VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI – 11
İÇİMİZDEKİ BOŞLUK
Büyük İskender’in Doğu seferine eşlik eden Amiral Nearchos’un İndus bölgesine dair tuttuğu notlarda şeker kamışı ve pamuk bitkisi ile ilk kez karşılaştığını anlıyoruz.
Nearchos “Bölgede iki ilginç bitki var. Biri arı olmadan şeker, diğeri de koyun olmadan yün yapıyor” şeklinde bir tarifte bulunuyor.
Bu etiketleme günümüzde pamuk için kullanılan baumwolle (baum-ağaç wolle-yün) ağaç yünü adlandırmasında da yaşamaya devam ediyor.
Nearchos örneğinde olduğu gibi, yabancı coğrafyalarda gözlenen yenilik ve yaşanılan deneyimleri önceki deneyim, kültür ve birikimler ile karşılaştırıp etiketleyerek anlatılabilir ve aktarılabilir kılmaya çalışıyoruz.
Bu durum gezginler için de geçerli görünüyor.
İlk kez tattığımız yeni bir lezzeti hafızamızdaki tatlarla yakınlaştırıp kendimizce etiketlemiyor muyuz?
Sonrasında da bu etiketler ile hatırlıyor, anlatıyor ve aktarıyoruz.
Göz önünde olanlar için iş kolay olsa da kendi kültürümüzde olup gidilen coğrafyalarda olmayanları fark edebilmek ise özel bir dikkat gerektiriyor.
Çünkü göz, olanı görüyor.
Olması gerekirken olmayanı fark etmek pek de alışkın olmadığımız başka bir algı dünyasından bakmayı gerektiriyor.
Öyleyse soralım; Vietnam, Kamboçya, Laos coğrafyasında ne yok?
Daha önce “sıfır” kavramını bizlerden farklı kullandıkları üzerinde durmuştuk. (Bkz. “Sıfırı Tüketmek”)
Benzer bir durum özellikle Vietnam coğrafyasında yaşayanlar için alkol tüketimi konusunda yaşanıyor.
Herhangi bir kültürel kısıtlama olmamasına rağmen alkol kullanımına pek heves edilmiyor.
Alkollü içecekler marketlerde fazla yer kaplamıyor ve üstelik olanlar da yüksek alkollü değil. Daha çok likör gibi düşük alkollü tatlı aromatik içkiler, şarap ve bira çeşitleri göze çarpıyor.
Sokaklarda içkiyi fazla kaçırıp “kelle” olmuş birilerine de pek rastlanmıyor.
Başlangıçta rastlantısal olduğunu düşünsem de şehirlerin eğlence mekanları ile ünlü caddelerinde bile körkütük sarhoş görmeyince insan garipsemeden duramıyor.
Gözlemlerimi desteklemek için hızlıca yaptığım araştırmada dünya sağlık örgütü ve OECD verilerinde gerçekten de bölge coğrafyası kişi başına alkol tüketiminde ülkeler bazında çok gerilerde.
Vietnam kişi başına alkol tüketimi konusunda ilk 100 ülke arasına bile giremiyor.
Kısaca bölge insanlarının alkollü içkilerle araları pek yok veya gerek duymuyorlar.
Dahası kişi başına antidepresan ilaç tüketiminde de çok gerideler.
Alın size bir kültürel ayrışma alanı.
Bu durum nasıl açıklanmalı?
Acaba alkollü içeceklere anladığımızdan farklı bakıp daha az tüketiyor olabilirler mi?
İlla bir açıklama gerekmese de bu durum bizleri anlamaya çalışmaktan alıkoymamalı diye düşünüyorum.
Alkol tüketimi konusundaki kültürel farklılığı anlayabilmek ise sanırım yine dönüp kendimize bakmayı gerektiriyor.
Sosyal içiciliği bir kenara bırakırsak; içinde doğup büyüdüğümüz kültürde alkol alışkanlığı biraz olsun kendinden uzaklaşıp içindekini özgür bırakma, farklı biri olma, felekten gün çalma hesabıyla sanki bir tür kendinden veya içinde bulunduğu “durumdan” uzaklaşmaya yönelik tüketiliyor şeklinde okunabilir.
Psikiyatristlerin egonun süperego baskısından geçici de olsa kurtulması dedikleri gibi bir durumdan söz ediyoruz.
Olmak istediğimiz ile hali hazırda içinde olduğumuz kişi veya hayal ettiğimiz hayat ve yaşadığımız hayat arasındaki giderek büyüyen boşluğun doğurduğu düşme hissi ve içine düşülmekte olan uçurumda tutunacak bir dal arayışı olarak alkol başta olmak üzere antidepresan ilaçlara sığınıyor olmamız akla uygun bir açıklama gibi görünüyor.
Vietnam, Kamboçya, Laos coğrafyasında ise insanların genel anlamda toplumla ve doğayla barışık haline bakıldığında kendi olamama veya yaşadığı hayatla ilgili bir sorunu olmayabileceği seziliyor.
Bölge insanlarının hayatlarını başkalarıyla rekabet etme veya bir mücadele gibi değil de doğala yakın haliyle mütevazı yaşıyor olmaları alkol ve benzeri arayışa pek gerek duyulmadığını düşündürüyor.
Kısaca, sigara tüketimi konusunda Batı toplumlarından pek farkları olmamalarına karşın bölgede alkollü içeceklere heves edilmiyor oluşu yaşam biçimleri ile ilişkili gibi duruyor.
Alkolün verdiği bir nebze kendinden ve ortamdan uzaklaşma hissine coğrafya insanlarının gereksinimi olmayabileceği iddialı bir çıkarsama olarak görülebilir.
Haklılık payı da yok değil.
Her korelasyon elbette bir nedensellik barındırmak zorunda değil.
Öznel yorum iddialı görünse de görünen veya görünmeyen gerçek; Vietnam’da dini veya kültürel kısıtlama olmamasına karşın insanların alkol ile aralarının olmadığı şeklinde.
Dahası bölgede yaşayanların onunla bununla rekabet etmek, başarılı olmak, üstlerinden onay beklemek gibi dertleri de yok.
Varsa da çok sınırlı.
Toplum ve hayat ile kurdukları ilişkinin doğallığı, rekabetçi olmak yerine kabullenici ve paylaşımcı olmalarını sağladığı gibi, kendileriyle kurdukları ilişkinin derinliği de bilgelik arayan o barışçı hallerini besliyor gibi görünüyor.
İmrenmemek elde değil.
Kendini tanıma, bilgeliğe ulaşma çabası gibi içeriye yönelik arayışları biraz da Budizm etkisiyle hep gündemlerinde tutuyorlar.
Bölge insanlarının kendinden uzaklaşmak, hatta kurtulmaya çabalamak yerine cesurca içerideki ile yüzleşme ve bilgeliği arama uğraşlarına yakından bakıldığında hayranlığınız daha da artıyor.
Kendileriyle yüzleşmekten korkmayıp bilgeliği arıyorlar.
Bilgelik arayışlarında da lotus bitkisi ve kaplumbağaları metafor olarak kullanıyorlar.
Nasıl mı?
Hanoi kentinde 11. Yüzyıldan kalma edebiyat tapınağı ile yine aynı kentte Hoan Kiem gölünü süsleyen Kalem kulesi (Thap But), Mürekkep hokkası (Dai NGhien), Yeşim Höyüğü (Ngoc San) Pagodası ve çevredeki yapıların pek çok önemli zat ve dini sembol dururken “bilgelik” adına yapılmış olması ne çok şey anlatıyor?
Kent merkezinde yer alan Hoan Kiem gölünün ismi geri dönen kılıç anlamına geliyor ve 14. Yüzyılda yapılan savaşların kazanılması için gölde yaşayan kaplumbağanın zamanında krala teslim ettiği sihirli kılıcın savaşın kazanılmasından sonra yine bir kaplumbağa tarafından gölün derinliklerine götürülmesine dair mitolojik öyküye dayanıyor.
Gölün kutsallığı ve gölde yaşayan kaplumbağaların bilgeliği 19. Yüzyılda yapılan tapınak ve yapılarla tescilleniyor.
Ngoc Son pagodasına giden köprülü yolun solunda ucu divit şeklinde kalemi andıran 28 metre yüksekliğinde kalem kulesi görülüyor.
Kulenin üzerinde Çince harflerle “Gökyüzüne yaz” ifadesi yer alıyor.
Kule tabelasında ise “Atalarımız çok eski çağlardan beri ancak gökyüzüne yazıyla ifade edilebilecek olağanüstü rüyalar gördü. Ancak üzerinde duracak sağlam bir zemin olduğunda hiçbiri mantıksız görünmüyor” yazıyor.
Rüyaların diliyle düşünüp, rüyaların diliyle yazmalıyız diyerek dilin sınırlarına hapsolmuş düşünce dünyamız için çıkış yolu gösteren James Joyce’ dan neredeyse bin yıl önce aynı yolu işaret eden bir yapıyla karşılaşıp şaşırmamak elde değil.
Kuleden pagodaya doğru ilerlerken geçilen ikinci kapıda ise üç kurbağa figürünün üzerine oturmuş mürekkep hokkası da cabası.
Üstelik kapının üzerinde Çinli ozan Nguyen Van Sieu’nun (1799 – 1872) Çin harfleriyle yazılmış “Enerjiyi içinize çekin ve içinizdeki boşluğu öğütün” sözleriyle biten şiiri yer alıyor.
“İçinizdeki boşluğu öğütün…”
Gel de Oğuz Atay’ı ve tutunmamayı seçip içindeki boşlukla yüzleşmekten korkmayan Selim Işık karakterini hatırlama. (Bu satırları kaleme alanın güvenlik ve konfor alanında kalmaya çabalayan Turgut Özben’e benzemeye başladığını hissediyor olması da ayrı bir sıkıntı. Yardım et, Olric.)
Rivayet o ki; kameri ayların ilk günü güneş doğarken kalem kulesindeki divitin gölgesi mürekkep hokkasına düşmekte ve gökyüzüne yazı için hazırlık başlamaktadır.
Ngoc Son pagodasında ise gölden çıkan ve kurutulup saklanan iki adet devasa kaplumbağa yanı sıra Budizm’in farklı tonlarının simgeleri yer alıyor.
Gölün yüzeyini kaplayan lotus bitkileri ile süslenmiş tüm bu kompleks, içinde olduğu doğa ile birlikte ziyaretçilerine bilgece bir kutsallık, estetik ve barış iklimi hissettiriyor.
Ngoc Son pagodası ve çevre yapılara sinmiş bilgeliğin o sessiz esintisini içinize çekip şehrin diğer yanına geçildiğinde 11. Yüzyıldan kalma Van Mieu edebiyat tapınağı ile bilgeliğe giden yolun nasıl oluşturulduğu görülüyor.
O yıllarda roman henüz doğmamıştı.
Edebiyat ise destan gibi anlatıların yanına eklemlenen şiir ve dramalardan oluşuyordu.
Tapınağa adını veren edebiyat sözcüğü ise bugün “Bilgeliğe giden yolda düşünce aktarımı” şeklinde tarif ediliyor.
Bu aktarımı en iyi biçimde yapabilen tapınak müdavimlerinin isimleri devasa kaplumbağaların sırtlarına asılı taş levhalara yazılarak kalıcı hale getiriliyor.
İyi de bilgelik neden başka bir figür değil de kaplumbağa ile simgeleniyor?
Bugün artık biliyoruz ancak insanlık o yıllarda bilmese de seziyordu.
Kaplumbağalar içlerinde kendi pusulaları olan canlılar ve bu nedenle yollarını yönlerini şaşırmıyorlar.
Özellikle deniz kaplumbağaları tüm dünya denizlerini kat edip hedeflerine ulaşabiliyorlar.
Eh… Bilgelik için öncelikle ne gerekiyor?
Şartlar ne olursa olsun aradığının ne olduğunu ve nerede bulacağını bilmek.
Yolunu, yönünü şaşırmamak.
Kaplumbağa gibi olabilen, bilgelik yolunda yönünü şaşırmadan ilerleyebilen ve başarıya ulaşanlar edebiyat tapınağında kaplumbağaların sırtlarına isimleri kazınarak onurlandırılıyor.
Tüm bu tapınakları yine sessiz bir bilgelikle süsleyen Lotus bitkisi de kaplumbağa kadar simgesel önem taşıyor.
Bildiğimiz nilüfer bitkisinin tropik iklimde yetişen akrabası olarak tanımlayabileceğimiz Lotus bitkisi, çamurlu zeminde kök salıyor, sıcaklık ve ışık ile beslenip suyun içinden çıkan gösterişli ve farklı renkleri olabilen çiçeklere sahip.
Yaprak ve çiçeklerinin nanometrik çıkıntıları sayesinde üzerinde su dahil hiçbir şey barındırmadığı için çamurdan da etkilenmiyorlar.
Yağmurlar ile yıkanıp her zaman temiz ve kuru kalabiliyor.
Bu haliyle sosyal ortamda pek çok kirlilikle karşılaşılsa bile temiz kalmayı başaran, kendini bilen insanlar için simge bitki olarak kabul görüyor.
Dahası karanlıklardan ışık ile su yüzüne çıkan görkemli çiçekleri ile yeniden doğuşun, aydınlanmanın da simgesi olarak kabul ediliyor.
Kök, tohum ve yapraklarının yenebilir olması, çiçeklerinin kurutulup çay gibi içiliyor olması da cabası.
Vietnam Kamboçya Laos coğrafyasında yaşayanlar şartlar ne olursa olsun bir lotus çiçeği gibi karanlıklardan aydınlığa yönelmeyi ve “kirlenmeden” kalmayı da amaç edinmiş gibi görünüyorlar.
Onca kalabalık ve trafiğin keşmekeşine rağmen birlikte ortak bir bütünün parçası olarak yaşadıklarının farkındalar.
İçinde yetiştiğimiz ve farkında olmadan içselleştirdiğimiz rekabetçi ve başarı kovalayan anlayışa oralarda pek rastlanmıyor.
Kendini bilme arayışındaki bölge insanı “öteki” aramıyor veya “öteki” ile uğraşmıyor.
En az bin yıldır kendilerini arıyor ve bilgeliği önceliyorlar.
Alkole sığınıp kendinden uzaklaşmak yerine cesaretle içerideki boşluğa bakıp bilgeliği arıyorlar.
Üstelik bu arayış onları tembel veya hedonist de yapmıyor.
Başarı yine ödüllendiriliyor. Kaplumbağa sırtlarındaki isimler yine var.
Ancak başkalarının onayını veya takdirini aldıkları için değil, bilgeliği arayanlara yol gösterdikleri, kendini arayanlara pusula olabildikleri için onurlandırılıyorlar.
Dahası, olanca doğallığı ile yaşadıkları hayatın propagandasını yapma gereği bile duymuyorlar.
Batı modernitesi gözüyle bölge coğrafyasına ve insanına bakınca içinde yetiştiğim kültürün ilk düğmeyi yanlış iliklediği ve bir türlü bu durumu kabule yanaşmadığını düşünmeden edemiyorum.
Mehmet Uhri