü.

Mehmet Uhri

İnsan Zekasının Evrimi

Mart 20th, 2022

resim1

Kısıtlı yaşam süremiz içinde insanlık için önemli değişim ve değişikliklerin gerçekleşmemesi veya insanlık ve değerlerinde geriye gidiş hissinin karamsarlık doğurduğu zamanlarda insanlığın zaman içinde nereden nereye geldiği konusunu irdelemek umut ve heyecanı ayakta tutabilmek için iyi bir başlangıç olabilir.

Başlayalım o zaman;

Antropolojik verilere göre yaklaşık 3 milyar yıldır hayatın olduğu 4,5 milyar yaşında bir gezegende ilk insansılar günümüzden sadece 6 milyon yıl önce görülüyor.

Elini kullanıp alet yapabilen ilk insanlar (Homo Habilis) ise günümüzden sadece 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkıyor. İki ayağı üzerinde durabilen ve bu sayede ellerini daha işlevsel kullanabilen Homo Erektus ise çok daha yeni, 1,8 milyon yıl önce görülüyor. Günümüzün modern insanı olarak kabul edilen ilk Homo Sapiens Sapiensler ise yaklaşık 175.000 yıl önce ortaya çıkıyor.

Yeryüzünde çok yeni olmasına karşın insanın diğer canlılardan farklı olarak çok hızlı evrim geçirerek alet yapabildiğini, iki ayağı üzerinde durarak ellerini kullanabildiğini biliyoruz. Dahası bilişsel anlamda kendi varlığının farkına vardığı gibi bu farkındalığın da farkında olan bir canlıya dönüşüyor. (Sapiensis sapiensis) Bu sayede insanın kavramsal düşünebilen ve düşünenin kendi olduğunun da farkında olarak varoluşunu sorgulayan bir memeli olarak evrimleştiğini söyleyebiliyoruz. (1)

İki ayağının üzerinde durup ellerini kullanabilen canlı haline gelme dışında biyolojik görüntüsünde önemli değişiklik izlenmeyen insan, evrimsel sıçramalarını beyninin gelişmesi ve daha da önemlisi sinir sistemi içinde artan bağlantısallık ile gerçekleştiriyor.  Evrimsel gelişimi içinde primat atalarına göre iki misli beyin hacmine ulaşmasının yanı sıra beynin bir fonksiyonu olan zekânın ise çok daha hızlı evrimselleştiğini gözlemliyoruz.

Sinir sistemi üzerine yapılan araştırmalar özellikle sinirsel iletim ile ilgili Konnektom araştırmaları sinir sistemi olan canlılarda sinir hücrelerinin toplamlarından daha fazla işlev gördüğünü ortaya koymaktadır. Bunun anlamı sinir hücreleri bir araya gelip birlikte çalışarak tek başına ürettikleri işten çok daha fazlasını üretiyor olmalarıdır. Beynimizi oluşturan nöronlar tek başlarına yaptıkları işten çok daha fazlasını bir araya gelip eş zamanlı birlikte çalışarak gerçekleştirmektedir. Üstelik bu durum sinir sistemine sahip en küçük canlıdan en büyüğüne kadar hep böyle olmaktadır. (2)

Bu durum evrimin bilinen metodolojisinden çok da farklı değildir.

Tek hücreli hayattan çok hücreli hayata geçişte olduğu gibi önce ortak bileşenleri bir araya getirme ve beraber bir hücre topluluğuna dönüşme ile evrimsel süreç başlıyor. Hücrelerin iş bölümü yapıp özelleşmeleri ve birlikte eş zamanla birbiriyle etkileşim halinde çalışmaları ile çok hücreli organ ve organelleri olan canlıya dönüşüyor.

Bilim insanlarını ortaya koyduğu veriler evrimsel sürecin başlangıçtaki hücrelerin tek başlarına yaptıkları iş toplamından birlikte eş zamanlı çalışarak çok daha fazla iş üretip verim artışını sağlayacak bir metot ile çalışmakta olduğunu göstermektedir. (1)

Antropolojik veriler bu evrimsel metodolojinin insan zekâsının evriminde de yaşanmakta olduğunu, dahası yöntemi ileri doğru okuyarak insan zekâsının geleceğine ve insanın bir sonraki evrimsel sıçrayışına yönelik öngörülere ışık tutacağını göstermektedir. (3)

Dahası aynı veriler beynin büyümesinin yanı sıra beyni oluşturan sinir hücreleri arasındaki bağlantısallığın artışı ile zekâ kapasitesinin evrimsel sıçramalar yapacak biçimde ilerleyişe yol açtığını da ortaya koymaktadır.

Beyni oluşturan sinir hücrelerinde ve aralarında yaşanan bir takım kimyasal ve elektriksel değişiklerin nasıl düşünceye, bilince ve zekâya dönüştüğünü henüz çözebilmiş olmasak da zekâyı inceleyip bileşenlerini analiz edebiliyoruz.

20. yüzyılın 2. Yarısına kadar eğitim bilimciler, psikolog ve dil bilimciler zekânın genelleşmiş halde herkeste benzer biçimde yer aldığını düşünmekteydi. Bu görüşe göre zekâ bir sünger gibi bilgiyi emmekte işlemekte ve dışarıya vermekteydi. Eğitim modelleri de buna göre yapılandırılmış, herkes müfredat temelli aynı eğitim sisteminden geçmekteydi. (4)

1980 yıllar ile birlikte bu eğitim modelinin doğurduğu sıkıntılar üzerine zekâyı genelleşmiş tek bir zekâ olarak görmek yerine parçalı modüler bir yapıda olduğunu düşünen özelleşmiş zekâ kuramı ortaya atıldı.

1983 yılında felsefeci Jerry Fodor modüler zekâ kavramını ortaya atan kitabını yayınladı. Kırılıp parçaları tekrar yapıştırılmış bir vazo örneği gibi herkeste farklı boyutları olan parçaların meydana getirdiği modüler zekâ teorisi benimsenmeye başladı. (5)

Aynı yıl psikolog ve eğitim bilimci Howard Gardner çoklu zekâ kuramı üzerine yazdığı kitap ile zekâya bakış açısını önemli oranda değiştirmiştir. (6)

Zekâyı bütün ve statik kabul eden klasik yaklaşıma karşılık Gardner zekânın parçalı bileşenleri olduğunu ve bu bileşenlerin kişiden kişiye farklılıklar gösterdiğini ortaya koymuştur. Gardner’ın önerdiği sosyal zekâ, matematiksel mantıksal zekâ, sözel dilsel zekâ, müziksel ritmik zekâ, bedensel kinestetik zekâ, kişisel içsel zekâ, doğacı zekâ biçiminde farklı parçaların birlikte çalıştığı zekâ modeli ile neredeyse tüm dünyada eğitim sistemi yeniden kurgulanmıştır. Önerilen model ile kişinin zekâ bileşenlerinin belirlenip baskın zekâ karakterine göre yönlendirme yapılmasına yönelik çağdaş eğitim modellerinin yolu açılmıştır.

1980’li yıllarda ABD’de eğitim biliciler ve psikologlar çoklu zekâ kuramına göre eğitimi yeniden şekillendirirken ortaya attıkları kuram okyanusun öte yanında Cambridge üniversitesinde genç bir arkeolog ve antropoloğun dikkatinden kaçmaz.

Steven Mithen zekâ modüler yapıdaysa “bu modüller evrimsel süreç içinde bir araya nasıl geldi?” ve “arkaik insan aklı nasıldı?” Sorularını sorar. Eldeki antropolojik ve arkeolojik verileri buna göre gözden geçirmeye başlar. İnsanın evrim sürecinde nasıl bir zekâ gelişimi gösterdiğine yönelik tezleri de yeniden gözden geçirir.

Bedenler gibi insan zekâsının da evrimsel süreçten geçtiğini, tek tek farklı parçalardan oluşup bu parçaların zaman içinde bir arada ve birbirleriyle etkileşerek çalıştığı yönünde güçlü antropolojik kanıtları ortaya koyar.

1983’te eğitim bilimcilerin ve psikologların başlattığı süreç 1996’da Steven Mithen’in kaleme aldığı Aklın Tarih Öncesi kitabının ortaya çıkması ile zekânın evrimi aydınlanmaya başlar. (3)

Sosyal antropolojinin de katkısıyla oluşturulan bileşik zekâ kuramına göre insan veya insansılarda ilk olarak “Genel zekâ” olarak adlandırılan sürüngen zekâsı diye hicvedebileceğimiz temel bir zekânın varlığı ve yine primat atalarımızdan miras aldığımız kabile hayvanı olma özelliğimizden gelen sosyal zekâ bileşenleri ile yola çıkıldığı görüşü benimsenir.

Antropolojik veriler yeniden analiz edildiğinde; alet geliştirebilen Homo Habilis ile birlikte bu iki modüle “teknik zekânın” da eklendiği, iki ayağını üzerinde doğrulup ellerini daha çok kullanma yetisi artan Homo Erektus’a geçişle birlikte eklenen “doğal tarih zekâsı” modülü ile yöreden yöreye değişkenlik gösteren ancak doğadan edinilen bilgilerin yaşatılıp kuşaktan kuşağa aktarılan deneyimler olarak kalmasını sağlayan zekâ bileşenin geliştiği anlaşılır.

Homo Sapiens’e geçiş sürecinde sosyal zekâya eklenen dilsel zekânın da yöresel ve dönemsel farklılıklar göstererek geliştiği düşünülmekte. Mithen’in çalışmaları; dilsel zekânın gelişimiyle “bilişsel akışkanlığın” hem bireyin beyninde hem de bireyler arasında hızlandığını antropolojik veriler ile ortaya koymaktadır. Mithen, zekâ modülleri arasında iletişimin artmasının yanı sıra insanlar(zekâlar) arasında da bilgi aktarımının hızlanması şeklinde gerçekleşen “bilişsel akışkanlığın” kabileden aşirete ve büyük topluluklara doğru sosyal dönüşümün de başlatıcısı olduğunu işaret etmektedir.(3)

zk4

Mithen’in çalışmaları, sinir hücrelerinin gelişiminde olduğu gibi zekânın gelişiminde de önce ortak modüllerin bir araya gelişi, sonra artan bilişsel akışkanlık ile modüller arası iletişim sağlanarak işlem kapasitesi arttırılıp eşzamanlı ortak çalışma ile tüm modülleri bir arada çalışabildiğini göstermiştir.

Mithen bu 5 zekâ modülünü ( Genel zekâ, teknik zekâ, doğal tarih zekâsı, sosyal ve dil zekâsı) herkeste bulunan asgari zekâ alanları olarak tanımlamaktadır. Bunların dışında kişisel özelliklerin de katkısıyla herkeste ortak olmayan ve bu nedenle zaman içinde ortak zekâ alanına girememiş sezgisel zekâ, varoluşsal zekâ, doğacı mistik zekâ vb. pek çok zekâ alanının varlığına da açık kapı bırakmaktadır.

Steven Mithen günümüz modern insanına kadar tüm insanlığı kapsayan herkeste olan bu 5 zekâ alanının başlangıçta İsviçre ordu çakısı gibi mükemmel parçalar halinde bir arada ancak birbirinden bağımsız çalıştığını ifade etmektedir. (3)

İsviçre ordu çakısının mükemmel parçalardan oluşmasına karşın bir alet kullanılırken diğer aletlerin kullanılamadığına işaret eden Mithen ilkel insanın aklının zaman içinde bu parçaların birlikte eş zamanlı çalışacak biçimde evrimleştiğinden söz etmektedir. Tek tek 5-6 işlem yapabilen bir aletin boyutlarında değişiklik olmamasına karşın aynı anda tüm özelliklerinin çalışması ile bir fabrikaya dönüşebileceğini işaret eden Mithen zekânın evriminin de aynı bedende artan bilişsel akışkanlık ve bağlantısallık ile gerçekleştiğini ortaya koymuştur.

Biraz detay vermek gerekirse; İlkel insanda teknik zekâ alet geliştirmek için kullanılacak nesneyi düşünürken sosyal zekâ insanı düşünmekteydi ve bu iki modül ayrı çalışıyordu. Çağdaş avcı toplayıcı insanda bu iki modülün birlikte çalışması ile teknik zekâ insanın da alet olarak kullanılabileceğini düşünmeye başladı. Kölelik ve çalışma hayatı süreci böyle başladı.

Günümüzde de sözgelimi bir fıkranın doğurduğu mizah o fıkranın bileşenlerinin toplamından çok daha fazla bir kavramsallık taşımaktadır. Pek çok zekâ modülünün birlikte eş zamanlı çalışması ile mizah gibi güçlü yeni bir zekâ alanı meydana gelmektedir.

“Üzüm üzüme baka baka kararır” atasözünü kavramsallaştırırken pek çok zekâ modülünün aynı anda çalışmakta olduğunu ve görünüşte saçma olan sözcüklerin toplamından çok daha fazla ortak bir anlam doğurduğunu görebiliyoruz.

İnsan zekâsının evrimsel sıçramasını ise günümüzden yaklaşık 175 Bin yıl önce ortaya çıkan Homo Sapiens Sapiens ile gerçekleşiyor. Zekânın en son evrimsel sıçrayışı bu beş temel zekâ bileşeninin bir arada, iç içe ve eş zamanlı çalışması sayesinde oluyor. Yeryüzünün insan temelli (Antropomorfik) küreselleşmesinin başlangıcının da bu ortak zekâ bileşenlerinin sinerjisi ile gerçekleşmiş olması büyük olasılıktır. Homo Habilis’teki genel zekâ, sosyal zekâ ve teknik zekâ bileşenlerine homo erektus’ta doğal tarih zekâsının, Homo sapienste ise Dilsel zekânın eklenmesi ile mükemmel beşli tamamlanmıştır. Homo sapiensten günümüz modern insanı olarak adlandırılan Homo sapiens sapiens’e evrimsel sıçrayış ise bu 5 temel zekâ alanının birleşmesi, iç içe geçmesi ve bir arada çalışmasıyla (sinerjisi ile ) gerçekleşmektedir. (3)

Antropolojik veriler de günümüzden 1,7 Milyon önce yaşamış olan Homo Erektus’ta birbirinden farklı kümeler halinde çalışan farklı zekâ alanlarının günümüzden 100.000 yıl önceden itibaren modern insanda farklı ama iç içe çalışan zekâ formuna dönüştüğünü işaret etmektedir. Zekânın parçalı yapısının Homo sapiens sapiens ile birlikte iç içe ve birlikte çalışan ortak bir zekânın oluşumuna dönüşerek evrimsel bir sıçrayışa neden olduğu anlaşılmaktadır. Bir diğer deyişle son 200.000 yıl içinde insan bedeninde evrimsel anlamda önemli bir değişiklik olmamasına karşın evrimsel sıçrayışlar zekânın evrimi ile gerçekleşmiştir. (3)

Gerçekte de insanlığın bilgi birikimi insan zekâsının doğru parçaları belirleme (İsviçre ordu çakısı oluşturma) ve bir araya getirip sinerji üretme şeklinde çalışmakta olduğunu işaret etmektedir. Sesi müziğe dönüştüren akıl teknik ve doğal tarih zekâsını da çalıştırıp müzik aletleri yapabilmiş, matematiksel mantıksal zekâ ile notaya dökebilmiş ve her bir müzik aletini diğer aletlerle harmanlayıp senfoni gibi bir ortak akıl ürünü yaratabilmiştir. Dahası müzikal zekâya bedensel kinestetik zekâyı katıp baleye, tüm bunlara sözel zekâyı da katıp operaya ulaşmakta, insan zekâsının gösterdiği evrimsel süreç ortak akılda da devam ediyor gibi görünmektedir.

İnsan zekâsı az ya da çok herkeste bulunan zekâ bileşenlerini kullanarak parçaları tanıma, bir araya getirme, birleştirme ( İsviçre ordu çakısına benzer bir hale dönüştürme ) ve daha sonra bu mükemmel parçaları bir arada ve iç içe çalıştırıp sinerji yaratma şeklinde ortak akıl alanları oluşturarak evrimini sürdürüyor gibi görünüyor.

İnsan zekâsının bu mükemmel parçaları belirleme, bir araya getirme ve birlikte çalıştırma biçiminde ilerleyen evrimine ve sürecin yol haritasına bakarak geleceğe dönük projeksiyonlar yaptığımızda ise gidilmekte olan yolda insanlık için karamsarlığa gerek olmadığını söyleyebiliriz.

Nasıl mı?

İnsan nasıl parçalı zekâ bileşenlerini ortaya çıkarıp sonra bunlar arasından asgari müşterek mükemmel parçaları bir araya getirmeyi ve birlikte etkileşim içinde çalıştırmayı başardıysa günümüz modern insanının bir sonraki evrimsel sıçrayışının da ortak aklın asgari müştereklerini bir araya getirip ortak bir üst akıl oluşturarak yapacağını öngörebiliriz. Ancak sözünü ettiğim sürecin birkaç yüz bin yılda bir gerçekleştiği ve günümüz modern insanının henüz 150-175 bin yıldır var olduğu düşünülürse böylesi bir sıçrayış için insanlığın binlerce yıl daha beklemesi gerekecek gibi görünüyor. Her ne kadar kendi kısıtlı yaşam sürecimizde göremeyecek olsak da insanlığın ortak aklının zekânın evriminde olduğu gibi üzerinde uzlaşılan mükemmel bileşenleri bir araya getirip bir üst akla doğru ilerlemekte olduğunu düşleyebiliriz.

Zekânın parçalı yapıda olduğunun ve zekâ bileşenlerinin kişiden kişiye değişkenlik gösterdiğinin farkındayız. Hatta bazılarının çok daha özgün zekâ bileşenleri taşıyıp ileriyi görebilme ve sanat eserleriyle ifade edebilme yeteneğine sahip olduğunu da biliyoruz. Bu özellikteki sanatçılar görünen sınırların ötesine geçip eserleriyle geleceği görünür kılabiliyorlar. Zekânın parçalı bileşenlerinin zaman içinde bir araya gelip iç içe ve etkileşim halinde çalışması gibi insanlığın bu ortak değerlerinin bir araya gelmesinin ne denli büyük bir şenliğe dönüşeceğini bizlere yine bir sanatçı işaret ediyor olabilir.

zk2

1949 doğumlu Benedicte Weiss isimli Lüksemburg doğumlu heykeltıraşın 1987 yılında Lüksemburg Theatro meydanında yapmış olduğu “Akrobatlar” isimli heykel grubunda coşkulu bir eğlence atmosferi içinde “Eşitliğin” soytarı kılığında bizleri eğlenceye çağırdığını, “Demokrasinin” ikiyüzlü haliyle elinde tefle eğlenceye eşlik ettiğini, Hukukun üstünlüğü ile insan onuruna saygının el ele tutuşarak dansa katıldığını İnsan haklarına saygı ve özgürlüğün de eğlencenin bileşenlerinden olduğunu görüyoruz. Steven Mithen Aklın Tarih Öncesi kitabını yayınlamamış olmasına karşın sanatçı olanca sezgiselliği ile insanlığın ortak aklında uzlaşılan kavramların bir araya gelip oluşturacakları sinerjinin üreteceği coşkuyu bize yıllar öncesinden müjdelemiş görünüyor.

Sanatçının eserinde canlandırılan, insanlığın ortak aklında kabul gören, hiç kimseyi dışlamayan ve tüm insanlığı kapsayan, üzerinde uzlaşılmış kavramların büyük kısmının belirlenmiş olduğundan söz ederek geleceğe dönük projeksiyona başlayabiliriz.

Özgürlük, eşitlik, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü, insan onuruna saygı ve demokrasi şimdilik ortak aklın mükemmel bileşenleri olarak belirlenmiş gibi görünüyor. Görünen o ki bunlara yakın bir zaman içinde çevre duyarlığı veya doğaya saygı biçiminde bir bileşen daha eklenecek.

Ancak daha önce binlerce yıl boyunca denenmiş ve ötekileştirici, dışlayıcı olduğu için terk edilmiş köleliği, sömürgeciliği, ırkçılığı, cinsiyet ayrımcılığını, mitoloji ve benzeri inanç sistemlerini göz önüne alırsak listenin henüz olgunlaşmadığını da kabul etmek zorundayız.

Yukarıda sayılan 6 bileşenden demokrasinin çoğunluğun azınlığa tahakkümünü doğurması nedeniyle değişim geçirerek yerini daha kapsayıcı bir yönetim modeline bırakması da olası görünüyor.

Yaşam süresi kısa olan bizleriz. Evrimin ise hiç acelesi yok.

İnsanlığın ortak aklı henüz İsviçre ordu çakısı gibi mükemmel parçaları bir araya getirme aşamasında. Dahası bu parçalar henüz birbiriyle iletişim halinde değil. Birini kullanırken diğerleri henüz seyrediyor.

Hesaba göre binlerce yıl sürecek bu sürecin sonunda insanlık bu parçaları bir arada, iç içe ve birlikte çalıştırıp sinerji oluşturmayı başardığında bir sonraki evrimsel sıçrayışını gerçekleştirecek gibi görünüyor.

Günümüzün karamsar iklimine bakıp insanlık ve değerleri konusunda umutsuz olmak için çok neden varmış gibi görünse de zekânın evrimine ve günümüzde beliren ortak aklın bileşenlerine baktığımızda hiç birinden kimsenin vazgeçmeye niyeti olmadığını görürüz. Kendi kısa yaşamımızda göremeyecek olsak da gelecek evrimsel sıçrayışın nasıl bir karnavala dönüşeceğini düşleyebilmek bile insana dair umutları yeşertmek için yeterli olacaktır düşüncesindeyim.

Mehmet UHRİ

KAYNAKÇA:

1- https://evrimagaci.org

2- https://www.bimesele.com/insan-konnektom-projesi-the-human-connectome-project

3- Mithen, S. J. (1996) The prehistory of the mind: a search for the origins of art, religion, and science, London: Thames and Hudson, ©1996. ISBN 0-500-05081-3

4- Jean Piaget La Naissance de l’Intelli­gence - Zekânın Doğuşu. 1977

5- The Modularity of Mind: An Essay on Faculty Psychology, MIT Press, 1983, ISBN 0-262-56025-9.

6- Gardner, Howard. Frames of Mind: The Theory of Multiple Intelligences (1983)

SUYA BİR DELİK

Şubat 12th, 2022

img_4567

Hani bazen, bir şarkı veya namenin dokunuşuyla geçmişin anılarının ortaya saçıldığına ve oluşturduğu yeni anılar yumağında başkasının zihninde kendini tekrar yarattığına şahit oluruz.

İşte bu şekilde tazelenen bir anıdır burada anlatılanlar;

Araya uzun yıllar girmiş olsa da yeni yetme ergen dönemi arkadaşlarımdan biriyle yıllar sonra İzmir’de buluşuyordum.

Zaman içinde farklı mesleklere ve coğrafyalara savrulmuş birbirimizi unutmuştuk. Tek ortak yönümüz ikimizin de dedelerinin muhacir olmasıydı. Bizimkiler Üsküp’ten arkadaşımın ailesi ise Yunan adalarından mübadele ile Anadolu’ya gelmiş İzmir ve çevresine yerleştirilmişlerdi.

Buluşma noktasına geldiğimde heyecanlıydım.

Arkadaşım yol kenarından beni arabasına aldı ve sahilde bir yerlerde otururuz diyerek sürmeye başladı. Birkaç dakikalık birbirini süzme, sessizce bocalamadan sonra yılların dostluğunun getirdiği sıcak sohbete daldık. İlk gençliğin anıları, kaçamakları, afacanlıkları ne varsa ortaya dökülmeye başlamıştı.

Bu arada arabada Türkçe başlayıp Rumca devam eden Ege havaları çalıyordu. Bir ara çalan parçalardan biri dikkatimi çekti. Çok eskilerden hatırlıyor gibiydim. Parçayı hatırladığımı ama çıkaramadığımı söyleyince arkadaşım heyecanla çalan eserin “Neden olmadı?” isimli unutulmuş bir Ege türküsü olduğunu, bugüne kadar hatırlayan pek fazla kişiye rastlamadığını söyledi.

Parçayı tekrar dinleyince anılar canlandı. Daha iyi hatırladım.

Çocukluğumda düğünlerin bitmesine yakın eğlenceli kıvrak havaların yerini yavaş müziklere bıraktığında seslendirilen parçalardan biriydi. Çocuk aklımla hızlı müzik hiç bitmesin tepine tepine oynayalım ister, düğünün bitmekte olduğunu hatırlatıp uyku getirdiği için yavaş müzikleri hiç sevmezdim.

Arkadaşıma anlatıp “Bu parça çalınıp okunurken özellikle yaşlılar sessizce ağlayıp eşlik ederlerdi. Nedenini hiç anlamazdım. Sanırım sormaya da çekiniyordum.”  Dedim.

Bir süre sesini çıkarmadı. Bir şey düşünüyor gibiydi. Sahil yolundan çıkmış otobana doğru ilerliyorduk. Bana dönüp “Vaktin uygunsa seni bir yere götürmek ve tesadüfen tanıdığım birinden söz etmek isterim.” Dedi. Cevap vermeme fırsat vermeden “Türküyü hatırlayan birini bulmuşken o çobanı ve oyuncağını anlatmam gerekiyor. Uzak biraz. Yolda anlatırım. Gidiyoruz” dedi.

Arkadaşımın bu samimi emrivakisine itiraz etmedim. Delikanlılık yıllarındaki çocuksu heyecanından hiçbir şey yitirmemiş olduğunu düşündüm.

Tabii o sırada 100 Kilometre yol gideceğimizi, Karaburun’a yöneldiğimizi bilmiyordum. Bilseydim sanırım vazgeçirmeye çalışırdım. Ancak arkadaşım kararlıydı. Otobanda ilerlerken önce beni sorguya çekip kısa yaşam öykümü aldı. Sonra hayat hikâyesini anlatmaya başladı. Okul, iş ve ev hayatı, çocuklar yaşadıkları derken sıra hayatına giren Karaburun konusuna geldi.

- Bir ara heves edip Karaburun yakınlarında Sarpıncık köyünde harap bir taş ev aldım Ancak eşim ve çocuklarımın itirazıyla içini yaptırıp oturmaya niyetlenemedim. Açıkçası yalnız başıma yaşamaya cesaret edememiş, insanları peşimden sürüklemeyi de insaflı bulmamıştım. Zamanla hevesim kırıldı. Ev öylece kaldı. Birkaç yıl önce eve talip çıkınca satış için Karaburun yolunu tutmuştum. Sabah başladığımız tapu işlemlerinin öğleden sonraya sarkmasını fırsat bilip köye doğru sürmüş, arabayı yol kenarında bırakıp kırda yürüyüşe çıkmıştım.

- Köyde taş evde yaşama hevesin içinde kalmış olmalı.

- Sorma. Daha kötüsü heves ettiğini unutmaya çabalamak oluyormuş. Unuttuğunu sanıyorsun bir yerlerden karşına çıkıyor, rüyana bile giriyor. Neyse… Satıştan sonra uzun süre oralara gidemedim. Hâlbuki hatırlarsın delikanlılıkta elimizde çadır az kamp yapmamıştık o sahillerde.

- Ne yani şimdi Karaburun’a mı gidiyoruz?

- Sana o çobanı anlatmam yetmez. Göstermem gereken bir şey daha var. Gidiyoruz.

Bazı huylar hiç değişmiyor diye düşünüp durumu kabullendim ve “anlat bakalım şu meşhur çobanı” diye üsteledim.

Otoyola çıkmıştık. Yol boyunca o anlattı ben dinledim;

“Sözünü edeceğim çobanla sadece bir kez karşılaştım.

Ayrılırken “Dedem haklıydı. Ömür dediğin mia tripa sto nero” demişti. Güttüğü hayvan olmasa da köy yerinde çoban diye anılıyordu. İsmini öğrenemedim. Karaburun Sarpıncık kırsalında sözünü ettiğim yürüyüş sırasında beni bir köpek grubunun saldırısından kurtarmıştı.

Arabamı asfalt kenarında bırakıp havanın ayazına aldırmadan yürüyüşe çıkmış, dönüşte kestirme olsun diye anayoldan ayrılıp patikalardan yürümeyi seçmiştim.

İrice birkaç köpeğin saldırısına uğramış, elimdeki sopa ile korkutmaya çalışmıştım. Köpeklerin bağırışları ve saldırgan tutumları değişmemiş, hatta bir tanesine de paçamı kaptırmıştım.

Yerden elime aldığım irice beyaz taşı fırlatmaya hazırlanıyordum ki nereden çıktığını görmediğim birinin “o taşı yere bırak” diye bağırdığını işittim. Adam tekrar taşı bırakmamı söyledi ve elini ağzına götürüp çaldığı ıslıkla köpeklerin bağırışları kesildi. İkinci ıslık ile köpekler kuyruklarını sallayarak adama yöneldiler. Çantasından çıkardığı kuru ekmeleri öbek öbek önlerine bırakıp yanıma geldi. Nefes nefese kaldığına göre koşarak gelmişti. Bana bakıp “Isırdılar mı?” diye sordu. Pantolonumun yırtılan paçasını gösterdim.

- Yok ısırmadılar. Bir tanesine paçamı kaptırdım ama zarar vermediler. Sizin mi bu köpekler? Hep böyle gelen geçene saldırırlar mı?

- Köpekler buraların. Sahibi yoktur. Kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Sizi yabancı gördüler. Cesaretinizi sınamak için gelen yabancılara saldırır ve tepkinizi beklerler. Korkak veya saldırgan olup olmadığını anlamaya çalışırlar. Hiç ilgilenmeden öylece durursanız en az onlar kadar cesur olduğunuzu görür ve bulaşmazlar.

- İyi de neden böyle bir şey yapsınlar ki?

- İnsanlardan çekiniyor ve tanımak istiyorlar. Korkutup içinizdeki saldırganı açığa çıkarmaya çalışıyorlar. O eline aldığın taşı atsaydın birini yaralardın belki ama ellerinden kurtulman zor olurdu.

- Neden böyleler?

- Şehirde yaşıyorlardı. Belediye toplayıp barınaklara doldurdu. Barınaklar yetmeyince beslemesi daha masraflı olduğu için irice olanları buralara bırakmaya başladılar. Görüyorsun, yiyecekleri pek bir şey yok. Yabani zeytin ile karın doyuruyor, gariplerim.  Yaşadıklarını unutmuyorlar. Zamanında buralara sürülen muhacirler gibi özgür ve öfkeliler. Birbirlerine tutunup hayatta kalmaya çalışıyorlar. Yine eziyet edebilir korkusuyla insanlardan uzak duruyorlar. Elinde sopa ile fütursuzca köpeklerin yaşam alanına girmiş birini iyiye yormalarını beklememek gerekiyor.

- Peki ya siz? Sizi tanıyorlar.

- Oradan buradan topladığım yemek artığı, kuru ekmek ne varsa getirip buralara bırakıyorum. Benimle anlaşmaları hayli zaman aldı. Yine de çok yaklaşmıyorlar. Açıkçası onları anlıyor ve sadakat beklemiyorum.

Bu arada köpeklere atmak için az önce elime alıp bıraktığım irice beyaz taşı yerden alıp çantasına atmasına anlam verememiştim. Beraber yürümeyi teklif etti. Geri dönüp asfalt yola mı çıksam yoksa daha kısa görünen yolu seçip yamacı aşmayı mı denesem kararsızdım. Doğrusu köpekler ötede durduğu sürece çobanın varlığı güven veriyordu. Birlikte yamaca doğru ilerledik.

img_4562

Yaşını başını almış görünmesine rağmen güçlü adımlarla yürüyen biriydi. Laflayınca az ötede küçük bir yerleşim yerinde babadan dededen kalma bir evde yaşadığını anlattı. Kendimi tanıtıp ismini sordum.

“Hiç hayvanım veya sürüm olmasa da dağda bayırda dolaştığım için köyde bana çoban derler” diye yanıtladı. İsmini söylemedi. Tapu işlemleri sırasında onu tanıyan birilerine sorduğumda siyasi nedenlerle memuriyetten uzaklaştırılma tehdidi ile emekliliğe zorlanan üniversite çalışanı olduğunu, ikramiyesiyle dedesinden kalma harap haldeki taş evi onarıp köyde yaşamaya başladığını öğrenecektim. Çoluğu çocuğu hakkında kimsenin bilgisi yoktu. Dediklerine göre geleni gideni de yokmuş.

Yamaca tırmandığımızda ileride asfalt yol ve köy görünmüştü. Köpekler hayli uzakta adamın bıraktıkları ile karınlarını doyurmaya devam ediyordu. Bir süre öylece durup köyüne doğru baktı. Sonra bana dönüp “Yarım bıraktığım bir iş var. Birlikte yürümeye devam edeceksek önce yamacın ucuna varmamız gerekiyor.” Dedi. Acelem olmadığını söyledim.

Birlikte yürüyüp yamacın öte ucunda yüksekçe bir yerde neredeyse bir insan boyunda üst üste konan taşlardan yapılmış kule gibi bir şeyin yanına gitti. Kule, çevredeki sarı kahverengi taşların sıra sıra dizilmesiyle meydana getirilmişti. “Siz mi yaptınız bunu?” diye sordum. Cevap vermedi. Az önce çantasına attığı beyaz taşı çıkarıp kulenin üst sırasına diğerlerinden farklı birkaç beyaz taşın arasına yerleştirdi. Bana dönüp “Tamam şimdi oldu. Gidebiliriz” dedi.

2cd4d9fa-0075-4cd3-bbae-aac9e32badf8

Taş kulenin yanına gidip elimi taşların üstünde gezdirdim. Az önce yerleştirdiği beyaz taşa elimi uzattığımda “O yerini buldu bırak kalsın” dedi. İçimden hafif kafayı sıyırmış biri olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yine de kulenin yanından ayrılmayıp açıklama beklediğimi söyledim. Cevap vermeye niyetli değildi. Israrla orada durup son yerleştirdiği beyaz taştan elimi çekmediğimi görünce yere oturup sırtını kuleye yasladı.

- Çoban oyuncağı derler bu taş yığınlarına. Rahmetli dedem anlatırdı. Çobanlar otlaklarını işaretlemek için kendi boyları kadar taş kule yaparmış. Her çoban kimin otlağında olduğunu bilirmiş.

- Peki ya o en üstteki beyaz taşlar?

- Hak vaki olup çoban ölür veya hayvan gütmeye çıkamaz hale gelince diğer çobanlar az önce yaptığım gibi üst sıraya beyaz taş dizerek çobanı anar, “görev tamamlandı” diyerek işaretlermiş.

- Dedeniz de çoban mıydı?

- Dedem Yunanistan’da doğup mübadele ile gelenlerdenmiş. Öte yakada hayvanları varmış. Zamanında çobanlık yapmış. Ancak buralara gelince çobanlık yapmamış. Zeytincilik ile uğraşmış. Dediğine göre çoban oyuncağı geleneğini de buradakilere o öğretmiş.

- Ortalıkta hep sarı kahverengi taşlar var. Beyaz taşlar nereden geliyor?

- İyi gözlemcisin. Beyaz taş pek yok. Az önce köpeklere atmak istediğin taşı elinde görünce biraz da bunun için atmanı istemedim. Dağ bayır dolaşırsın günde bir tane ya bulur ya bulamazsın.

- O da taş bu da taş ne önemi var?

- Anlamadın mı? Koca bir hayattan geriye tepesi yani saçı başı ağarmış insana benzeyen bir taş yığını bırakıyorlar. Dahası, gidenin ömrünü beyaz taşlar ile mühürlemiş oluyorlar.

- Bu kuleyi kim yapmıştı?

- Doğrusu bilmiyorum. Benim için önemi de yok. Bölgede buna benzer onlarca kule var. Üzerine beyaz taş konmuş olanlara kendimce bir tane daha eklemek tamama erdirmek nedense bana iyi geliyor. Kendi hayatımda hep bir şeyler yarım kaldığı için belki de…

Yanına oturdum. Ben de sırtımı taş kuleye yasladım. “Yanılıyor da olabiliriz. Belki de hayat tam olabilecek bir şey değil…” diye yanıt verdim.

Kafasını kaldırıp dikkatlice bana baktı. Uzaktan köpeklerin haykırışları duyuluyordu. Sonra az önce arabada çalarken hatırladığın o türküyü okumaya başladı. Daha önce hiç duymamıştım. Sözleri çok anlamlı gelmişti;

Geldim olmadı, geldi olmadı

Gittim olmadı, gitti olmadı

Olan ne idi. Neden olmadı

Neden olmadı. Neden olmadı

Sustum olmadı, sustu olmadı

Dedim olmadı, dedi olmadı

Olan ne idi. Neden olmadı.

Neden olmadı, neden olmadı…

Türkü bittiğinde “Sahi neden olmadı?” diye sordum. Ağzının kenarında acı bir gülümseme belirdi. Bir süre öylece durdu. Sonra ayağa kalktı, bana dönüp “Eh, olduğu kadar. Hadi gidelim” dedi.

Yola koyulduğumuzda güneş öğleyi devirmişti. Saatime baktım tapu müdürlüğünün verdiği randevuya zamanım vardı. Yürürken türküyü ve kime ait olduğunu sordum. Mübadele ile gelenlerin söylediği “Neden olmadı?” isimli unutulmuş bir türkü olduğundan, dedesinin Rumcasını da okuduğundan, türkünün her iki yakada aynı sözlerle çalınıp söylendiğinden söz etti.

- Anneannemi erken kaybetmişiz pek hatırlamıyorum. Dedem görmüş geçirmiş biriydi. Ömrünün son zamanlarında sağlık sorunları yüzünden köyü bırakıp şehirde kızının yanında bizimle yaşamak zorunda kalmıştı. Şehirde olmaktan hiç mutlu değildi. Günlük hayatta Türkçe konuşsa da küfürleri Rumcaydı. Kızdığı birini yanından uzaklaştırmak istediğinde “Ai Sto dialo” diye bağırırdı. Anlamını tahmin etmişsindir. Dedemi hep bir şeylere canı sıkkın haliyle hatırlıyorum. O zamanlar afacan bir ufaklıktım. Annem ve babam deli gibi çalışır o kocaman evde yalnızlığımı dedemle oyun oynayarak giderirdim. Hep bir şeyler anlatırdı. Dinlemez haylazlık yaramazlık ederdim. Onu kızdıracak yaramazlık yaptığımda da kızar “Kara Kopela” diye bağırır,  azarlardı.

- Yine de dedeniz size çok anı bırakmış.

- Ben onun en sevdiği torunu, kara kopelasıydım. Annem ve babama kızdığım beni sevmediklerini düşündüğüm anlarda saçımı okşar “Kızma onlara. İnsanın sevdikleri için katlanmak zorunda oldukları zamanla yüreğini de köreltiyor. Kızma onlara” derdi. O yaşımda anlamazdım. Birçoğunu unuttuğum güzel sözleri vardı. Kahvesini içip gevezelik ederken “ne yapıyorsunuz?” diye soranlara hep “mia tripa sto nero” diye cevap verirdi.

- Anlamı var mı?

- O zaman bilmiyordum. Üzerinde durmamıştım. Zamanının tükenmekte olduğunu anlayınca bir gün kalem kâğıt alıp yanına gelmemi söylediklerini yazmamı istemişti. Okuması yazması yoktu ama ondan çok şey öğrendim. Kâğıda  “İnsanlara ve kendine kızma. Ömür dediğin mia tripa sto nero” yazdırdı. Tükenmez kalem ile başparmağını boyayıp kâğıda basarak parmağının izini çıkardı. “Bu senin için, sende kalsın” dedi. Kısa süre sonra da dedemi kaybettik. Getirip köy mezarlığına gizledik.

- Ne anlama geliyor?

- Mia tripa sto nero: Rumcada suya bir delik açmak anlamına geliyormuş. Ben de dedemin yazdırdığı o cümle sayesinde öğrendim. Çayı kaşıkla karıştırırsan veya elini kovaya daldırıp karıştırırsan suya bir delik açarsın ya, işte öyle. Dedeme göre ömür suya bir delik açmak gibi nafile bir çabaydı.

- Çok anlamlıymış.

- Beni o yetiştirmişti. Bulunduğum her yerde doğruyu söylemeyi doğrudan ayrılmamayı kalbimin sesini dinlemeyi hep ondan öğrenmiştim. Ama öyle bir dünya yoktu. Bu nedenle dedeme kızmış içimden “beni neden böyle yetiştirdin” diye söylenmiştim. Bulunduğum her ortamda doğruları söyleyince hep fesatlık çıkarmakla suçlanıyordum. Herkesin uzak durduğu aksi biri oldum. Sağcısı da solcusu da dincisi de arasına almadı. Böyle biri olduğum için insanlara öfkeliydim. Dahası diğerleri gibi duruma yere uygun davranamadığım için kendime de çok kızıyordum.

- Yani?

- Yani dedemin sözünü ettiği suyun ne olduğunu anlayıp ona hak vermem hayli zamanımı aldı. Dönüp baktığımda ne yaşarsam yaşayayım kendi hayatımın da dedemin sözünü ettiği suya bir delikten ibaret olduğunu kabullendim. Bazen suya kapılıp sürüklendim, çoğunlukla suyu bulandıran oldum. Koca bir ömür çırpınarak geçip gitti. Ne su olabildim ne de kendim. Hep bir yan eksik kaldı. Dedemin vasiyetine uyup kendime kızmayı ve suya bir delik bile olmak istemeyen o insanları da yargılamayı bıraktım.

- Peki, ne yaptınız? İnsanlardan mı kaçtınız?

- Öyle de denilebilir. Kendime sığındım diyeyim. Baktım ki herkes yalnızdı ve kendi ömürlerine tutunuyordu. Bazıları suya şık bir atlayış ile girip dikkat çekiyor ilgi görüyor, çoğu ise baştan teslim olup hiç iz bırakmıyordu. Bazıları da benim gibi suyun üstünde kalmak için inat ediyor tutunmaya çabalıyordu. Oysa, suya bir delik gerçeği hiç değişmiyordu. Baktığında geride bir şey kalmasa da suya açtığımız delik kadar görünüp kayboluyorduk. Hepsi bu…

Bir süre konuşmadan yürüdük. Söyledikleri üzerine düşünüyordum. Az sonra asfalta çıkmış arabam ileride yol kenarında görünmüştü. “Peki ya çoban oyuncağı? Dedeniz, onun için bir şey söylemiş miydi?” diye sordum.

- Söylememişti. Söylediyse de hatırlamıyorum. Ama her şeyin suya bir delikten ibaret olması gerçeği sanırım ona da pek adil görünmüyordu. Dedem o çoban oyuncaklarına çok önem verir her yerde o iri beyaz taşlardan arardı. Belki de çoban oyuncağı ile suya olmasa da göğe doğru tersine delik, bir iz bırakmak istiyordu. Dedim ya pek bir şey anlatmamıştı. Hayatta bunca anlamsızlık varken taşları üst üste dizmenin bir anlamı olması gerekiyor mu? Emin değilim. Yine de o beyaz taşları arayıp yerleştirmeyi bırakmadım.

- Neydi sizi bunu yapmaya iten?

- Suya açılan nafile bir delikten ibaret ömürden geriye, yukarı doğru taş yığını bırakmayı bir şeylere direnme çabası olarak düşünmekti, sanırım. Bu bana iyi gelmişti. Kimin yaptığı veya kimi anlattığı bilinmese de en üst sıradaki beyaz taşları tamamlanmış, dolu dolu yaşanmış olgun bir hayatı hatırlatan gökyüzüne açılmış bir taş yığını bırakma düşüncesi hiç fena fikir değildi. Köyde boş duracağıma araziye çıkıp çoban oyuncakları arıyor, onun bunun hayatına bir beyaz taş katmak için kırlarda dolanıyorum.

- Kendiniz için de bir kule yapmayı istemediniz mi?

- Az önce dedim ya; hayat tam olamıyor hep bir şeyler eksik kalıyor. Kule de eksik kalsın. Eksik olanın ne olduğunu bileyim, yeter. Bu da bir şeydir.

- Ne diyeyim? Az önce yüreğim kalksa da iyi ki köpekler saldırmış ve iyi ki o beyaz taşı elime almışım da sizi tanımışım.

- Gevezelik ettim. Eskileri anlatıp kafanı şişirdim ama bunca lafı eline aldığın o taşa borçluyuz. Belki de insanların aradığı böyle eksik bir taş. Üstelik çoğumuz aradığımızın ne olduğunun farkında bile değil. Öylece yaşayıp gidiyoruz, bu da hayat oluyor. Dedem haklıydı, ömür dediğin mia tripa sto nero…

Bu sözlerden sonra adımlarını hızlandırdı. Arabama ulaştığımda köye bırakabileceğimi söyledim. İstemedi. Elini sıktım. Dedesine ve ölmüşlerine rahmet diledim.

“Selametle” diyerek uğurladı.”

Karaburun’a doğru yol alırken arkadaşım bunları anlatıp hep o çobandan söz etti.

img_4561

Sarpıncık kırsalına varıp sözünü ettiği çoban oyuncaklarından birini görünce arabayı yol kenarına bıraktık. Yamaca tırmandık. Üst üste düzenli dizilmiş sarı taşlar ve en üst sırası beyaz taşlarla bezeli çoban oyuncağına sırtımızı dayadık. Oturup denize ve Sakız adasına bakındık. Sert esen rüzgâr yüzünden çok fazla duramayacağımıza çabuk ikna olduk.

Yakınlarda beyaz taş olmamasına ikimiz de söylendik.

Daha sonra Karaburun iskelede mütevazı bir mekânda geçmişin anıları eşliğinde yemek yedik. Akşamın ilerleyen saatlerinde İzmir’e dönüş yoluna koyulduk.

Yorucu bir gün olmuştu. Dönüş yolunda arkadaşımın anlattığı çobanı düşündüm. O da bizler gibi muhacir çocuğuydu. Onun ailesi de çocuklarını korumak uğruna fedakârlık yaparak ömür tüketmişti.

Hayatın bazılarına hiç de adil davranmadığını düşündüm. İnsanlar düğün yerinde bile “olan ne idi, neden olmadı?” diye türkü okurken boşuna gözyaşı dökmüyordu.

Yıllar sonra gerçekleşen arkadaş buluşmasına tesadüfen eşlik eden türkü sayesinde o fedakâr insanların anıları gün yüzüne çıkmış ve onları hiç tanımayan birinin zihninde ileride anlatılacak bir başka anıya bulanmıştı.

Belki, geçip giden o fedakâr insanların anılarını da yüklenip suya hep birlikte bir delik daha açıyorduk.

Ömür dediğimiz öyle ya da böyle suya bir delikten ibaretti.

Sanırım, dede haklıydı…

Mehmet Uhri

Not: Anlatıda geçen “Neden olmadı?” türküsüne  NEDEN OLMADI linkine tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Yanardöner

Aralık 19th, 2021

yd2-2

I

Arkadaşlıkları doğup büyüdükleri Anadolu kasabasında başlamıştı.

Aynı sokakta büyümüş, ilkokulu aynı okulda okumuşlardı. Zaman onları ve ailelerini farklı yerlere savursa da yıllar sonra birbirlerini İstanbul’da bulmuşlardı. Melek hemşirelik okumuş bir özel hastanede gece hemşireliği yapıyor, Alev ise muhasebecilik eğitimi sırasında staj yaptığı şirketin muhasebe bölümünde mezuniyet sonrası işe girmişti.

20’li yaşlarını bitirmek üzereydiler ve ikisi de şehrin farklı yakalarında yalnız yaşıyordu.

Sosyal medya paylaşımlarıyla aynı şehirde yaşadıklarını fark edip birbirlerine tutunmuşlar, sıkça yaptıkları gibi o gün de buluşmak için haberleşmişlerdi.

Şehrin farklı yakalarında yaşayıp çalıştıkları için ikisine de uzak olmasına karşın orta nokta olarak Mecidiyeköy’de bir kafede buluşmayı alışkanlık edinmişlerdi. Bazen sinema veya yemek için yakındaki alışveriş merkezinde buluştukları da olurdu.

Buluşma talebi genellikle Alev’den gelir Melek de bu duruma genellikle itiraz etmezdi. Bu kez acil buluşma talebi Melek’ten gelmiş başka açıklama yapmamıştı.

O soğuk kış günü akşamüzeri kafeye giren Alev masalara göz atıp arkadaşının henüz gelmediğini görünce rahat konuşabilecekleri sakin bir masa arandı. Gözüne kestirdiği masaya ilişip üstündekileri sandalyeye bıraktı. Ufak tefek görünüşüne aldırmadan taşıdığı bohça irisi çantasını açıp içinden çıkardığı kitabı masaya koydu.

Sipariş almak için gelen garsonu, birini beklediğini siparişi daha sonra vereceğini söyleyip geri gönderdi. Kafenin kalabalığına aldırmadan kitabını açıp okumaya başlayan Alev Melek’in kafeye girişini fark etmedi. Sessizce Alev’in arkasından sokulup sesini yükselten Melek “ben geldiiiiim” diyerek ürkütmeye çalışsa da istediği tepkiyi alamadı. Alev her zamanki sakinliği ile kitabını kapatıp ayağa kalktı bir şey söylemeden arkadaşına sarıldı.

Alev, Melek’in oturmasını beklemeden “Açıklama yapmayınca senin için endişelendim. İyi misin?” diye sordu. Melek yandaki sandalyeye ilişirken “iyiyim merak etme, kafam fazlasıyla karışık, o kadar“ dedi.

Alev’in meraklı bakışlarla sözlerinin devamını beklemesine aldırmayan Melek, arkadaşını hızlıca süzdükten sonra “Saçındaki mavi röfleyi fıstık yeşiline çevirmişsin. Güzel de olmuş. Yine de dövme yaptırsan böyle geçici işlerle uğraşmasan diyorum ama dinleyen kim?” diyerek arkadaşına takıldı.

Alev sağ omzuna düşen yeşil röfleli koyu kestane rengi saçlarını eliyle savurup gülümsemekle yetindi.

Elindeki menüyü masaya bırakmasına fırsat vermeden, kahve siparişi vererek garsonu gönderdiler. Melek masanın üstünde duran kitabı eline alıp kapağına baktı sonra yerine bıraktı. Arkadaşına dönüp;

- Nasıl yapıyorsun bunu bir türlü anlamıyorum.

- Neyi nasıl yapıyorum?

- Bunca kalabalığın içinde kendini dışarıya kapatıp kitap okumayı nasıl beceriyorsun? Öyle dalıp gitmiştin ki ağız tadıyla korkutmayı bile beceremedim.

- Biliyorsun, memleketten uzakta öğrencilik ve kalabalık yurt ortamlarında kalınca insan aktif yalnızlığa alışıyor. Yalnızlığımla baş edebilmek için bir işle uğraşmam veya hiç olmazsa kitap okumam gerekiyor. Bu bana iyi geliyor.

- İyi de kendini bulunduğun ortamdan, insanlardan ayırmış, uzaklaştırmış olmuyor musun?

- Dışarıdan öyle görünüyor olsa da içimdeki yalnızlığa iyi geliyor. Hem milletin ne düşündüğünden bana ne? Kitap ile kurduğum arkadaşlık beni başka yerlere götürüyor. Biliyorum herkes yapamıyor. Mesela sen, ilkokulda bile çabuk sıkılır dikkatini hiç yoğunlaştıramazdın. Belki de yapmak istemezdin. Ona buna bakmak veya takılmakla sıkıntını geçirmeye çabalardın. Hatırlasana, bu yüzden okulda beni de rahat bırakmazdın. Tam kurtulmuştum yine çıktın karşıma.

- Sen o lafları külahıma anlat. Benden kurtulamazsın. Zamanında biri sana sağlam bela okumuş. İşte ben o belayım. Hem anlatacaklarım çok önemli. Senden başkasına da anlatamam. Bana yardım etmek zorundasın.

Melek’in son cümlesi ağzından bir emir gibi dökülmüştü.

Alev soran gözlerle arkadaşına bakıp anlatmasını bekledi. Melek çevresine bakındı öne doğru eğilip sesini kısarak “Bir çocukla çıkıyorum ve her şey çok hızlı ilerliyor, ancak kafam çok karışık.” dedi.  Alev heyecanla arkadaşının elini tutup “tanıyor muyum?” diye sordu.

Kahveler masaya servis edilirken ikisi de arkalarına yaslanıp garsonun gitmesini bekledi. Kahvesinden hızlıca bir yudum alan Melek heyecanla anlatmaya başladı.

- Hiç görmedin ama sana anlatmıştım. Hani Covid servisinde yoğun bakımda uzaylı kıyafetleri ile çalışırken hastaları huylarına göre renk verip ona göre davrandığımızdan söz etmiştim. Hatırladın mı?

- Hatırlıyorum galiba. Maviler dışa dönük, Sarılar içe miydi? Neydi?

- Doğru hatırlıyorsun. Maviler dışa dönük, Sarılar içe dönük, Yeşil dünya yansa umuru olmayan mütedeyyin, Kahverengi her şeyi kendine dert eden, Kırmızı saldırgan, sorgulayan arıza çıkarmaya yatkın, Siyah hep kendini suçlayan, Lacivert varlıklı görünmeye çalışan, Mor bir zamanlar varlıklı olduğunu anlatıp duran diye gidiyordu liste.

- Renksizler, şeffaflar en tehlikelileri demiştin. Ha bir de Alacalı olan yanardönerler mi vardı neydi?

- Hah işte gün içinde sürekli huy değiştirdiği yetmezmiş gibi hasta iken başka iyileşince bambaşka olan en çekindiğim yanardöner tiplerden biriyle çıkıyorum.

- Yani tedavi ettiğiniz hastalardan biriyle mi berabersin? Yok artık. Sen şu işi en baştan anlatır mısın?

Kahvelerini yudumlarken Melek çıktığı delikanlı ile hastanede tanıştığını, yoğun bakım şartlarında astronot kıyafetli bir hemşire olarak ilgilenirken delikanlının yattığı yerde yalnızlıktan yakınıp kendi ile konuşması için yalvarması üzerine tanışıklıklarının başladığını anlattı.

- Yani tanıştığınızda çocuk senin yüzünü hiç görmedi mi?

- O kıyafetlerle görmesine olanak yoktu. Doğrusu ben de nasıl olsa dışarıda tanıması mümkün değil diye ricasını kırmadım, ara sıra uğrayıp sohbet ettim. O sırada yoğun bakımda haftalarca kalması gerekeceğini ikimiz de bilmiyorduk. Uzun süre entübe halde kaldı. Kelimenin tam anlamıyla öldü öldü dirildi. Makineyi bağlı halde, boğazındaki tüple nefes alırken bile işaretlerle yanında kalıp bir şeyler anlatmamı istiyordu.

- Ne anlatıyordun?

- Kendimi anlatacak değilim ya? Gevezelik ediyordum. Havadan sudan konuşuyor, hiçbir şey bulamasam haberleri aktarıyordum. Bir ara hastalara verdiğimiz renkleri bile anlatmışım. Boğazındaki tüp çıkarılıp rahat nefes almaya başlayınca kendi renginin ne olduğunu sordu. Cevap vermedim. Israr edince “yanardöner bir şey işte” diye geçiştirdim. İyi bir şey söylemişim gibi sevindi garibim.

- Sadede gel. Sonra ne oldu?

- Dur kız anlatıyorum. Yüzümü görmese de parfümümü fark ederek beni diğerlerinden ayırmaya başlayınca koku duyusunun geri gelmekte olduğunu iyileştiğini anladık. Uzak durmaya çalışsam da normal servise geçince ne yapıp edip ismimi öğrenmiş. Nasıl görmüşse boynumdaki dövmeden beni buldu.

Bu sözler üzerine Alev arkadaşının boynundaki zeytin dalından kanatlı meleğe dönüşen ve özgürlüğe kanat çırpan melek dövmesine baktı. Melek sanki göstermek istemiyormuş gibi eliyle kapamaya çalıştı.

- İyi de nasıl çıkmaya başladınız?

- Bir akşam nöbet için hastaneye geldiğimde holde elinde ziyaretçilerinin getirdiği çiçeklerden biriyle beni beklerken buldum. Çiçeği uzattı. Ertesi gün taburcu olacağını girişteki kafede bir kahve ikram ederek teşekkür etmek istediğini söyledi.

- Yufka yüreğin dayanamadı değil mi? Haspa seni…

- Öyle oldu.

Melek o kısacık buluşmada çocuğun müzisyen olduğunu öğrendiğini, sağlığı ile ilgili bilgiler verip öğütlerde bulunmaya çabaladığında parmağını ağzına götürüp “Unuttunuz mu? Ben yanardöner hastanızdım” diyerek susturduğunu, “Yalnızlığa gömüldüğüm inleyen ve öksüren hasta sesleri dışında bir şey işitilmeyen yoğun bakımda hava açlığı çekip ölümü beklerken kendi kendine şarkı mırıldanıp işini yapmaya çalışan biriydiniz benim için. Ama diğerlerinden farklıydınız. Yüzünüzü görmesem de yakında olduğunuzu bilmek, sesinizi duymak iyi geliyordu. Öylece yalnız başıma ölüme yuvarlanacağım diye korkarken size tutundum” dediğini anlattı.

- Sen ne yaptın? Kuyruğunu mu salladın?

- Yapar mıyım hiç? Hastalık travmasını atlatınca unutacağından emindim.

- Ama?

- Ama öyle olmadı.

Melek, bu görüşmeden kısa bir süre sonra iki hafta önce nöbete girerken delikanlının hastane kapısında eline bir davetiye tutuşturup iki gün sonra sahne alacağı mekâna beklediğini söyleyip toz olduğunu, davetiyenin üzerine de “itiraz istemem. Yanardönerin müziği nasıl olurmuş görmenizi istiyorum” yazdığını anlattı.

- Ve sen tüm bunlar olurken bana hiçbir şey anlatmadın. Haber verseydin birlikte giderdik.

- Gitmedim ki. Konser akşamı nöbetçiydim. Nöbeti değiştirebilirdim. Ama korktum kızım, korktum.

- Neden korktun?

- Ne bileyim? Daha normal şartlarda tanışsak belki birbirimizin farkında bile olmayacaktık. Kafam karmakarışıktı.

- Sonra?

- Konsere gitmeyince hastaneye çiçek göndermeler, gelip gitmeler, sıklaştı. Kimseye rahatsızlık vermemesi ve saygıda kusur etmemesi iş arkadaşlarımı etkilemiş ve bir şekilde telefon numarama ulaşmıştı. Yazışmaya başladık. Geçen hafta buluşalım istemiştin ve işim olduğunu söylemiştim ya. İşte o akşam yemeğe çıktık. Sonra daha sık yazışmaya ve görüşmeye başladık.

- Sence nasıl biri?

- Buraya kadar tam bir romantik serseri.

- Ne anlatıyor?

- Birbirimizi tanımamamız gerektiğini ve niyetinin ciddi olduğunu söylüyor. Hep onun meleği olmamı ve öyle kalmamı istiyor.

- Tamam işte. Şimdi en önemli kısmına geliyorum. Sen tüm bunları bana anlatma sır gibi sakla, çocukla işi pişir. İyi de şimdi benden ne yüzle ve nasıl bir yardım istiyorsun?

- Şey, ben. Beni tanıyorsun. Hani az önce dedin ya dikkatini toplayamıyor hayatı öylece seyretmekle yetiniyormuşum. Yine öyle bir durumdayım. Ne istediğimi, ne yapmam gerektiğini ve dahası doğru olanın ne olduğunu bilmiyorum. Bir şeyler oluyor ve olanları sadece seyretmekle yetiniyorum.

- Ve benden senin yerine karar vermemi bekliyorsun.

- Yok, öyle değil. Seninle tanıştırmak ve çocuğu senin gözünden görmek istiyorum. Bir aradayken yani biz olduğumuzdaki halimize bakıp tanıdığın Melek olup olmadığım hakkında bir şeyler söylemeni bekliyorum.

- Kızım bunlar boş laflar. Asıl sen ne istiyorsun?

- Bilmiyorum Alev. Bir elimi uzatıp diğer elimi çekiyor gibiyim. Aptalca bir şey yapmaktan korkuyorum.

Bu sözleri söylerken gözünde beliren iki damla yaşı gören Alev çantasından çıkardığı mendili Melek’e uzattı. Melek derin bir nefes alıp Alev’e “Kısaca bu akşam bizimkinin çalacağı mekâna davetliyiz. İtiraz istemem birlikte gidiyoruz” dedi.

Alev işi olduğunu söylese ve itiraz etse de arkadaşının ısrarı üzerine pes etti.

Melek istediğini elde etmenin mutluluğu ile konuyu değiştirip iş ortamında yaşadığı kendince “acayipliklerden” söz etti. Muhasebe ile uğraşan bir bölümde rakamlardan başka anlatacak bir şeyi olmadığını söyleyen Alev yılsonunun yaklaşması nedeniyle iş yükünün arttığından yakındı. Alev’in delikanlı ile ilgili bir şeyler sorma çabasını Melek “seni etkilemek istemiyorum, fotoğrafını dahi göstermeyeceğim. Benim gibi geveze biri için bunun ne denli zor olduğunu tahmin edersin. Lütfen ısrar etme” diyerek geçiştirdi.

yd2-1

II

Bir süre daha oturup hafif bir şeyler yiyerek karınlarını doyurdular. Kafeden çıktıklarında hava kararmıştı. Birlikte Şişli’ye doğru yürümeye başladılar. Alev nereye gittiklerini sorunca Melek çıktığı delikanlının lüks otellerden birinin barında hafta sonları piyano çaldığını, haftanın bazı akşamlarında da Kadıköy’de canlı müzik yapan gruba eşlik ettiğini anlattı. Otele doğru yürürlerken dayanamayıp hızlıca delikanlının müzikle dolu hayat hikâyesini anlattı.

- Biliyor musun Alev? O da benim gibi babasız büyümüş. Onun da babası evi terk edip gitmiş bir daha da arkasına bakmamış.

- Eeee. Ne var bunda?

- Anlamıyor musun? Aynı şeyleri yaşamışız ama o benim gibi bağlanmaktan korkmuyor. Babamın çekip gitmesi yüzünden hiçbir zaman birine bağlanmam, bağlanamam diye düşünüyordum. Şimdi ise kafam çok karışık.

- Nedir karışık olan. Çocuk sana ilgi duyuyor, sen de ondan hoşlanıyorsun. Bırak gittiği yere kadar gitsin.

- O kadar kolay değil. Annem benim adımı boşuna Melek koymadığını söylerdi. Hemşire olmamı isteyen de annemdi. Bilirsin, melekler özünde hep başkalarına iyilik ve yardım yaparlar. Kendi hayatlarını yaşamak yerine bir başkasının hayatına tutunur, o şekilde yaşarlar.

- Ne var bunda?

- İyi ama ben hep başkasının meleği olmak istemiyorum. İçimdeki iyilik ateşi ile birlikte özgürlüğe kanat çırpan melek olmak çok mu zor? O bana “sen benim meleğimsin” deyip duruyor. Hastane ortamında hemşirelere sembolik olarak “melek” dense de aslında orada kimsenin meleği olmuyorsun. Hastaların arasında özgürce dolaşan biri oluyorsun. Ama o, hayatıma girdiğinden beri kendimi kafese tıkılmaktan korkan bir kuş gibi hissediyorum. Annem gibi olmaktan korkuyorum.

- Nasıl yani?

- Annem de kendini babama adamıştı. Babam için yaşar hayatı onun içi kolaylaştırmak dışında hiç bir şey istemezdi. Bir gün babam öylece çekip gidince sanki kanatları kırıldı. Peşinden gitmeye, aramaya bile cesaret etmedi. Üstelik erkek kardeşimle birlikte bizlere bakmak zorundaydı. Her anne çocuklarının meleğidir derler ya, annem de öyleydi. Özgürlüğünü, kanatlarını bırakıp çocuklarının yanına yere oturdu. Bir daha da hiç uçmadı. Bizi yetiştirirken kendi de yanan bir mum gibi eridi gitti. Erkek kardeşime sahip çıkmak anneme destek vermek uğruna ben de çabuk büyümek zorunda kaldım. Kısa yoldan meslek edinmem aileme destek olmam gerekiyordu. Hemşireliğe razı oldum.

- Pişman mısın?

- Değilim. Hatta tam bana göre bir meslek. Kimseye bağlanmadan, ayrıcalık tanımadan yardım ediyor, iyiliği için çabalıyor, destek oluyorsun. Annemin bize öğrettiği gibi…

- Şimdi bu çocuğun sana tutkun olması “meleğim” diye seslenmesi mi seni ürkütüyor? Yoksa çocuğun aşkına yeterince karşılık verecek kadar kendini tutkun hissetmediğin için mi kafan karışık?

- Bilmiyorum Alev. İnan bilmiyorum.  Benden bize nasıl gidilir hiç bilmiyorum. Mesela sen hep vardın. Yani hep bizdik. Doğal olan buydu. Şimdi ise durum çok farklı. Karşımda biz olalım diyen biri var. Ben ne cevap vermem gerektiğini bilmiyorum. Kaçmak istemiyorum ama ileri doğru adım atacak cesareti de bulamıyorum.

- Benden ne istediğinin farkında mısın? Birincisi bu konuda senden daha deneyimli olmadığımı biliyorsun. Yok, mesleki açıdan bakmamamı istiyorsan bu işin bir matematiği olmadığının sen de farkındasın. Tamam, muhasebe mantığı ile bir bir daha iki eder ama söz konusu iki insanın bir araya gelmesi ise toplamanın sonucu insandan insana, ilişkiden ilişkiye hatta aynı ilişki içinde bile değişkenlik gösterebilir. Sana ne söylememi bekliyorsun?

- Bir araya geldiğimizde iki etmeyelim, ikiden az olalım sorun değil. Ancak eksilen taraf hep ben olacağım, eriyip gideceğim diye korkuyorum. İzin ver, bugün “bize” senin yanında senin gözlerinle bakayım. Bir şey söylemesen de olur.

- O zaman duruma bir daha bakalım. Çocukluğunuzda ikiniz de benzer travmaları yaşamışsınız. Onun için de babasız büyümek zor olmuş olmalı. Ama o yine de bağlanmaktan korkmuyor.

- Korkuyor aslında. O da benim gibi özgürlüğüne düşkün. Aradığı özgürlüğü müzikte bulduğunu söyledi. Annesi istemediği halde müzisyen olmuş. Bunun için araları açılmış. Ona müziği öğreten hocası ve birlikte müzik yaptığı arkadaşları dışında öyle çok sosyal bir çevresi yok. Bu yüzden hayatındaki anne baba boşluğunun yerine beni koymasından endişe ediyorum. Pek çok kadının hoşuna gider belki böyle bir bağlılık. Ama ben istemiyorum.

- Yine de bir şey seni ona çekiyor. Hatta şimdi beni bile peşinden sürüklüyorsun.

Bir süre ikisi de konuşmadan caddenin kalabalığında yürüdüler. Melek Alev’in düşkün olduğunu bildiği için seyyar satıcıdan aldığı kestaneleri soyarak tek tek ikram etti. Alev “Ne bu rüşvet mi veriyorsun? Sonra 200 gram kestane ile kandırdım filan diyeceksin değil mi?” diyerek arkadaşına takıldı. Soğuğa aldırmadan konuşa konuşa lüks otele doğru ilerlediler.

yd3

III

Otele vardıklarında piyano sesine yönelip bir kenarı bar olan genişçe hole doğru ilerlediler. Koltukların çoğu doluydu. Barda bir süre ayakta beklediler. Daha sonra boşalan masalardan birine yerleştiler. Piyano çalmakta olan kirli sakallı iyi giyimli papyonlu delikanlı başıyla selam verip gözleriyle kızları takip etmeyi sürdürdü.

Parça bittiğinde salondaki kimsenin tepki vermediğini gören Alev alkışlamaya başladı. Melek ve salondaki birkaç müşteri alkışa eşlik edince piyanist hafifçe doğrulup salonu selamladı.

Sonra tekrar çalmaya başladı.

Piyanodan yükselen tınılar salonu dolduruyor olsa da kimsenin dinlediği yoktu. Melek, çevresindeki yüksek sesle konuşan arada kahkaha atan kimseyi umursamayan insanlara kızgınlıkla baktı. Alev sakin olmasını rica etti. Parça bittiğinde daha güçlü bir alkışla piyanisti kutlasalar da masalardan pek katılan olmadı. Piyanonun başındaki delikanlı mikrofona yaklaşıp “Sıradaki eser İstanbul için bestelenmiştir. İstanbul’un değişkenliğini, yanardöner hallerini anlatmaktadır.” diyerek kızların masasına göz kırptı. Sonra ağır bir tempoyla başlayıp giderek hızlanan, arada tekrar yavaşlayıp hiç bitmeyecek gibi devam eden uzunca bir müzik eseri çaldı. Parça bittiğinde salonun dikkatini çekmeyi başarmış daha fazla alkış almıştı.

Piyano çalmayı sürdürürken kızların masasına doğru eğilen garson “sanatçımız sizlere bir şeyler ikram etmek istiyor. Ne alırsınız?” diye sordu. Kızların tereddüt ettiğini görünce “çok güzel roze şarabımız var. Birer kadeh denemenizi önereceğim” dedi. Kızların itiraz etmediklerini görünce yanlarından ayrıldı.

Masaya gelen birer kadeh şarap, kuru meyve ve çerez tabaklarını görünce Alev “keşke o kestaneleri yemeseydik” dedi. Melek cevap vermeden çerez tabağını önüne çekip Antep fıstıklarını ayıklamaya koyuldu.

Delikanlının müziğini dinleyip kadehlerini yudumladılar. Ortam hoşlarına gitmişti. “Kısa bir aradan sonra müziğimiz sürecek” diyerek piyanonun başından ayrılıp masaya yöneldiğinde Alev ve Melek delikanlıyı yanlarına gelene kadar alkışladılar. Kalabalık görünen salondan alkışlara katılan yine olmadı.

Kısa bir tanışmadan sonra delikanlı Melek’in koltuğunun kenarına ilişip elini tuttu. Sonra Alev’e dönüp “Covid illetine yakalandığım için hem kendime hem de hayata öfke duyuyordum. Ama şimdi görüyorum ki o hastalık olmasa belki de Melek’le hiç tanışamayacaktık. “Olacaksa hayırlısı olsun, hastalığın bile” diyen müzik hocam haklıymış. Covid olmasa hayatımda bir boşluk yine olacaktı. Ancak ben o boşluğun ne veya kim olduğunu hiç bilmeyecektim” dedi. Meleğin avucunun içine masum bir öpücük kondurdu. Melek’in yanakları hafifçe kızardı, başını önüne eğip gülümsedi “annem de yaşadığımız onca şeyden sonra hep hayırlısı olsun der dururdu. Kardeşim ve ben hiç anlamazdık.” diye yanıt verdi.

Delikanlı Melek’in şarap kadehinden bir yudum alıp biraz çerez atıştırdı. Sonra Alev’e bakarak konuşmasını sürdürdü.

- Çok zamanım yok. Az sonra piyanonun başına dönmek zorundayım. Melek yoğun bakımda yaşadıklarımı anlatmıştır ama bir de benden dinlemenizi istiyorum.

- Zor olmalı.

- Zor değil, çok zor. İnsanlığından çıkıyorsun. Hiç bilmediğin bir ortamda yatağa bağlı bir şekilde can çekişiyorsun. Her tarafından borular çıkıyor. Altını bezliyorlar. Günler, haftalar geçiyor hiçbir şey değişmiyor. Hatta arada daha da kötüye gidiyor. Sağında solunda kendin gibi can çekişenler, kimse kimseyi görmüyor. Herkes can derdinde. Arada ölüp gidenler. İki dünya arasında bir yerdesin. Ölüyorsun. Yalnızsın. Her şey anlamını yitirmiş görünüyor. O zamana kadar kendimi koca bir ağaç, içinde yaşadığım toplumu da orman gibi görürdüm. Fazla kibirli olduğumu orada fark ettim. Ben ve benim gibi yoğun bakımda can çekişenleri, ölüp gidenleri görünce kocaman bir ağacın yapraklarından başka bir şey olmadığımızı düşündüm. Ben de diğerleri gibi tutulduğu rüzgâr yüzünden zamanından önce kopup gidecek yaprağı andırıyordum.

Melek araya girip “Abartmasaydın. Tamam, tedavin zor ve uzun sürdü ama sonuçta iyileştin işte” dedi. Delikanlı Melek’e bakıp hafifçe gülümseyerek sözlerini sürdürdü;

- Sağlıkçılar alışkın olabilir. Ama ben içimdeki yalnız, biçare, eksik ve ezik insanla orada tanıştım. Birileri tutmasa yok olup gideceğim hissi içinde günler, haftalar geçirdim. Arada bilincimin kapandığı da olmuş. Ancak işte o sıkıntılı günlerde astronot gibi giyinmiş biri gelip başımda bir şeyler yapıyor bu arada kendi kendine şarkı mırıldanıyordu. Beni görüp görmediğinden bile emin değildim. Bana bakmıyordu. Ama özellikle geceleri yoğun bakımda solunum cihazlarının seslerinden başka ses duyulmazken sanki Melek’in mırıldandığı şarkıya tutundum. Hangi şarkıyı mırıldandığını hatırlamıyorum. Sadece fazlasıyla kötü söylediği kalmış aklımda.

- Eh yani. Bir de şarkı beğendirecektik sana. Öylece yatıyordun ve ben de işimi yapıyordum. Çalışırken farkında olmadan bir şeyler mırıldananlardanım. Hangi şarkıyı söylediğimin veya nasıl söylediğimin ne önemi var?

- Latife yapıyorum, Meleğim. Sonuçta benimle konuşmasını bir şeyler anlatmasını rica ettim. İki günde bir geceleri nöbete geliyordu. Aklına gelen ne varsa bir şeyler anlatıyordu. O konuşurken yalnız olmadığımı veya öleceksem bu dünyadan yalnız gitmeyeceğimi düşünüyordum. İyi geliyordu.

- Aslında haklısın. Yaptığımız tedavi pek işe yaramıyordu. Bir ara doktorlar ümidi kesmeye bile başlamıştı. Ama seninle konuşmaya başladıktan sonra yavaş yavaş iyileştin. Yani biz destek tedavi verip öte tarafa gitmene izin vermesek de iyileşmeni sağlayamadık. Vücudunun kendi mücadelesi seni iyileştirdi.

Delikanlı Alev’e dönüp “Meleğim demekte haksız mıyım?” diye sordu. Alev gülümsemekle yetindi.

Delikanlı çerez tabağında kalan son çerezleri ağzına atıp “Müzik devam etmeli” diyerek izin istedi. Piyanoya doğru ilerlerken garsona masayla ilgilenmesini işaret etti. Piyanonun yumuşak tınılarını salondakiler umursamasa da kızlar susup ilgi ile dinlediler. Her şarkıdan sonra alkışlasalar da salondan istedikleri seyirci desteğini sağlayamadılar.

Çok yıldızlı otelin barı dolup boşalıyor, koltukların sahipleri değişiyor, müzik ağır ve yumuşak tempoda devam ediyordu. Yandaki masadakilere katılmak isteyen iyi giyimli bey efendi Alev’in çantasını koyduğu boş koltuğu işaret edip “Alabilir miyim?” diye sordu. Alev bohça irisi çantasını kucağına alıp koltuğu boşalttı. Bey efendi ise koltuğu çevirmek yerine bu iş için çağırdığı garsonun gelmesini bekledi.

Alev salona gelen gidenlerin şık ve pahalı kıyafetler taşıyor olsalar da birbirlerine ne kadar benzediklerini düşündü. Neredeyse hepsi aynı şekilde davranıyordu. Salonun kapısında bir süre durup içeridekileri süzer gibi yapıyor, fark edilmeyi bekliyor sonra oturacakları yere doğru ilerleyip sanki çevrelerinde kimse yokmuş gibi tavır takınıp garsona sesleniyorlardı.

Çift olarak gelenlerde de durum değişmiyordu. Genellikle kadın salonun kapısında eşinin elini tutuyor veya koluna giriyor ama yine kısa bir süre tanıdık arıyormuş gibi bakınıp fark edilmeyi bekliyorlardı. Çalan müzik veya piyanodaki delikanlı umurlarında bile değildi. Delikanlı ise alkış gelmeyeceğini anladığı için parçaları birbirlerine ekleyerek çalmaya başlamıştı. Bir süre daha çaldıktan sonra daha uzun bir ara için salondakilerden izin istedi.

Yine kimse umursamadı.

Piyanonun başından kalkıp kızların masasına gelen delikanlı Melek’i göremeyince soran gözlerle Alev’e baktı. Alev “lavaboda” diye yanıt verirken mendilini ağzına götürüp birkaç kez olabildiğince sessiz aksırdı. Delikanlı “çok yaşa” derken ceketinin düğmesini açıp Alev’in karşısına oturdu. Delikanlının suskunluğunu gören Alev “Nasıl oluyor bu?” diye sorarak konuşturmaya çalıştı. Delikanlı soran gözlerle ellerini açarak açıklama beklediğini ifade eden bir jest yaptı.

- Nasıl oluyor? Müzik bir insanın hayatının ortasına nasıl bu kadar girebiliyor? İlgilenecek bunca şey, kitap, başka konular hatta sanatlar varken müzik nasıl tüm bunların yerini alabiliyor?

- Kulağımın müziğe yatkın olduğunu anladığımdan beri müzik hep hayatımın ortasında oldu. Bir kuş için rüzgâr veya hava neyse benim için de müzik öyle bir şey. Anlatması kolay değil. Madem kanatlarım var o zaman uçmalıyım diyen bir kuş değilim ama kanatlarımın hissettiği neyse onun varlığı iyi geliyor diyebilirim. Kendimi ve hayatı sözcüklere sığdıramasam da müzik üzerinden anlayıp aktarabiliyorum. Bu da şimdilik yetiyor.

- İyi de müzik sizi nereye kadar taşıyabilir? Müziğin nereye taşımasını hayal ediyorsunuz?

Delikanlı oturduğu koltukta hafifçe yana kayıp yaklaşmakta olan Melek için yer açtı. Melek sıkışık olmasına aldırmadan delikanlının yanına otururken “Ne kaynatıyorsunuz bakayım? Beni mi çekiştiriyorsunuz?” diye sordu. Alev “Konuşacak onca konu varken seni niye konuşalım? Müzik üzerine konuşuyorduk” diye cevap verdi. Delikanlı Melek’in elini tutup avucunun içine bir öpücük kondurdu. Melek yine kızarıp çevresine bakındı. Elini hızla geri çekti. Delikanlı gülümseyip Melek’e baktı;

- Alev bana müzik ile sadece müzik ile yaşamayı nereye kadar sürdürebileceğimi sordu.

- Yok, öyle sormadım. Müziği rüzgâr veya havaya benzetmişti. Ben de nereye uçmayı düşlediğini sordum.

- Bilmiyorum sevgili Alev. İnan bilmiyorum. Tek bildiğim müziğin hayatın içinden yavaş yavaş çekilmekte olduğu. Her şey, herkes görsellik üzerine yoğunlaşıyor. İnsanlar kulağını yitiriyor, konuşmaktan başka bir iş için kullanamaz olacaklar diye korkuyorum. Aynı korkuyu paylaştığım müzik hocama “ne yapmalı?” diye sorduğumda “Müzik yapmaya devam et, yeter” diye cevap vermişti. Yani bu şehrin martıları gibi hiçbir yere gitmeden aynı yerde dönüp duruyorum. Müziğin olmadığı bir hayatın ne kadar boş olacağının farkında bile olmayanlar için ve daha çok da kendim için hayatımı müzikle doldurmaya çalışıyorum.

Melek delikanlının koluna girip “Geçen gün bana anlattıklarını Alev’e de anlatır mısın? Müziği öğrendiğin hocanın kaygılarını paylaşmıştın. İnsanın duyu organlarını yitirip kocaman bir göze dönüşmekte olduğundan söz etmiştin.” Dedi.

Piyanistimiz sevgi dolu gözlerle Melek’e baktı. Garsona uzaktan bir el işareti yapıp içecek bir şeyler getirmesini rica etti. Anlaşıldığı kadarıyla içkiler ikram olduğu için hangi şişe açıksa o şişeden şarap servisi yapılıyordu. Bu kez masaya beyaz şarap servis edildi. Fark ettirmemeye çalışarak garsonun cebine bahşiş bırakan piyanistimiz Alev’e döndü.

- Az sonra müziğe dönmem gerekecek. Konu uzun çabucak anlatmaya çalışayım. Hocamın anlattığına göre teknoloji ve modern yaşam ile birlikte duyu organlarımız arasında göz, her şeyin önüne geçip tüm algıları yönetir olmuş. Günümüzde her şey görünürlük ve görsellik üzerinden var olabiliyor. Sosyal medya ortamlarına baktığında görünürlük ve seyredilir olmanın baskın olduğunu görüyorsun. Her şey göze bağlanınca koca bir ömrün hayata gözlerini açmak veya yummak diye tanımlandığından hatta insanların artık okumak yerine seyretmekle yetinen kocaman bir göze dönüşmekte olduğundan yakınmıştı, hocam.

- Yani?

- Yani görsellik arttıkça diğer duyu organlarımız giderek köreliyor. Farkındaysan önce koku duyumuzu yitirdik. Koku duyusu, tat duyusunun içine kısıtlı bir alana tıkıldı ve haliyle köreldi. Hocam, günümüzde hep yapay kokular ile avunduğumuzdan söz ediyor. Dahası böyle giderse pandeminin getirdiği sosyal mesafe uygulaması ile dokunma duyumuzdan da olacağız. Başlangıçta çok önemsememiştim ama müzik hocam aynı şekilde sesimizi ve kulağımızı da yitirmekte olduğumuzdan söz edince durumun ciddiyetini anladım. Sesimiz kısılırken müzik de hızla hayatın kenarına atılıyor. Koku duyusunun başına gelenler müziğin de başına gelecek gibi görünüyor.

- Nasıl olacakmış bu? Konuşurken sesimizi kulağımızı kullanmayı da mı bırakacağız?

- Konuşacağız ama sesimiz daha kısık çıkacak, hayatımızda müzik azalırken konuşma da bu durumdan nasibini alacak. Az önce olduğu gibi kimseye duyurmamak için ses çıkarmadan aksıracaksın ve saçının ucundaki yeşil röfle ile aynada kendini fark etmek veya ettirmekle yetineceksin.

- Seviyorum o röfleyi.

- İlk kez fark ettiğimde başkalarının dikkatini çekmek isteseydin daha gür olan saçının arka kısmına röfle yapardı diye düşünmüştüm. Saçının önüne yaptığına göre kendin de göresin diye yapıyorsun. Bu güzel. Ama sonuçta o da diğer duyulara değil, göze hitap ediyor.

- Peki, ne olacak?

- Hocamın söylediğine göre çok kısa süre içinde o gürültülü arabaların yerini elektrikli motorlarıyla ses çıkarmadan yol alan arabalar alacak. Önce şehirlerin gürültüsü azalacak. Bu durum ilerleme olarak görülecek, herkes iyi bir şey zannedecek. Ancak insanların sesleri de daha az çıkmaya daha az itiraz etmeye başlayacaklar. Kendi kendine yüksek sesle şarkı söylemeye bile çekinir olacaklar. Şehirler yavaş yavaş kütüphane sessizliğine bürünecek. Sonra sıra müziğe gelecek. Müzik insanların hayatlarının arkasında bir fon haline dönüşecek. Şu an salondaki kokuyu burnumuz algılamadığı gibi kulaklarımız da çalmakta olan müziği işitmez olacak. Belki yine bir yerlerde müzik çalacak ama kulağımız müziğe uzaklaşacak. Kendimizle ve başkalarıyla ilgilenip nasıl göründüğümüzle oyalanırken müzik hayatımızdan eksilerek yok olacak.

- Hayatın doğal akışı gibi söz ediyorsunuz. Müziğin hayatın içinde bir fona dönüştüğünden söz ederken bile görselliğe gönderme yapıyorsunuz. Yine de yitirilenin ne olduğunu tam olarak anlayamadım. İşitme duyum yerinde duruyor ve konuştuklarınızı anlayabiliyorum.

- Bu soruyu ben de hocama sormuştum. Müzik olmazsa hatıraların eksik kalacağından söz ederek günümüz müziğinde aradığını bulamayanların geçmişin 45lik plaklarına yönelmesinin boşuna olmadığını anlatmıştı. Hatıralara eklemlenmiş müzik parçaları ile yaşanmışlıklarına tutunulduğundan söz etmişti. Dediğine göre müzik hayatın içinden çekildikçe hatıralar eksik kalacaktı. İleride bugün burada oturup konuştuğumuzu belki yine hatırlayacağız ama çaldığım müziğin bu hatırlamada katkısı çok az olacak. Hâlbuki insanlar çalmakta olan müziğe eşlik etmiş olsa bugüne dair o coşku unutulmayacak, bir gün aynı müzik karşılarına çıktığında bugünü hatırlayıp yaşadıklarının kendi hayatı olduklarını fark edecekler. Hocam, “Müzik de koku gibi hayatın içinden eksildikçe yaşanmışlıklar fakirleşecek diye kaygılanıyorum” diye söyleniyordu. Korkarım haklı çıkacak.

Melek piyaniste sevgi ve hayranlık dolu gözlerle baktı ve “İyi de insanların burada yaşadıklarının kendi hayatı olduğunu hissetmediklerini nereden biliyorsun?” diye sordu. Soruya Alev yanıt verdi.

- Baksana bu salondaki herkes birbirine benziyor, kime baksan aynı şekilde davranıyor ve nasıl göründüğü ile çok meşgul. İnsanlar gelip gidiyor ama salonda hiç bir şey değişmiyor. Bir tek yaşlıca bir bey efendi az önce çıkarken piyanoya doğru ilerleyip saygı dolu selam verdi. Şimdi o da yok. Bugün buradan geriye kimseye hatırlayacak pek bir şey kalmayacak. İyi vakit geçirmiş olacaklar ama o yaşlı beyefendi haricinde buradakilerin ömürlerine ekleyecekleri hatırlamaya değer anı kırıntısı bile olmayacak.

- Anlamadım. Burada oturup sohbet etmiş olmaları yetmiyor mu?

- Kızım bizim sen her sohbetimizi hatırlıyor musun? Çoğunu unutup gidiyoruz. Lakırdı ediyoruz. Ama bazen bir film üzerine saatlerce konuşup tartışıyoruz. Sonra günler geçiyor o filmi hatırlatan bir şey, bir müzik işittiğimizde film ile birlikte o tartışmayı hatırlıyoruz. Sanırım böyle bir hatırlamaya ihtiyacımız var.

Delikanlı bu sözleri başıyla onaylayıp tekrar Melek’in elini tuttu. Melek bu kez elini çekmedi. “Meleğim hayatlarımız fakirleşiyor, her şeyi seyretmekle yetiniyor içine giremiyor, bir şeylerin hayatımıza dokunmasına anı oluşturmasına fırsat bırakmıyoruz. Ben bunu o yoğun bakımda canım çekilirken kendi kendine şarkı söyleyen veya gelip benimle konuşan bir meleği dinlerken fark ettim.” Dedi. Meleğin yanakları kızardı. Kısa süre sevgi dolu gözlerle birbirlerine baktılar. Alev sesini çıkarmadan “onları” izledi.

Delikanlı kadehinde kalan son yudumu içip ayağa kalktı, önünü ilikledi. Müziğe devam etmesi gerektiğini söyleyip piyanoya yöneldi. Alev “Biz birazdan kalkarız, tanıştığımıza memnun oldum. Davet için teşekkürler” dedi. Piyanist “Şimdi kim beni alkışlayacak, müziğim yalnız kalacak, Melek, hiç olmazsa sen biraz daha kalsaydın” diyerek yüzünü ekşitti. Kızların cevap vermesini beklemeden piyanoya yöneldi.

IV

Otelden çıktıklarında hava iyice soğumuştu ve inceden yağmur yağıyordu. Yürünecek gibi değildi ama Melek arkadaşının söyleyeceklerini dinlemeden yanından ayrılmak istemiyordu. Alev çantasından çıkardığı kaşkolunu kafasına ve boynuna sarıp uçlarını kabanının içine soktu. Önünü ilikledi.

Melek, soran gözlerle arkadaşına baktı.

- Bir şey söylemeyecek misin?

- Yanınızda olup benim gözümden birlikteliğinizi görmek istemiştin. Gördün işte. Benim görevim bitti.

- Ama

- Aması maması yok. Hayat senin hayatın. Ben mi, biz mi kararını sen vereceksin. Şunu bil ki hangi kararı verirsen ver geride bıraktığın seçenek hep kafanı tırmalayacak. Merak etme her şartta seni bırakmam. Bunca yıldan sonra sen de beni bırakmazsın.

- İyi de çocuğa ne söyleyeceğim.

- Bir şey söylemen gerekmiyor. İçindeki melek ile dışındaki melek baş başa verip bir karar verecek elbet. Sen sadece bekleyeceksin. Gördüğüm kadarıyla çok fazla beklemen de gerekmeyecek. Geç oldu gitmeliyim. Burada ayrılalım.

- Eve gidince seni arayabilir miyim?

- Sen bilirsin. Bence bu gece böyle kalsın. Yarın konuşalım.

Bu sözlerden sonra Alev caddeye doğru hızlı adımlarla ilerledi. Bir an durup arkasını döndü Melek’e baktı “ Ha bu arada, farkındaysan seninkinin çaldığı o yanardöner İstanbul parçasını ikimiz de beğendik. Yani yanardönerlerden de arada hatırda kalır güzel bir şeyler çıkabiliyormuş. Hastalarınızı renkler ile etiketleyerek haksızlık ediyorsunuz dediğimde gülmüştün. Hatırlatayım istedim.” dedi.

Bohça irisi çantasını omzuna asıp hızını arttıran yağmura aldırmadan metroya doğru ilerledi. İstasyonun merdivenlerine geldiğinde dönüp uzaktan arkasına baktığında Melek’in otelin kapısında kararsız halde durmakta olduğunu gördü.

Geri dönüp arkadaşının yanına gitti ve koluna girdi. “Gün daha bitmedi. Seninkinin yanına dönmek veya bugün bir karar vermek zorunda değilsin. Hadi gel bana gidelim. Ama öyle hemen zıbarıp uyumak yok. Gece uzun ve benden çekeceğin var. Konuşacağız” dedi. Melek’in yine kararsız kaldığını görünce “Yağmurda kanatların ıslanacak diye korkma, uçmayacaksın. Metro ile gideceğiz haydi nazlanma” diye üsteledi.

Melek arkadaşının koluna sıkıca sarıldı. Birlikte metro istasyonuna doğru yürümeye başladılar.

İki arkadaş için Alev’in gölgesinde geçecek yanardöner bir İstanbul gecesi devam ediyordu.

Mehmet Uhri

MESAFELER

Ekim 25th, 2021

1be44507-1fd1-4748-9161-371c9f33f07b

Pandemi notları: Ekim 2021

Farkında mısınız?

Pandemi süreci ile sistemin tüm ayak diremelerine rağmen insanlık ergen yalnızlığını ve bencilliğini bırakıp olgunlaşma yolunda ilerliyor.

Pandemi ile birlikte başlangıçta gelecek kaygısı, ölüm veya yakınlarını kaybetme korkusu şeklinde formüle edilebilecek huzursuzluk içinde yaşamaya zamanla alışmış olsak da virüs başka türlü bir dinamiği harekete geçirmiş görünüyor.

Değişim, kaybettiğimiz mesafeleri yeniden keşfetmemizle başladı.

Korkular kaygılar yaşanırken virüsün varlığı birbirimizle, toplumla ve hatta kendimizle olan mesafeleri de görünür hale getirdi. Birbirimizle gereğinden fazla yakınlaşmış hayatlarımız birbirine bulanmış ve neredeyse ayırt edilemez hale dönüşmüşken değişim, mesafelerin yeniden belirginleşmesi ile başladı.

Pandemiden önce öylesine hızlı ve yoğun iletişim bombardımanı altında yaşıyorduk ki; mesafelerimizi yitirmiştik.

Aranan mesafeye ulaşılamıyordu.

Hayatlarımız hep başkalarının hayatlarına bulanmış haldeydi. Başkalarını süzmek, onların hayatlarına fütursuzca girmek, yorum yapıp karışmak yüzünden kendimize bakmıyor veya aynaya bakıp başkalarının gördüğü kendimizle uğraşıp vakit geçiriyorduk.

Mesafelerin olmadığı bir ortamda anormali normal eylemiş kendimizi kandırıyorduk.

Hâlbuki insanlık tarihi bize böyle anlatmıyordu.

Daha söz yokken bile mesafeler vardı. İnsanlar vücut diliyle ve birbirinin gözünün içine bakarak anlaşırdı. Bunun için birbirini görebilecek kadar yakın anlayabilecek kadar da uzak uzak olmak gerekiyordu. Mesafe önemliydi.

İnsan dil yeteneği kazanıp ses, söz, dil belirdiğinde de göz göze bakışıp konuşmayı sürdürmüştü.

İnsanlar birbirinden uzak olsa da gözün görmediğini söz yakınlaştırıyor, gidenden geriye anı, hatıra veya şairin dediği gibi “hoş sada” kalıyordu. Mesafeler belirgindi.

5fa00786-1914-4733-b953-0a7f94d36cb7İnsanlık yazıyı keşfedince gözden ırak olmaya da alıştı. Birbirimizden uzaklaşırken yazı ile başka türlü yakınlaştık.

Uzaktakine harfler kadar yakın, o yazı kadar bizdik. İlerledikçe yazı ile başkalarının hayatlarına bakabilir onların düşüncelerinde yolculuk yapabilir hale geldik. Aradaki devasa mesafeler engel oluşturmuyordu.

Zaman değişip iletişim teknolojileri ile birbirimize yakınlaştıkça mesafeler hızla daraldı. Son birkaç yüzyıl içinde mesafelerimizi yitirip birbirimizin hayatlarına bulandık.

Başlangıçtaki göz göze anlaşmanın yerini yan yana durmak birbirini süzmek, başkalarının hayatlarına karışmak aldı.

Dahası iletişim olanaklarını artması ile silikleşen mesafeler yüzünden kendimizle olan mesafeyi de seçemez olduk.

Hâlbuki bizi biz yapan hayat ile aramıza koyduğumuz mesafeydi. Kendimiz ile olan mesafe kadar benliğimizi tanıyor varlığımızın farkında oluyorduk.

İnsanlığın baş döndürücü bir hızla ilerleyen bilgi birikimi arttıkça mesafeler iyice silikleşti.

Söz gelimi fotoğraflar ile yakınlaşırken herkes gibi biri olduğumuzu dahası merak ve ilgi duyduğumuz kişilerin de herkes gibi insanlar olduklarını gördük.

Sosyal medyanın hayatımıza girmesi ile sözün ve yazının bile önemi azaldı. Birbirimizi seyretmek yetiyordu. Hayatlarımız yaşanmış ve filme alınmış sekansların toplamına, koca bir ömür de görsellere, videolar ile seyredilen “bir şeye”  dönüşmüştü.

Sosyal medyada yayınlananların toplamı üzerinden yaşanmışlık kovalar olduk.

Mesafeler yittikçe kendimize olan mesafe de bulanıklaştı. Yaşadığımızın kimin hayatı olduğunu sorgulamayı bırakıp çevremizde gördüğümüz veya bize gösterilen insanların yaşam biçimlerine öykünür olduk.

Üstelik bu durum kolayımıza da geldi.

Ne de olsa böyle yaşamak bencil ve yalnız bir canlı olduğumuzu unutturuyordu. Sürüye tutunan, bütüne entegre gibi bir “şey” idik.

Akarsuyun üstünde bata çıka ilerleyen cevizi andırıyorduk. Suyun üstünde ve görünür kalabilmek için kabuğumuzun kalın olması içimizin de çok dolu olmaması gerekiyordu. Kabuktan ibaret içi boş kimliklerle herkes birbirinin hayatını yaşayıp geçiyordu.

Birbirine bulanmış benzer hayatlarımız sayesinde koskoca bir ekonomik sistem kolaylıkla öngörülebilir ve yönetilebilir haldeydi. Kimse değişmesini istemiyordu.

Bu haliyle mutlu olduğumuza da inandırdık kendimizi. Bir an için kendimize “iyi de mutlu olan kim?” diye sormaya bile cesaret edemiyorduk. Sadece mutlu görünmekti amacımız. Herkes öyle yapıyordu. Herkes gibi ve herkes kadar mutlu olmaktan başka amacımız yoktu.

Sonra bir şey oldu.

Pandemi geldi.

Salgın ile birlikte bir anda mesafeler beliriverdi. Önce yüzümüzü mimiklerimizi maskenin ardına sakladık. Sonra kendimizi eve kapattık. En yakınlarımız bile uzak durulması gereken korku nesnelerine dönüştü.

Görünmez olan mesafeler görünür hale gelmiş dünyaya gelişteki yalnızlığımızı hisseder olmuştuk. Yoğun bir korku iklimi ve yalnızlık duygusu içinde birbirine bulanmış hayatları bırakıp kendimizle yüzleştik.

Bencilliğimiz ve yalnızlığımız ile yüzleşirken kendimize bile itiraf edemediklerimiz tokat gibi yüzümüze çarptı. Ona buna rol yapmayı bırakınca aslında pek de mutlu olmadığımızı fark ettik.

Mesafelerin görünmez olduğu pandemi öncesi dünyada mutlu görünenlerin rol yaptığının az çok farkındaydık. Buna rağmen başkalarının gözündeki kendimiz ile uğraşarak koca bir ömür tüketmeyi marifet sayanımız da çoktu.

O zamanlar kendimize olan mesafeyi de yitirdiğimiz için aynadaki görüntü bile rahatsız edici gelebiliyordu.

Kalabalıklar içinde garip bir yalnızlık yaşıyor itiraf etmeye çekiniyorduk.

Pandemi ile dışarıdaki yalnızlığımıza içerideki yalnızlığımız da eklendi.

İnsanlık göz göze iletişim kurmayı unutmuş aynadakinin gözüne bile bakmaya cesaret edemez haldeyken pandemi herkese gözüne ışık tutulmuş tavşan şaşkınlığını yaşattı.

İlk panik ile kendimizi unutturacak bir şeyler aradık. Kitap dergi, film ne varsa tükettik.

Ancak işe yaramadı.

Tüketerek olmayacağını gördükçe kendimiz ile olan mesafeyi kabullenip içeriye, kendimize bakmaya çalıştık. Pandemi yüzünden görünür hale gelen mesafeler hayatımıza girdikçe kendimizle yakınlaşıyorduk.

Bu kez en baştaki gibi kendimizle dürüstçe göz göze gelmeyi denedik. Kendimizle olan mesafe başkalarının gözündeki “ben” yerine önce aynadaki “ben”  sonra da bedendeki ve daha da ötesi düşlerdeki “ben” e dönüştü.

Kendimize samimi sorular sormaya başladık. Yanıt vermekte zorlandığımız samimi sorular ile kafamız daha da karıştı.

Huysuzluğumuz arttı.

Hangi yaşta olursa olsun yaşamadıklarına hayıflanan hayata öfkeli huysuz ihtiyarlara benzemeye başladık. Sırtı kabarık kediler gibi her an hır çıkarmaya hazır birilerine dönüştükçe mesafelerimizi bir kez daha gözden geçirmek zorunda kaldık.

Zaman bir yerde takılı kalmış gibi gelmeye başladı.

Pandemi gerçeği ile yaşamak zorunda olduğumuzu kabullenirken mesafelerin de hayatımızdaki yerini fark etmeye, alışmaya ve onlarla yaşamaya yöneldik.

Hiç kolay değildi. En baştan başlamak zorundaydık.

997a580f-4aa4-4bb5-99f2-2ea414ddc5c6

Bazılarımız zor da olsa göz göze bakabileceği kendi gibi dertli birilerine tutundu. Yalnızlığı ve bencilliği dürüstçe paylaşmak iyi bir başlangıçtı.

Kendimizle dürüstçe yeniden tanıştık. Geride bıraktığımız hayata baktığımızda; anlatısal öyküsel kimliğimizin ne kadarının gerçekten kendimize ait olduğunu ve elimizde kalanın ne kadar az olduğunu fark edip ürktük.

Pandemi şartları başka türlüsüne izin vermiyordu. Öyle veya böyle hiç hoşlanmasak da kendimizle yaşamaya alışmaya başladık.

Bir ergen yalnızlığı ve bencilliği içinde kabuğumuza çekilmiştik. İçine doğduğumuz kültürün bize dayattığı semboller, kavgalar ve davalar bile anlamını yitirmişti. Salgın hastalık yüzünden ordular sefere çıkamıyor savaşlar bile yapılamıyordu.

Böylesi bir dünyada cevizin kabuğunu bırakıp içinde olana bakmaya cesaret ettik. Hayat içimize doğru akmaya başladıkça içimiz aydınlandı.

Ergenliği geride bırakmaya hazırdık.

Hayatın başka türlü bir gerçeği olabileceğini gördük. Kabuğumuzla ve içindeki detaylarla yüzleştik. Kabuğumuzun içinden bakınca başkaları ile olan mesafelerimiz daha da belirginleşti. Kendimize yakınlaştık. Olanca halimizle kendimizi kabullenmeye ve sevmeye başladık.

Mutlu olmayı beceremesek de garip bir huzur kapladı içimizi. Daha az tüketirken kendimizle ve doğayla daha barışık yaşayabileceğimizi fark ettik.

İşte bu farkındalık sistem için tehlike mesajıydı.

Eski hale dönmek yaşananları unutturmak için yeni bir iletişim bombardımanı başladı. Ancak bir kere macun tüpten çıkmıştı. İçimizdeki ceviz, kabuğunu bırakma pahasına ayak diriyordu.

Üstelik bu direngen halimizi daha da çok sevdik.

Yine bir aradaydık. Ancak bu kez mesafelerimizi koruyor, birbirimizi değiştirip dönüştürmek, eleştirmek, savaşmak yerine anlamaya çalışıyorduk.

İnsanlık ergen yalnızlığından sıyrılıp içinde yaşadığı doğaya tutunan yeni bir yolculuğa hazırlanıyordu.

Sistemin tüm ayak diremelerine karşın pandemi sayesinde ergenliğini aşıp olgunlaşmaya yönelecek yeni insanlığa doğru yol alıyor ve her yolculuk gibi umut dolu bir huzursuzluk yaşıyoruz.

Değişim, kaybettiğimiz mesafeleri yeniden keşfetmemizle başladı.

Mehmet Uhri

Bir Gurbet Hikayesi

Ekim 16th, 2021

image-1

Elini boş ver dercesine sallayıp; “Burada yaşananlar bir gurbet hikâyesi, hepsi bu…” diye cevap verdi.

Kafede gazetesini okumakta olun ihtiyarın başını kaldırıp çevreye bakınmasını fırsat bilerek az ötede Büyükada iskelesi önünde toplanan kalabalığı işaret edip ne olduğunu sormuş “gurbet hikâyesi” gibi garip bir yanıt almıştım.

Yanıtı anlamamış gibi bakmış olacağım ki “Uzak dur. Filler tepişiyor işte.” diyerek sürdürdü sözlerini. Gözlüklerini düzeltip gazetesine döndü. Yandaki masaya ilişip olayları uzaktan izlemeyi sürdürdüm.

Masalarımıza çay bırakan garson konuşmamızı duymuş ve “Belediye iskelenin üstündeki mekânı mahkeme kararıyla tahliye etmeye çalışıyor. Kiracı olan vakıf polisi arkasına almış direniyor. Biz de buradan heyecanla izliyoruz” diye açıklama yaptı.

Gerçekten de ellerinde mahkeme kararı olduğunu haykıran grup devletin polisinin direnmesine anlam veremiyordu. Yaşanan itiş kakış yüzünden iskeleyi kullanmak isteyen yolcular birkaç adım geride olayların yatışmasını bekliyordu.

Ancak öyle olmadı.

Artan kalabalığın polisin tavrını protesto etmesi üzerine önce “dağılın” uyarısı geldi. Kısa süre sonra gazlı coplu polis müdahalesi başladı. İskelenin önünde toplanan kalabalık saat kulesine ve ara sokaklara doğru kaçıştı. Protestoların dinmemesi üzerine polis yakaladığını gözaltına almaya başlayınca gazete okuyan ihtiyar çaycıya ismiyle seslenip okey takımı ve yazboz istedi.

Eliyle işaret ederek beni de masasına davet etti.

Gelen okey takımını masaya yerleştirip taşları dizmeye başladı. Masaya gelmediğimi görünce “sadece oynuyor gibi yapacağız.” diyerek ısrar etti. Masaya ilişip taşları dizmeye başladım. İhtiyar ise polisin kovaladığı kalabalığın içinde el ele tutuşup kafeye giren ve şaşkınlıkla bakınan üniversiteli delikanlılara eliyle bir işaret yaptı. Genç kız ve delikanlı bir şey söylemeden ceketlerini çıkarıp oturdular.

Okey oynar gibi yapmaya başladık.

Birkaç dakika içinde polis kafeye dalıp kimlik kontrolüne başladı. Kovaladıklarının içeride olduğunun farkındaydılar. Kimlik kontrolü ve dik dik bakmalar ile kafe sakinlerini inceliyorlardı.

Bu arada bizim ihtiyar hızlıca yazbozu dolduruyordu. Polisin yan masaya yaklaştığını görünce “Memur bey bakar mısınız? Bir maruzatım var.” diye seslendi. Hemen iki polis başımıza dikildi. Masamıza oturan delikanlılar da tedirgin olmuş şaşkınlıkla ihtiyara bakıyordu. Bizimki görece daha yaşlı olan polise dönüp beni işaret ederek “Beyefendiden şikâyetçiyim. Taş çalıyor” dedi. Polis memuru bana ve masada duran yazboza baktı. “Bir siz eksiktiniz” diye söylenerek yanımızdan uzaklaştı. Bu sırada kızla oğlan kafalarını kaldırmamış polislerin dikkatini çekmemeyi başarmışlardı.

Polislerin ayrılmasından hemen sonra gençler teşekkür edip ayrılmak için izin istediler. İhtiyar acele etmemelerini arkada duran sivil polislerin de gitmelerini beklemeleri gerektiğini söyleyerek izin vermedi.

Bu sırada garson yüksek sesle “çayları tazeliyorum” diyerek masaya çay bırakırken sesini kısarak “çaylar müesseseden, çaktırmayın. Az daha bekleyin” dedi. Gözüyle arkadaki bir masayı işaret etti. Sivil polislerin henüz ayrılmadığına ikna olan gençler bir süre daha masada kalıp oynar gibi yaptılar.

turing_cafe_840x

Bir takım rastlantılarla katılmak zorunda kaldığım oyun içinde oyunun isimsiz kahramanı olmak başlangıçta tedirgin etse de gençlerin heyecanı ve yaşadıkları korkuyu görünce iyi bir şey yapıyor olma hissiyle rolümün hakkını verme gayretine düştüm.

Çaylarımızı yudumlarken delikanlı kız arkadaşını ve kendini tanıtıp üniversite öğrencisi olduklarını, gençlik kolu üyesi oldukları siyasi partinin çağrısı üzerine iskelenin üzerinde yer alan mekânın belediyeye devrine destek olmak üzere adaya geldiklerini ancak mahkeme kararına rağmen işgalci kuruluşun direndiğini anlattı. Genç kız araya girip biraz da öfkeyle “Üstelik devletin polisi devletin mahkeme kararının uygulanmasını engelledi. Bizler direnince de olanları gördünüz” diye söylendi.

İhtiyar “yerin kulağı vardır” diyerek daha alçak sesle konuşmaları gerektiği konusunda ikisini de uyardı.

Az sonra ortamın sakinleşmesiyle gençler teşekkür edip izin istediler. El ele tutuşup uzaklaştılar. Ben de masama dönmek için izin istedim.

İhtiyar saatine bakıp “Kahve saati geldi. Müsaade ederseniz size de ikram etmek isterim. Birlikte içeriz” dedi. Nazik daveti kırmadım. Açıkçası bunca olay yaşanırken olanca sakinliği ile hepimizi yöneten “ihtiyar delikanlıyı” merak da etmiştim.

Kahvelerimizi beklerken kısaca kendimi tanıtıp kendisinden söz etmesini rica ettim. Düzce doğumlu olduğunu uzun yıllar çeşitli illerde lise Tarih öğretmenliği yapıp emekliliğinde adaya yerleştiğini anlattı. Yaşını sorduğumda “Emeklilikte geçirdiğim süre devlete hizmet ettiğim süreden daha fazla. İyi ki emeklilikten de emekli etmiyorlar insanı. Anla işte…” diye esprili bir yanıt verdi.

Garson kahveleri masaya servis ederken “Az önce size sorduğumda iskele önünde yaşananları gençlerin anlattığından farklı olarak bir gurbet hikâyesi diye tanımlamıştınız. Biraz daha açabilir misiniz?” diye sordum.

- Herkes gurbette olunca şehrin gerçek sahibi kalmıyor. O yüzden öyle demek geldi içimden. Anlayacağın bu koca şehir sılasını yitirdi.

- Hah. Şimdi hiç anlamadım.

Bir süre durdu. “İzle, sadece izle” diyerek garsonu ismiyle yanına çağırdı.

- Söyle bakalım Ali, Nerelisin?

- Malatyalıyım.

- Kaç yıldır İstanbul’dasın?

- Ben burada doğmuşum.

- Peki, gurbette misin?

- Gurbetteyim elbet.

- Memleketteki yakınların da senin gurbette olduğunu mu düşünüyor?

- Evet.

- Çocuğun var mı?

- Ellerinden öper bir oğlum bir kızım var.

- Peki, çocukların gurbette mi?

- I ıh… Sorarsan gurbette değiliz derler. Ancak nereli oldukları sorulduğunda onlar da Malatyalıyız diyorlar.

- İstanbullu olmalarını veya sorulduğunda İstanbulluyum demelerini istemez misin?

- Bilmem. Hiç düşünmedim. Bu şehirde İstanbulluyum diyen o kadar az insan var ki… Malatyalıyım demeleri daha iyi sanki.

Kafe müşterilerinden birinin yüksek sesle “hesap bekliyoruz” diye söylenmesiyle garson Ali yanımızdan ayrıldı. İhtiyar bana dönüp “Sence Ali neden o protestocuların arasında değil? Hiç düşündün mü?” diye sordu.

Cevap vermemi beklemeden sözlerini sürdürdü.

- İstanbulluyum diyen olmayınca şehre ait ne varsa sahiplenen de olmuyor. Şehrin iskelesi bile sen ben kavgasına malzeme oluyor. Şu gördüğün iskele bu şehirde yaşayan herkesin ortak malı değil mi?

- Eee… Evet

- İskele binası iktidar ile muhalefet arasında kavgaya dönüşüyor ve şehrin gerçek sakinleri özellikle adalılar, adada yaşayanlar kenara çekilip öylece izliyor. Herkes kendi memleketinden bakıp gurbetçi kimliğine bürününce şehrin ortak alanlarına sahip çıkacak kimse kalmıyor.

Sustuğumu görünce “en iyisi baştan anlatayım” dedi.

31Meğer iskelenin üst katındaki mekân Demokrat Parti iktidarına kadar CHP Adalar ilçe başkanlığı olarak kullanılmış. DP iktidarında el değiştirmiş. Yetmişli yıllarda yine CHP ilçe binası olmuş. İhtilal sonrası şehir hatları işletmesine devredilmiş. Kısaca bina simgesel önemi nedeniyle iktidar ile muhalefet arasında hep bir çekişme konusu olmuş.

Sonra bir dönem şehrin gerçek sakinlerinden Çelik Gülersoy olaya el atmış. İskelenin üst katını Turing şirketi adına kiralayıp İstanbullular için “Turing Kafe” adıyla kullanıma sunmuş. Açtığı pek çok kafe ile geleneksel İstanbul kültürünü yaşatmayı ve İstanbulluluğu pekiştirmeyi amaçlamış. Hayli ilgi de görmüş. Eliyle iskeleyi işaret ederek;

- Turing kafe öylesine güzel, nezih öylesine İstanbullu bir mekândı ki görmenizi isterdim. Ancak yaşatmadılar. Garson Ali’nin az önce söylediği gibi kimse İstanbullu olmayı istemedi. Kafe el değiştirdi. Önce belediye işletmeye çabaladı. Ancak özelliğini yitirince kimse uğramaz oldu. İşletmeyi yönetenler İstanbullu olmadığı için kendi meşreplerine göre davranıp sokaktaki dönerci ile hamburgerci ile rekabete kalkıştı. Tutmadı.

- Neden tutmadı?

- Dedim ya herkes kendi memleketini öne çıkarınca başka memleketten olanlar uzak durdu. Mekân şehirlinin olmaktan çıktı. Üstüne bir de siyasi çekişme ile iktidar kavgası bindi. Rahmetli Çelik Gülersoy’un İstanbulluyu ortak kültürde buluşturma çabaları da sahipsiz kaldı.

- Kimse bu duruma itiraz etmedi mi?

- Turing kafenin beyaz ahşap kallavi sandalyeleri ve mermer masaları vardı. Adanın gerçek İstanbulluları için klasik müzik eşliğinde tarihi yarımadayı ve boğazı seyrederek bir şeyler içmek büyük keyifti. Yaz akşamları keman piyano resitalleri verilirdi. Sanırım bu durum kendini İstanbullu saymayanlar için fazla elitist bulundu. Sanki onlara gelme diyen varmış gibi kafeden uzak durdular.

- Sonra?

- O güzelim beyaz sandalyelerin yerini iç içe geçip bir araya toplanınca yer kaplamayan plastik sandalyeler alınca yitirilenin ne olduğunu anlamalıydık. O plastik sandalyeler gibi iç içe geçip pek yer yer kaplamayan gurbetçilerin mekânına dönüşüverdi. Müzik de arabeske döndü. Sesi yükseldi. İki laf edilemez oldu. Kafenin yeni müşterileri şehrin güzelliğini görmek yerine başını öne eğen veya çevredekilere kuşkuyla bakan huzursuz gurbet yolcularıydı. Ortam vasatlaşınca önce adalılar sonra İstanbullular ayağını çekti. Bir kış belediyenin işlettiği mekân bir daha açılmamak üzere kapandı. Muhalefet partisinin eline geçmesin diye iktidara yakın bir vakfa kiralandığını duyduk. Ancak onlar da işletmek için çaba göstermediler.

- Açılmasını isteyen, özleyen olmadı mı?

- Şehrin sılası olmayınca kim neyi özleyebilir ki? Herkes bizim garson Ali gibi gurbette olursa İstanbulluyu ara ki bulasın.

- İyi de ne zaman bitecek bu gurbetlik?

- Çocuklarımızı İstanbullu yapamadığımız sürece kolay bitecek gibi görünmüyor. Kabul etmesi kolay değil ama durum bir ülke gerçeği.

Kederlenmişti. Susup kahvesini yudumladı. Daha konuşmak istemiyor gibiydi.

Tüm bunları o kısacık kahve muhabbetine sığdırdığımıza sonradan hayret edecektim.

Biraz daha konuşturmak için “Peki ya siz? Siz bir şeyleri değiştirmeye çabalamadınız mı?” diye üsteledim.

34

Gençlik yıllarında ülkede bir şeyleri değiştirmek için çok çaba gösterdiğini az önceki polis deneyiminin o yıllardan kaldığından söz etti. Eliyle iskeleyi işaret edip “Anladım ki; insan kendini değiştirmeden hiçbir şey değişmiyor.

Doğup büyüdüğüm Düzce’yi bırakıp bu adaya yerleştim. Kendim için, uzaklaşınca özlemini duyacağım yeni bir sıla inşa ettim. Hiç kolay olmadı. Toprağına, ağacına, çiçeğine, böceğine, insanına karıştım. Çok emek verdim. Gurbetlikten böyle kurtulabildim. Bu yaşımda yeterince İstanbullu olamasam da Adalı olmayı başardım. Şimdi, burada oturup az önce içtiğimiz kahveyi iskelenin üstündeki terasta Turing kafede içtiğimi hayal etmekten başka elimden bir şey gelmiyor” dedi.

Ayağa kalktı. Şapkası ve bastonunu aldı. Hesap konusunda bir şey söylememe fırsat vermedi. Teşekkür ettim. Teşekküre değecek bir şey olmadığını ileride hatırlamaya değer küçük bir sıla kırıntısı oluşturduğumuzu söyledi. Çınar caddesine doğru ilerleyerek gözden kayboldu.

Olaylar yatışmış görünse de iskele meydanı polis kaynıyordu. Gelen vapurdan inen yolcular onca polisin neden orada olduğunu sorgulayan tedirgin bakışlarla ve hızlı adımlarla adanın sokaklarına dağılıyordu.

O sonbahar günü sılası olmayanların şehrinde ihtiyarın dediği gibi “bir gurbet hikâyesi” yaşanıyordu.

Mehmet Uhri

Ömür Kumbarası

Ekim 4th, 2021

img_3587

Hastane için birbirinin aynı sıradan günlerden birindeydik. Anlatacaklarım serviste hekimlerin bir araya gelip soluklandığı birkaç sandalye masa ve kanepe içeren mütevazı hastane odasında yaşandı. O küçücük odada anlamlı bir seremoni yaşanıyordu.

“Kumbara bundan sonra sende. Umarım içini yeterince doldurur, zamanı gelince hak ettiğini düşündüğün birine emaneti devredersin.” Diyerek elindeki kutucuktan çıkardığı şık küçük masa saatini meslektaşının avucunun içine bıraktı.

Çalışkanlığı ile bilenen ve sevilen meslektaşımız akademik kariyerine üniversitede devam etmek için veda turlarına başlamıştı. Hediyeyi takdim eden ve yukarıdaki sözleri sarf eden ise hastanemizin emektarlarından hekim abimizdi.

Odadakilerin bakışları altında hediyeyi alan meslektaşımız “Ne gerek vardı?” gibisinden bir şeyler geveleyip teşekkür etti.

Kısa süren sessizlikten sonra odadakilerden biri dayanamayıp “iyi de hocam kumbara dediniz. Bu kumbaraya hiç benzemiyor. Üstelik küçücük şeyin içini doldurmaktan söz ettiniz. Nasıl kumbara bu?” diye sordu.

img_3611

Gözler emektar uzmana çevrilince bizimki veda turları yapan meslektaşımızın avucunda duran hediyeyi işaret edip “ömür kumbarası” diye yanıtladı.

Sonra meslektaşıma dönüp anlatmaya başladı;

- Bunu beni yetiştiren rahmetli klinik şefim zorunlu hizmete giderken hediye etmişti. Saat gibi göründüğüne aldanmayıp bir tür kumbara olarak görmem gerektiğini söylemişti. Anlamadığımı görünce ilk kez onun ağzından duymuştum “ömür kumbarası” tanımını. Açıklamaya çalışsa da gençlik heyecanı ve o zamanın kariyer telaşı ile pek anladığımı söyleyemem. Kısaca bu bir ömür kumbarası ve anlamını biraz da senin bulman gerekiyor.

Odadakilerden biri dayanamayıp “Bir gizem olduğu anlaşılıyor. Yine de bunu size veren hocanızın nasıl bir açıklama yaptığını biraz daha anlatsanız, ipucu verseniz ne iyi olur” diye araya girdi. Bizimki bir süre susup düşündü. Sessizce bekledik. Sanki hatırlamaya çalışıyordu. Sonra bizlere dönüp hocasıyla olan diyalogu anlatmaya başladı.

- Hocam “Ömür kumbarası saate benzer içine attıkların ise hatırladığın anlardır.” Demişti. Çok basmakalıp bir cümle olduğunu düşünmüştüm. Sonra hatırladığım kadarıyla şöyle devam etmişti; “Eline aldığın ilk anlarda ne çok şey atarım bunun içine diye düşüneceksin. Sonra samimi olup kendin, sadece kendin olduğun anların azlığını fark edip onca anı zenginliği içindeki fakirliğine hayret edeceksin. Hep başkaları ve o başkaları ile birlikte paylaştığın mutlu anların arasından sadece kendin olduğun anları ayıklayınca elinde kalanların azlığına hayret edeceksin.” Demişti.

- İyi de neden zaman veya hayat kumbarası demiyoruz da ömür kumbarası diyoruz.

- Bu soru benim de kafamı çok kurcalamıştı. Yanıt basit aslında. Hayat veya zaman dışımızda akıyor. Ömür ise içimizde. Bize ait ve sonlu olan, ömür. Hayat ve zaman biz olsak da olmasak da sürüyor. O yüzden doldurmaya çalışacağın ömür kumbarası olmak zorunda.

- İyi de bunu niye yapacağım. Bana ne kazandıracak?

- Ben de hocama buna benzer bir soru sormuştum. “Sadece kendin olup kimse fark etmese de kendi yaptığının heyecanını hatırlayıp kenara attığın anlar girecek kumbaraya. Tek başınayken yakalayıp kaçırdığın veya tuttuğun balık, o balık ile beslediğin kedi ne bileyim kendin olduğun ve orada o an sen olmasan yaşanmayacağını bildiğin başkaları umursamasa da seni heyecanlandıran bir olay hatta kendine söylediğin yalan gibi tekil ne varsa ömür kumbarana dâhil olacak. Böylece içinde bulunduğun hayatın hiç olmazsa bir kısmının kendi hayatın olduğunu bileceksin. Dahası kumbarayı doldurmak için çabalarken aynada görüneni veya başkalarının gözündeki kendini bırakıp doğrudan içeri baktığında görünen biri daha olduğunu yani kendini fark edeceksin.Bundan iyi kazanç mı olur?” Gibi bir yanıt vermişti. Dedim ya bu sözler o zaman fazla felsefi ve uçuk görünmüş üzerinde çok düşünmemiştim.

- Ama şimdi benim düşünmemi istiyorsunuz.

- O gün hocamın işaret etmeye çalıştığı şeyi anlamamış olsam da zamanla üzerinde düşününce ömür kumbarası boş olduğu halde bunun farkında olmayan ne kadar çok insan olduğunu fark ettim. Mutlu mesut olsalar da yaşadıkları kendi hayatları değildi. Başkasının hayatını devralıp günü geldiğinde devrediyorlardı. Sanırım ben de bunlardan biriydim. Yıllar sonra hocamın rahmetli olduğu gün kumbarayı ve sözlerini hatırlayıp bıraktığı öğüdü tutmak gerektiğini düşündüm. O gün geç de olsa hayata başka türlü bakmaya başladım.

- Ne yaptınız? Nasıl doldurdunuz kumbaranızı?

- Çoğu insan için önemsiz gelebilecek göze batmayan ancak kendimi iyi hissettiren bir şeyler yapmaya çabaladım. En yakınlarımın bile bilmediği kimseden onay beklemediğim küçük yardım ve eylemlerle tanımadığım bilmediğim yüzlerini görmediğim hayatlara dokundum. Bu bazen bir insan bazen de bir sokak hayvanı veya bitki oldu. Kimseden onay beklemediğim için bilinmesini de istemedim. Ne de olsa kendi hayatıma erişmeye çalışıyordum. Dışarıdan bencilce görüneceğinden çekindiğim için gizli tuttum. Kumbara ile sırdaş oldum. Pek bir şey dolduramasam da kumbaraya bir şeyler sığdırmaya uğraşırken kendime karşı samimi olmayı öğrendim.

Konuşurken boğazı kurumuştu. Masada duran bardağa su doldurup yudumladı. Sonra bizlere bakıp “Neyse gereğinden fazla konuştuk. Uğurladığımız meslektaşımız için küçük bir hediye işte uzatmayalım.” Dedi.

img_36001

Hocamız konuyu kapatmaya çalışsa da anlattıklarını hepimiz kendimize göre anlamlandırmaya çabalıyorduk. Birimiz yine dayanamayıp “İyi de kumbaranın dolduğunu nasıl anlayacağız?” diye sordu. Hepimiz gelecek yanıt için bizimkine döndük. Az önce “Uzatmayalım” dediğini hatırlatsa da ısrar üzerine sözlerine devam etti.

- Kumbaranın dolu olup olmadığını anlamak hiç kolay değil. Öyle çalkalayarak anlayamazsın. İçine girebilmek gerekiyor. Üstelik yalın bir yalnızlıkla sadece kendin olarak girebilirsin. Bu küçücük kumbaranın içinde ne denli büyük bir boşluk olduğunu anladığında dönüp yaşadığın hayatı ve yaşamak istediklerini sorgulamakla başlıyor her şey. Hepimiz hayata bir şekilde tutunuyoruz. Bize sunulan olanaklar, yönlendirmeler ile kimlikler inşa ediyor kariyer kovalıyor değerler ve ilişkiler üzerinden içinde bulunduğumuz hayat balonunu büyütüyoruz. Hayat dışarıda büyürken geçip giden o bize ait kısacık ömrü ne yazık ki unutuveriyoruz.

- Yani?

- Yani aslında kumbara sensin. Kumbaraya baktıkça saati ve geçen zamanı göreceksin. Zamanın döngüselliğini ve her gün aynı güne uyandığını fark ettiğin an ömür kumbaran için de bir şeyler ayırmak zorunda olduğunu hissedeceksin. Gün gelecek, bir tat, bir koku, belki bir esinti sana kumbaranın içinde olanları hatırlatacak. Kumbara hiç açılmayacak ama sen içinde ne olduğunu veya ne olmadığını bileceksin.

- Peki ya sonra?

Bu sözler üzerine veda turlarını yapmakta olan meslektaşımıza bakıp gülümsedi.

- Sonra kumbarayı devretme zamanı gelecek. O küçücük boşluğu hayalleri ve yaşanmışlıkları ile yeni baştan dolduracak hak eden birini bulduğunda hocamın yaptığı gibi emaneti teslim edeceksin. Yükün hafiflemeyecek ama özgür olacaksın. Belki yeni bir kumbara hayal edeceksin. Üstelik bu kez elinde kumbaraya benzer bir şey de olmayacak. Kalan ömrünü o kumbaraya benzetmek için çırpınacaksın. Biriktirdiğin ömür yetmeyecek ama yine de sana ait olacak. Bu saatli kumbarayı doldurarak başlayacak devrettikten sonra kendine ait gerçek ömür kumbarasına gücün yetiğince ulaşmaya çabalayacaksın.

Odada derin bir sessizlik oldu.

Söylediği sözleri hazmetmeye çalışırken veda etmekte olan meslektaşım pandemi koşullarına aldırmadan bizimkine sarıldı. Kısa süren duygusal andan sonra kıdemli uzman abimiz meslektaşımıza bakıp “Sanırım emaneti bana aktaran hocamın anlatmaya çalıştığı böyle şeydi. Gittiğin yerde kumbara hep gözünün önünde olsun. Sana kendini hatırlatacak acımasız ama yine de sadık bir arkadaş olacağından eminim. Sonrasında ne yapacağını artık biliyorsun” dedi.

Dediğim gibi; hastane için kendini tekrar eden sıradan günlerden biriydi.

Tüm bunlar o mütevazı hastane odasında yaşandı ve bitti.

Mehmet Uhri

Cinayet Mahallinden

Eylül 6th, 2021

img_e0595

“Sonunda geldin demek cinayet mahalline. Elbet gelecektin. Geç bile kaldın.” Diyerek sıcak bir sarılma ile başladı muhabbetimiz.

Doğup büyüdüğüm şehre yıllar sonra uğradığımda çocukluğumun geçtiği sokaklarda bir yabancı gibiydim. Mahalle aynı olsa da hafızamdaki sokaktan eser yoktu. Bahçeli küçük evlerin yerini alan apartmanlar, gökten araba yağmış hissi veren araba ve insan kalabalığında yer yön bulmakta zorlanıyor amaçsızca yürüyordum.

Değişim ve dönüşüme doğup büyüdüğüm ev de direnememiş sıradan bir apartmana dönüşmüştü.

Bir tek gökyüzü değişmemişti.

Çocukluğumun hayal dünyasını süsleyen gizemli küçük bulutları ile gökyüzü orada öylece duruyordu.

Sokakta amaçsızca ilerlerken tanıdık bir ses ismimi haykırıp yukarıdaki sözlerle beni kucakladı. Mahalle ve çocukluk arkadaşım sanki yıllar öncesinden sesleniyordu.

Sıcak bir buluşma oldu. Sahibi olduğu o küçücük emlakçı dükkânının önünde bir süre oturup sohbet ettik.

İlk anda pek değişmemiş olduğumuz karşılıkla yalanını söyleyerek söze başlasak da mahallenin kalan son morukları olduğumuzu kabul edip halimize gülmüştük. Arkadaşım birkaç şehir dolaştıktan sonra doğup büyüdüğü yere dönmüş memuriyetten emekli olup babasından kalan dükkânda emlakçılık işine başlamıştı. Çocukluğunda olduğu gibi enerjik, neşeli ve şaka dolu konuşuyor yerinde duramıyordu.

- Netice olarak giden sendin. Söyle bakalım hangi rüzgâr attı bunca yıl sonra seni buralara.

- Bilmem. Geldim işte. Fena mı?

- Bak ev filan bakıyorsan yardımcı olurum. Senin için değil kendim için istiyorum. Bu yaştan sonra muhabbete adam bulmak kolay olmuyor. Kaldığı kadarıyla eskiler ile idare ediyoruz. Durumun senin için de farklı olduğunu düşünmüyorum.

Cevap vermemi beklemeden neşeli bir kahkaha atıp “İyi ki geldin yahu. Gidemezsin. Çay koyuyorum” diyerek dükkâna yöneldi. Az sonra yine aynı heyecanla gelip yanıma oturdu. Sokaktan geçen biriyle selamlaştı. Lafının arasına girecek fırsatı bulduğumda “Neden öyle dedin?” diye sordum. Şaşkın biçimde yüzüme bakıp “Hoppala… Ne dedim de alındın şimdi?” diye yanıtladı.

- “Sonunda geldin demek cinayet mahalline” derken ne anlatmak istiyordun.

- Amaaaan. Ben de gereksiz gevezelik ettim sandım. Derler ya her katil cinayet mahalline uğrarmış. Bu sokaklar, bu mahalle çocukluğumuzu barındırıyor mu?

- Evet.

- Bilirsin, çocukluğunu öldürmeden insan erişkin olamıyor. Koca bir ömrü ergin olma kaygıları ile tükettikten sonra çocukluğumuzu öldürdüğümüz cinayet mahalline gelip bir bakmadan da edemiyoruz. Geride bıraktığımız ne var diye bakınırken çocukluğumuzun masumiyetini de arıyoruz sanırım.

- Sen gitmemişsin ama…

- Ben de gittim. Çok kısa süre sonra erişkin olmanın bana göre olmadığını anladım. Herkes bir şey söylüyordu. Bazılarına göre beceriksiz, kimine göre de korkaktım. Sorsalar “başkası olmak istemedim” derdim. Kıyamadım içimdeki çocuğu öldürmeye. Dönüp geldim ve doğup büyüdüğüm sokaklarda içimdeki afacanla yaşamayı seçtim.

- Hangi seçim daha doğruydu hiç bilemeyeceğiz sanırım.

- Amaaan ne önemi var. Öyle de böyle de hayattayız ve neredeyse 50 yıl sonra birbirimizi bulduk konuşuyoruz. Daha ne olsun?

Cevabımı beklemeden yine o çocuksu heyecanıyla ayağa kalktı “çayı demleyip geliyorum” diyerek içeri geçti. Sokaktan geçmekte olan gençten bir adam eliyle işaret edip bizimkini sordu. İçeriyi gösterdim. “Selam söyle, bir ara uğrarım” dedi ve uzaklaştı.

Arkadaşıma tanımadığım birinin selamını iletmek zorunda kaldım.

Bir süre de buna güldük.

Çocukluğumuzun mahallesinden kalan bir şey olup olmadığını sordum. Eliyle sokağın ilerisini işaret edip “Bir tek abdestsiz domuzun evi ayakta kaldı. Sizin evle birlikte eskiden hiçbir şey kalmadı” dedi.

“Abdestsiz domuz” sözünü tekrarlayıp gülmeye başladım. Bir süre öylece güldük. İyi geldi.

- Sahi bir de o vardı. Suratsız bir hacıydı. Çocuklarını da sokağa salmazdı. Elinde tespihi, kafasında takkesi, ayağında poturu ile camiye giderdi. Çocukken ondan korkardık.

- Ama en güzel erikler de onun bahçesindeki ağaçtaydı. Duvarına tırmanıp gizlice ağaca çıkar erik toplardık. Bir keresinde ağaçta yakalanmış nasıl ineceğimizi bilememiş elinden zor kurtulmuştuk. Hacı ise sakalından utanmadan peşimizden koşturmuş arkamızdan “abdestsiz domuzlar” diye küfür savurmuştu.

- Mahalleli bu duruma gülmüş, hacının adı da o günden sonra mahallelinin dilinde abdestsiz domuz olarak yerleşmişti.

- Sahi ne yapıyor onlar? Hacı hayatta mı?

- I ıh. Maalesef pandemi neredeyse ailenin tamamını alıp götürdü. Bir tek oğulları kaldı. O da evden neredeyse hiç çıkmıyor. Evine talip olan müteahhitlerle bile görüşmüyor. Geleni gideni de yok.

- Zor olmalı.

- Valla ne diyeyim, geçenlerde bir rastlantı ile görüştüğümde yaşadığı trajedinin boyutunu anladım. Allah kimseye böyle bir acı vermesin.

Dükkâna girip çayları doldurdu. Elinde tepsiyle ağır adımlarla gelip çayı uzattı. Çayı şekerli içmesine takılınca “dedim ya çocukluğu bırakmadım. Neyse o. Paşa çayından bir tık öte” diye yanıtladı.

lkkf7817

Çayımı yudumlarken hacıların yaşadığı trajediyi anlatmasını istedim. Gülümsedi; “boşuna cinayet mahalli demedim buralara. “Dinle o zaman” diyerek anlatmaya başladı;

Bir rastlantıyla karşılaştığım ailenin kalan son ferdi yaşadıklarını anlatıp “Öyle bir vebal ki yaşayarak ödemek zorundayım. Yaşadıklarımdan sonra böylesi ceza az bile. O yüzden ne o yavru kedinin ne de kurtarmaya çalışanların vebalini almak istemedim. Hadi git şimdi.” Diyerek göndermişti beni.

Her şey mahallenin çocuklarının yavru kedilerden birinin köpekten kaçarken can havliyle hacının erik ağacına ağaca tırmandığını haber vermeleri ile başladı.

Bahçe kapısındaki zili çalıp bekledim. Açan veya ses eden olmadı. Israrla zili çalmayı sürdürünce kapı hafifçe aralandı. Yüzünü göstermeye bile yanaşmadan ne istediğimi sordu. Durumu anlatıp yavru kediyi indirmek için yardım etmek istediğimi söyledim.

Cevap vermeden kapıyı kapattı.

İtfaiye çağırıp yardım isteyeceğimi söyleyince kapı tekrar açıldı. Üzerinde yıpranmış sabahlığı ile ev sahibi göründü. Yaşına göre hayli çökmüş görünüyordu. Elini kaldırıp “İtfaiye olmaz içeri gel birlikte çözmeye çalışalım” dedi.

Yabani otların boy atıp kuruduğu bakımsız bir bahçe içinde izbe sayılabilecek o iki katlı evde tek başına yaşıyordu. Evin paslı demir panjurlarının çoğu kapalıydı. Kapıyı açıp içeri girmeme izin verdikten sonra hiçbir şey söylemeden gözden kayboldu.

Yavru kedinin tırmandığı erik ağacına yöneldim. Ancak kalın ve yüksek gövdeli ağaç ha deyince tırmanmaya uygun değildi. Birkaç denemeden sonra pes etmek üzereyken ev sahibinin ahşap eski bir merdiven ile yanıma doğru geldiğini gördüm. Üstünü değiştirmiş işçi tulumuna benzer bol cepli bir şey giymişti. Merdiveni dayayıp ağaca tırmanmaya niyetlendiğini görünce “ben çıkarım” diyerek merdivenin yerini değiştirdim. Cevap vermesini beklemeden ilk basamağa ayağımı atmamla basamak kırıldı. Adam söylenerek yanıma geldi.

- Ben de zamanında sizin gibi dik başlıydım. Laf dinlemezdim. Merdivenin o basamağının sağlam olmadığını söylememe fırsat bile vermediniz.

- Diğer basamaklar da böyleyse işimiz var.

- Emin değilim. O yüzden kendim çıkmak istedim. Ne de olsa sizden daha hafifim.

- Olmaz. Siz merdiveni tutun, kıpırdamasın. Ben çıkarım.

O az konuşan, asık suratlı inatçı adamı ikna edemedim. “Daha kimsenin vebalini alamam” diyerek merdivene çıkmama engel oldu. Merdivenin sallanmaması ve olası bir aksiliğe karşın merdiveni tutarak yardımcı oldum. Çevik sayılabilecek bir tırmanışla ağaca çıktı. Adamın yaklaştığını gören yavru kedi ürküp daha da uç dallara yöneldi. Bizimki inatla tırmanmaya devam etti. Ancak kediye ulaşamadı.

Bir süre öylece durup nefeslendi. Adamın durduğunu gören yavru kedi ise miyavlamasını sürdürüyordu. İhtiyar cebinden çıkardığı küçük mama kabını üzerinde olduğu dala acıkmış olan kedi için bıraktı.

Beklemeye başladık.

Arada sert esen rüzgâr ikisinin de dengesini bozuyor gibi olsa da heyecanlı bekleyiş çok sürmedi. Ürkek korkak da olsa mamaya yaklaşmasını fırsat bilen adam yavru kediyi ensesinden yakalayıp tulumunun içine yerleştirdi. Sakin hareketlerle aşağıya inmeye başladı. Merdivenin tepesindeyken eğilip kediyi bana doğru uzattı. Yakalayıp yere bırakmamla minik afacan gözden kayboldu.

Bizimkinin sakin adımlarla ve son basmağa dikkat ederek merdivenden inmesine yardımcı oldum. Merdiveni elime alıp nereye bırakacağımı sordum. Evin arkasını işaret etti. Arka bahçeye merdiveni bıraktım. Paslanmış demir sandalyeler ve mermeri matlaşmış masadan oluşan köhne bahçe grubunu işaret edip oturup soluklanmamı istedi.

Eve girip gözden kayboldu.

Az sonra bir şişe su ve iki bardak getirip masaya bıraktı. Az konuşuyor ve konuşurken yere bakıyor gözlerini kaçırıyordu.  Kim olduğu ne iş yaptığımı bile sormadı. “Yordu bizi kerata. Yaşayacak ömrü varmış” dedi.

- Yalnız mı yaşıyorsunuz?

- Kimsem yok. Babadan kalma bu evde yalnızım. Hepsi gitti ben kaldım. Az önce tırmandığım erik ağacını rahmetli babam dikmişti.

- Ne oldu yakınlarınıza?

- Öldüler. Annem, babam, kız kardeşim ve eniştem. Hepsi öldü.

- Kaza mı?

- Hastalık dediler ama kaza. Hem de benim yaptığım bir kaza. Onlar gitti. Vebal ile yaşamak bana ceza oldu. Ben kötü bir insanım. Burası da benim cezaevim.

- Az önce “daha kimsenin vebalini alamam” diyerek bunun için mi merdivene çıkmama izin vermediniz?

Susup cevap vermedi. Bardaklara su doldurup uzattı. Suyu yudumlarken sessizce bekledim. “Anlatmak isterseniz misiniz” diye sordum. Bir süre elindeki bardağa ve içindeki suya baktı. Kararsız görünüyordu. “Bu gün iyi bir şey yapıp ağaçtaki kediye şans verdiniz. Siz kötü bir insan değilsiniz” diye üsteledim.

Dudağının kenarında acı bir gülümseme belirdi. “Siz gelmeden kedinin ağaçtaki çaresizliğini görüp öylece bakıyordum. Israrla kapıyı çalıp itfaiye çağıracağım demeseniz belki de sadece izlemekle yetinecektim. İnsan yaptığı kadar yapmadıkları ile de kötü olabiliyor” dedi.

- Siz kötü biri olamazsınız. Beni korumak uğruna ağaca tırmanıp kediyi kurtarmak için kendinizi riske ettiniz.

- Riske etmek. Evet, sanırım doğru sözcük bu. Risklere bakıp karar almak. Sonrası pişmanlık olsa da…

Boşalan bardağını tekrar doldurdu. Şişeyi masaya bıraktı. Başını önüne eğip anlatmaya başladı.

Pandemi sürecinde görece daha sakin ve müstakil olduğu için ailecek baba evine doluştuklarını, bu kuytu adada hastalıktan uzak durabileceklerine inandıklarını anlattı. Ailenin okumuşu olarak süreci yakından takip ettiğini, virüsün bulunduğu ilk andan itibaren tüm bilgilerin bilim çevrelerince paylaşılması sayesinde 9 ay gibi inanılmaz kısa sürede aşıların geliştirilebilmesinin insanlığın mucizesi olarak görülmesi gerektiğinden söz etti.

- Sonra ne oldu?

- Mucizelere inanmayan ve aklıyla her şeyi çözebileceğini düşünen biri olarak aşılara kuşkuyla yaklaştım. Hacı babam da inancı gereği aşılara inanmıyor, kuşku duyuyordu. Meğer kuşku da virüs gibi bulaşıcı bir hastalıkmış. Aşı konusunda tereddüt edip uzak durdum. Ev halkını da peşimden sürükledim.

- Aşı olmadılar mı?

- Benim aklıma uyup olmadılar. Bu evin bizi koruyacağına inandılar.

- İlk kim hastalandı?

- Evin dışarı ile bağlantısını ben sağlıyordum. Pandeminin gerilediği sanılan ikinci yılında bir şekilde virüsü kapıp eve getirmişim. Hiç anlamadım. Hastalığı ayakta geçirdim. Diğerlerinin ise hiç şansı yokmuş. Aşı olsaymışız yaşama şansları olabilirmiş. Öyle dediler. Hiç olmazsa ben aşı olsaydım belki hastalanmayacak ve onlara bulaştırmayacaktım.

- Ama…

- Aşı olmadım ve aşı olmalarına da engel oldum. Benim yüzümden annem, babam, kız kardeşim ve eniştem hastalanıp öldüler. Cenazelerine bile gidemedim. Ben kötü bir insanım. İnsanlığın bilgi birikimine yeterince inanmadım. Risk almaktan korkup hayatıyla ilgili kararları erteleyip duran benim gibi korkak birine güvenmemeleri gerekiyordu.

Ayağa kalktı. Şişeyi ve bardakları eline aldı. Kafasını kaldırıp ilk kez yüzüme bakıp “Öyle bir vebal ki yaşayarak ödemek zorundayım. Yaşadıklarımdan sonra böylesi ceza az bile. O yüzden ne o yavru kedinin ne de kurtarmaya çalışanların vebalini almak istemedim. Hadi git şimdi.” Dedi.

Arkadaşımın anlattıkları ikimizi de hüzünlendirmişti. Bir süre sessizce çaylarımızı yudumladık. Az önceki neşesinden eser kalmamıştı.

sbfi6179

Bir iç çekip çayları tazeleme bahanesiyle içeri girdi. İkinci çayları getirse de gelen müşteriler nedeniyle kendi içemedi. Arkadaşımın gelen müşterilerine bir ev göstermek için dükkândan çıkmaya hazırlandığını görünce çayımı hızlıca yudumlayıp iznini istedim.

Bana baktı. Kulağıma doğru eğildi. “Top sahasının kuru otlarını tutuşturup yangın çıkarmış benden sır tutmamı istemiştin. Sırrını açıklamamı istemiyorsan yine gelirsin. Dükkânın yolunu öğrendin. Bu kez kuru bir çay ile bırakmam.” diyerek uğurladı. 

Sokağın yukarısına doğru yürüyüp çocukluğumun anılarını hatırlamaya çalışsam da arkadaşımın az önce anlattığı trajedi aklımdan çıkmıyordu.

Hacının evinin panjurları kapalıydı. Bakımsız bahçesiyle terk edilmiş gibi görünüyordu. Küçükken bize kocaman görünen o erik ağacına durup bir kez daha baktım.

Sonra gökyüzünü fark ettim.

Şekilden şekle giren gizemli bulutları ile bir tek gökyüzü değişmemiş gibiydi.

Çocukluğumu aradığım o hüzünlü sokaklarda daha fazla kalamadım.

Adımlarımı hızlandırıp cinayet mahallinden uzaklaştım.

Mehmet Uhri

Karıncadan Tespih Böceğine

Mayıs 28th, 2021

k3

Pandemi notları: Mayıs 2021

Bir yılı aşkın süredir Covid-19 pandemisinin doğurduğu özel bir yaşam biçiminde yaşıyor ve giderek bu duruma alışıyoruz.

Gerçekte ise karınca yuvasını andıran kentlerimizde önceden tanımlanmış ve kurgulanmış yaşam biçimimiz içinde durumu pek de sorgulamadan yaşamaya alışmışken bir sabah kendimizi tespih böceğine dönüşmüş halde bulduk.

Üstelik herkes Gregor Samsa olunca kimse anormalliği fark edemeyip tehlike altındaki her canlı gibi yeni duruma elinden geldiğince uyum göstermeye çalışıyor.

Geldiğimiz noktada alıştığımız sosyal yaşamı unuttuk. Tespih böcekleri gibi tekil yaşıyor ve en ufak tehlike sezdiğimizde yusyuvarlak tespih tanesi gibi içimize kapanıp yuvarlanıp gidiyoruz.

Sorarlarsa; Hayatta kalmaya çabalıyoruz.

Hatırlayalım; Pandemiden önce karınca kolonisini andıran kentlerde kurum, yasa ve sözleşmeler ile tanımlanmış kimliklerimiz ve yaşam biçimlerimize tutunup “tabi” bireyler –sistemin uslu çocukları- olarak güven içinde iyi kötü kabullendiğimiz bir hayat yaşıyorduk. Üzerinde iyi kötü uzlaştığımız ortak değer ve kavramlarımız vardı.

Gerçi duruma itiraz edip “caz yapanlar” da olmuyor değildi. Ancak çoğunluk tanımlanmış sınırlar içinde kendini “özgür bireyler” olarak görmeyi sürdürüyordu.

Şairin dediği gibi “Her şey birden bire oldu” ve bir sabah farklı bir dünyaya uyandık.

Hayatta kalabilmek için karıncalar gibi yaşadığımız hayatlarımızı terk edip tespih böceğine dönüşüverdik.

k1İşbölümü, görev, yetki, dayanışma ve sorumlulukların katı kurallar ile tanımlandığı karınca kolonisini andıran kentlerde bir anda herkes birbirinde uzaklaşmaya ve içine kapanmaya başladı. Hastalığın bulaşıcılığının azaltılması için alınan idari önlemlerin de etkisi ile iyice yalnızlaşıp bir tespih böceği gibi içimize kapanıp yuvarlanmaya başladık.

Karıncalar gibi bir arada yaşamaya eğilimli dayanışmacı olmayı bırakıp kendi sert kabuğu içinde tekil ve içe dönük yaşamaya alışkın tespih böceğine dönüşüverdik. Bu şekilde hayatta kalabileceğimize inandık.

Yönetimlerin baskısı ve yönlendirmeleri ile de neredeyse herkes karıncadan tespih böceğine dönüşümü kabullenince anormalliği “yeni normal” olarak görüp sorgulamadan uyum göstermeye çabalar olduk.

Özene bezene dayayıp döşediğimiz uğruna ömür boyu çalışıp taksit ödemeyi göze aldığımız evlerin bir tür hapishaneye veya içine hapsolduğumuz kabuğa dönüştüğünü sessizce kabullendik.

Kendimizi ötekiler ile kıyaslayabileceğimiz sosyal ortamlar yasaklı hale gelince eskiden ayna karşısında zaman tükettiğimiz kılık kıyafetin de önemi kalmadı, nasıl göründüğümüzün de…

Markete gitmenin bile risk algısına dönüştüğü bir iklimde korkularımızla baş başa kaldık. Korktukça içimize kapandık.

k2Bugün çoğumuz tespih böceği gibi yuvarlanıp dışarıdaki fırtınanın geçmesini bekliyoruz. Gerçi her şeye karşın çalışmak, işe gitmek zorunda olanlarımız karınca gibi görünmeyi sürdürseler de içlerinde aynı tespih böceği ürkekliğini barındırıyorlar.

Pandemi hepimizi başka bir şey olmaya zorluyor.

Biyolojik yanıyla yeryüzüne tutunmaya çalışan insanoğlunun, kültürel yanıyla da tarih boyunca hikâye anlatan, söylem oluşturan yaşadıklarını paylaşarak sosyalleşen bir canlı olduğu gerçeği yavaş yavaş gözden kayboluyor.

Hâlbuki ne yaşıyor olursak olalım içimizdeki “kültürel insan” tüm sosyal baskı ve yönlendirmelere karşın biriktirdiği anıları eskileri ile harmanlayıp birbirine anlatan bu şekilde zamanı harmanlayarak kendi varlığını yeniden üreten bir canlı olma özelliğini koruyor olmalıydı.

Bizleri tespih böceğine dönüştürüp içimize kapanmaya zorlayan birbirimizden uzaklaştıranlar kültürel yanımızın körelmekte olduğunu, anlatacak hikâyesi olmayan birbirinin aynı günlere mahkûm etmiş olduklarının elbette farkındalar.

Tuttuğu takımın maçına gidemez, şampiyonluğunu birlikte kutlayamaz, evlilik, düğün ve hatta cenaze törenlerine bile yeterince katılamaz hale gelince kimsenin kimseye anlatacak öyküsü anısı kalmıyor. Okula gidemeyen çocuklar için de aynı durum geçerli.

Sosyal medya üzerinden yapılan anlatılar da sabun köpüğü gibi kısa sürede yitip anıya dönüşmedikçe zamanın içinde kaybolmuşluk hissi giderek yaygınlaşıyor.

Dahası, üzerinde uzlaştığımız kavramlar ve değerler de bu başkalaşımdan nasibini aldı. Neyin iyi neyin kötü olduğu bile tartışılır oldu. Ortalık yangın yerine dönmüşken kendimizi kurtarmayı yeterli görüyor kabuğumuzu açıp birilerine el uzatmaya bile cesaret edemiyoruz. Hastalığa yakalanma korkusu düğün, cenaze veya hasta ziyaretlerini korku unsuruna dönüştürürken eskinin toplumsal dayanışması, duyarlıkları birbirimize karşı körlüğe dönüştü.

Karıncadan tespih böceğine dönüşmek böyle bir şey dostlar.

Pandemi başlayalı neredeyse 1,5 yıl oluyor ve henüz kafamızı kaldırıp dışarıda olan bitene bakmaya cesaret edemiyoruz. Kabuğumuza çekilebildiğimiz kadarıyla etrafı kolaçan ediyor ve hayatta kalmaya, hastalanmamaya çabalıyoruz.

Dünya yine aynı dünya ancak bizler eskisi gibi değiliz.

Üstelik bu geldiğimiz noktadan geri dönüş de hiç kolay değil.

Kongreler, fuarlar, organizasyonların ve hatta her türlü alışverişin internet üzerinden yapılmasına bu kadar kolay alışabildiğimize göre bir araya gelmek için onca zahmete katlanmak yerine böyle devam etmesi kaçınılmaz görünüyor.

Sonuçta Proust’un “mekânda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, hikâyeleri ile zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış yer kaplayan varlıklar” olarak tanımladığı insan olmayı terk edip hep aynı güne uyanan ve anlatacak yeni hikâyesi olmayan canlılara dönüşüyoruz.

Böyle mi olmalıydı?

Zamanında karınca olmaya bile direnip itiraz edenlerimiz varken tespih böceği gibi içe dönük, bencil bir canlıya dönüşüyor olmayı nasıl bu kadar kolay içselleştirdiğimizi sorusunu sormakla işe başlayabiliriz.

Yani aynaya bakmalıyız.

Pandemi öncesindeki alışkınlığın verdiği konforla sorgulamadan kabullendiğimiz hayata farklı bir gözle bakıp ortak itiraz noktaları geliştirebilir, gelecekte birbirimize anlatacak hikâyeler barındıran daha dayanışmacı ve eşitlikçi bir insanlık hayaline tutunabiliriz.

Yoksa hayatta kalma uğruna karıncadan tespih böceğine, oradan da belki tahtakurusuna doğru yolculuğumuzu sessizce kabullenmiş olacağız.

Dahası, hikâyelerini yitirmiş canlılar olarak yeryüzüne tutunmayı yeterli görüp çocuklarımıza da bunu öğreteceğiz.

Birbirimize anlatacağımız hikâyeler tükenmeden bir şeyler yapmalıyız.

Mehmet Uhri

Lastik tamircisi

Nisan 17th, 2021

img_2280

İzmir’de yaşayan ve kısa süre önce ciddi bir kalp ameliyat geçiren abimin yanında olmak için arabamla İstanbul’dan yola çıkmaya hazırlanıyordum.

Şehrin yoğun trafiğine yakalanmamak için ya sabahın körü ya da öğlene doğru yola çıkmak gerektiğini bilen her İstanbullu gibi 11.00’ e doğru Bakırköy’den yola koyuldum. Navigasyon beklediğimden de yoğun trafik yüzünden boğazın altından geçen Avrasya tünelini işaret ediyordu.

Sahil yoluna çıkıp tünele doğru yöneldiğim sırada arabamın lastik uyarı ışığı yandı. Mecburen tünele girmeden sahil yolundan devam edip lastik tamircisi aramaya başladım. Yolculuğun daha başında böyle bir aksilik yaşanmasına üzüleyim mi sevineyim mi bilemiyordum.

Canım sıkılmıştı.

Yol üstündeki benzin istasyonları da lastik tamiri yapmıyordu. Sultanahmet sapağından içeri girip oralarda lastikçi aramam gerektiğini söylediler. İzmir diye başladığım yolculuk Sultanahmet’in dar sokakları ile devam ediyor, aradığım lastikçiye ulaşmamda navigasyonun da yardımı olmuyordu.

Yolda durup sorduğum bir adam ve daha sonra inip yol tarifi almak zorunda kaldığım bakkal dükkânı sayesinde zor da olsa lastik tamircisine ulaştım.

Tamirci dediğime bakmayın. Sultanahmet meydanına çıkan ana yolda önünden iki kez geçtiğim halde göremediğim hap kadar bir barakadan ibaretti. Tabelası bile yoktu. Yol kenarında ağaca asılı boyalı birkaç araba lastiği dikkatimi çekmese daha çok arardım.

Dükkânın önüne yanaştığımı gören ufak tefek ihtiyar lastikçi dışarı çıktı. İlerlemiş yaşını saklamayan ağarmış saçı ve sakalıyla yaklaşıp hızlıca dört lastiğe göz attı. Lastikçiye sol arka lastiğin arıza sinyali verdiğini söyledim. Cevap vermedi. Cebinden gözlüğünü çıkarıp lastiğe yöneldi. Bir şey görünmediğini havasının hafif inik olması dışında sorun görmediğini yine de kontrol etmek gerektiğini söyledi.

İzmir’e doğru yola çıktığımı gideceğim yolun uzun olduğunu ve daha yolun başında böyle bir aksilik yaşadığımı bir an önce gerekeni yapıp yola koyulmamı sağlaması için yardımını rica ettim.

Krikoyu yerleştirip lastiğin bijonlarını gevşetirken “İzmirli misin?” diye sordu. İzmirli olduğumu ancak İstanbul’da yaşadığımı söyledim. Kafasını kaldırmadan “Yolculuğu anladık da söyle bakalım gidiyor musun? Yoksa dönüyor musun?” diye sordu.

İçimden “çattık” diyor ve ne cevap vermem gerektiğini düşünüyordum.

O sırada içinde yolcusu da olan bir taksi yanaşıp inik lastiği için yardım istedi. Lastikçi benim lastiği bırakıp taksiye yöneldi.

İtiraz edecek oldum.

Sert biçimde elini kaldırıp. “Ticarinin her zaman önceliği vardır. Üstelik yolcusu da var bekleyeceksin.” Dedi.

Doğrusu; araba krikoda ve lastik çıkarılmış olmasa basıp gidip başka bir lastik tamircisi arayasım vardı.

Dışarının ayazından kurtulabilmek için lastikçinin derme çatma barakasına girip ısınmaya çalıştım. İçeride bir lastikçide görmeye alıştığım asgari cihazların dahi olmadığını fark edince doğru bir iş yapıyor muyum tedirginliği yaşamaya başladım. Dükkânda eski bir su dolu küvet ve bir kompresör dışında lastiği janttan ayırıp birleştirecek alet bile yoktu. Tüm bunları elindeki levye ile yaptığını taksinin lastiğini onarırken fark ettim.

Taksinin işi neyse ki uzun sürmedi. Bagajdan çıkan yedek lastiği birlikte yerine taktılar. Tamir görmesi gereken lastiği “sonra uğrar alırsın” diyerek taksiyi yolcu etti. Tüm bu süre içinde çok az konuştukları ama iyi anlaştıklarını fark ettim.

Arabamdan çıkardığı lastiği su dolu küvete doldurup hava basarak iyice şişirdiğinde lastiğe saplanmış küçük vidanın yerini bulunca yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Kafasını kaldırıp bana baktı ve “Sorduğum soruya cevap vermedin.” Dedi.

- İzmir’e abimin yanına gidiyorum. Ameliyat oldu. Yanında olmalıyım

- I ıh. Ben niye gidiyorsun diye sormadım. Çıktığın yolculuk senin için gidiş mi? Yoksa dönüş mü?

- Ne bileyim. Hiç düşünmedim.

- Düşün hele. Daha vaktimiz var.

Lastiğe saplanmış vidayı çıkardığı yere bir tornavida sapladı. Sonra lastiği janttan ayırmadan delik bölgeye dışarıdan yama yaparak onarıma girişti. Açıkçası yaptığı onarım biraz baştan savma görünüyordu. Neden lastiği çıkarıp onarmadığını sordum. O zaman balans ayarının bozulacağını lastiği çıkarırken işaretlediği biçimde yerine takarak balans gerektirmeden yola koyulabileceğim açıklamasını yaptı.

Yola koyulma telaşım giderek yolda lastik ile ilgili başka bir sorun yaşar mıyım telaşına dönüşüyordu.

img_2279

Yetmezmiş gibi kapının önünde duran diğer bir taksinin korna sesi ile bizimki elindeki işi bırakıp dışarı çıktı. Takside yolcu yoktu. Lastikçi kenarda bekleyen onarım görmüş lastiği arabanın yanına yuvarladı. Taksici ile birlikte taksinin sol ön lastiğini çıkarıp onarım görmüş olanı taktılar diğer lastiği bagaja yerleştirdiler.

Tüm bu süre içinde yine neredeyse hiç konuşmadılar.

Her iki taksicinin de lastikçiye ödeme yapmadan yola devam ettikleri gözümden kaçmamıştı. Taksilere özel indirim uygulanıp uygulanmadığını sordum. Alaysı bir gülümseme ile baktı.

- Ödemenin tamamını senden tahsil edeceğim. Taksicilerin hayır duasını alacaksın. Fena mı?

- Olur mu öyle şey?

- Sen soruya cevap ver. Çıktığın yol gidiş mi? Yoksa dönüş mü?

- Geri dönmek üzere İzmir’e doğup büyüdüğüm memlekete gidiyorum. Geri dönmem gerektiğine göre yine de gidiş olmalı.

- Emin misin?

- Yahu onar şu lastiği de trafik yoğunlaşmadan çıkayım şu İstanbul’dan…

Az önceki alaysı gülümseme yüzünde yine belirdi. Lastiği onarırken sessizce başında bekledim. Dışarı çıkıp arabanın başına geldiğimizde elimle dükkânı işaret edip “eski görünüyor. Kaç yıllık bu dükkân?” Diye sordum.

Anlattığına göre 7 yılı burada 39 yılı karşı kaldırımda olmak üzere 46 yıllık lastikçi dükkânında koca bir ömür geçirmişti. Samsunluydu. Delikanlılık yıllarında babasının balıkçı teknesinin bir kaza sonucu batması üzerine aile zor duruma düşmüş eve yük olmamak için yıllar önce askerlik için geldiği İstanbul’da kalmıştı. O zamanın Sultanahmet mahallesinde ustasının yanında çıraklıktan başladığı lastik tamirciliği ile hayata tutunmuştu.

- Geri dönmeyi hiç düşünmedin mi?

- Nasıl döneyim? Kimse kalmadı ki. Çocukluğum gençliğim ne varsa kayboldu gitti. Geride hiç bir şey kalmadı. İstesem de dönemem.

- İyi de burası Sultanahmet. Buralar da çok değişti. Evler yıkılıp otel oldu. İstanbullu kalmadı. Her yan turist doldu. Bu dükkân burada nasıl kalabildi?

- 7 yıl önce karşı kaldırımdaki 39 yıllık dükkânım bina ile birlikte yıkıldı. Taksiciler ve esnaf sağ olsun kömürlükten bozma bu derme çatma barakaya geçmemi sağladılar da tutunabildim. Babamın teknesinin battığı gibi içinde yaşadığım mahalle ayağımın altından kayboluyorken esnafın yardımıyla karaya oturmuş gibi oldum.

- O yüzden mi taksicilerden ücret almıyorsun.

Cevap vermedi. Yerine yerleştirdiği lastiğin bijonlarını iyice sıktı. Diğer lastiklerin bijonlarını ve lastik havalarını kontrol etti. Krikoyu indirip yola çıkabileceğimi söyledi.

İstediği ücret beklediğimin çok altında kalınca utandığımı hatırlıyorum. Teşekkür edip hakkını helal etmesini istedim. Kafasını kaldırıp yine o alaycı ifade ile yüzüme bakıp “Sen yine de sorduğum soruyu biraz daha düşün. Bak ben yıllardır ne gidebiliyorum ne de dönebiliyorum. Sen hiç olmazsa yola koyulmuşsun. Çıktığın yol nereye kadar gidiş veya nereden sonrası dönüş.” Dedi. Cevap vermemi beklemeden elini kaldırıp “Bana değil yolda kendine anlat. Hadi git şimdi selametle” diyerek uğurladı.

Sonuçta yola çıkışım bir saat gecikmiş ve bu durum şehrin trafiğinin daha da rahatlamasına yol açmıştı.

Navigasyon tüm bu gecikmeye karşın en başta gösterdiği varış saatinin sadece 15 dakika sapacağını işaret ediyordu.

Tüm telaşıma ve hissettiğim sıkıntıya karşın yolculuk ile ilgili pek bir şey değişmemiş lastikçi ve onunla olan muhabbet hiç yaşanmamış gibi yola koyulmuş olduğumu düşündüm.

Ama yine de bir şey olmuştu. Lastikçi yol boyunca kafamı kurcalayacak o soruyu da yükleyip beni yolcu etmişti.

Doğup büyüdüğüm mahalleye doğru yola çıkmıştım. Abim beni bekliyordu. Birkaç saat sonra ulaşacağım mahalle çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği mahalle değildi. Lastikçinin teknesi gibi ayağımın altından kaybolup gitmese de başka bir şeye dönüşmüştü.

Yine de gidiyordum.

İsmini bile bilmediğim bir lastikçinin sorusunu düşünmek istemesem de yol boyunca gelip durup aklıma takılıyordu.

Yola çıktığımda geri döneceğimden emin olduğum için İzmir’e gidiyordum. Şimdi ise bu yolcuğa zaman içindeki kendime doğru bir dönüş de eşlik ediyor gibi geliyordu. Dönüş diyemesem de ürküyordum.

Abim orada beni bekliyordu.

İyi de hangi abim?

Birlikte büyüdüğümüz oyunlar paylaştığımız o yaramaz çocuk mu? Yollar iller ayrıldıktan sonra uzaklaştığım koca adam mı? Yoksa hasta yatağında yatan ve giderek daha huysuz bir ihtiyara dönüşeceğinden endişe ettiğim abim mi?

Sanki bu arada ben hiç mi değişmemiştim?

O ihtiyar ufak tefek lastikçi bijonları iyi sıkmış ancak kafamın içinde bir şeylerin gevşemesine yol açmıştı.

Lastiğin hava kaçırması gibi düşüncelerin o gevşeyen yerlerden sızıp yol boyunca kafamı doldurmasına engel olamıyordum.

İzmir’e yaklaştığımda bile lastikçinin sorusu aklımdan çıkmamıştı.

Çalan telefonun sesi ile irkildim.

Arayan abimdi ve “geldin mi?” diye soruyordu.

Mehmet Uhri