“Ne de olsa suyun beri yanındanız. Elbet yine karşılaşırız” dedi. Ayağa kalkıp afacan torununu yanına çağırdı. El ele tutuşup kahvehaneden çıktılar. Az ötede bekleyen arabaya binip gözden kayboldular. Sormak istediğim pek çok deli soruyla şaşkınlık içinde arkalarından bakakaldım.
Diğer günlerden çok da farklı olmayan sıradan bir güne uyanmış öğlene doğru yürüyüşe çıkmıştım. Güneşli ancak hayli soğuk o kış günü izmir Çakalburnu dalyanının kum midyecileri her zamanki gibi iş başındaydı.
Boynuna kadar suyun içine girip kürekle çıkardıkları kumu elekten geçiriyor Kidonya denilen kum midyesi topluyorlardı. Bir süre sahilde durup midyecileri izledim.
Sayıca çok olsalar da midyeciler birbirinden uzak duruyor kimse kimsenin kumunu eşelediği yere yaklaşmıyordu. Çocukluğumdan beri hep orada denizin içindeydiler.
Bir zamanlar tekneyle denize açılıp bıraktıkları ağı sahile çeken balıkçılar da vardı. Denizin bereketi kaçtığından beri ağ balıkçıları çoktandır görünmüyor olsa da kum midyecileri hep orada, denizin içindeydiler.
Dedim ya; sıradan bir gündü. Kum midyecilerini izliyordum. Onlar ise kıyıdakilerle ilgilenmiyor arada kendi aralarında şakalaşıp karıncalar gibi çalışıyorlardı.
Yaşlıca midyecinin topladıklarını bırakıp yeni çuval almak için sahile yaklaşmasını fırsat bilip yanına yürüdüm. Kafası önündeydi. Selamımı bile zor aldı. Denizin içindekilerden biri “Cemil baba” diye seslenince ismini öğrenmiş oldum. Sudan çıkınca ağırlaşan ağzına kadar dolu midye çuvalını eşyalarının yanına taşımasına yardım ettim. “Sağ olasın” dedi. Havanın ayazına suyun soğuğuna aldırmadan çıplak nasırlı elleriyle çalışmakta olması dikkatimi çekmişti.
Nereli olduğunu ve kaç yıldır bu işi yaptığını sordum. Neredeyse otuz yıldır dalyanın kumunu eşelediğini aslen Diyarbakırlı olduğunu söyledi. Başlangıçta çekinse de sonradan beni zararsız bulmuş olmalı ki konuşmaya başladı. Yetişkin iki oğlu ile birlikte topladığı midyeleri kilosu 6 liradan satıp ev geçindirmeye çalıştıklarını anlattı. Yüzünde yorgun ve kederli bir ifade vardı. Kafasını kaldırıp gözümün içine baktı ve “Zamanında devlet zoruyla toprağımızdan uzaklaştırsalar da yaşayacağımız ömür varmış. Burayı yurt edindik. Denizin altındaki toprak ile geçinmeye çalışıyoruz.” Dedi.
O sırada yanımıza gelen 4-5 yaşlarındaki afacan görünümlü oğlan çocuğu çuvaldaki midyelere eğilip dikkatlice baktı. Cemil baba midyelerden birini çocuğun eline bıraktı. Çocuk heyecanla az ötedeki iyi giyimli gri paltolu yaşlı adama dönüp heyecanla “Dede bak” diyerek elindeki midyeyi gösterdi. Dede ağır adımlarla yaklaşırken çocuk merakla “Amca bu nedir? Neden çıkarıyorsunuz denizden?” diye sorular sormaya başladı. Midyeci hafiften gülümseyerek bir midye de kendi eline aldı;
- Bunun adı kum midyesi. Kumun içinde yaşar. Büyür olgunlaşır bizler de toplarız. Yemek oluyor bundan.
- Ama bu yenmez ki. Çok sert.
Hepimiz gülümsedik. Midyeci cebinden çıkardığı çakısıyla açtığı başka bir midyeyi gösterip “Dışı canlı değil, sert bir kabuktan ibaret ancak içi canlı. İçi yeniyor.” Diye yanıt verdi. Çocuğun şaşkınlığı daha da artmıştı.
- Nasıl yani meyve gibi mi? Kabuğunu soyup mu yiyorsunuz?
- Yok, biz yemiyoruz. Ama haklısın. Meyve gibi kabuğu ile pişse de içini yiyorlar.
- O zaman kabuk midyenin evi mi oluyor?
- Eh biraz öyle oluyor.
- O zaman içi midye dışı kabuk olmuyor mu?
- Yok, hepsi midye oluyor. Kabuksuz olamıyor.
Midyecinin söyledikleri çocuğu pek ikna etmemiş gibi duruyordu. Bir süre elindeki midyeye dikkatlice baktı. Dedesi torununun sol şakağının üstünde hep dik duran saçı eliyle okşayarak yatırmaya çalıştı. Ufaklık dedesine bakıp “Dedecim iyi de midye bunu biliyor mu?” diye sordu.
- Neyi biliyor mu?
- Biz hepsine midye diyoruz ama kabuk canlı değilse içinde yaşayan sadece kendini midye olarak görüyor olabilir mi?
Cemil reisle birlikte gülmeye başladık dede ise “ Yine anlamadım” diyerek torundan açıklama bekledi. Torun dedesinin anlamamasından sıkıldığını oflayıp puflayarak belli ettikten sonra “Hani geçen gün yolda kaplumbağa bulmuş ezilmesin diye kenara koymuştuk. O zaman kabuğunun içinde yaşadığını evini sırtında gezdirdiğini anlatmıştın. Midye de kabuğunun içinde evi ile birlikte yaşadığını düşünüyor olamaz mı?” diye yanıt verince hep birlikte bir daha güldük. Dede “Haklısın biz hepsine midye diyoruz ama o kendini nasıl tanımlıyorsa doğrusu o olmalı” dedi.
Bu sözler üzerine Cemil reis kenarda duran giysilerine ellerini kuruladıktan sonra ufaklığın kafasını okşadı. “Keşke herkes senin gibi düşünse” dedi. Torun ise elindeki midyeyi Cemil reise uzatıp “bunu ne yapayım?” diye sordu.
- Sen ne yapmak istiyorsun?
- Ölmesin?
- Denize at o zaman.
Ufaklık elindeki midyeyi denize atarken Cemil reis kendisine seslenen midyecilere geliyorum dercesine eliyle işaret yaptı. Küreğini eleğini torbasını alıp tekrar denizin içine doğru ilerledi.
Rüzgârın durması ile yükselen öğle güneşi ısıtmaya başlamıştı.
Dedenin yanına gidip “Keşke dünyaya hep çocukların algı dünyasından bakabilsek” diyerek birlikte yürümeyi teklif ettim. İtiraz etmedi. İnciraltı yönünde yürümeye başladık.
Yürüyüş sırasında torun hep birkaç adım ötemizde ellerini kollarını sallayarak ve arada sıçrayarak yürüyordu. Önce dede tarafından hızlıca sorguya çekildim. Kim olduğum, kimlerden olduğum, köken ve ne iş yaptığıma kadar yanıtladım. Birkaç ortak tanıdık da çıktı. Soru sorma sırası bana geldiğine dedenin emekli akademisyen olmasının yanı sıra kitap çevirileri de yaptığını öğrendim.
Arada soluklanmak için durduğunda torun yanımıza geldi dedesi de ona denizin kumunun içinde yetişen midyeleri anlattı. Midyelerin kumda yaşadıklarını, büyüyüp olgunlaşınca öldüklerini geriye sahildeki kabukların kaldığını, az önceki amcaların o midyeleri ölmeden önce kumdan çıkarıp sattıklarını, yabancı ülkelere gönderilip yemek yapıldığını anlattı. Torun kumun içindeki midyelerin neden bitmediğini sorunca “Kum, midyesiz, midye de kumsuz olmaz, ne kadar toplasalar da eleğin deliğinden kaçıp büyümeyi bekleyen midyeler hep olacaktır” diye yanıt verdi.
Torun tekrar sıçrayarak yürümeye başlayınca ardından yürümeye devam ettik. Adımlarımı bey efendinin adımlarına uydurmaya dikkat ediyordum. Dalyanın ağzındaki ilk köprünün üstüne durup tekrar soluklandı. Denize ve midye toplayanlara baktık. Arkada tüm heybetiyle Karşıyaka ve İzmir’in siluetini değiştiren gökdelenler dikkati çekiyordu. Elimle denizdeki midye toplayıcıları işaret edip;
- Torununuzun gözüyle bakınca Cemil reis ve onun gibiler de midyeye benzemiyor mu?
- Benziyor mu?
- Hem de nasıl. Midyeler gibi sırf midye oldukları için yaşadıkları topraktan çıkarılmışlar evlerini yitirmişler. Kimse farkında olmasa da burada birbirlerine tutunmaya çabalayıp sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Ne oralılar ne de buralı. Üstelik torununuzun vurguladığı gibi kimse onlara ne olduklarını sormuyor. Üzerlerindeki etnik, dini veya benzeri etiketlerin altında ne olduğunu bilmiyor veya umursamıyoruz. Ancak ne yapılırsa yapılsın kum midyeleri gibi sayıları da hiç eksilmiyor.
- Doğru söylüyorsunuz. Kendimi bildim bileli bu bölgede midye ve midyeciler hep var.
- Sizin gibi ilgili bir dedesi olduğu için torununuzun şanslı olduğunu düşünüyorum.
- Dışarıdan öyle göründüğünde bakmayın. Annesinin yetişmesinden büyük oranda ben sorumluyum. Kızım, sorumluluk sahibi çalışkan ve dirayetli olmanın üzerine iyi bir eğitim de alınca olanlar oldu. Uzunca bir süredir büyük bir holdingin yöneticiliğini yapıyor. Şirket ile yöneticiler arasındaki ve şirket ile toplum arasındaki ilişkileri yönetiyor. İşinde çok başarılı. Ancak gel gör ki çocuğuyla iletişim kurmakta zorlanıyor. Yetiştirme tarzımdan dolayı bu durumun sorumlusu olarak kendimi görüyorum. Her şeyi aklıyla yönetmesi gerektiğini ona ben öğrettim. Doğrusunun bu olduğunu düşünüyordum. Yanıldığımı çok geç anladım. Burada bulunmamız biraz günah çıkarma biraz da torunun ilgi eksikliğini gidermek. Gerçi seneye okula başlayınca ne yazık ki annesi onu da kendine benzetecek. Az önceki algı dünyasından geriye bir şey kalmayacak diye ürküyorum. Yani kabuğa aldanmamak gerek. Fırtına içerde kopuyor.
- Oğluyla iletişim kurmada zorlanmasını anlamadım. Bildiği işi yapmıyor mu?
- Dedim ya kabuğa bakınca öyle görünüyor. Şirket içi iletişimi yönetiyor olmak duygularını geriye itip aklınla yönetmeyi gerektirir. Bu konuda başarılı olmak evde işe yaramıyor. Duygu içermeyen iletişimi eve taşımaya kalkınca iş çıkmaza giriyor. Küçücük çocuğa kızıp duruyor. Çocuk da annesinden korkuyor. Başarısızlığı kabul edemediği için evdeki sorunun kendinden kaynaklandığını da kızıma kabul ettiremedim.
- Nasıl yani? Nerede anlaşamıyorlar?
- Söz gelimi; Torunum kötülüğün gerçekten var olduğuna, kötü insanlar olduğuna inanmıyor. Annesi ise aklınca onu korumak uğruna kötülüğün olduğuna inandırmak için çırpınıyor. Bu konu için bile kavga edebiliyorlar.
- Neden böyle?
- Sanırım dev şirketlerde yöneticilik böyle olmayı gerektiriyor. Kendi kimliğini şirkete emanet edip kendini unutuveriyorsun. Sonra bir gün çocuğun sana “anne neden sen sensin de ben değilim?” diye sorarak kendini hatırlatıyor ne cevap vereceğini bilemeyip “Öyle soru mu olur?” diyerek şirket çalışanını azarlar gibi çocuğunu azarlıyorsun.
- Yani?
- Yani az önce dediğin gibi herkes biraz midyeye benziyor. Ne içerdeki dışarıyı biliyor ne de dışarıdakiler içerde ne olduğunu. Öyle bir hayat bu içinde olduğumuz…
Bu sözlerden sonra paltosunun cebinden çıkardığı küçük deftere büyük harflerle “HERKES BİRAZ MİDYE” yazdı. Defteri tekrar cebine koydu.
Bir süre sessizce yürümeyi sürdürdük. İnciraltı görünmüştü. Bir yorgunluk kahvesi ikram etmeyi önerdim. İtiraz etmedi. Öğrencilerin daha çok takıldığı büyücek kahvehaneye yönelince sesimi çıkarmadım. Garsonu ismiyle çağırınca kahvehanenin müdavimlerinden olduğunu anladım. Kahvehane sakindi. Bir iki masada okey oynayan üniversiteli delikanlılar dışında kimse yoktu. Torun önümüzdeki oyun parkına yönelince parkı görebileceğimiz kenar bir masaya iliştik.
Kahvelerimizi beklerken çevirmenliğe nasıl başladığını sordum. Önce cevap vermek istemedi. Bu kez “Kendiniz bir şeyler yazmayı denemediniz mi?” diye üsteledim. Gülümsedi. “Siz de torunum gibi zor sorular soruyorsunuz” dedi. Sonra anlatmaya başladı;
- Elbette yazar olmak istedim. Okunur ilgi çeker umuduyla yazmayı denedim. Ancak büyük yazar ve ozanları okuyunca hedeften ne denli uzakta olduğumu anladım. İnsanın yeteneksiz olduğunu kabul etmesi hiç kolay değil. Uzun süre kendimle kavga edip durdum. Sonra bir gün Behçet Necatigil’in kendi yazarlık sürecini anlattığı metin geçti elime.
- Ne yazmıştı Necatigil?
- Yazarlığın ilk aşaması gurbete çıkmaktır, diyordu. Köklerini geride bırakıp bilmediğin bir dereye atlama ve suyun üstünde kalma, ardına bakmama çabası gibi bir şeyler yazmıştı. İkinci aşama hasret aşamasıydı. Derede yüzmeyi başarmış gurbeti ardında bırakmıştın ama ulaşmak istediğin kıyılar çok uzaktaydı. O büyük yazarların eserlerine benzer bir şeyler üretmek için alınacak yol hasretlik bir süreçti. Üçüncü aşama ise hikmet aşamasıydı çok az kişi ulaşabiliyor ve o büyük edebiyat insanlarının arasına katılabiliyordu. Necatigil kendini gurbet ile hasret arasında konumlandırmıştı.
- Çok anlamlıymış. Peki, siz kendinizi nereye konumlandırdınız?
- Ben gurbete çıkmayı düşleyen ancak suya atlamaya korkup derenin beri yakasında kalanlardandım. Hasreti görememiş, hasret aşamasındakilerin hissettiklerine dahi ulaşamamıştım. Hikmeti hiç sorma…
Kahveci Ali kahveleri servis ederken sessizce bekledi. Kahvelerimizi yudumlarken dayanamayıp “Peki ya çevirmenlik? O nasıl oldu?” diye sordum. Torununu hızlıca kontrol ettikten sonra bana döndü;
- Bir karar vermem gerekiyordu. Gurbete çıkamayacak kadar korkak olsam da hikmete ulaşanların yazdıkları orada duruyordu. Benim gibi korkaklar için o büyük eserleri gücüm yettiğince dilimize çevirmeye karar verdim. Derenin bu kıyısında olup içine atlamaya cesaret edemeyen benim gibiler için öte yakaya köprü olmak istedim. Bu da böyle bir hayat oldu.
- Memnun musunuz?
- Elimden gelenin en iyisi bu diye düşünüyorum. Çevirmenlik mütevazı olmayı gerektiriyor. Bilirsin, birden fazla çevirisi yoksa kitabı kimin çevirdiği genellikle pek dikkat çekmez. Hâlbuki çeviri, bir dilden başka bir dile ve bir kültürden başka bir kültüre yolculuktur. Hiç kolay değildir. Suyun beri yanında olsam da nihayetinde çevirmen, hikmete ulaşmış o büyük edebiyatçıları okuyucu ile buluşturan mütevazı bir köprüdür diye düşündüm. “Hiç yoktan iyidir” diyerek çevirmenlikte karar kıldım. Bu bana iyi geldi.
Başını önüne eğdi. Bir süre öylece kaldı. Sonra torununu hatırlayıp hızlıca oyun parkına baktı. Kaydıraktan kaymakta olan torun ise yüksek sesle bir şarkı mırıldanıyordu.
Kahveci Ali boşalan fincanları almak için yanımıza geldiğinde bizimki eliyle denizin içinde midye toplayanları işaret edip sordu;
- Söyle bakalım Ali?
- Buyurun hocam.
- Sen neden buradasın da orada denizin içinde değilsin?
- Bilmem. Hiç düşünmedim.
- Bir düşün hele
- Nasıl orada olabilirim ki? Onların hepsi Kürt. Ben ise Bartınlıyım. Ne onlar beni aralarına alır ne de ben onlardan haz ederim. Olmaz yani.
- İyi de sonuçta hepimiz İzmirli değil miyiz? Aynı şehrin havasını soluyup ekmeğini yemiyor muyuz?
- Hocam doğru söylüyorsun ama şehir bana da onlara da çok uzak. Dip dibe olsak da ne şehrin umurundayız ne de birbirimizin. Geçim ve yaşam derdi yüzünden gözümüz şehri görmüyor.
- Yani?
- Yani onlar orada, ben burada, şehir hepsinden ötede. Böyle iyi işte. Arada siz böyle sorular sorup kafamı karıştırmasanız daha iyi olacak ama neyse.
Kahveler için teşekkür ettik. Ali yanımızdan uzaklaştıktan sonra “Gördün mü?” dedi. Hazırlıksız yakalanmıştım. “Neyi görmem gerekiyordu?” diyerek yanıt verdim.
- Yaşanılan şehir kültürler arasında köprü olamayınca bir arada olmak hiçbir işe yaramıyor. Hatta daha da beter, korku ve düşmanlıkları besliyor. Bunlara da şehrin çevirmenlik yapması, köprüler kurması gerekiyor ama kimsenin umurunda değil.
- Az önce anlattığınız dereden farklı bir sudan söz ediyoruz sanırım.
- Dere aynı dere. Bizler doğup büyüdüğümüz kültürünü aldığımız kıyıdan öte kıyıya bakıp bulabildiğimiz köprü ile öteye geçmeye çabalıyoruz. Ancak bir şekilde dereye düşüp sürüklenmekte olanları görmüyoruz. Onlar iki yakadan birine ulaşabilmek için çırpınırken derenin başı ile sonu arasında da sürükleniyorlar.
- Nasıl? Anlamadım.
- Anlaşılmayacak bir şey yok. “İki arada bir derede” diye deyim vardır ya işte öyle. İki kıyı arasında olmak ve bir de derenin akıntısı nedeniyle başı ve sonu arasında sürüklenmek. Bir şekilde köklerini yitirip dereye düştüysen iki arada bir deredesin. Kendini suyun üstünde tutabilsen de yapabileceğin en fazla boğulmasın diye gücün yettiğince yakınındakine omuz vermek olabiliyor. Midyeci de olsan, kahveci de olsan durum değişmiyor.
- Peki ya bizler?
- Suyun beri yanında olmanın konforuyla şehrin sahipleriymişiz gibi ona buna ahkâm kesip kimin ne olduğuna veya ne olmadığına karar verme, etiket yapıştırma hakkını kendimizde görecek kadar küstahlaşabiliyoruz. Üstelik bunun farkında bile değiliz.
Bu sözleri söylerken sesi hafiften öfkeli çıkmıştı. Masadaki su bardağına uzanıp bir yudum içip bıraktı. Cebinden çıkardığı not defterine yine büyük harflerle “ŞEHİR BANA UZAK- KAHVECİ ALİ” yazdı ve tekrar cebine koydu. Torun ise bulduğu oyun arkadaşı ile parkta oynamayı sürdürüyordu.
Az sonra dedenin telefonu çaldı. Arayan kızıydı. Kısa bir görüşmeden sonra telefonu kapadı. Bana dönüp “Bugün sayenizde dolu bir gün geçirdim. Bunun için müteşekkirim. Ancak size daha fazla eşlik edemeyeceğim. Kızım şoförünü gönderip birazdan bizi aldıracak. Dilerseniz sizi de uygun bir yere bırakabiliriz” dedi. “Asıl ben teşekkür ediyorum. Suyun kenarında bir süre daha kalmayı seçiyorum.” Diye yanıt verdim. Hınzırca gülümseyerek “Dikkat et düşmeyesin” dedi.
Hesabı ödemek için kahveciye işaret etmek isteyince davetli olduğunu hatırlattım. Gülümserken yüzü aydınlandı. “Bir sonraki benden olsun. Ne de olsa suyun beri yanındanız. Elbet yine karşılaşırız” dedi.
Ayağa kalkıp torununa seslendi. El ele tutuşup kahvehaneden çıktılar. Az ötede bekleyen arabaya binip uzaklaştılar.
Sormak istediğim pek çok deli soruyla şaşkınlık içinde arkalarından bakakaldım.
Bu da öyle bir gündü.
Mehmet Uhri
Bir arada yan yana yaşayanların birbirlerine karışmamalarının yeterli olmadığını,Birlikte yaşam kalitesinin yükseltilmesi için komşusunun yanınrdakinin huzurlu yaşamasından da sorumluluk duyması gerektiğini,böylelikle Gerçek manada toplumsal huzurun oluşacağını anladım.
Uhri hocam,
Bu gece Club House’da Defne hanımın okumasını kaçırdım ama yazınızı okudum. Hep yazdığınız gibi çok akıcı ve hep olumlu düşünmeye sevk eden mesaj içerikli hikayeler. Elinize gönlünüze sağlık.
İnsanoğlu özünde insan. Birbirimizden farklı olduğumuzu düşünmüyorum. Ancak birilerinin çıkarları şöyle ayrışmamızı, başka birinin çıkarı böyle ayrışılması gerektiğini söyleyip uygulatarak dünyamız halkları bugüne ulaştı. İnşaallah çıkarımız gereği ortak bir ilkede buluşup kaynaşırız. Güzel eğitilmiş bireyler ile güzel yönetilen bir ülkeye kavuşmak dileğiyle.
Saygılarımla
Selma Ertuna