VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI-5

yuz2

YÜZLEŞME

Vietnam, Kamboçya, Laos’un yer aldığı yarımada tarih boyunca Batıda binlerce yıllık Hint uygarlığı ve Hinduizm, Doğuda ise çok daha eski Çin uygarlığı, Konfüçyanizm ve Taoculuk arasında kalıyor.

Öyle arada kalmış bir coğrafya ki, kaçacak yer yok.

Üstelik iki baskın kültür de toplumsal kast sistemini, köleliği ve görev bilincini dayatıyor.

Kısaca hangi kast sistemi içine doğulmuşsa o kast sistemine boyun eğilip ona uygun yaşanılması bekleniyor.

Vietnam, Kamboçya, Laos ve Tayland ile birlikte bölge coğrafyası ise tüm bu baskın kültürlere rağmen tarih boyunca kendi olmanın ve kendi kalmanın savaşını veriyor.

Bulundukları coğrafyayı terk etmiyor, kültürel dayatma ve asimilasyona da boyun eğmiyorlar.

Zamanında Çin ve Hint uygarlığına nasıl direnç gösterdilerse geçtiğimiz yüzyılda da Fransa, Japonya ve ABD’ne direniyorlar.

Direniyor ve yenilmiyorlar.

Yenilmemeyi ortak bir itirazda buluşup direnişi kitleselleştirerek başarıyorlar.

Dinlere karşı veya dinsiz de değiller.

Konfüçyanizm ve Hinduizm’i bırakıp Budizm gibi kula kulluğu reddeden ve insanı kutsallaştıran yeni bir inanışa tutunuyorlar.

Dahası kendi olabilmenin yolunun birlikte direnmek, birlik olmaktan geçtiğinin de farkındalar.

Üstelik bu direnişi eşitlik veya aynılık gibi dayatmalardan uzak durarak gerçekleştiriyorlar.

Birbiriyle gereksiz hırlaşmak dalaşmak yerine ortak itiraz noktalarına tutunuyor sosyal ortamlarda geçici de olsa sessiz bir denkliği paylaşıyorlar.

O geçici denklik sofralarında görünür hale geliyor.

Bölge coğrafyasında hangi sofraya oturursanız oturun sokak satıcılarında bile sofra paylaşılıyor. Dahası, yemek büyük bir kapta sofranın ortasına bırakılıyor. Yemek de sofra gibi paylaşılıyor.

Servisi kendiniz yapıyor hakkınız kadar almaya özen gösteriyorsunuz.

Yatılı okul yemekhanesinden hallice diyebileceğimiz bu durum onların birlikte yaşama kültürlerinin önemli bir parçası hatta normali gibi duruyor.

Öyle ki, bunu kum havuzunda oyuncaklarını paylaşıp barış içinde oynayan çocuklar gibi içtenlik ve doğallıkla yapıyorlar.

Göründüğü kadarıyla hayatı da böyle hakkaniyetle paylaşarak, olabildiğince kimseyi incitmeden, barışçıl yaşıyorlar.

Bireyi yücelten ve üstenci modern gözle bakan “kibirli” gezginler için sofra alışkanlığı başlangıçta yadırgansa da bir süre sonra bölge sofralarının normaline alışılıyor.

Öyle ki; gezinin sonlarına doğru bir akşam Hanoi’de kolonyal dönem izleri taşıyan şık bir Fransız restoranında yemeğe oturduğumuzda sofra ile ilgili fabrika ayarlarımızı hatırlayıveriyoruz.

Sanat eseri gibi gayet estetik yerleştirilmiş tabaklarda kişiye özel servis edilen yemekler bedenimizi olduğu kadar egomuzu da doyuruyor.

O masanın çevresinde durup sofra kültürümüz üzerinden kendimize bakabilsek aslında bir arada yaşamak yerine tekil bireyler olarak yaşamaya ne kadar yatkın olduğumuzla da yüzleşivereceğiz.

Böyle bir yüzleşme için bile hazır olduğumdan çok emin olamadığımı fark ediyorum.

Pek çok gezginin yaptığı gibi bölgeye ve insanlarına öylesine üstenci gözle bakıyordum ki Güneydoğu Asya insanlarının gözünden kendimi görmüyor veya bunu önemsemiyordum.

Bunca savaş görmüş coğrafya insanının her savaşta yaşanması beklenen göçler yerine birbirine tutunup direnmeyi seçiyor olmasını basit bir sofra alışkanlığı üzerinden açıklamak zorlama olarak görülebilir. Haklı bir itirazdır.

Yine de “Onlarda olup bizde olmayan ne var?” sorusuna verilecek birkaç yanıttan biriyle sofralarında karşılaştığımı düşünmeden edemiyorum.

yuz3

Hanoi’deki o şık Fransız restoranında yenilen yemekten sonra yaşadığım kafa karışıklığı ve yüzleşmeyi çabuk unuturum korkusuyla aşağıdaki satırları kaleme alma gereği duyduğumu da itiraf etmeliyim.

O geceye dair notlarım “Nasıl da iyi geldi?” diye başlıyordu;

“Nasıl da iyi geldi?

Hanoi’de Fransız aşçının usta ellerinden çıkan lezzetli yemeklerden söz ediyorum.

Gezi boyunca farkında olarak veya olmayarak unutturulan bir alışkanlığımızı hatırladık.

Aynı sofranın başında bir araya gelmiş olsak da yemeklerimiz bu kez kişiye özel servis edildi.

Halbuki üzerinde bulunduğumuz coğrafya farklı bir sofra alışkanlığı “dayatıyordu.”

Gezi boyunca yemekler büyük kaplarda masanın ortasına bırakılıyor oradan tabaklarımıza dilediğimiz kadar alıyorduk.

Başlangıçta yadırgasak da bu sofra alışkanlığına çabuk adapte olmuştuk.

Ama yine de bu kez sunulan yemek kendimizi özel ve değerli hissettirecek biçimde bireyselliğimizi okşadı. Yemeğin lezzetinin yanı sıra narsist yanımıza da dokunan bu durumun iyi hissettirdiğini kabul etmek gerekiyor.

Şimdi bir adım geri çekilip sofraya ve sofranın “ne” liğine bakalım.

Sofra en yalın haliyle karın doyurmak için bir araya gelinen kendine özgü kural ve değerleri olan özel bir “buluşma” bu haliyle toplumun küçük bir modeli olarak görülebilir.

Hatta yenilen yemekle sınırlı bile olsa toplumsal hiyerarşiyi geçici askıya alıp insanları aynı sofra ekipmanı ile aynı lezzette buluşturan eşitlikçi veya denklik sağlayıcı yanından bile söz edilebilir.

Gezi boyunca Vietnam başta olmak üzere üzerinde bulunduğumuz coğrafya insanlarına sofra kültürü açısında baktığımızda eşitlikçilik dayatmasına girmeden bir denklik ve paylaşımcılık olduğunu görüyoruz.

Cadde ve sokaklarda çoğumuzun görüp yadırgadığı arı kovanını andıran o karmaşa içindeki uyumun küçük bir örneği sofralarda yaşanıyor.

İnsanlar birbirinden uzaklaşmak tekil bireyler olarak yaşamak yerine aynı tencereden birlikte karın doyururcasına geçici denklikler kurup olanı paylaşarak hayatı büyütebiliyorlar.

Sözlerim yanlış anlaşılmasın.

Coğrafya insanının özel olma, kendini değerli hissetme arayışı her insanda olduğu kadar orada da yaşanıyor.

Onca tapınak ve o tapınaklarda yapılan bireysel ritüeller bir şey anlatıyor olmalı?

Bölge insanının öğretiler doğrultusunda kendilik değerini bulmak için kimlik ve etiketlere ihtiyaç duymadan, başkalarının kendi hakkında ne düşündüğü konusunu çok dert etmeden sorunu “içeride” kendince çözmeye çalışıyor olmasını bizlerin anlaması ve anlamlandırması hiç kolay değil.

Vietnam, Kamboçya, Laos coğrafyasından bakıldığında; alıştığımız “normal hayatın” kimlik ve etiketlerin ardına sığınıp başkalarının gözünde kendimizi inşa etmek ve biraz da bencilce onu korumak biçiminde nafile bir çaba olarak bile okunduğunu düşünebiliriz.

Kimliklerimiz, etiketlerimiz, sahip olduklarımız olmadan koca bir ömrün bir “hiçe” dönüşeceğinden öyle eminiz ki bunu sorgulamak gereği bile duymuyoruz.

Güneydoğu Asya şehirlerinin kalabalıklarında kimsenin dikkatine mazhar olmadan fark edilmeden rahatça dolaşıyor olabilmenin verdiği o garip histen söz ediyorum.

Kimsenin kimseyle göz teması kurmaması, buna gerek duymuyor oluşu nasıl da algısal bir boşluk yaratıyor, değil mi?

Halbuki ne kadar alışkınız başkalarının bakışlarında kendimizi bulmaya?

Yaşanılan algısal boşluk ne çok şey anlatıyor?

Sahi en son ne zaman aynaya baktığımızda başkalarının bizi nasıl gördüğünü değil de kendi gözümüzden kendimizi gördük.

Kendi adıma inanın hatırlamıyorum.

İşte o akşam Fransız aşçının elinden tek tek önümüze konulan özel ve lezzetli yemekler sosyal medyada paylaşılan görselleri ile birlikte kendimizi iyi hissettirirken bir yandan da bunları düşündürdü.

Vietnam Kamboçya Laos coğrafyasında insanlar onca fakirliğe rağmen bize göre çok daha dürüst bir tutum içinde kendini gizlemeye ve dönüştürmeye çabalamıyor.

Başkalarının gözündeki algıyla zaman yitirmiyor.

Bölgenin “normali” sofralarında olduğu gibi geçici de olsa paylaşımcı bir denklik üzerine kurulu gibi görünüyor.

“Sofraya bakıp toplum hakkında amma ahkam kesti” diyenleriniz olabilir.

Eh, haksız da sayılmazlar.

Bu satırlar aynı sofrada aynı lezzette buluşmanın sağlayacağı eşitliğin yetmeyeceği ve Vietnam özelinde olduğu gibi yaşamlarımızı kendine ve diğerlerine açmadan, geçici denklikler içinde paylaşmadan bir şeylerin hep eksik kalacağı kaygısıyla kaleme alınmıştır.

Yazı bitti…

Şimdi gidip otel odasındaki aynaya bir kez daha bakacağım.

Belki bu kez coğrafya insanının yaşantısıyla sezdirmeye çalıştığı haliyle kendimi görmeyi başarabilirim.”

Böyle bitiyordu o gece kaleme aldığım notlar…

Güneydoğu Asya’nın mütevazı sosyal iklimi o çok dillendirilen eşitlik ve özgürlük kavramlarının yanına paylaşımcılığı da eklemeden bir şeylerin eksik kalacağını sofra kültürü ile anlatıyordu.

Anlatmak doğru sözcük olmayabilir.

Batının o üstenci ve içi pek de dolu olmayan özgüvenli duruşuna karşın sanki öylece olanca yalınlığı ile sezdirerek ortaya bırakıyordu.

Yüzleşmenin zorluğu da cabası.

Mehmet Uhri

Leave a Reply