GENCO ERKAL KİMDİR?

Eylül 15th, 2024
Soru böyle sorulunca koca bir ömrü ve yaşananları dokümante edip toplasak bile dışarda ne çok şey kalıyor?
Soruyu “Genco Erkal nedir?” diye sorduğumuzda ise tüm o yaşananların ötesinde kamusallık kazanmış bir şahsiyet olduğunu görüyoruz.
Genco Erkal yaşamı boyunca “kendini kamusallaştırmaya” adamış bir insandır.
Bilirsiniz, kamusal mekanların sahibi yoktur.Çünkü herkesindir.
Kimse orada öteki değildir.
Kamusallaşmış alanlar turistinden yerlisine hatta sokak hayvanlarına kadar herkesin bir araya geldiği aynı özgürlüğü soluduğu birbirine tahammül edip etkileşime girdiği devletin bir adım geri durduğu özel alanlardır.
Söz gelimi gezi parkı ve çevresinde yaşanan tüm o süreç özünde bir kamusal alan için değil miydi?
İşte Genco Erkal bedenini böylesi bir kamusallığa adamış özel bir insandır.
Bu nedenle Genco Erkal herkesindir.
Devletin herkesi ve her şeyi kontrol altına tutma çabasına bireysel olarak kendi özel alanlarımızı küçülterek bir yere kadar direnebiliyoruz.
Evimizin içi hatta belki de evdeki küçücük bir odaya sığınıp gözlerden uzak denetimsiz kalmaya çabalıyoruz.
Çünkü sokağa çıktığımızda her yer devletin kontrolündedir.
Daire kapımızın önü merdivenler ve binayı çevreleyen bahçe ise basitçe kamusal alandır.
Apartmanda yaşayanların sahiplendiği ortak özgürlük alanıdır.
Demokrasi ise özünde kamusal alan yaratma ve çoğaltma arayışıdır.
Kamusal alanları büyütebildiğimiz ölçüde özgürlüğü koklarız.
Devlet çeşitli araçlarla vatandaşlarını kontrol altında tutma, tepkilerini öngörebilme uğruna önce kamusal alanlara sonra da bireysel özel alana girmeye çalışır.
Buna karşın topluluklar ise kamusal alanları genişleterek ortak özgürlük arayışında buluşurlar.
Kamusal alan genişledikçe devletin baskı ve kontrolü azalacak vatandaşların birbirine yakınlaşıp tahammül ettiği parklar, bahçeler, şehir meydanları gibi yerler arttıkça kitleler özgürlüğü daha çok hissedecektir.
Günümüz dünyasında yaşandığı gibi; devletin vatandaşından ürküp tüm kamusal alanları, hatta sosyal medya üzerinden özel yaşam alanlarını kontrol etmeye kalktığı yetmezse internet kısıtlamalarına bile başvurabildiği baskı ortamlarında ise Genco Erkal gibi kendi varlığını kamusallaştıran kişiler üzerinden özgürlük arayışı bir şekilde ayakta kalabilmektedir.
Yitirilen kamusal alanların yerini kamusallık kazanmış şahsiyetler doldurmaya çalışmaktadır.
Genco Erkal da giderek yitirdiğimiz kamusal alanların yerine sanatçı kişiliği ile kendi ömrünü kamusallığa dönüştürerek tüm baskılara rağmen herkese umut olabilmiştir.
Kaybettiğimiz değerli sanatçımızın ardından “Bir dönem kapandı” sözlerini daha çok işitiyor olmamız yerine ikame edecek kamusal şahsiyet bulamama endişesini yansıtıyor diye düşünülebilir.
O bir Tiyatrocuydu.
Antik Yunan’dan miras alınan dramatik tiyatroda, seyircinin oyunla, oyuncularla bütünleşip oyunun sonunda korku ve acıma duygularından arınarak çıkması-katarsis- hedeflenirdi.
Dramatik tiyatro seyircisi salondan ayrılırken “Çok üzücüydü, trajikti, hayat gibiydi. Orada olanları derinden hissettim. Çok güzel sahnelenmişti. Güldük, ağladık, coştuk ama hepsi oyundu, şimdi dışarıdaki gerçek hayatıma dönmeliyim, hem ben bir başıma başka ne yapabilirim ki?” der.
Eve varmadan oyundan geriye kafasında pek bir şey kalmamış, hoş vakit geçirmiştir.
Alman tiyatrocu Bertolt Brecht’in öncülüğünü yaptığı ülkemizde ise Genco Erkal ve benzerlerinin ortaya koyduğu epik tiyatroda ise, seyircinin oyunla, oyuncularla özdeşleşmesi hedeflenmez, aksine seyircinin bunun bir oyun olduğunu hatırlaması ama oyun dolayısıyla kafasında sürekli yeni sorular, yeni cevaplar bulmasını sağlamak hedeflenir.
Epik tiyatro seyircisi, ağlamak, gülmek, coşmaktan ziyade düşünür. Salondan ayrılırken dramatik tiyatronun izleyicisi gibi “katarsise” uğramamış, aksine kafası yeni düşüncelerle doludur, bedeni enerjiktir.
Genco Erkal üzerinde yaşadığımız coğrafyanın orta oyunu geleneği ile epik tiyatro anlayışını harmanlayıp sahnelediği yapıtlarla cumhuriyet dönemi tiyatro tarihinde – benzetmemi mazur görün- bir sokak lambası gibi hiç kimseyi dışarda bırakmadan aydınlatıcı ve kamusal olmayı seçmiş, bedeni ve düşünsel varlığı ile kamusallık kazanmıştır. *
O herkesindir.
Tiyatroyu halka yakınlaştırmış, Gogol’un Bir Delinin Hatıra Defteri isimli oyununu her ortamda hatta özellikle akıl hastanelerinde sergilemiş, kendisinden yardım bekleyen tüm amatör grupların çalışmalarına gücü yettiğince desteğini esirgememiştir.
Dünya drama izleyip hoşça vakit geçirmeyi seçmişken o inatla epik anlatım üzerinden insanları düşündürmeye sorgulamaya yönlendirip her daim müesses nizamın öfkesini üzerine çekmekten geri durmamıştır.
Bu dünyadan kim olduğundan çok ne olduğunu düşünmemizi isteyen bir Genco Erkal geçti, dostlar.
Kamusallığın baskı altına alınıp özgürlüklerin kısıtlandığı dönemlerde kendi üzerinden kamusallığın başka türlü inşa edilebileceğini, ortak akıldaki özgürlük arayışının mütevazi bedeniyle de olsa yaşatılabileceğini gösterdi.
En baskıcı dönemlerde bile insana, insanlarına umut oldu.
Veda notunda ölümünün dramatize edilmesini de istemedi.
“Resimlerdeki kuşlar gibi dizilip üstüne kumsalın, mendil sallamayın. İstemez…” diyerek ayrıldı aramızdan.
Giderken de düşünelim istedi.
Hepimizden bir parça aldı, hepimizin bir parçası onda kaldı.
Mehmet Uhri
*Not: Tümüyle amatör hekimlerden oluşan bir tiyatro sahnelemek için Genco Erkal’ın büyük desteğini görmüş, prova sırasında performans kaygılarımızı dile getirince “Sizleri buraya getiren, sahneye çıkmaya zorlayan kendinizi kamusallaştırma isteğinizdir. Korkmayın. Kimse bir sokak lambasına işini iyi yapmıyor diye kızmaz” diyerek yanıt vermişti.
Ruhu şad olsun.
Mehmet Uhri

AGIASOS

Eylül 15th, 2024
“Evet biraz deli ve hayli çirkin bir Yunanım. Sahibim de babadan kalma bu terzi dükkanıdır. Hep buradaydım. Kimler geldi geçti, terk edip gidenler oldu. Ben gidemedim. Belki de şu koca kestane ağacının ruhu beni bırakmadı” dedi.
Elindeki işe geri döndü.
Bu ikinci karşılaşmamızdı.
En iyisi baştan anlatmak.
Sıcak bir yaz günü Midilli adasının yüksekçe bir dağ köyü olan Agiasos’un Arnavut kaldırımlı dar sokaklarında gezinip yukarı meydanda mola vermiştik.
Meydanı kaplayan o ulu kestane ağacının gölgesi turist kafileleri ile doluydu.
İlişecek boş masa bulamayınca meydana açılan sokaklardan birindeki iki masadan birini gözüme kestirdim.
Sandalyesini yan çevirip sırtını duvara yaslamış bir eliyle yüzünü kapatıp uyur gibi duran o çirkin Yunan’dan izin isteyip masanın diğer ucundaki sandalyeye iliştim.
Açıkçası bir şey söylememiş itiraz da etmemişti.
Şöyle bir göz ucuyla süzüp kafasını çevirmesinden itiraz etmediği sonucunu çıkarıp ilişmiştim.
Yerimi sağlama almak için kahveciye biraz da gönülleri olsun diye yüksek sesle parmaklarım ile iki işareti yapıp “Cafe Greko” siparişi verdim.
Masanın diğer ucunda oturan çirkin Yunanın ise umurunda bile değildim.
Sigarasını yer gibi içip kendi kendine bir şeyler söyleniyordu.
Benimle ilgilenmedi.
Az sonra masaya iki kahve geldiğini ve birinin önüne bırakıldığını görünce kısa süren bir şaşkınlık yaşadı.
Sonra yüzünü ekşiterek elini uzatıp avcunu göstererek “Ne gerek vardı?” dercesine bana baktı.
Cevap vermeden kahvemi yudumladım.
Bir süre önünde duran su dolu bardak ve fincandaki kahveye baktı. Sonra bardaktaki suyu “şerefe” dercesine kaldırıp yarısını içti.
Akabinde kahvesinden ilk yudumunu aldı.
Sıcak yaz günleri geride kalmış olsa da güneşli ve sıcak Eylül günlerinden birini yaşıyorduk.
Meydandaki ulu kestane ağacının yaprakları hafiften sararmış tek tük dökülmeye başlamıştı.
Kirli sakallı, uzun yüzlü, asık suratlı Yunan kafasını kaldırıp bana baktı ve nereden geldiğimi sordu.
Doğu’yu işaret ettim. Sigaradan hayli sararmış dişlerini göstererek yüzünde çirkin bir gülüş belirdi.
Parmağını bana doğrultup “Turco” dedi.
Ne iş yaptığını sordum. Omuzlarını silkip meydanın karşı köşesindeki küçük terzi dükkanını işaret etti.
Gerçekten de içeride kimsenin olmadığı terzi dükkânı dikkatimi çekmiş merakla içeri kafamı uzatmış ancak girmeye cesaret edememiştim.
Kahveci boşalan fincanları alırken konuştuğum kişinin hafif kafadan oynak olduğunu işaret eden bir el hareketi yaptı.
Bizimki bu hareketi fark edince küfrü bastı.
Turist grupları uzaklaşıp ortalık sakinleşince belki de içtiği kahvenin hatırına kırık dökük bir Türkçe ile konuşmaya başladı.
- Doğrudur. Agiasos’un delisi derler bana. Varsın desinler. Onların akıllı olduğunu nerden belli. Bana bakıp kendilerini akıllı sanıyorlar. Bu da bir ihtiyaç…
- Neden deli diyorlar?
- Burada kalmak pek akıllı işi değil de ondan. Aile üyeleri ile birlikte gidebilecekken gitmediğim için, sanırım.
- Yalnız mı yaşıyorsun?
- Hem de nasıl…
- Pek aklı eksik birine benzemiyorsun. Elin iş de tutuyor. Ama şu görünüşün çocukları bile ürkütüyor. Neden böyle?
- Aklım eksik mi fazla mı nereden bileyim? Aklı ile sorunu olanlara deli diyorlar da konu hislere gelince kimse konuşmuyor. Aklımı bilemem ama beni burada tutan hislerin eksik olduğunu kimse iddia edemez.
Eliyle meydandaki kestane ağacını işaret etti.
Ağacın gövdesinde eski bir fotoğraf asılıydı. Altındaki açıklamada meydanda daha önce duran ve yaşlanıp kuruyan çınar ağacının yerine yıllar önce el birliği ile yakınlardaki irice kestane ağacının sökülüp getirildiği anlatılıyordu.
- Bak o fotoğraftakilerden biri de benim. Ağaç dikilirken oradaydım. Herkes gelip geçti ne o ulu çınar ne de bu kestane ağacı beni bırakmadı. Delikanlılık yıllarımdı. Terzinin yanına çırak olarak vermişlerdi. Her fırsatta kaçar, iyi top oynardım.
- Yine de herkes giderken gitmeyişini anlamıyorum.
- Bak şu kırmızı kapının eşiğinde duran kediyi görüyor musun? Sahibi öleli çok oldu. O da gitmez. Eşikte öylece bekler.
- Anlamadım.
- Yahu bazıları eşikte kalır. Ne ileri ne de geri gidebilir. O terzi dükkanında kalmaktan sıkılıyor olsam da buradan uzaklaşamıyorum. Bu halime bakıp deli diyorlar. Deliysem bütün kediler deli…
- Kediler ha…
- Kediler yaa… İsimleri olsa da olur olmasa da… Yalnız değillerdir. Ne bizim gibi ölümden korkarlar ne de yalnız olmaktan. Öylece haz içinde mırıldanarak uyurlar.
- Peki o zaman kendini akıllı sananlar? Onların sorunu ne oluyor?
- Bence, gerçek delilik içinden gelene değil de sana öğretilenlere, akıllı ol diyerek yutturulanlara teslim olmak. Anlayana…
Bu sözlerden sonra sustu. Tekrar bir sigara yakıp az önce kendisiyle ilgili el işareti yapan kahveciye öfkeli bir bakış attı.
Yola devam etmem gerektiğini söyleyip izin istedim. Cevap vermedi. Hesabı ödeyip yola koyuldum.
Ertesi yıl tekrar uğradığımda bizim çirkin yunanı aynı meydanda bu kez terzi dükkânının eşiğinde tabureye oturmuş ceket kumaşına tela işler halde buldum.
Daha da yaşlanmış görünüyordu.
Kafasını kaldırıp bana baktı.
Tanımamıştı.
“Köyün delisi, şu çirkin Yunan ile birlikte kahve içmeye uğradım” deyince hatırladı. Ayağa kalkıp “Turco” diyerek elimi sıktı.
Sonra tekrar elindeki işine döndü. Tüm bunları yaparken ağzındaki iplik geçilmiş iğneyi bırakmadı.
Başında durup beklediğimi görünce eliyle diğer tabureyi işaret etti.
Kafasını elindeki işten kaldırmadan “Evet, deli ve çirkin Yunanım. Bu terzi dükkanıdır, sahibim. Hep buradaydım. Kimler geldi geçti, terk edip gidenler oldu. Ben gidemedim. Şu koca kestane ağacının ruhu bırakmadı” dedi.
Uzaktan iki kahve sipariş edip kenarda duran diğer tabureye iliştim. Kahvelerin parasını peşin ödedim. İtiraz edecek oldu, “seneye” dedim.
Başını eğip elindeki iş ile ilgilenmeyi sürdürdü.
Bu kez pek konuşası yoktu. Sessizce kahvelerimizi yudumladık.
Meydan yine turist doluydu. Bizimki ise sanki hiç kimse yokmuşçasına orada öylece ceketin telasını tamamlamaya uğraşıyordu.
Daha fazla konuşuruz diye umutlanmıştım ancak olmadı.
Sonra…
Sonrası biraz hüzünlü.
Araya pandemi girdi. Herkes tesbih böceği gibi içine kapandı. Dünya ayaklarımızın altından çekiliverdi.
Kendimize geldiğimizde 3 yıl geçmişti.
Agiasos’ a uğrayıp meydana çıktığımda terzi dükkanının kepenkleri kapalıydı.
Meydan ise sakindi.
Kestane ağacı yine olanca görkemi ile duruyordu. Ancak gölgesinden nasiplenen olmayınca sanki o da boynunu bükmüş gibiydi.
Kahveciye dükkânı işaret edip terziyi sordum.
Yüzü asıldı. Eliyle uyku işareti yapıp “Morto” dedi.
İki kahve söyleyip bu kez kestane ağacının gövdesine yakın oturdum.
Sırtımı ağacın gövdesine yaslayıp kahvelerden birini yudumladım.
Diğer fincandaki kahveyi ise ağacın toprağına boşalttım.
Kırmızı kapılı evin eşiğinde bekleyen tekir kedi yanıma yaklaşıp ayağıma süründü. İlgi gösterdiğimi görünce sandalyelerden birine çıkıp bir süre kendini sevdirdi.
Sonra yanımdan ayrılıp eşikteki yerine yerleşip yayıldı.
Bir süre orada öylece kaldım.
Esen rüzgâr ile kestane ağacının yapraklarından biri süzülerek masama düştü.
Agiasos sonbahara hazırlanıyordu.
Mehmet Uhri

ELEĞİN ÜSTÜ

Eylül 15th, 2024
Münih olimpiyat stadı otoparkına her hafta Cuma ve cumartesi günleri sabah ile öğle arası kurulan bit pazarında tanışmıştık.
İsmini bir türlü öğrenemediğim “hoca” lakaplı o yaşlı bit pazarı esnafından söz ediyorum.
Tanıma şansımı ise adamın kendi kadar yaşlı görünen köpeğine borçluyum.
Pazarda dolaşırken adamı fark etmemiştim.
Yere serili muşamba üzerine dizili eşyalardan birini elime alınca köpeğin dikkatinin bana yöneldiğini fark ettim.
Yanlış bir şey mi yapıyorum dercesine sahibine bakıp bekledim.
O ise durumu fark edip “Yusuuuf tamam!” diye seslenince köpek sakinleşti.
Köpeğine Türkçe seslenmesinden aldığım cesaretle kendimi tanıttım.
Yanıt vermeden eşyaların tozunu almaya devam etti.
Bu ilk tanışmada yüz vermese de farklı zamanlarda ve yolumun Münih’e düştüğü her fırsatta uğrayıp iki laf etmeye çalıştım.
Yaşı ileri görünüyordu.Tanıştığımızda sanırım yetmiş yaşın üzerindeydi.
Ağarmış ve birbirine karışmış saçı sakalı, sigaradan sararmış dişleri ve ağzının kenarında ara sıra beliren o acı gülüşüyle Anthony Quinn’in oynadığı Sanchez karakterine benzetiyordum.
Çevredekiler ona “hoca” diye seslenseler de her karşılaşmamızda “Merhaba Sanchez Efendi. Yusuf hazretleri nasıllar?” diye seslenmeme tepki göstermiyordu.
Bir iki önemsiz küçük parça dışında alışverişim de olmadı.
O koca bit pazarında yere serili eski eşyaların yanında yaşlı ve değerli bir obje gibi pek hareket etmeden öylece duran köpeği Yusuf ile ilgilenmeme de ses çıkarmadı.
Bir süre sonra Yusuf beni uzaktan tanıyıp ayağa kalkar hatta yanıma gelir oldu. Sahibi pek yüz vermese de zamanla Yusuf ile birbirimizi evcilleştirmiştik.
Kafası gövdesine göre daha koyu renkte boz rengi iri bir köpekti. Bir ayağı hafif aksayarak yürüyordu.
Zaman içinde köpeği ile kurduğum samimiyetime yaslanıp Sanchez’i de konuşturmayı başardım.
Yine de ürkek ve korkak bir hali vardı.
Gerçek kimliğini hiçbir zaman öğrenemedim. Eşyalarının fotoğrafının çekilmesine izin verse de ne kendinin ne de birlikte fotoğrafımızın çekilmesini istemedi.
Kısa cümleler ile konuşuyor ve olabildiğince az anlatıp hemen susuyordu.
Bir keresinde Türkçeyi unutmaya başlamışsın zor konuşuyorsun diye takılmış “Unutmak istiyorum ama düşünceler bırakmıyor.” diye yanıt vermişti.
Yine köpeği Yusuf ile ilgilenip konuşmaya çalıştığım bir sabah Sanchez’e dönüp “Yusuf’un ne kadar derin ve anlamlı bakışları var böyle? Konuşabilse ne anlatırdı acaba?” diye sordum.
Sigarasından derin bir nefes çekip uzaklara, çok uzaklara baktı. Ağzının kenarında hafif alaycı acı bir gülüş belirdi.
Sonra dişlerinin arasından kısık bir sesle “İnsanlar bakışlarını birbirine bakmak için kullanırken hayvanlar öteyi gören gözlerle hep ileriye bakar. Daracık bir gerçekliğe sıkışıp kaldığımız için onlar gibi ötesini göremeyiz der şair Rilke” dedi.
Olduğum yerde donmuş kalmıştım.
Şaşkınlığımı atıp “İyi de neden böyle?” diye üsteleyince “Çünkü önümüz sonlu olduğumuz bilgisiyle kapalı. Ölümün bizi bekliyor olduğu bilgisi yüzünden öteye bakamıyoruz diyor yine Rilke” diye sürdürdü sözlerini.
Elimi Yusuf’un tüylü sırtında gezdirip bir kez daha gözlerinin içine baktım. O ise az ötede süs köpeğini gezdiren hanım efendiye bakıyordu. Hanımefendi Yusuf’u fark edince köpeğini kucağına aldı. Yusuf ise kulaklarını yatırıp tekrar olduğu yerde hareketsizce uzandı.
Sanchez’in o gün söylediklerini not alıp araştırdığımda gerçekten de şair Rilke’nin Duino ağıtları isimli eserinde söylediklerine benzer bir anlatımın varlığını gördüm.
Hemen ertesi gün yine yanına gidip konuşturmaya çalışsam da başarılı olamadım.
Ancak o derme çatma eşyaların arasında bulduğum bahçe saksılarını süslemek için üretilmiş paslı metal kedi figürünü satın alıp, ücretini öderken “Rilke’nin anısına” dedim.
Yine hiç tepki vermedi.
Bir sonraki yıl yanına uğradığımda aynı yerde köpeği Yusuf ile birlikte bulduğuma sevinmiş, Yusuf beni tanıyıp tepki verse de Sanchez yine hiç tepki vermemişti.
Pazar yerini dolaştıktan sonra seyyar satıcıdan iki kahve alıp yanına gittiğimde bu kez kahvelerimizi yudumlarken kendinden söz ettirmeyi başardım.
Meğer peşine taktıkları istihbarat personeli olabileceğimden şüphe edip özellikle konuşmaktan kaçınırmış.
Zaman içinde zararsız olduğuma nasıl karar verdiğini sordum yanıt vermeyip köpeği Yusuf’u işaret etmekle yetindi.
Bu arada Yusuf ismi geçmese de kafasını kaldırıp önce bana sonra o çok uzaklara bakan bakışlarıyla Sanchez’e baktı. Sonra tekrar miskince uyumaya devam etti.
12 Mart döneminde işkence görmüş 12 Eylül askeri darbesi sonrası kaçak yollarla ülke dışına kaçanlardandı. Tutunmaya çalıştığı ve pek anlatmak istemediği biraz da karanlık bir dönemden sonra yasal yollardan Alman vatandaşı olmayı başarmıştı.
Çalıştığı işlerde kalıcı olamayıp işsizlik maaşı ve bit pazarı satışları ile geçinme şeklinde yalnız ve içe dönük bir hayatı seçmişti.
Israrla anlatmasını istememe karşın “Anlatacak pek bir şey yok. Olabildiğince basit ve sakil bir hayat bu yaşadığım” demişti.
Araya pandemi yıllarının girmesiyle uzun süre Münih ve o bit pazarından uzak kaldım.
4 Yıl aradan sonra Münih’e ve o bit pazarına ulaştığımda Sanchez’i yine aynı yerde bu kez daha az eski eşya içeren muşambasının başında taburesine oturmuş halde buldum.
Yusuf ortalıkta görünmüyordu.
Yaklaşıp selam verdim ve “Yusuf… Yusuf yok mu?” diye sordum.
Kafasını ağır ağır kaldırıp yüzüme baktı. Tanıdığını anladım. Ancak yüzü düştü ve ağzının kenarında o acı gülüş belirdi. “Ben onu değil o beni seçmişti. Sıranın bana gelmesini bekliyorum.” dedi.
Ne diyeceğimi bilemeden öylece kalakalmıştım. “O hepimizden yaşlıydı” gibi bir şeyler saçmaladığımı hatırlıyorum.
Parmağını ağzına götürüp susmamı istedi.
Kadim bir dostu yitirmiş gibi içime sıkıntı çökmüştü.
Arkama bile bakmadan hızlıca bit pazarını terk ettim.
O gece Yusuf isimli köpek rüyama bile girdi. Tatsız bir rüya idi. Detaylarını hatırlamıyorum.
Ertesi gün Sanchez’in ne kadar yalnız kaldığını ve acı çekmekte olduğunu düşündüm.
Sabah erkenden tekrar bit pazarına yöneldim.
Kapalı ve soğuk kış günlerinin yeterince aydınlanmamış gri ve kasvet yüklü sabah saatleriydi.
Kimse sergilediği eşyalar için sesini yükseltmiyor alıcı ve satıcı arasındaki konuşmalar bile kısık sesle gerçekleşiyordu.
Tezgâhın başına geldiğimi gören bizimki hangi eşyaya takıldığımı sordu. Elimle karakalem ile çizilmiş yan yana duran üç resmi gösterdim.
Bir şey söylemedi.
Seyyar satıcıdan yine iki kahve alıp yanına gittim. Bu kez benim için de bir tabure çıkardı. Kâğıttan kahve bardaklarımızı “Yusuf’a” diyerek tokuşturduk.
İyi görünmüyordu. Üzerinden derin bir yalnızlık akıyordu. Konuşurken hep uzaklara bakıyor, gözü kimseyi görmüyordu.
“Bana biraz bit pazarını anlatır mısın?” diyerek konuşturmaya çalıştım.
Cevap vermeyip hızlıca kahvesini yudumladı. Kahvelerimiz bitirsek de yanından ayrılmadım.
Bit pazarı biraz da soğuk ve kapalı hava şartları nedeniyle hayli sakindi.
Yanından ayrılmadığımı görünce muşamba tezgâha uzanıp ahşap un eleğini eline aldı. Diğer eliyle bit pazarını işaret edip “Burası eleğin üstü” dedi.
Soru soran gözlerle biraz da anlamamış gibi baktığımı görünce sözlerini sürdürdü;
- Burası eleğin üstü. Elek kimin, kim sallıyor? Elenenler ne oluyor? Kimse bilmiyor. Ama herkesin kendince bir cevabı var.
- Peki, ya sence?
- Bence burada elek hayat oluyor. Eleği sallayan da zaman sanırım. Eleğin üstünde kalanlara bakıp hayatı anlamaya çalışan şaşkınlar da bizler oluyoruz.
- Anlamadım. Neden şaşkın oluyoruz?
- Gerçeğin ne olduğunu anladığımızı sanıyoruz. Ancak ne yaparsak yapalım gerçeğin kendine ulaşamıyoruz. Hep bir şeyler eksik kalıyor.
Bir kutu içinde duran sararmış ve hayli eski görünen siyah beyaz fotoğraflardan birini çekip eline aldı.
- Bak bu fotoğraf neredeyse seksen yıl öncesine ait gerçek bir yaşanmışlık işaret ediyor. Hepsi toprak olmuş olmalı. Geride bu fotoğraftan başka bir şey kalmayınca gerçek de anlamını yitiriyor. Burada kendi hayalimizde yaşattıklarımıza bakıyoruz.
- O zaman burası, bu pazar yeri neden var? Bu insanları buraya getiren ne? Basit bir hayal veya gerçeklik arayışı mı? Hepsi bu mu?
- Yok o kadar değil. Satıcıların çoğu benim gibi ekmek parası kazanmak için geliyor. Bir de toplayıcılar var. Ne olduğuna bakmaksızın eskinin izlerini barındıran eşyaları toplayıp bekliyorlar. Sattıklarının yerine yenilerini ekleyip beklemeye devam ediyorlar.
- Peki ya alıcılar?
- Gerçek alıcılar eşyalara kendilerince anlam yükleyip hayat biriktirirler.
- Pul biriktirmek gibi mi?
- Yok öyle de değil. Pulda ortak bir anlam vardır. Konu ve tarih belirlenmiştir. Burada ise eşyalardan geriye kalan gerçeklik kişiden kişiye değişiyor. Yüklenilen anlam alıcı ve satıcı için bile farklı olabiliyor.
- İyi de o zaman burada, bu pazarda ortak olan ne?
- Bence hisler, duygular. O ortak duyguyu kovalıyor, insanlar. Kullanılmış bir çift bebek ayakkabısı bile herkes için farklı anlam taşıyabilir. Anlamlar ayrı olsa da bıraktığı duygu ortak.
- Yani?
- Yani gereksinimlerin yanı sıra duyguların da paylaşıldığı yerlerdir, bit pazarları. Lakin duygusal görünmek yaşadığımız çağda nedense zayıflık kabul ediliyor. O nedenle gizlemek zorunda kalıyor, insanlar. Kimi eskiyen eşyasını yenileme, kimi ise öylesine bakındığı açıklamasına sığınıyor.
- Öylesine bakınanlar çoğunlukta sanki.
- Bakma sen öyle akıllı görünenlere, herkesin kafası biraz karışıktır. Çoğu kendini arar ancak aradığının ne olduğundan veya bulacağının iyi gelip gelmeyeceğinden de emin değildir. Kendilerini rahatsız eden bir şey olduğunun farkında olarak ürkek ve tedirgin öylece dolaşırlar.
Bu sırada tezgâhın başına gelen yaşlıca hanım efendi eline aldığı fincan ve tabağı dikkatlice inceledi. Fiyatını sordu. Kısa bir pazarlıktan sonra anlaştılar. Tabak ve fincanı gazete kağıdına sarıp teslim etti. Aldığı parayı cebine koydu.
Bir süre fincandan boşalan yere bir likör takımı sığdırmakla uğraştı.
Sessizce bekledim.
Bu arada kenarda duran ve en başından beri ilgimi çeken karakalem resimleri inceleyip birkaç fotoğrafını daha çektim.
Tezgâhın başı sakinleyince karakalem resimlerle ilgilendiğimi görüp “O karakalemler 1924 yılından kalma. Yani yüz yıllık” dedi.
Bir kez daha elime alıp arkasına önüne baktım. Gerçekten de üzerlerinde 1924 tarihi okunuyordu.
- Ressam Würzburg şehir sarayının bahçe duvarlarını süsleyen melekleri çizmiş. Şimdi söyle bakalım; hangisi gerçek?
- Sanırım gerçek olan heykeller.
- Emin misin?
- O heykeller aslında hiç olmayan melek veya perileri anlatıyor. Onları çizen de senin düşündüğün gibi heykeli gerçek sanıyor. Eh heykeltraş ve ressam da hayatta olmadığına göre onlar da gerçekliğini yitiriyor.
- Yani?
- Yani aradığın gerçek veya gerçekliğe ulaşılamıyor.
- Peki ya bu elimdeki resimler? Onlar gerçek değil mi?
- Burada bir tek gerçek var. O da resimlerin sende bıraktığı his. Hissettiklerin yüzünden dönüp dolaşıp resimlere bakıyorsun. Aklınla ürettiklerin kafanı karıştırsa da hissettiklerin gerçek ve sana ait.
- Anlamadım. Ortak gerçeklik dedin az önce. O ne oldu?
- Ortak gerçek sana sunulan, öğretilen, kabul ettirilenler ve bence en güvenilmez olandır. Hissettiğin ise senin gerçeğin. Öğretilenler ile yaşar, sosyalleşirsin. Ancak seni bit pazarlarına getiren kendi gerçeğini aramandır. Kimseye anlatamasan bile kendin olmanı sağlar.
- O zaman insanlar bit pazarlarına biraz da kendi olmak için mi?…
- Evet… Kendi olmak kendini bulmak için geliyor. Aklıyla başka nedenler uyduruyor olsa da aradığı biraz da kendisi.
- Peki bulabiliyorlar mı?
- Anlamıyorsun. Amaç bulmak değil. Aramak, sadece kendini aramak. Hiç bitmeyen bir yolculuğa çıkmak. Başkasının işaret ettiğinde değil azıcık bile olsa kendi yolunda yürümek. Yusuf gibi…
- Nereye kadar?
- Gittiği yere kadar. Aklın sonuç arıyor, farkındayım. Başlangıç ve sonucun olmadığına kendini ikna edemiyorsun. O nedenle hisler diyorum.
- İyi ama insanlar buraya eleğin üzerinde kalanları yani sonuçları görmeye geliyor demiştin.
- Yahu şu yaşadığın hayatı amma da abartıyorsun. Zaman, hayat eleğini silkeleyince yukarıda kendini arayan kaç kişi kalacak sanıyorsun? İnsanlar buraya biraz da eleğin üstünde kalan birkaç parça eşyaya tutunup kendi gibi anlam veya duygu arayanlar olduğunu görmeye geliyorlar. Bu durum içerideki yalnızlığa iyi geliyor. Eşya satın alamasalar da senin gibi fotoğrafını çekip saklıyorlar.
- Öyleyse bit pazarları…
- Evet, bit pazarları biraz da kendini yalnız hissedenlerin geçmişte kendi gibi birilerinin yaşamış olduğunu hissettikleri yerler. O yüzden bit pazarlarında kimse kimseyi görmez. Herkes eşyalar üzerinden zaman yolculuğu yapar, yüzünü görmediği insanlarla konuşur. Anlam, duygu, rüya birbirine karışır. Sonra hızla kaybolur.
Tezgâha yaklaşan bej rengi paltolu şapkalı bey efendi eline aldığı eşyayı bir süre inceledi. Sonra yerine bıraktı. Birkaç adım attıktan sonra geri döndü. İzin isteyip fotoğrafını çekti. Fiyatını sormadan sakin adımlarla uzaklaştı.
Gideni işaret edip “Ne oldu şimdi?” diye sordum. Gülümsedi “Meşgule düştü. Eşyanın ruhunu yeterince hissedemedi.” Dedi. Ağzının kenarında o acımsı gülümseyiş tekrar belirdi.
Kafam karışmış olsa da soracaklarım bitmemişti.
- Bir de bir pazarlarına hiç gelmeyen, eskimiş eşyaları pis bulup uzak duranlar var. Sayıları da hayli fazla. Onlar eleğin sallanmasını istemeyenler mi oluyor?
- Biraz daha düşün bulacaksın…
- Zamana direnen, yaşlanmak istemeyen veya hayatında değişiklik olmadan hep aynı güne uyanmayı yeterli görenler mi acaba?
- Anlamaya başlıyorsun. Eleği sallamazsan bir süre daha üstte kalırsın. Ama bu da bir tür kendinden kaçmak, elek üstünde kalabilmek uğruna kendini kandırmak oluyor. Kolaycılık gibi görünse de bence tam bir acizlik.
O sırada irice köpeğinin tasmasını kısa tutarak gezinen ufak tefek bir adam geçti önümüzden. İkimiz de öylece geçip giden köpeğe baktık.
“Köpeğinin adını neden Yusuf koymuştun? Özel bir miydi?” diye sordum. “Sen bana neden Sanchez’i uygun gördüysen işte öyle” diye yanıt verdi.
“Bunca yıldır buradasın. Aradığın ne ise hiç yaklaştığın oldu mu?” diye sordum.
Başını önüne eğip cevap vermeden bir süre muşamba üzerinde duran bir çift kırmızı bebek ayakkabısına baktı.
Ağzının kenarında yine o hafif alaycı acı gülümseyiş belirdi.
Sonra kafasını kaldırıp “Bugün pazarın tadı yok daha fazla üşümeden toplanıp gideyim” dedi.
Yerde duran üç beş eşyayı kutulamasına yardım ettim. Muşambayı birlikte katladık.
Kafasını kaldırmadan ve selam vermeden o küçük Pazar arabasına sığdırdığı eşyalarını da alıp ağır adımlarla Pazar yerinden uzaklaşmasını izledim.
O günün akşamı bit pazarlarına meraklı olduğumu bilen kızım “Nasıldı bit pazarı? Bir şeyler bulabildin mi?” diye sordu.
Omuzlarımı silkip gülümsemekle yetindim.
Mehmet Uhri

MİDASIN KULAKLARI ÇINLAR MIYDI?

Eylül 15th, 2024
MİDAS’IN KULAKLARI ÇINLAR MIYDI?
Kulak çınlaması (tinnitus), Latince “çınlamak” anlamına gelen “tinnire” kelimesinden türetilmiş tıbbi bir terimdir. (1)
Nedenleri farklı olsa da kulağa atfedilen insanlık tarihi kadar eski bir hastalık olarak bilinir.
Tinnitus üzerine yazılanlar ve hakkında üretilen ortak algıya dışarıdan bakıldığında tarihin tüm dönemlerinde hastalık olarak görme yerine kulağa ait bir özellik hatta fazlalık olarak yorumlandığı, taşıdığı öznellik ve gizem nedeniyle yer yer kutsallık atfedildiği söylenebilir.
Yine de tinnitus yakınması olanlar için tedavi öneren tarihin pek çok dönemine ait farklı metinlerin varlığı “bu gizemli durum” için sağlıkçıların çözüm üretmeye çabaladığını da ortaya koymaktadır.
Bilindiği gibi, duyu organlarımız dış dünyaya açılan kapılarımızdır.
Dış dünyayı duyu organları aracılığı ile algılar beyinde imgelere dönüştürürüz. Beynimiz ise imgeleri işleyip kavramlara dönüştürür. Düşüncenin hammaddesi ise kavramlardır.
Sözgelimi; gözün gördüklerini kırmızı, yeşil, sarı gibi imgelere dönüştürüp hepsi birden “renk” adı altında kavramsallaştırılır, buradan da diğer kavramlarla kurulan bağlantılar ile yeni ve daha soyut kavramlar oluşturularak düşüncenin yolu açılır.
Duyu organlarımız algı ile başlayan düşünsel sürecin başlangıç noktası olmanın yanı sıra ikinci bir işlev daha taşır.
İnsan biyolojik olduğu kadar sosyal ve kültürel bir canlıdır. Göz, kulak, burun vb. duyu organları vücudun “dış dünya” ile olan sınır bölgelerinde yer alıp dışarıdan göründüğü için kişinin tanınmasını sağlayan pasif bir görev daha üstlenirler.
Kısaca duyu organlarımız bedene ait bir kapı olma nedeniyle “içsel”, görünür olma ve tanınırlığı sağlama yanı ile de “dışsal” özellik gösterir.
Üstelik duyu organları hakkındaki bu temel kavramsal ayırım insanlık tarihi kadar eskidir.
Tarih boyunca duyu organı olma özelliği ile bedene ait “içsel” ve sosyal kimliğin bileşeni olarak “dışsal” olma özelliğine göre duyu organları farklı adlandırılmışlardır.
Pek çok dilde vücudun sınırını belirleyen, koruyan kollayan bedene ait içsel özelliği ifade ederken “deri” sözcüğü seçilirken, kimliği belirleyen dışsal organ olma özelliğinden söz edildiğinde “cilt” sözcüğünün kullanılmasını (dermo veya skin) bu duruma örnek gösterebiliriz. (2)
Benzer olarak görsel algıyı üreten içsel organ olarak “göz” sözcüğüne karşılık dış görünüşün bileşeni olan “bakma-bakış” sözcüklerinin kullanıldığını (İngilizce: eye-see, Arapça: Ayn-nazar) görüyoruz.
Tat duyusunu simgeleyen dil ne kadar içselse, konuşmanın ana bileşeni olan dil de o kadar dışsaldır.
Duyu organları içinde içsel veya dışsal olma özelliğine göre kavramsal ayırıma gidilip farklı adlandırılmalar kullanılmasının istisnası ise, kulaktır.
Bir duyu organı olarak kulağa yönelik ifadelerde böyle bir kavramsal ayırıma gerek duyulmadığı görülmektedir.
İşitmeyi sağlayan içsel duyu organı olmanın yanı sıra kulak kepçesi ile görünen kimliğin bileşeni olma biçiminde dışsal bir işlevi olmasına rağmen tarih boyunca her iki kavram benzer sözcüklerle ifade edilmiştir.
En eski dillerden Akkadça uznu, Avesta dilinde usi, zaman içinde Grekçe aus ve Latincede Auris’e dönüşüp günümüzdeki “ear” sözcüğü ile sesteş olarak pek çok dilde yer almaktadır. (3,4)
Tarih boyunca işiten ve işittiklerini algıya dönüştüren kulak, tek yönlü çalışan duyu organı olarak görülmüştür.
Kulağın olmayan sesleri duyuyor olması veya kendi sesini üretip çınlıyor olması ise; bir hastalık gibi değerlendirmekten çok kulağın fazla çalışması biçiminde yorumlandığını pek çok tarihi metinde görebiliyoruz.
Kulak çınlamasının öznelliği ve kolay kanıtlanabilir olmaması gizemli bir durumun işareti olarak yorumlanmasını da beraberinde getirmiştir.
Taşıdığı gizem nedeniyle kulak çınlaması (tinnitus), duruma yere zamana göre değişen beklentilere göre yorumlanan genellikle “olumlu” bir özellik olarak görülmüştür.
Dahası, toplumların üst aklını oluşturan din, devlet, yönetim gibi tüm organizasyonlar için kontrol altında tutulması gereken gizemli bir olay olarak yorumlanmıştır. (5)
Şamanların öte dünyalardan sesler duyabildiğine inanılmış, çınlayan kulak haberci olarak kabul edilmiştir.
Çekinik karakter olan solakları dışlayan ve sağ elini kullanmaya zorlayan topluluklarda çınlayan kulağın sağ veya sol olmasına yönelik “iyi” veya “kötü” beklenti olduğuna dair güçlü inanışlar günümüzde de yaşamaktadır.
Tek tanrılı dinlerde tanrısal ses olarak yorumlandığı görülen tinnitus İslami metinlerde; “Mü-minin kulağı çınladığı esnada Resulullah onu Cenabı Hak katında anmış, ona dua etmiştir. Mü-minin ruhu bunu duyduğu zaman kulağı çınlar. Bunun için salavat-ı şerife okuması tavsiye buyurulmuştur.” şeklinde yer almaktadır. (6)
Yazılı tarihi kaynaklara bakıldığında kulak çınlamasının insanlık tarihi kadar eski olduğu görülüyor.
Kulağa gelen fısıltı uğultu anlamında Mezopotamya Asur ve Akkad kil tabletlerinde benzer bir anlatım geçiyor olsa da günümüzde anladığımız anlamda tinnitusun ilk kullanımı için antik Mısır’a gitmemiz gerekiyor. (5)
M.Ö. 1550 yılına tarihlenen ancak çok daha eski tıbbi bilgilerin derlemesi olduğu anlaşılan Ebers Papirüsünde “Kulaklarımdaki büyüleyici çınlama ve uğultu için yağ tebeşir tozu, ağaç özleri, otlar ve toprak kaynatılır. Elde edilen macun bir kamış ile dış kulağa yerleştirilir” biçiminde tedavi amaçlı uygulamadan söz edilmektedir.
Ebers papirüsü kulak çınlaması ve tedavisine yönelik ilk yazılı belge olarak kabul edilmektedir. (5,7)
Erken grekoromen zamanlarda hastalığın sebebine yönelik ayırım ve bu ayrımı gözeterek uygulanan tedavi alternatifleri tanımlanarak günümüz anlamıyla hastalığa ilk akılcı yaklaşımda bulunulduğu görülüyor.
Bu zamanlara ait tarihi kaynaklarda; çınlamanın dışsal nedenle, özellikle soğuktan kaynaklandığı düşünüldüğünde kulağın temizlenmesi, sıcak uygulanması ve valsalva benzeri manevra yapılması, çınlamanın bedensel yani içsel olduğu durumlarda ise diyet uygulanması, turp, salatalık suyu, bal ve sirkeden oluşan karışımın dış kulak yoluna uygulanması ve gargara yapılması önerilmektedir. (5,8)
Tıbbın kurucusu kabul edilen Hippocrates MÖ. 460-370 çok güçlü sese maruz kaldıktan sonra oluşan çınlama ve işitme kaybını farklı ve daha baskın bir ses üretmek biçiminde günümüzde de tedavi alternatifi olarak görülen “maskeleme” ile tedavi edilebileceği görüşünü ortaya atar.
İnsan aklını her şeyin üstüne koyup ilk çağ aydınlanmasının fitilini ateşleyen Aristoteles (M.Ö.384-322) ise kendisinden önceki yüzyılda yaşamış Hippocrates’in tinnitus için önerdiği maskeleme tedavisini felsefe malzemesi olarak da kullanır.
Herkesin aynı anda konuştuğu ve kimsenin diğerini yeterince işitemediği ses uyumsuzluğu olarak adlandırılan kakafoni ortamını kulak çınlamasına benzeten Aristoteles farklı ve baskın söylem ile yapılacak “maskelemenin” kakafoniyi gidermek için kullanılabileceğini önerir. (7,8,9)
Orta çağ metinlerinde tinnitus ile ilgili olarak Galenik uygulamalar başlığı altında ısıtma amacıyla şakak bölgesine sıcak ekmek uygulanması veya eritilmiş balmumunun dış kulak yoluna dökülmesi, terleme ile birlikte sıcak uygulamalarının tanımlandığı görülmektedir.
12-13. Yüzyıllarda başlayan ve tarihçiler arasında küçük Rönesans olarak tanımlanan bilim alanındaki gelişmelerle kulak çınlaması tedavisinde cerrahi müdahalelerin başlatıldığı görülüyor.
Çınlama ile birlikte gelen uğultunun rüzgarın kulakta hapsolmasından kaynaklandığı düşünülerek mastoid kemiğin havasını boşaltma biçiminde yapılan girişimler ilk cerrahi uygulamalar olarak ortaya çıkar. (5)
19. yüzyılda Fransız Jean Marie Gaspard Itard’ın çalışmaları ise kulak çınlamasına yönelik bilimsel çalışmaların başlangıcı olarak kabul edilmektedir. (5)
Sonuç olarak; efsanelere konu olmuş ve söylencelerde yaşayan Frigya kralı Midas’ın o görkemli kulaklarının çınlayıp çınlamadığını bilmiyor olsak da “tinnitus” insanlık tarihi kadar eski bir hastalıktır.
Tarihsel ortak algı ise kulak çınlamasına hastalık olarak kabul etmek yerine kulağa ait özellik hatta tanrıların hastalığı olarak kabul edilen epilepsi hastalığında olduğu gibi gizemli bir “durum” olarak görme eğilimi şeklinde olmuştur.
Tarihin pek çok döneminde tinnitustan yakınanlar için farklı tedavi önerilerinin varlığı ise bu gizemli durumun hastalar ve sağlıkçılar açısından her şeye rağmen hastalık olarak ele alındığını işaret etmektedir.
Öte yandan, sağlıkçıların hastalık olduğu görüşüne karşın çınlama örneğinde olduğu gibi başkalarının işitmediği sesler duymak öznel bir varoluş algısına bile dokunuyor olabilir.
Nasıl mı?
Bunca kitabi bilgiden sonra arkamıza yaslanıp biraz da edebiyattan yardım alalım.
Bursa’da Zaman şiirinde “Sessizlik bile çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar Saatleri Ayarlama Enstitüsü isimli kitabında modernleşme çabalarının doğurduğu o şaşkınlık ve tedirginlik halini
“Sanki bir denizaltı kovuğunda yürüyormuşum gibi bir türlü kavrayamadığım fikirler, bilgi kırıntıları ayaklarıma dolaşıyor, her kımıldandıkça köksüz asabiyetler, süreksiz ümitler, yersiz inançlar çürümüş yosunlar gibi kollarıma ve vücuduma sarılıyor, beni daha derinlere doğru çekiyordu.
Sonra hepsi birden bir mürekkep balığı gibi kendi savurdukları dumanın içinde kayboluyor ve ben Doktor Ramiz’le, karşı karşıya, başım biraz evvelki hengâmeyi dağıtan gür kahkahanın geldiği yere dönük, kulaklarımda farkına varmadan yokladığım derinliklerin ağırlığından gelen bir çınlama ile uykudan uyanmış gibi hiçbir şeyi tanımadan etrafa bakıyordum.” şeklinde ifade ediyordu. (10)
Kulak çınlamasının böylesine edebi kullanımına da sanırım şapka çıkartmak gerekiyor.
Mehmet UHRİ
1- S. D. G. Stephens The treatment of tinnitus a historical perspective The Journal of Laryngology and Otology October 1984. Vol.’98. pp.’963-972
5- Elizabeth Willingham, M.D., History of Tinnitus July 22, 2004 https://tinnitus-audiology.com/history-of-tinnitus-2/
6- Hadis-i Şerif, İbnu’l-Cevzî, el-Mevzuat, 3/76
7- Robert E. Sandlin, Ph.D.1 and Robert J. Olsson, Evaluation and Selection of Maskers and Other Devices Used in the Treatment of Tinnitus and Hyperacusis Trends Amplif. 1999 Mar; 4(1): 6?26. doi: 10.1177/108471389900400102
8- Vernon J. The history of masking as applied to tinnitus. J Laryngol Otol Suppl. 1981;(4):76-9.
9- Feldmann H: Masking of tinnitus - Historical remarks. Proceedings III International Tinnitus Seminar (Muenster, Germany). Harsch Verlag Karlsruhe, 1987, pp. 210-213.
10- Tanpınar Ahmet Hamdi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü.

BOBBY FISCHER KİMDİR

Eylül 15th, 2024
BOBBY FISCHER KİMDİR?
Robert James Fischer (Bobby Fischer) 1943-2008
Bobby Fischer 1972 yılında satranç tarihinin en ünlü unvan maçında Spassky’yi yenerek bu alanda SSCB tekelini kıran ABD’li dünya satranç şampiyonudur.
İlerleyen yıllarda soğuk savaş döneminde bloklar arası psikolojik savaş için ABD tarafından hazırlanmış bir proje olduğunu fark edecek ve ABD vatandaşlığı da dahil olmak üzere üzerindeki tüm etiketleri reddedecektir.
Annesi Regina Wender Polonya Yahudilerinden olup İsviçre’de dünyaya gelmiştir. ABD vatandaşıdır. Kasım 1933′te Alman biyofizikçi Hans-Gerhardt Fischer ile Moskova’da evlenip Fischer soy adını alır.
Antisemitizmin Stalin yönetimi altında yeniden ortaya çıkması ile anne Regina eşi ve kızını alıp Paris’e gider.
Alman işgali tehdidinin artması üzerine Regina eşi Hans Gerhardt’ı da terk edip kızıyla birlikte 1939′da Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eder.
Regina ve Hans-Gerhardt, 1945′te resmi olarak ayrılırlar.
Oğlu Bobby doğduğunda Regina evsizdir.
Ailesine destek olmak için ülke çapında farklı işlere ve okullara gidiyordur. Siyasi aktivizmle uğraşıp hem Bobby’yi hem de kızı Joan’ı tek başına yetiştirir.
2002 yılında The Philadelphia Inquirer’dan Peter Nicholas ve Clea Benson, Bobby Fischer’in biyolojik babasının Paul Neményi olduğunu belirten bir araştırma raporu yayınlar.
Yahudi kökenli Macar matematikçi ve fizikçi Neményi, ortam mekaniği konusunda uzmanlaşmış çalışmaları ile akışkanlar dinamiğine geometrik çözümler üretmiştir.
Bobby gibi babası da 17 yaşındayken Macaristan ulusal matematik yarışmasını kazanmış dahi bir çocuktur.
Bobby Fisher çocukluğundan itibaren satranç dehası olarak tanınır.
14 Yaşında ABD satranç şampiyonu olur. İlerleyen yıllarda bu unvanı 7 kez daha kazanacaktır.
Yazdığı kitaplar ve farklı oyun teknikleri ile satranç dünyasına büyük katkı sağlar.
1972 yılına kadar SSCB tekelinde olan dünya satranç şampiyonluğu için uluslararası satranç federasyonu tarafından şampiyonaya davet edilir.
Soğuk savaş döneminde bir tür ABD-SSCB mücadelesi olarak görülen şampiyonanın uzun müzakerelerden sonra İzlanda’da gerçekleşmesi taraflarca uygun görülür.
Bobby Fischer finalde Rus dünya şampiyonu Boris Spassky ile karşılaşır ve 12,5 – 8,5 kazanarak 11. Dünya satranç şampiyonu olur.
Şampiyon unvanıyla 1973′te FIDE yetkilisi Fred Cramer’e danışarak unvan maçları için pazarlığa açık olmayan üç talepte bulunur:
1- Maç, bir oyuncu 10 oyun kazanana kadar devam eder, beraberlikler sayılmaz.
2- Oynanan toplam oyun sayısında herhangi bir sınırlama yoktur.
3- 9-9 puan durumunda şampiyon (Fischer) unvanı korur ve ödül fonu eşit olarak paylaştırılır.
Fischer, bu taleplerin makul olduğunu, aksi takdirde liderliği ele geçiren oyuncunun taşlarını takas edip bazı oyunlarda berabere kalarak şampiyonluğa doğru ilerleyebileceğini savunur.
Pek çok gözlemci, Fischer’in talep ettiği 9-9 maddesinin adil olmadığını düşünür çünkü bu, rakibin en az iki oyun (10-8) kazanmasını gerektirecektir.
Sınırsız bir maça ev sahipliği yapmanın pratik bir sorunu da vardır. Her iki oyuncu da üstünlüğünü kanıtlayamaz ve sonsuz bir beraberlik serisi olursa maçın maliyeti astronomik olacaktır.
1974 yılında Nice Olimpiyatları sırasında bir FIDE Kongresinde delegeler Fischer’in 10 galibiyet önerisi lehinde oy kullanır ancak diğer iki önerisi reddedilir. Dahası maçtaki oyun sayısını 36 ile sınırlarlar.
Fischer, FIDE’nin kararına yanıt olarak 27 Haziran 1974’te aşağıdaki telgrafı gönderip dünya şampiyonluğunu bırakır.
“FIDE delegelerine gönderdiğim telgrafta da açıkça belirttiğim gibi, önerdiğim maç koşulları tartışılamazdı. Bay Cramer bana, kazananın on oyun kazanan ilk oyuncu olması, kuraların sayılmaması, sınırsız sayıda oyun olması ve şampiyonun unvanı yeniden kazanması ve ödül fonunun eşit şekilde paylaştırılmasıyla dokuz maça dokuz galibiyetle berabere kalınması kurallarının, Konsey tarafından reddedildiğini bildirdi. FIDE böyle yaparak 1975 Dünya Satranç Şampiyonasına katılmama karar verdi. Bu nedenle FIDE Dünya Satranç Şampiyonası unvanımdan istifa ediyorum. Saygılarımla, Bobby Fischer.”
Delegeler önceki kararlarını yeniden teyit ederek yanıt verirler. Fischer’in istifasını kabul etmezler ve yeniden düşünmesini talep ederler.
ABD Satranç Federasyonu yetkililerinin devam eden çabaları nedeniyle Mart 1975′te Hollanda’nın Bergen şehrinde özel bir FIDE Kongresi düzenlenir. Burada maçın süresiz olması gerektiği kabul edilir ancak 9-9 durumu maddesi 32′ye karşı 35 oy gibi kıl payı farkla bir kez daha reddedilir.
FIDE, Fischer ve Karpov’un maça katılımlarını onaylamaları için 1 Nisan 1975′e kadar bir süre belirler.
3 Nisan’a kadar Fischer’den herhangi bir yanıt alınamayınca rakibi Karpov maç yapmadan resmi olarak Dünya Şampiyonu olarak ilan edilir.
1972 Dünya Satranç Şampiyonası’ndan sonra Fischer, ülkesinin tüm ısrarlarına karşın yaklaşık 20 yıl boyunca halka açık herhangi bir turnuvaya katılmaz.
Fischer, yirmi yıllık sessizliğin ardından 1992′de 20. Yüzyılın rövanşı olarak adlandırılan maçta Spassky ile tekrar karşılaşır.
Bu maç pek çok itiraza karşın Yugoslavya’nın Sveti Stefan ve Belgrad şehirlerinde oynanır.
Fischer maçı 10 galibiyet, 5 mağlubiyet ve 15 beraberlik ile kazanır.
Fischer, Garry Kasparov’un FIDE Dünya Şampiyonu olarak tanınmasına rağmen, organizatörlerden maçı “Dünya Satranç Şampiyonası” olarak ilan etmelerini talep eder.
Rövanş maçının ödülü 5 milyon ABD dolarıdır. Bu, satranç tarihinde bir maç için ödenen en yüksek ödüldür.
Bu maç sırasında Fischer ile Spassky arasında geçen ve daha sonra Fischer tarafından aktarılan konuşmada Bobby Fischer rakibi ile oynamaktan büyük haz duyduğunu ancak SSCB’nin özgür bir ülke olmaması nedeniyle karşı karşıya gelemediklerinden hayıflanır.
Spassky’ye “Keşke dünya böyle olmasaydı ve özgürce daha çok maç yapabilseydik” der.
Spassky’nin yanıtı çok çarpıcıdır;
“Evet, ülkem özgür bir ülke değildi. Bu nedenle bir araya gelemediğimiz için ben de üzgünüm. Ancak biz özgürlüklerin olmadığı bir ülkede yaşadığımızın farkındaydık. Aynı şeyi senin için de söylemeyi çok isterdim” der.
Spassky haklı çıkar.
Yugoslavya iç savaşı nedeniyle Birleşmiş Milletler yaptırımları gerekçe gösterilerek maçın oynanmaması yönünde büyük itirazlar olur.
ABD Hazine Bakanlığı, maçın başlamasından önce Fischer’i, katılımının yasadışı olduğu ve Başkan George Bush’un, Yugoslavya’da ekonomik faaliyetlerde bulunmaya karşı yaptırımlar uygulayan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 757 sayılı Kararı’nı uygulayan 12810 sayılı Başkanlık Kararnamesi’ni ihlal edeceği konusunda uyarır.
Yanıt olarak, 1 Eylül 1992′de uluslararası basının önünde planlanan ilk basın toplantısında Fischer, “Bu benim cevabımdır” diyerek ABD’nin emrine tükürür.
Emri ihlal etmesi ve maçın tamamlanmasının ardından ABD federal yetkilileri tarafından hakkında tutuklama kararı çıkarılır.
1992′de Spassky ile yaptığı maçın ardından artık bir kaçak olan Fischer, Budapeşte Macaristan’a yerleşir.
ABD’nin sıkıştırması üzerine Fischer 2000′den 2002′ye kadar Filipinler’in Baguio kentinde 2002- 2004 yılları arasında da Japonya’da yaşar.
13 Temmuz 2004′te, ABD’li yetkililerden gelen bir mektuba yanıt olarak harekete geçen Japon göçmenlik yetkilileri, Manila’ya giden Japan Airlines uçağına binmeye çalışırken iptal edilmiş ABD pasaportunu kullandığı iddiasıyla Bobby Fischer’ı Tokyo yakınlarındaki Narita Uluslararası Havaalanında göz altına alır.
O zamanlar Fischer’in sadece ABD pasaportu vardır.
İlk olarak 1997′de verilmiş ve daha fazla sayfa eklemek için 2003′te güncellenmiştir.
ABD yetkililerine göre bu pasaport, Yugoslavya yaptırımlarının ihlaline ilişkin olağanüstü tutuklama emri nedeniyle Kasım 2003′te iptal edilmiştir.
ABD’deki mevcut tutuklama emrine rağmen Fischer, pasaportunun geçerli olduğunu ileri sürer. Yetkililer Fischer’i başka bir tesise nakletmeden önce 16 gün boyunca bir gözaltı merkezinde tutar.
Tokyo merkezli Kanadalı gazeteci ve danışman John Bosnitch, Narita Havaalanında Fischer ile buluşup ona yardım etmeyi teklif ettikten sonra “Bobby Fischer’ı Özgürleştirme Komitesini” kurar.
Boris Spassky, ABD Başkanı George W. Bush’a bir mektup yazarak “Merhamet ve hayırseverlik gösterip bağışlanmasını” ve bu mümkün değilse “kendisinin bir satranç takımıyla birlikte Bobby Fischer ile aynı hücreye konulmasını” talep eder.
Bobby Fischer, babasının Alman olduğu gerekçesiyle Alman vatandaşlığına başvurur. Yanıt alamaz.
Bu sırada Bobby Fischer, ABD vatandaşlığından çıkmak için ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell’a çağrıda bulunur. Ancak yine yanıt alamaz.
Japonya Adalet Bakanlığı Fischer’in sığınma talebini reddeder ve sınır dışı edilip ABD’ye göndermek ister.
Amerika Birleşik Devletleri’ne gönderilmekten kurtulmanın yollarını arayan Fischer, Ocak 2005’te İzlanda hükümetine İzlanda vatandaşlığı talep eden bir mektup yazar.
Fischer’in durumuna anlayışla yaklaşan ancak vatandaşlığın tüm avantajlarından yararlanma konusunda isteksiz olan İzlandalı yetkililer, önce haymatlos pasaportu verir.
Bunun Japon yetkililer için yetersiz kaldığı ortaya çıkınca, İzlanda Parlamentosu oybirliğiyle Fischer’e insani nedenlerden dolayı tam vatandaşlık vermeyi kabul eder.
Fischer, Reykjavík’e vardıktan sonra İzlanda’da gözlerden uzak münzevi bir hayat yaşar.
17 Ocak 2008′de Fischer, Reykjavík’teki Landspítali Hastanesi’nde böbrek yetmezliğinden 64 yaşında vefat eder.
21 Ocak 2008 de Fischer, bir Katolik cenazesinin ardından Reykjavík’in 60 kilometre güneydoğusundaki Selfoss kasabasının dışındaki Laugardælir kilisesinin mezarlığına gömülür.
Fischer’in annesi Yahudi olmasına rağmen Fischer, Yahudi olarak etiketlenmeyi reddetmiştir.
İyi de tüm bunlar bize ne anlatıyor?
Bir daha soralım;
Robert James Fischer (Bobby Fischer) kimdir?
Soğuk savaş yıllarında SSCB’nin satranç alanındaki ulaşılmaz üstünlüğünü kırabilmek için bir ABD projesi olarak yetiştirildiğini fark ederek üzerindeki etiketleri reddeden ve dünya satranç şampiyonu unvanı dışında etiket kabul etmeyen bir özgürlük savaşçısıdır.
Özne olarak hiçbir değeri olmadığını görüp, sistemin bir aracına veya sadece işlevine dönüşmeyi reddettiği için yer yüzünde sığınacak ülke bulamayan ve gerçek özgürlüğün kendi olarak kalabilmek olduğunu mücadelesi ile ortaya koyan 20. Yüzyıl bilgelerindendir.
Ne diyordu Kazancakis Zorba’nın ağzından:
“Hayır patron, özgür değilsin. Senin bağlı bulunduğun ip, öbür insanlarınkinden biraz daha uzun; hepsi bu. Senin patron, uzun ipin var, gidip geliyor, kendini özgür sanıyorsun.”
Bu dünyadan bizlere bağlı olduğumuz ve görmek istemediğimiz ipi işaret eden bir Bobby Fischer geçti, dostlar.
İyi ki de öyle oldu…
Mehmet Uhri

VUKUATLI

Eylül 15th, 2024
VUKUATLI
Bilmem ki nasıl anlatsam derdimi?
Öyle dert ki, olmayan bir suçun varlığına benim bile inanasım geliyor.
Ortada suç olmamasına karşın insanlar bana şüpheyle bakıyor, açıkçası ben de kabahati kendimde aramaya başladım.
Her kabahatten kendine pay çıkaran yaramaz çocuk ruh haliyle durumu kabullenmiş verilecek cezayı bekliyorum.
“Birilerine” göre alenen suçluyum. Üstelik olmayan bir suçu kabullenmem hatta itiraf etmem bekleniyor.
Neymiş?
Kamuoyunu aldatıcı ve yalan bildirimde bulunmuş, toplumun ve devletin milli değerlerini rencide etmiş, üstelik bu bildirimi sosyal medyayı kullanarak yapmışım.
Sabahın bir körü polis zoruyla derdest edildim.
Şu anda nezarethanede şaşkın ve yalnız bir halde hâkim karşısına çıkarılıp hakkımda verilecek kararı bekliyorum.
Üstelik savcılık tarafından gerçekliği olmayan bir suçun tek sanığı olarak tutuklama istemiyle mahkemeye sevk edildim.
İsnat edilen suçum “Kamuoyuna yanlış bilgi vermek, kişisel verilerin korunması kanununa muhalefet, devleti ve organlarını küçük düşürücü asılsız haber üretmek, yazmak ve sosyal medya aracılığı ile yayınlamak.” Halkın manevi değerlerini istismar ve aşağılıyor olma da cabası.
Tüm bu suçları tek başına yapmış olabileceğime inanmayan savcı örgütlü suç olabileceği düşüncesiyle bilgisayar ve cep telefonuma da el koydu. Tüm bağlantılarım sorgulanıyor. Şimdilik örgüt bağlantısı bulamayan sayın savcı iyice işkillenip kaçma veya delil karartma şüphesi nedeniyle tutuklu yargılanmamı talep etti.
“Yahu ben devlete bunca yıl hizmet etmiş uzman hekimim, bağlı olduğum tabip odası dışında örgütsel bağlantım yok ve suçlamaları kabul etmiyorum” desem de işe yaramadı.
Anladığım kadarıyla savcıların işi de biz hekimler gibi şüpheci olmayı gerektiriyor.
İyi olduğunu ifade etse de ikna olmayıp tetkik ve incelemeler ile insanlarda gizli hastalık aradığımız gibi savcılık makamı da bunca yıl devlet içinde kendini iyi gizlemiş bir “şüpheli” olduğumu düşünüyor.
En iyisi sizlere şu başıma gelenleri en başından anlatayım;
Belirttiğim gibi uzman hekim olarak bir devlet hastanesinde görev yapıyorum.
Pek çok meslektaşım gibi benim hobim de anı, öykü ve deneme yazmak.
Başlangıçta hastane ortamında başımdan geçen, tanık olduğum veya kulak misafiri olduğum anı ve olayları kaleme alıyordum. Günlük tutmak gibi denilebilecek kısa notlarla başlamıştım.
Bir yerlerde yazılı olursa hatırlaması kolay olur diye düşünüyordum.
Yani kendime yazıyordum.
Hoş, zaman geçse de bu konuda pek değişen bir şey olmadı.
Sonra işi ilerlettim.
Zamanla anılar öykülerin satır aralarına nükte ve küçük fikir kırıntıları ekleyebileceğimi fark edip kurgusal öyküler de kaleme almaya başladım.
Basit bir olayın birkaç nükteyle zenginleşiyor olması heyecan vericiydi.
Deneme tarzı yazdıklarımı öykülerle birleştirme fikri cazip görünüyordu. Fikirlerimi öykü kahramanlarımın ağzından aktarmaya yöneldim.
Bir konuda iletmek istediğim fikir çoğunlukla ilk cümlede dinleyenlerin “Kim söylüyor? Nereden söylüyor? Neden öyle söylüyor?” önyargılarına tosluyordu.
İletmek istediğim fikri bir öykü kahramanına söylettiğimde ise okuyucunun ön yargılarını bırakıp anlamaya daha yatkın olduğunu fark ettiğimden beri kurgusal öykülere daha fazla ağırlık vermeye başladım.
Bu şekilde yaklaşık 25 yıldır bine yakın anı, öykü, deneme kaleme aldım. Bir kısmı çeşitli platformlarda yayınlandı ve ilgi de gördü.
Tüm bunlar olurken insanın yetiştiği kültür ister istemez yakasından paçasından yapışıyordu.
Hiç olmayan bir olayı kaleme alırken özünde “yalandan” bir şeyler anlatıyor olmak yazanı da ahlaki sıkıntıya sokuyordu.
“Yazdıklarınız gerçek mi?” diye sorulduğunda cevap vermekte zorlanıyordum.
İki ayağının üzerinde yalan söylüyor olma tasasına kapıldıkça yazdıklarımı tutunacak gerçeklikler ile birleştirmeye yöneldiğim fark ettim.
Kendiliğinden olan bu durum olayın kurgusallığını gerçeklik ile harmanlıyordu.
Kısaca yalanı gerçeğe karıştırıyordum.
Yetiştiğim kültür özünde yalanın hoş bir şey olmadığı üzerineydi.
Baktım ki, olmamış olayları başımdan geçmiş gibi anlatıyorum kendimi ikna edebilmek, yalanı gerçeğe usulünce bulayabilmek için ya karakterleri veya olayın geçtiği mekânı gerçeğe yakınlaştıracak biçimde yazıyordum.
Öykülerim bir açıdan gerçeğe diğer açıdan kurguya tutunuyordu.
Başıma iş açan da sanırım bu durum oldu.
Bir yerlerde tanış olduğum insanları öyküye monte ederken “Bu karakter şimdi burada olsa böyle konuşurdu” diye düşünüyor veya karakterler hayali olsa da öykünün geçtiği mekânı çalıştığım hastane ortamı gibi bilinen bir yerden seçip ucundan da olsa öyküyü gerçeklik ile buluşturuyordum.
Öykülerimin bir kısmını sosyal medyada paylaşıp geri bildirimler ile de besleniyordum.
Özünde kendime yazıyor olsam da öykü anlatı veya her ne ise sosyal medyaya “düştükten” sonra benim olmaktan çıkıyor okuyucunun hayal dünyasına geçiyordu.
Bazı öykülerimin imzasız olarak sosyal medyada çokça paylaşıldığına bile şahit oluyordum.
Yıllar önce yazdığım bir öyküye sosyal medyadan sanki dün yazmışım gibi geri dönüş olunca öyküyü hatırlamakta zorlandığım, şaşkınlık yaşadığım bile oluyordu.
Beni nezarethaneye düşüren de bir süre önce yazıp sosyal medyada paylaştığım ve gündeme geldiğinde detaylarını unuttuğumu fark ettiğim böyle bir öyküydü.
İlk yayınladığında ilgi görmeyen öykü sanki yeni kaleme alınmış gibi sosyal medyada ismimle paylaşılmış, bu kez fazlaca ilgi görüp “birilerinin” dikkatini çekmiş, “bazıları” da anlatılanlardan rahatsız olmuştu.
Üstelik tüm bunlar benim haberim olmadan gerçekleşiyordu.
Öykü ile ilgili ilk geri bildirim biraz üstenci ve kibirli bir tavırla metne iliştirilmiş “Ayıp olmuyor mu, doktor bey?” diye bir serzeniş ile geldi. Anlayamadığımı yazınca devlet kurumu içinde olageldiği iddia edilen aksaklığı üstelik hastaların özel bilgilerini de paylaşarak kaleme alıp yayınlıyor olmam eleştiriliyordu. “Devletin hastanesini küçük düşürmeye utanmıyor musun?” diye de hafiften ayar vermeye çalışan sert bir yanıt daha aldım.
Açıkçası gereksiz duyarlık gösteren birilerine çattığımı düşünüp cevap vermedim.
Meğer adam haklıymış. Utanmam gerekiyormuş.
Merak edip internet ortamında öykümü sorgulatınca durumun parlak olmadığını fark ettim.
Öykü veya anlatının altında sert tartışmalar, kamplaşmalar, karşılıklı suçlama ve küfürleşmeler süregidiyordu.
Satır aralarında metnin müellifi olarak üstü örtülü biçimde vatan hainliği ile suçlandığımı bile görüyordum.
Açıkçası tüm bunlar bana komik geliyordu.
Sonuçta okudukları bir gazete haberi değildi. O nedenle aklıma kendim için tasalanmak gelmiyordu.
Tartışmaları sessizce izlemek ile yetiniyordum.
İlerleyen günlerde tartışmaya katılanlardan biri öyküde adı geçenlerden birinin merhum babası olduğunu, babasının azılı bir suçlu gibi gösterilip manevi şahsiyetine halel getirildiğinden yakınınca işin rengi değişti.
Tartışan taraflar birden böyle bir metni kaleme alana yönelik öfkede buluşuverdi.
Küfürleşmelerin yerini bir hekim hastasına ait özel bilgiyi nasıl olur da aleniyete döker uzlaşısı aldı.
Açıkçası tartışmaya katılıp kendimi savunmayı düşünsem bile sosyal medya linçi ile karşılaşmamak için yine suskun kalmayı yeğledim.
Günler ilerledikçe başkaları da sosyal medya aracılığı ile ulaşıp yazdığım metin üzerinden daha çok hesap sormaya başladı.
Kaleme aldığım başka metinlerimin de didik didik edildiğine şahit oluyordum.
Cevap vermeyip sosyal medya hesaplarımı askıya aldım.
Hesabımda yayınlanmakta olan malum öyküyü de yayından kaldırdım.
Yine olmadı…
Meğer, kaleme aldığım metin ilgi görüp başka web sitelerinde de yayınlanıyormuş. Onların yayımının durdurulması için de yazının müellifi sıfatıyla başvuru yapmam gerekiyormuş.
İşi bilen birkaç meslektaşıma danıştım. Sosyal medyada gündemin çok hızlı değiştiğini, kısa sürede unutulacağını, yanıt vermemem gerektiği tavsiyesinde bulundular.
Öyle yapıp suskun kaldım.
Sonra bir gün kapıma polis dayandı.
Hem de ailecek hafta sonu tatil için gittiğimiz bir otelde ve sabaha karşı.
Neymiş?
İfade vermek için aranıyor bulunamıyormuşum. Devletin hastanesinde her gün görev yaptığımı söylesem de nedense bulunamamışım.
İfade çağrısından bilgim olmadığını söyledim.
Eşimin şaşkın bakışları arasında derdest edilip karakola götürüldüm. Karakola giderken avukat arkadaşımı aradım. Avukatım İfade alacaklarını, ifade metnini kendi ile paylaşmadan imzalamamam gerektiğini söyledi.
Dediği gibi yaptım.
Karakolda sözünü ettiğim öykü metni önüme konuldu ve sadece “Bu metni siz mi yazdınız?” diye soruldu. Bir cümlelik soruya tek sözcüklük “evet” yanıtı vererek serbest bırakıldım.
Sanırım fazlaca iyimser biri olarak olayın kapandığını düşünüyordum. Ancak avukatım işkillenip soruşturunca durumun hiç de öyle olmadığı anlaşıldı.
Meğer öyküdeki karakterin merhum babası olduğunu düşünen vatanına, milletine, ülkesine ve değerlerine sadık şahıs tarafından hem savcılığa hem de bağlı olduğum tabip odasına şikâyet edilmişim.
Hakkımda suç duyurusu yapıldığı için savcı beyimiz işlem yapmak “zorunda” kalmış.
Açıkçası avukatım da benim gibi düşünüyor, “Bundan bir şey çıkmaz” diyordu.
Ancak öyle olmadı.
Şikâyet ve suç duyurusu sayısı artmaya devam etti.
Şikayetçiler kervanına Sağlık Bakanlığı’nın da katılımıyla küllenmesini beklediğimiz konu daha da alevlendi.
İl Sağlık Müdürlüğü’nün çalışmakta olduğum hastaneye gönderdiği yazı üzerine hastane idaresi bir sarı zarf göndererek yazdığım metin hakkında bir hafta içinde savunma yapmamı istedi.
Dahası hastane yönetimi metni kimin kaleme aldığını soruyor ve öyküde geçen olayın gün, tarih ve mekân bilgilerini de istiyordu.
Metnin müellifi olmakla beraber öykünün kurgusal olduğu dahası metinde hastane ve şahıs adı geçmediği şeklinde savunma verdim.
Hastane idaresi nedense savunmamı yeterli görmeyip “Bir daha olmasın” biçiminde kulağımı çekercesine “uyarı” cezası vererek konuyu kendince kapatmaya çalıştı.
Yine olmadı.
Bu kez hastane idaresinin hakkımda verdiği uyarı cezası sosyal medyaya düştü.
“Hastasının özel bilgilerini ifşa eden doktora ceza” başlığı ile sosyal medyada tekrar gündeme geldim.
Bu arada bağlı olduğum tabip odası da atadığı muhakkik üzerinden ifademe başvurdu.
İçinde bulunduğum durumla ilk kez empati kurmayı başaran biriyle konuşabildiğim için mutluydum.
Kısa süre sonra tabip odası isnat edilen suçla ilgili işlem yapma gereği duyulmadığını yazılı olarak bildirdi.
Ancak şikayetçi hasta yakınına “İnceleme sonucunda tıbbi etik veya bir tıbbi uygulama hatası görülmediği için” diye başlayan açıklama yazılınca sosyal medya linçinden bu kez hekim örgütü de nasibini aldı.
Tabip odasının karar metni sosyal medya haber sitelerine “Tabipler meslektaşlarının suçunu ört bas etmeye çalışıyor” şeklinde suçlayıcı biçime dönüşünce konu iyice ayyuka çıktı.
Benimle bir kez bile konuşmaya bile tenezzül etmeyen ve başından beri suçlayan haber siteleri haberi böyle yazarken sorumlu gazetecilik ilkeleri gereği fikri takip yapmakta olduklarından övünmeyi de ihmal etmediler.
Araya uzun bir bayram tatili ve akabinde yıllık izin girince konu aklımdan çıkmıştı.
Derken bir sabah erken saatte işe gitmek için evden çıkarken kapımın önünde bekleyen ekip arabası tarafından bu kez “şüpheli” sıfatıyla karakola davet edildim.
Ellerimin kelepçelenmesinin gerekmediğini söylesem de dinlemediler.
Neymiş?
Memur beyler şüpheli sıfatıyla aldıklarının hangi konuda şüpheli olduğunu bilemezlermiş. Bu nedenle zorluk çıkarmamam istendi.
Ellerimi kelepçeledikleri gibi telefonuma ve bilgisayarıma da el konuldu.
Yolda avukatımı aradım. “Ben gelmeden ifade verme ve hiçbir şey imzalama” biçiminde net bir emir alınca işin ciddiyetini anladım.
Savcılıkta önümde yine yazdığım metin vardı. Beraberinde de hayli kabarık bir şikâyet dosyası duruyordu.
Avukatım metnin bir kurgu, yazanın da öykü yazarı bir hekim olduğunu, metinde küçük düşürüldüğü iddia edilen hastanenin değil adının hangi ülkede geçtiğinin bile yazılmadığını söylese de savcı ikna olmadı.
Neymiş? Onunla kafa mı buluyor muşuz? Bunca yıllık savcı hangi ülkeden ve hangi hastaneden söz edildiğini anlayamaz mıymış?
Öyküde adı geçen mekân ve yerler çalıştığım hastaneyi işaret ediyormuş.
Eh yalan da değildi.
Hastane ismi zikretmemiş olsam da kurguya kendimi inandırmak için mekânı gerçek kılmak benim seçimimdi.
Avukatım sesimi çıkarmamamı istediği için susuyordum.
Sorgu ilerleyince aktarılan olayın ne zaman gerçekleştiği soruldu. Kurgu olduğu için böyle bir bilgiye sahip olmadığımızı söyleyince önümüze şikâyet dilekçesi koyup “Bakın bu şahıs merhum babasından söz ettiğinizi iddia ediyor” diye üsteledi.
Avukatım verilecek bir yanıtımızın olmadığını sabırla söylerken bir yandan da gereksiz bir şey söylememden endişe ettiği için beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
Kaleme aldığım metnin anlatıcısı ve bir anlamda kahramanlarından biri de bendim ve olayı kendi üzerimden kurguya döktüğüm için savcı ikna olmuyor, gerçek olduğunu düşünmeye devam ediyordu.
Şikâyete konu olan hastanın dosyasında ismimin olmaması da yetmedi. Neymiş hastanın yattığı dönemde hastanede görev yapmaktaymışım. Bu yeterliymiş.
Şimdi burada durup kaleme alma gafletinde bulunduğum o meşum metni paylaşmam gerekiyor.
Ne de olsa tutuklama talebiyle nezarethanedeyim ve daha ne kadar dört duvar arasında kalacağım konusunda hiçbir fikrim yok.
“VUKUATLI
Hastanenin sessizliğe büründüğü sıradan bir nöbet akşamıydı.
Nöbetçi şef odasını teslim almış bilgisayar başında gündüzden kalan dosyaları gözden geçiriyor, eksiklikleri tamamlıyordum.
Gün içinde hastane ana bilgisayarı birkaç kez kısa süreli devre dışı kalmış tümüyle bilgisayar sistemine bağlı olan sağlık hizmetinde aksamalar yaşanmıştı. Bu nedenle gündüzden eksik kalan işleri tamamlamaya uğraşıyordum.
Efendim eskilerde hastaneler sağlık çalışanları tarafından işletilir ve iyi kötü yönetilirdi.
Günümüzde ise HBYS denilen hastane bilgi yönetim sistemi ve bağlı bilgisayarlar ile yönetiliyor.
Başlangıçta kolaylık ve önemli bir ilerleme olarak görülen bu sistemin temel önceliğinin yapılan her bir tıbbi uygulamanın hastanın fatura bilgilerine işlenmesi ve bu sayede hastane gelirlerinde kayıt kaçağı olmasının önlenmesi olduğunu zamanla öğrenecektik.
Yani HBYS tıbbi amaçtan çok işletmeye dönüşen hastanelerin gelir gider kalemlerini önceliyor yapılan her tıbbi işlemin sonucuna bakmaksızın hastaya veya bağlı bulunduğu sosyal güvenlik sistemine fatura edilmesini amaçlıyordu.
Bu nedenle hastaya ait bir takım tıbbi bilgilerin zaman içinde yazılım şirketi değişiklikleri ile yitirilebildiğine şahit olsak da faturalama hiç aksamıyordu.
Uygulamada bilgisayara hasta ile ilgili işlem kaydını girmeden değil kan tahlili yapmak neredeyse elimizi bile süremiyorduk.
HBYS hastane içi işleyişi ve biz sağlık çalışanlarını yönetmese de doğrusu iyi idare diyordu.
Bilgisayar sistemleri devlet hastanelerinin sağlık işletmeleri olarak yeniden tanımlandığı dönüşüm sürecinin önemli bir parçasıydı.
İşte bu hastane bilgi yönetim siteminin o nöbet gecesi çalışmayacağı tuttu.
Yaşanan aksilik hastane acilinin yoğunluk yaşadığı akşam saatlerine denk gelince kusursuz fırtına kaçınılmaz hale geldi.
Gece yarısına doğru bilgisayarlar önce yavaşladı sonra işlem yapamaz hale geldi. Bilgisayarlara hastalar ile ilgili işlem bilgisi girilemiyor sisteme bağlı tıbbi cihazlar da bu nedenle çalıştırılamıyordu. Basit bir idrar tahlili veya kan sayımı bile yapamaz haldeydik.
Nöbetçi bilgi işlem teknisyeni sorunu çözemeyince sorumlu bilgi işlem mühendisine telefon ile ulaşıp yardım istedi.
Bu arada acil servise başvuran ve sayısı giderek artan hastalar da işlem yapılamadığı için bekletiliyordu.
Sorun uzayınca ana bilgisayarın başına gidip “kapatıp açsak mı?” diye o meşhur soruyu ve yapabileceğim bir şey olup olmadığını sordum.
Bilgi işlemcimiz ise mesleğinin getirdiği içe dönüklük ve ben bilirim havası ile soruma cevap bile vermedi.
Telefonda sorumlu bilgisayar mühendisimizin direktiflerini takip ederken bir anda ana bilgisayarda önce mavi ekran belirdi sonra da kendini tamamen kapattı.
Ana bilgisayarı kapatıp açmak işe yarayabilir düşüncesiyle bir süre bekleyip tekrar açıldı.
Bu durumda hastanede çalışır durumdaki bilgisayarların bir süre sonra kapatılıp tekrar açılması gerektiği bilgisini personel ile paylaşmam istendi.
Sabırsızlanmaya başlayan ve sayıları giderek artan acil hastaları ile birlikte sorunun çözülmesini beklerken işler hiç de iyi gitmedi.
Ana bilgisayar açılmıyor hasta bilgileri girilemiyordu.
Hastanenin tüm cihazları çalışır halde olmasına karşın sağlık çalışanları elim elim üstünde hiçbir şey yapamadan öylece bilgisayarları bekliyordu.
Bir saat kadar sonra bilgisayar mühendisimiz de sorunu gidermek için evinden çıkıp hastaneye gelmişti.
Bu arada devlet hastanelerinde elektrik kesilmelerine karşın jeneratörlerin bile yedeği olmasına karşın ana bilgisayarların yedeği olmadığını bilgileri bulutta yedeklemenin yeterli göründüğünü de öğrendim.
Ana bilgisayarımız çökse bile içindeki bilgiler kaybolmuyor, ancak yedeği olmayınca yeni bilgi de girilemiyordu.
Ana bilgisayarı üreten firma yetkilileri ile yapılan görüşmeler ve online müdahale çabaları ile bir saat daha geçti.
Acilde bekleyen hastaların görünürde acil olmayanlarını civar hastanelere yönlendirerek çözüm üretmeye çalıştık.
Saat sabahın ikisi olmuş hastane ana bilgisayarı çalıştırılamamıştı.
Çocuksu bir iyimserlik içinde sorunun her an çözülmesini bekliyor sorunun gece boyu çözülemeyeceği ve ertesi güne sarkacağını aklımıza bile getiremiyorduk.
Çaresizlik içinde kıvranırken gece yarısı başhekime de bilgi verip 112 acil komuta merkezini arayıp durumu anlattım.
Bir süre acil hasta yönlendirilmemesini rica ettim. Anlayışla karşıladılar.
Rahat bir nefes alıp bilgisayarcıların yanına dönüp sistemin offline bir çalışma biçimi olup olmadığını sordum.
Yokmuş.
Yani eskiden yaptığımız gibi önce sağlık hizmetini yapalım işlem kayıtlarını sonra girip faturalandıralım talebim sistemin mantığına aykırıymış.
HBYS sosyal güvenlik kurumundan parayı almadan işlemin yapılmasına izin vermiyormuş.
Mühendisimiz birazda müstehzi edayla “Önce fiş, sonra alışveriş” diyerek işinin başına döndü.
Dahası hani “Geldi mi katarıyla gelir” dedikleri gibi nöbetçi şef telefonundan arandım ve acil servise gelmem gerektiği bildirildi.
Yakın bir muhitte iki etnik grup arasında bilmediğim bir nedenle başlayan hırlaşma kavgaya ve silahlı çatışmaya dönüşmüştü.
Yaralı yakınları kendi araçlarıyla yaralıları hastaneye taşıyordu.
İlk bakışta biri ağır 6 ateşli silah yaralısı getirilmişti.
Ve biz bu yaralılara sistem arızası nedeniyle tıbbi kayıt açamıyor, kan tahlili veya görüntüle talebi dahi giremiyorduk.
Geçmişte yaptığımız gibi ağır yaralıyı ameliyathaneye aldık diğer yaralılar için kayıt açmadan ilk yardım ve serum takmak gibi basit tıbbi destek işlemleri yapmaya başladık.
Ağır yaralı için kan gerekiyordu ve kan merkezi bilgisayara kayıt girilmeden kan veremeyeceğini bildiriyordu.
Çıldırmamak işten değildi.
Gereken iki ünite kanı tutanak ile teslim alıp uygun olup olmadığını eski usul ile kontrol ettikten sonra ameliyathaneye teslim ettim.
Gece yarısı hastane başhekimini arayıp kusursuz fırtına altında olduğumuzu ve yönetmeliğe aykırı işlemler yapmak zorunda kaldığım konusunda kendimi ihbar ettim.
Yanıt olarak uykulu bir ses “Sabah tutanak masamda olsun” dedi ve kapattı.
Acile getirilen yaralılardan biriyle konuşup olayı anlamaya, başka yaralı gelip gelmeyeceğini sorgulamaya çalışıyordum.
Orta yaşın üzerindeki yaralı bey efendi Doğulu bir şive ile “onlar kaşındı, biz de kaşıdık. İyi oldu” dedi. Diğer bir yaralı bu sözler üzerine yattığı sedyeden kalkıp hastamıza saldırmaya kalktı.
Amcamız her iki ayağından kurşunlanmıştı. Hayati tehlike görünmüyor olsa da çok kan kaybetmişti. Küfürlü konuşuyor ve “Dağdan gelip bağcıya laf ediyorlar” şeklinde karşı etnik grup hakkında atıp tutuyordu.
Yüzünde ve elinde iyileşmiş kesi izlerine bakılırsa geçmişi de tenekeliydi.
Bu haldeyken hasta bakıcı yanıma gelip kolumu tuttu ve sesini kısarak “Şefim kapı önü karışmak üzere bir bakmanız gerekiyor” dedi.
Sabaha karşı acil servis önünde her iki etnik gruptan yaralıları için bekleyen kalabalığı o zaman fark ettim.
Bir kısmının elinde uzun namlulu silahlar bile vardı.
Dışarısı kibrit çaksan patlayacak durumdaydı.
Dedim ya kusursuz fırtınaya tutulmuş batmamaya çalışıyorduk.
Gelen hasta yakınlarını gören ve gerginliği sezen acil serviste sıra beklemekte olan hasta ve yakınları da arazi olmuştu.
Polisi arayıp kendimi tanıttım ve durumu anlatıp her an ikinci bir çatışma yaşanabileceği bilgisini paylaştım. Telefonun ucundaki bezgin ses “Anlaşıldı. Bir ekip arabası yönlendiriyorum” dedi. “Ekip arabası değil tankınız TOMA’ nız neyiniz varsa hepsini alın gelin” diye bağırdım.
Telefonu yüzüme kapattı.
Biraz sonra bir polis arabası acilin önüne yaklaştı.
Ellerinde uzun namlulu silahlarla bekleyen kalabalığı görünce durmadan yoluna devam etti. Kaçar gibi uzaklaştı.
Açıkçası o ekip arabasında ben de olsam aynı biçimde davranırdım diye düşündüm. Daha kalabalık bir ekiple geleceklerini umuyordum.
Ancak gelen giden olmadı.
Dışarıda ve içeride gerilim tırmanıyordu. İçeride henüz hastalarımızı kaybetmemiş olsak da tıbbi müdahale bilgisayarlar yüzünden gecikiyordu.
Dışarıda ise kalabalık iyice artmış her iki etnik grup arasında laf atışmaları sürüyor, her an bir çatışma daha başlayacak gibi görünüyordu.
Dahası hasta yakınlarını dışarıda tutmakta da zorlanıyorduk. Hasta yakını sayısı giderek artıyor her yeni gelen acil servise girip yakınına ulaşmaya bilgi almaya çabalıyordu.
Ve biz sağlık çalışanları her iki etnik gruba ait hastalara lanet olası bilgisayarlar yüzünden elimizi süremiyor, kan grubu bile bakamıyorduk.
Az sonra bizlerin bir şey yapamadığı anlaşılacak ve birbirine düşman iki grup bize karşı birleşip acil servisi basacak diye endişe etmeye başlamıştık.
Tüm bunlar yaşanırken bilgisayarlardan umut yoktu.
O ana kadar acil serviste beklemekte olan ve bu tür durumlarda söylenip ortalığı ayağa kaldıracak olan hasta ve yakınları ise ortamdaki gerilimi görüp hiçbir şey söylemeden sessizce ortadan kaybolmuştu.
Giderek yalnızlaştığımızı hissediyorduk.
Olacaklara hazırlanmak gerekiyordu.
Tıbbi sekreterler başta olmak üzere o sırada işi olmayan çalışanlardan acil servisi terk edip üst katlara gitmelerini istedim.
Hasta bakıcılara da acil servis koridorunun ilerisinde çamaşır arabaları ile barikat oluşturmalarını ve barikatın ardında bizleri beklemeleri emrini verdim.
Acil servisin o hiç kapanmayan kapısını kapatıp bir şekilde kilitledik.
Dışarıdaki kalabalık kapıları camları yumruklamaya başlayınca durumu polise tekrar bildirdim. “Anlaşıldı” deyip yine telefonu kapattılar.
Acil servis önündeki gürültüye hastanede yatmakta olan hastalar da uyanmış camlardan olayları izliyorlardı.
Çalışanlara en ufak bir şiddet anında bulundukları yeri terk edip barikatın arkasına geçmeleri emrini verdim.
Kurbanlık koyun gibi başımıza gelecekleri beklemeye başladık.
Bize bir mucize gerekiyordu.
Sirenini çalarak gelen bir özel hastane ambulansı beklediğimiz mucize oldu.
Yolda baygın bulunup yakındaki özel hastaneye bırakılan bir hasta parası olmadığı anlaşılınca hastanemize aktarılmaya çalışılıyordu.
Kapıyı aralayıp dışarı çıktık. Kalabalık geri çekildi. Ambulans hastasını indirdi.
Bizim deneyimli hasta bakıcımız yanıma gelip “Şefim hastaları bu ambulansla farklı hastanelere nakletsek mi?” diye sordu.
Normalde bu tür aktarımlar 112 Hızır acil ambulansları ile yapılıyordu. Ancak durum acil karar vermeyi gerektiriyordu. Ambulans şoförüne durumu anlatıp yardım istedim.
Kabul etmeyince hastabakıcımız şoförü bir odaya kilitleyip elinde ambulansın anahtarını sallayarak geldi.
Ambulanstaki acil tıp teknisyeni duruma itiraz etmedi. İtiraz etse başına geleceklerin sanırım farkındaydı.
Hasta bakıcımız önce bir etnik gruba ait üç yaralıyı bir şekilde ambulansa sığdırıp sireni çala çala yola koyuldu. Yaralıların yakınları da arabalarına binip ambulansın peşine düştüler.
Bu arada bilgisayar sorunu devam ediyordu.
Ambulans yoldayken 112 acil merkezi arayıp yola çıkan ambulans hakkında bilgi verdim. Durumumuzu anlattım.
Gidilen hastanede yaralıların kabulü için sorun çıkarmamalarını rica ettim.
Bir saat kadar sonra ambulans geri gelip bu kez ayaklarından yaralı küfürbaz beyefendi ile diğer yaralıları alıp ters yöndeki başka bir hastaneye yöneldi.
Kalan hasta yakınları da hastane bahçesinden uzaklaşınca acil servisin ışıklarını kapısını kapatıp olduğumuz yere yığıldık.
Bu arada az kalsın ambulans şoförünü kilitli olduğu odada unutuyorduk.
Şoförün yanına gidip kurumum ve kendi adıma özür diledim. Yaşananları anlattım.
Öfkeliydi ama sıcak çay ve ikramla yumuşatmayı başardık.
Ambulansın ikinci gidişi ile 112 acil merkezi aramayı unuttuğum için hastane yaralıları kabul etmemiş bir sorun da orada yaşanmıştı.
İşte o anda bizim deneyimli hasta bakıcı yakınlarına durumu anlatıp yardım istemiş, hasta yakınlarının nobran tavrı işe yaramış tatlı sert bir uzlaşma ile hastane yaralıları almak zorunda kalmıştı.
Ambulans işini bitirip geri geldiğinde gün ağarıyordu.
Şoför anahtarlarını alıp hastabakıcımıza öfkeli bakış attı.
Ambulansına hasar verilip verilmediğini dert ediyordu.
Hızlıca göz atıp hiçbir şey söylemeden ambulansa binip uzaklaştı.
Gün ağarıyordu ve bilgisayarlar çalıştırılamamıştı.
Böyle giderse yatan hastaların sabah ilaçları da verilemeyebilirdi.
Sabah nöbet defterine tüm bu yaşananları, tutanakları ile birlikte eklerken bilgisayar sisteminin çalıştırılamamış olduğunu, acil servisin kapalı, yatmakta olan hastalara ait tıbbi işlem ve ilaç girişlerinin yapılamıyor olmasının da soruna eklenmekte olduğunu not ettim.
Nöbet notum “Şef nöbetimi vukuatlı olarak teslim ediyorum” şeklinde bitiyordu.”
Sonucu merak edenler olabilir.
Tüm bunların yaşandığı hastane ertesi gün getirilen yeni bir ana bilgisayar sayesinde sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrar çalışmaya başladı.
Hastane yönetimi sadece acil servis koridorunun gerisinde kurduğumuz barikat ile ilgili olarak sorumlular hakkında soruşturma açtı.
Hastabakıcılar çamaşır arabalarına zarar vermekten uyarı cezası aldı.
“Deli deliyi görünce sopasını saklar” hesabı bana dokunmadılar.
Vukuatlı bir nöbet olarak zamanla unutulsun istendi.
Öyle de oldu…”
İşte okudunuz…
Bu metin yüzünden içerideyim.
İsmini vermesem de çalıştığım hastaneyi mekân tutup pek çok gün yaşanabilecek olayları sanki aynı gün yaşanmış gibi öyküleştirmiştim.
Ancak yazdıklarımın kurgusal olduğu gerçeği değişmiyor.
Sözünü ettiğim ayaklarından yaralı küfürbaz bey efendinin bir zaman hastane yakınlarında sokak ortasında vurularak öldürülen biriyle benzeşiyor olması, oğlunun şikayetçi olmasına neden olmuştu.
Yazdıklarım ile ilgisi olmadığını söylesem de inanmadılar.
Avukatım biraz deşince benzer şikâyeti yapan iki farklı kişi olduğu her ikisinin de babalarının hayatta olmaması nedeniyle yeterli kanıta ulaşılamadığını da öğrendim.
Az daha unutuyordum.
O gece ne yaptıysam hastane önüne gelmelerini sağlayamadığımı anlattığım polis teşkilatı da İçişleri Bakanlığı aracılığıyla davaya müdahil olmuştu.
Neymiş devletin polis teşkilatını alenen aşağılıyor, korkaklıkla itham ediyormuşum.
Dertlerimle sizi yeterince sıkmış olduğumun farkındayım.
Nezarethanede kabahat işlemiş bir çocuk gibi “birilerinin” hakkımda karar vermesini bekliyorum.
Savcı bey öyküde adı geçen o ambulans şoförünü bulamasa da yerine birini bulup getirir mi diye endişe etmiyor değilim.
Eh, bunca olaydan sonra sanırım filmin sonunu merak ediyorsunuz.
Hâkimin karşısına çıkarıldığımda başım öne eğikti. Kaderime razı haldeydim.
Anlaştığımız gibi sesimi çıkarmadım. Hep avukatım konuştu. Susup kararı bekledim.
Hâkim “Son bir söyleyeceğin var mı?” diye sordu. Sadece hayali bir öykü kaleme aldığımı ve mahkemeye gereksiz yük olduğum için üzgün olduğumu söyledim.
Gereği düşünüldü:
“İsnat edilen suçlara konu metnin savcılığın talebinde yazılmış olduğu şekliyle suç unsuru içerdiği değerlendirilmiş olsa da herhangi bir basılı yayın organında yayınlanmamış olduğu, metnin internet ortamında sosyal medya aracılığı ile servis edildiği ve metnin yayın tarihinin ilgili sosyal medya yasasından önce olduğu görüldüğünden sanığın beraatine itiraz yolu açık olmak üzere karar verilmiştir.”
Sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyordum.
Suç orada duruyor, şüpheli sıfatım değişmiyordu.
Sadece suça konu metin ilgili yasadan önce işlenmiş bir eylem olduğu için bu defalık kulağım çekilerek “vukuatlı” olarak serbest bırakılıyordum.
Dahası bu kez yukarıda yazdıklarım için hakkımda bir işlem daha başlatılırsa şaşırmayacağım.
Ne de olsa sabıkalı olmasa da vukuatlı biriyim.
Serbest bırakıldıktan sonra sokağa çıktığımda ortada suç olmasa da kendimi kabahat yapmış gibi hissetmeme engel olamıyordum.
Olağan şüpheli ve vukuatlı biri olarak nedenini bilemediğim bu suçluluk duygusu yüzünden pek çok kez kalemi elime alıp bıraktım.
“İyi de öyleyse tüm bunları neden yazdın?” diye soran olabilir.
Sormakta da haklılar. Gerçekten de akılla açıklanır bir durum değil.
Ancak sanırım her şeye alışıp boyun eğdiğimiz gibi nedeni bilinmeyen bu suçluluk duygusuna da alışmaktan korktum.
Mehmet Uhri
Duyarlı vatandaşlar için not:
Yukarıda yazılanların öykü yazarı bir hekimin hayal ürünü hatta kâbusu olarak okunması önerilir.

VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI -15

Eylül 15th, 2024
OYUNU BEKLERKEN
Farklı coğrafyaları gezip görüp döndükten bir süre sonra çekilen fotoğraflara bakıp yaşananları hatırlama çabası bazen insana ilginç oyunlar oynayabiliyor.
Yerler zamanlar birbirine karışabildiği gibi o anı yaşadığınızı dahi hiç hatırlamadığınız görsellerle karşılaşabiliyor kendinize “Bu fotoyu ben mi çekmişim?” diye sorduğunuz bile olabiliyor.
Ancak bu kez başıma gelenlere açıkçası ben de inanamıyorum.
Anlatayım;
Bir süre önce ziyaret ettiğim Vietnam’da istiridye yetiştirilen Cau Hai lagünü kenarında çektiğim fotoğraflardan birine takılıp kalmıştım.
Görsele bakıp ben burayı daha önce başka bir yerde gördüm diye düşünüyor ancak bir türlü nerede gördüğümü hatırlayamıyordum.
Öyle turistik bir yer değildi. İhtiyaç molası amaçlı durulmuştu.
O yarım saatlik mola sırasında sahilde balıkçıları konuşturamayınca kendimce istiridyeleri konuşturmuş yöreyi ve insanlarını anlamaya çabalamıştım.
İşte şimdi aylar sonra o sahilde çektiğim fotolardan birinin başından kalkamıyor görüntüyü daha önce nerede gördüğümü hatırlama çalışıyordum.
Ancak ne yaparsam yapayım hafızam aradığım yanıtı vermiyordu.
Böyle durumlarda pek çoğumuzun yaptığı gibi kendini eksikli hissetmemek uğruna konuyu zamana yayıp ara sıra aklıma geldikçe “Neresiydi?” diye düşünme yolunu seçtim.
Daha önce gördüğümden emindim.
Bu nedenle kararlıydım. İnat etsem de görseli daha önce nerede gördüğümü bir türlü bulamadım.
Bir süre sonra pes edip unutmaya çalıştım.
Yine olmadı.
Sıkı durun…
Bu kez aynı görsel bir rüya olarak çıkıp geldi.
Rüyada o fotoğraftaki görüntü, istiridye kabuklu bej renkli sahil, arkasında durgun sularıyla lagün, ortada iki dal kurumuş ağaç ve görkemli gökyüzü bir sahne gibi önümde duruyordu.
Sahne gibi dediysem gerçek bir tiyatro sahnesinden söz ediyorum.
Birlikte aynı yolculuğu paylaştığım tur arkadaşlarım ile birlikte bir tiyatronun seyircileri olarak öylece oturmuş oyunun başlamasını bekliyorduk.
Başlamasını beklediğimiz oyun ise Samuel Beckett’in “Godot’u beklerken” isimli meşhur oyunuydu.
Sahne de o klasik oyunun kuru ağaçlı sahnesinden ibaretti.
Rüyada bile olsa sanırım görseli daha önce nerede gördüğümü hatırlamaya başlıyordum.
Bilindiği üzere oyun Vladimir ve Estragon isimli iki kişinin baştan sonra kendi varoluşlarını arayıp her seferinde bekledikleri Godot yüzünden erteledikleri, o kuru ağacın yanından ayrılmadan ömür tükettikleri ve eylemsizliklerine yenildikleri absürt tiyatro klasiklerindendir.
Rüya bu ya; Bizler de o sahilde kurulmuş sahnenin kenarına dizilmiş oyunun başlamasını bekleyen seyircilerdik.
Ancak bir sorun vardı.
Vladimir ve Estragon ortalıkta görünmüyor, oyun bir türlü başlamıyordu.
Uzunca bir süre beklememize karşın başlamayan oyun yüzünden seyirciler sabırsızlanıyordu.
Önce bireysel sonra kitlesel el çırparak oyundaki gecikme protesto ediliyordu.
Onca protestoya karşın hiçbir açıklama yapılmıyor olması tepkiyi daha da arttırmıştı.
Tüm bunlara rağmen seyirciler yerinden ayrılmıyor, oyunun başlaması için inatla beklemeyi sürdürüyordu.
Kargaşa gürültü ve protestoların artması üzerine olay yerine gelen kolluk kuvvetleri de şaşkındı.
Kısa bir incelemeden sonra baş komiser ellerini kaldırıp seyircileri sakinleştirdi ve beklenen açıklamayı yaptı.
Dediğine göre kuliste tiyatro ile ilgili hiç kimse yoktu. Kulis boştu.
Kısaca oyun sahnelenmeyecekti.
Seyircilerin dağılması gerekiyordu.
Kısa bir sessizlikten sonra seyircilerden biri yüksek sesle “Ama biz bunun için buradayız ve beklemek zorundayız. Bir yere gidemeyiz” diye haykırdı. Diğer seyirciler de benzer şekilde oyun için orada olduklarını ve gidemeyeceklerini söylemeye başladılar.
Baş komiserin “Beni zor kullanmak zorunda bırakmayın” sözlerini de umursamadılar.
Kargaşa giderek başka boyutlara doğru savruluyordu…
Açıkçası rüyanın sonunu sizler gibi ben de merak ediyorum.
Ancak gördüğüm rüya burada kesildi.
Godot’u beklerken oyununu bekleyenlerin sahne aldığı daha kalabalık yeni bir oyunun figüranlarına dönüşmüş bu kez seyredenler olarak başka türlü bekleyenlere katılmıştık.
Üstelik durumumuz Vladimir ve Estragon’dan da kötüydü.
Çünkü bizler seyirciydik.
Seyirci olmaktan başka bir görevimiz yoktu.
Sadece koltuk dolduruyorduk.
Orada olup olmamamız hiçbir şeyi değiştirmiyordu.
Açıkçası seyirci olmaktan ve oyunun başlamasını beklemekten başka bir görevimiz de yoktu.
Orada burada gezip gören ve dönenlerden ibaret olarak başlaması gereken ancak bir türlü başlamayan bir oyunu bekleyen sefil figüranlarından ibarettik.
Oyuncu bile değildik.
Kafamda dönüp duran soruyu çözmüş, görseli daha önce nerede gördüğümü hatırlayabilmiş olsam da kendimi daha büyük bir huzursuzlukla cebelleşmek zorunda hissediyordum.
Diğer seyircileri soracak olursanız;
Sanırım onlar da benim gibi fırsat buldukça farklı coğrafyalara sefere çıkıp daha büyük bir oyunu beklemekle yetinen seyirciler olmaya rıza gösteriyorlardı.
Ne bileyim?
İşin acı yanı Cau Hai lagününün istiridyeleri sanırım en başından beri içinde bulunduğumuz oyunun farkındaydı ve düştüğümüz şu duruma kendilerince hayli gülüyorlardı.
Hatta belki de asıl seyirci istiridyelerdi ve bizler için trajedi olan o hiç başlamayan oyun onların gözünde sıradan bir komediydi.
Mehmet Uhri

VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI -14

Eylül 15th, 2024
VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI -14
ŞELALENİN HAYALETLERİ
(Son söz yerine)
Vietnam, Kamboçya, Laos coğrafyasına üzerine kaleme aldığım metinler önsöz içermemektedir.
Başlangıç veya bitişe gerek duyulmadan, her şeyin değişe dönüşe yaşandığı coğrafyanın bir önsöz veya başlangıç gerektirmiyor oluşu umarım anlaşılıyordur.
Kaleme alınanların ise hayata dair “büyük” anlatından rastgele açılıp ortalığa saçılmış küçük bir bölümden öte olmadığı düşüncesindeyim.
İnsan var oldukça da söz ve anlatılar yine aynı akışın içinde değişe dönüşe o büyük anlatının satırlarına eklenecek gibi görünüyor.
Açıkçası burada aktarılan gezi notları tarafımdan kaleme alınmış olsa da müellifinin kim olduğu konusunda yazarın kafası karışıktır.
Çünkü yazar kendini daha büyük bir anlatının içinde vakanüvis hatta sıradan bir yazman olarak görmektedir.
Kaleme alınan metinler ise bir başka anlatının yazarın kulağına fısıldanmasından ibarettir.
İyi de o zaman yazar kim?
Zor soru…
İlla bir yanıt vermek gerekirse “Şelalenin hayaletleri” diyebilirim.
Evet. Şelalenin hayaletleri…
Bölgeye dair notlarıma o şelaleyi gördüğüm ve turkuaz rengi büyülü sularında kısa bir süre yüzdüğüm gün başladım.
Her zaman yaptığım gibi gezi boyunca küçük notlar alıyordum.
Ancak o günün akşamı eşimi de grupla bırakarak otel odasına döndüm ve geziye dair ilk makalemi üstelik o küçücük cep telefonu ekranında yazıp hemen gezi yoldaşlarımla paylaştım.
Beni yazıyı yazmaya zorlayanın ne olduğunu ve neden paylaşma gereği duyduğumu o sırada bilmiyordum.
Hoş, şimdi anlatacaklarım da pek inandırıcı gelmeyebilir.
Genellikle kendime notlar şeklinde yazıp bir kenara bırakırdım. O güne kadar da böyle bir durumla karşılaşmamıştım.
Beni rahat bırakmayan ne ise, gecenin bir vakti o metni kaleme almama ve dahası paylaşmama yol açmıştı.
Henüz bana tüm bunları yaptıran “şelalenin hayaletlerinin” farkında değildim.
Konu uçuk kaçık yerlere gitmeden baştan anlatayım;
Efendim, Laos’un eski başkenti Luang Prabang şehrindeydik.
14. Yüzyılda Lao ülkesinin kurucu kralı Fa Ngum’ un adı verilerek kutsallık atfedilen Fa dağının (Phou Fa) zirvelerinden çıkıp görkemli biçimde çağlayarak Mekong nehrine ulaşan Kuang Si şelalesini geziyorduk.
Efsaneye göre bilge bir yaşlının toprağı kazarak dağın zirvesinden çıkardığı suyun yemyeşil yağmur ormanının içinde kireç taşı travertenlerden akarak turkuaz rengini aldığı büyüleyici görünümlü bir şelaleydi.
Kurucu kralın komşu Khmer etkisi ile Budist olması ve ülkesinin dinini de Budizm olarak belirlemesi nedeniyle şelale ile ilgili söylenceye zamanla Buda’nın reenkarnasyonu olduğuna inanılan altın geyiğin şelalenin altını kazıp ev yaptığı anlatısı da ekleniyor.
Şelalenin adı da Tat(şelale) Kuang(geyik) Si(kazmak) yani “geyiğin kazdığı şelale” olarak isimlendiriliyor.
İşte bu büyüleyici şelale ve çevresinde geçirdiğim birkaç saat ve sularında yüzebildiğim 10-15 dakika sonrasında oldu, bütün olanlar.
Şelalenin gürültüsü içinden sanki yavaş okunan şiir gibi farklı bir ses geliyordu.
Kulak kabarttığımda “Sağa sola bakınacağına dinle hele, anlatacaklarımız var” dediklerini işittim.
Kim olduklarını sorduğumda şelalenin hayaletleri olduklarını, göçüp gitmiş ancak yaşamaya doyamadığı için şelalenin içinde gizlenen bedenlerini yitirmiş ruhlar olduklarını söylediler.
Sanılanın aksine hiç de ürkütücü değillerdi.
Böyle başladı bu yazıların macerası.
Sait Faik’in “Her insan kendi hikayesini anlatır” dediği gibi hayaletler de hikayelerini anlattı dilim döndüğü aklım yettiğince kaleme aldım.
O gece beni otel odasında yazıya oturtan ve sonrasında peşimden gelip anlatacakları bitmeden rahat bırakmayan o büyülü şelalenin sevimli hayaletleriydi.
2000 yıl önce Cicero’ya atfedilen “söylenmedik yeni bir söz yoktur” sözünü hatırlatırcasına kaleme aldıklarımda da inanın yeni bir şey yok.
Anlattıklarım ise hep başkalarının hikayeleri.
Şelalenin hayaletleri gizlendikleri yerden geride bıraktıkları yeryüzünü seyretmekle yetinmiyor gözüne kestirdiklerine geçmiş yaşanmışlıklardan söz ederek hatırlanmayı bekliyordu.
Kimi gün ipek böceği, kimi gün istiridye, bambu veya banyan ağacı olup anlatıya dönüşüyor bana da kaleme almak kalıyordu.
Eh… “Elçiye zeval olmaz” derler.
Burada anlatılanlar yazarının aktarımıyla Kuang Si şelalesinde yaşayan o geveze hayaletlerin anlatılarıdır.
Kim dedi?
Neden öyle dedi?
Ne demek istiyor?
Bir şey mi ima ediyor?
Ve benzeri sorular sorup yazdıklarım için “fail” arayanlara şelaleyi işaret etmekten başka yapabileceğim bir şey yok.
Metinlerde sıkıntı yaratan bir durum olur da hukuki soruşturma açılırsa şimdiden itiraf etmiş bulunuyorum.
Kendimi “Ben yapmadım, oyuncak ayım yaptı” diyen afacan çocuk gibi hissediyor olsam da içinde bulunduğum “gerçekliği” ancak bu şekilde açıklayabiliyorum.
Ha… Yazdıklarımdan sonra bunları neden anlatıyorum diye soranlara; “Olur da yolunuz düşer Luang Prabang yakınlarındaki Kuang Si şelalesine uğrarsanız içinde yüzmeye niyetlenmeden önce bir düşünün” derim.
Şelalenin büyülü sularında vaftiz olduktan sonra hayaletler sizin de peşinize düşüp anlatacakları bitmeden bırakmayabilir.
O geveze hayaletler çok şey anlatıyor olsalar da satır aralarından hatırlanma ve kendi olma çabalarını sezmemek mümkün değil.
Onlar, eksik bıraktıklarını tamamlamak, hayatlarını iyi kötü bir anlatıya dönüştürmeden gitmek istemeyen ruhlar.
Öyle ürkütücü de değiller.
Ancak acı çekiyorlar…
Yaşadıkları dönemde bir başkasının yaşantısı veya anlatısı olmaktan öteye gidememiş olduklarını geç de olsa fark edip çırpınan, isimleri olmasa da kendilerine anlatı arayan ve özne olmaya çalışan ruhlardan söz ediyorum.
Büyüdükçe masallarını yitirip özel zannettikleri hayatlarının hiç de öyle olmadığını fark eden ve bu duruma ayak direyen o ruhlar, kendilerine ait anlatı bırakamadan “başkasının” hayatı gibi eksik yaşanmış ömür tükettiklerinin farkındalar ve acı çekiyorlar.
Kaleme aldıklarım ise gidemeyip eksik bıraktıklarını tamamlama çabasıyla kıvranan o hayaletlerin anlattıklarından ibaret.
Ancak başına gelenin anlayacağı ve inandırıcı biçimde anlatamayacağı bir durumda olduğumun farkındayım.
Hepimiz çocukluğumuzda rüyalar görür ve uyanır uyanmaz birilerine anlatma gereği duyar, rüyaya uygun sözcük bulmakta zorlanırdık.
Gördüğümüzü anlatmaya sözcükler yetmez, hep bir şeyler eksik kalırdı.
Bu da öyle bir durum diyelim de anlayın siz artık.
Ancak şelalenin hayaletlerinden kurtulabilmek için yapabileceğim başka bir şey de yok.
Üstelik iki lafın birinde hatırlamak ve hatırlanmak deyip duran o sevimli hayaletlerin yaşadığı sorun sanırım derinlerde bir yere daha dokunuyor.
Anlattıklarının satır aralarından, söylencelere eklenebilecek bir anlatıya dahil olmadan bu dünyadan ayrılmamak gerektiğini de fısıldadıklarını düşünüyorum.
Tüm bu metinler şelaleye sığınıp eksik bıraktıklarını tamamlamaya ve kendi olmaya çalışan o ruhların anlattıklarıdır.
O şelale ile başlayan rüyayı sözcüklerin yettiğince anlatmaya çalışan bir çocuk telaşıyla kaleme alınanlar ise sanırım yazardan geriye kalan mütevazı anlatıdan ibaret olacaktır.
Hepsi bu…
Mehmet Uhri

VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI -13

Eylül 15th, 2024
VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI -13
HALONG’DA NE OLDU?
Halong körfezinde herkes aynı rüyayı gördü. Ancak kimse kimseye anlatamadı.
Hissedilenler için sözcükler yetersiz kaldı.
Ressam Claude Monet’ye ait olduğu iddia edilen “Görmek için, baktığımız şeyin adını unutmak zorundayız.” sözünü hatırlatırcasına bir süreliğine de olsa kültürel donanımımızı kenara bırakıp sanki yeni doğmuş bebeğin yaban algısı ile doğaya baktık.
Hep birlikte anlatılması aktarılması zor rüya gibi bir şey gördük.
O kadar etkileyiciydi ki, uyanmak istemedik.
Gerçi bir gün önce Kızıl ve Ma nehirlerinin arasında benzer jeolojik manzaraları ile doğa harikası büyüleyici Ninh Binh deltasında gezinirken başımıza bir şeyler geleceğini sezmiş sessizce kabullenmiştik.
Ertesi gün ise Vietnam’ın Kuzeyinde Quang Ninh ili sınırları içinde kalan Halong körfezinde Güney Çin denizinin koyu yeşil suları içine serpiştirilmiş yüzlerce adacık arasında gezindik.
Hatta adacıklara kanolar ile yaklaşıp içindeki gizemli mağaralardan birine usulca sokulup “merhaba” bile dedik.
Kireç taşını şekillendiren deniz suyunun sabırla işlediği mağara duvarlarına hayranlıkla baktık.
Bir gün önce Ninh Binh deltasında yaşandığı gibi sanat eserine dönüşmüş coğrafyada “başka” bir doğanın içinden geçtik.
Akşamüzeri güneş ufka yaklaşıp adaların gölgeleri birbirinin üzerine düşmeye başlayınca sanki gözümüzün önündeki tiyatro sahnesinin dekorları sırasıyla aydınlanıp kaybolmaya başladı.
Dahası, güneş batıp ilk perde sona erdiğinde asıl oyun yeni başlıyordu.
Yıldızların soluk ışıkları o adacıkları geceden sıyrılan ürkütücü silüetlere dönüştürüyor kırpışan küçük dalgaların sesleri ile sanki o silüetler nefes alıyordu.
İçinde bulunduğu zamanı, kendini ve dünyayı unutup hep aynı anın içinde kendi başına saatlerce oyuncağı ile oynayan bir çocuk gibi geceye kendimizi teslim ettik.
Çocukluğumuzun hayal dünyasındaki gibi başka türlü bir gerçekliğin içinden geçtik.
O gece körfezin kulaklarımıza fısıldadığı masallar ile oyunun sonunu izleyemeden huzur içinde daldığımız uyku, rüyalara bulandı.
Benzetmemi mazur görün. Rüya başka nasıl anlatılır ki?..
Peki ya sonra?
Ertesi gün tüm bunları arkada bırakıp “bilinen” dünyaya geri dönerken kabahatini gizleme çalışan bir çocuk gibi başımızı öne eğip sessizce körfezden uzaklaştık.
Halong’da ne oldu diye sormuştuk.
Sözcüklerin izin verdiğince aktarmaya çalışsam da pek çok yaşanmışlık yine dışarıda kaldı.
Halong’da pek çok şey aynı anda oldu.
Rüya gibiydi…
Körfezin ismi alçalan- pike yapan- ejderha anlamına geliyor.
Söylenceye göre Çin’den gelen istilacılara direnmek için yardım isteyen Vietnam güçlerine anne ejderha çocuklarını da alıp havadan saldırır. Tükürüklerinden düşen dev zümrütler ile düşman donanması imha edilir. Saldırı durdurulur.
Savaşın kazanılmasına yardım eden ejderhaların tükürdüğü dev taşlar da sayıları 2000’e yaklaşan üzeri ormanlarla kaplı irili ufaklı kireçtaşı adacıkları oluşturur.
İnsan ve insana benzeyen canlılar sadece 7 Milyon yıldır yeryüzünde iken Halong körfezindeki jeolojik yapıların hikayesi 500 Milyon yıl öncesine kadar uzanıyor.
Kısaca, insanın doğayı anlama ve anlamlandırma arayışı benzer pek çok doğa olayına yakıştırma yollu açıklamalar bulduğu gibi burada da şık bir anlam bulmuş gibi görünüyor.
Gerçi oldukça uzun bir süredir insanlık anlama ve anlamlandırma arayışını bırakıp güç arayışına yönelmiş ve dahası bulduğu güç odaklarının kendine sunduğu anlamlar ile yetiniyor gibi görünüyor.
Hal böyleyken insan Halong körfezi gibi doğanın sadece taş ve su ile yaptığı sanat eseri ile karşılaştığında işler karışıyor.
Gördüklerini anlatmaya dağarcığındaki sözcükler yetmediği gibi doğanın gücü karşısında büyük şaşkınlık yaşıyor.
İnsanın alıştığı o erk veya güç arayışı doğanın yaptıkları karşısında anlamını yitiriyor.
İşte Halong veya benzeri bir coğrafyada kısa süreli de olsa bir zamanlar peşinde koşulan o anlam arayışı hatırlanıyor.
Tarım devrimi ile doğayı kontrolüne almaya başlayan insan kendinde bir kutsallık, tanrısallık olduğu düşüncesine kapılıyor.
Bir arada yaşayan daha büyük topluluklar ve bu toplulukların devamlılığını sağlayan değişmeyen bir “düzen” tesis ediliyor.
Düzenin sağlanması için iş bölümü ve “hiyerarşi” gündeme geliyor. Tüm bunlar sağlanınca insanların da bu organizasyondan “güvenlik” beklentisi ortaya çıkıyor.
Değişmeyen kalıcı bir güvenlik ve düzen beklentisi karşılığında ise insanlar kendileri için tanımlanmış “görevlere” boyun eğiyorlar.
İşte bu neredeyse hiç değişmeyen kristalize toplumda yaşayanların hayata dair temel arayışları da “anlam” oluyor.
Hayatta olmayı ve sürdürmeyi garantiledikten sonra insan içinde olduğu hayatı anlamaya yöneliyor.
Tahmin edileceği üzere pek çok inanç sistemi de hayat, ölüm, ölüm sonrası gibi bu tür anlam arayışları üzerine konumlanıyor.
İçinde bulunduğu topluluğun parçası olup kendine sunulan “hazır” anlamlarla yetinenler çoğunlukta olsa da insanın anlam arayışı devam ediyor.
Ancak artan şehirleşme ve doğadan uzaklaşma ile bir arada yaşamanın yazılı olmayan kuralları da değişiyor.
Kentler kalabalıklaştıkça devletler de biçim değiştiriyor.
Kalabalık şehirlerde ekmeğin aslanın ağzında olması, rekabete dayalı düzen hayatın hızını artırırken insanın arayış ve algılarını da etkiliyor.
Eskinin değişmeyen devlet düzeninin yerini “gelişim ve ilerleme” alırken, hiyerarşi de yerini içi yeterince doldurulamayan “eşitlik” kavramına bırakıyor.
Güvenlik beklentisi ise sınırları belirsiz “özgürlük” arayışına dönüşüyor.
Tanımlanan görevleri yapmak yerine özgürlük kovalayan insanlık binlerce yıllık kölelik düzenini yıkarken eskinin görev kavramı da “haklar” ile yer değiştiriyor.
Birey dünyanın merkezine yerleşiyor.
Doğadan uzaklaştıkça onu yenebileceği veya kontrol altına alabileceği sanrısına kapılan insan ise özünde olduğuna inandığı tanrısal gücü başkalarına karşı da kullanabileceğini fark ediyor.
Sürekli ilerleme peşinde lineer bir zamana yönelen insanın anlam arayışı da hızla “güç” arayışı ile yer değiştiriyor.
Hal böyle olunca inanç sistemleri bile güce göre yeniden yapılanıyor.
Tüm bu değişimi insan aklı gerçekleştiriyor.
Ancak insan sadece akıldan oluşmuyor ve üstelik aklın da bir sınırı var.
İnsanın duygu evreni, sezgiselliği ile bilinç dışında yaşattığı dünyası bu yeni düzende görmezden geliniyor.
Aklını kullanmaya zorlanan birey duygusal yanını gizlemek zorunda bırakılıyor.
Nereye kadar?
İşte Halong körfezi gibi bir coğrafyaya ulaşıldığında işler sarpa sarıyor.
İçine düşülen duygudurum, hep birlikte görünen rüya ve izlenenlerin sözcüklere dökülebilir olmaması gibi bir durumla karşılaşıldığında aklın verdikleri yetmiyor veya işe yaramaz oluyor.
Güneşin batışı sırasında oluşan gölge oyunları yerini gece yıldızların nefes alışıyla dalgalanan körfez sularına bırakıyor.
Doğanın yaptığı ve halen yapmayı sürdürdüğü sanat eserine bakarken aklın ve güç arayışının anlamını yitirdiği bir duygudurumun içinden hep birlikte geçiliyor.
Üstelik öyle bir rüya ki yaşanan; içine çekildiğiniz tekil ve öznel anlam dünyasında kalmak, bırakıp çıkmak istemediğinizi fark ediyorsunuz.
Hani geçici de olsa kendi dünyasında her şeyi unutup oyuncağı ile oynayan o çocuğa dönüşüyorsunuz.
Böyle bakınca Halong körfezi herkesin kendi iç dilini kullanmak zorunda kaldığı kimsenin kimseye dili döndüğünce gördüklerini anlatamadığı doğa elinden çıkma bir Babil kulesine bile benzetilebilir.
Dahası, Halong’da yaşananlar uyku ile uyanıklık arasındaki o dünyadan kopuk gizemli zamanları da hatırlatıyor.
Üstelik yaşananlar için güzel, görkemli, büyüleyici vb. pek çok kavram ile ifade edilmeye çalışılsa da hep bir şeylerin eksik kaldığı hissediliyor.
Halong’da ne oldu diye sormuştuk.
Hep birlikte aynı rüyayı gördük. Ancak birbirimize anlatacak sözcükleri bulamadık.
Orada insanlığın bir zamanlar peşinde koştuğu “anlamı” hatırladık.
Gözlerin güçten kamaştığı, insanların güce odaklandığı bir dünyada asıl olan soruyu, içinde yaşadığımız hayata dair anlamın ne olduğu sorusunu hatırladık.
Gerçi aradığımız anlamı bulmaktan çok uzakta olduğumuzun da farkındaydık.
Yine de kaybettiğimiz veya bize unutturulan o soruyu hatırlamak bile iyi geldi.
Aciz bir parçası olarak doğanın sadece taş ve su ile yaptığı o sanat eserine bakıp “Acaba?” dedik.
Sonra…
Sonra sanki kabahat yapmış gibi suçluluk içinde arkamıza bile bakmadan o çok güvendiğimiz aklımıza ve evcilleştirilmiş algılar dünyasına döndük.
Aklımızda ise unutturulmaya çalışılan o soru kaldı.
Halong körfezinde ne oldu?
Halong körfezinde içinde bulunduğumuz hayata dair bir “anlam” aradığımızı hatırladık.
Eh buna da şükür…
Mehmet Uhri

VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI - 12

Eylül 15th, 2024
VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI – 12
ANGKOR WAT ÜÇLEMESİ
Kamboçya’nın Siem Reap şehri yakınlarındaki Angkor Wat tapınağındaydık.
Dünyanın bilinen bu en büyük tapınağını gezerken sıcağın da etkisiyle yorgunluk çökmüş. Gölge ve kuytu bir duvar dibinde oturmuş soluklanıyordum.
Çevrede serbestçe dolaşıp ziyaretçilerden sebeplenen maymunlardan biri karşımda durup gözlerimin içine baktı ve “Hiç boşuna yorma kendini. Aradığın burada değil.” Dedi.
Şaşırdığımı görünce bir iki adım daha yaklaştı gözlerini daha da açarak “Burada değil diyorum” diye sözlerini tekrarladı.
İlk şaşkınlığımı atıp durumun garipliğini benden başka gören var mı diye çevreme bakındım.
“Yahu bakınmayı bırak şurada baş başayız. Belli ki yorulmuşsun. Az soluklan anlatacaklarımı dinle.” Diye de üsteledi.
Çok sıcak geçeceği sabahtan anlaşılan güneşli bir güne uyanmış Angkor doğa ve tarih parkına doğru yola çıkmıştık.
Gün boyu Angkor ormanı içine yapılan tapınak ve şehir kalıntıları gezilecekti.
Dünyanın en büyük tapınak yerleşkesi olan Angkor Wat 12. Yüzyılda Khmer kralı 2. Surveyarman tarafından Hindu tanrısı Vişnu adına yapılmaya başlanıyor.
Vişnu adına yapıldığı için de yer yüzündeki pek çok tapınaktan farklı olarak Angkor Wat’ın kapıları Batı yönünde inşa ediliyor.
Kralın ölümü ile inşaat tamamlanamadığı gibi Champa akınlarında da yağmalanır.
13. Yüzyılda kral olan 7. Javayarman bu kez bir Budist tapınağı olacak biçimde yıkıntıları ayağa kaldırır.
Tapınak ve çevresinde yerleşim yerleri 14. Yüzyıl ortalarında olasılıkla büyük veba salgını sırasında terk edilir.
250 yıllık karanlık bir dönemden sonra Avrupalı kaşifler tarafından tapınağın varlığı fark ediliyor.
Savaşlar ve istilalar ile geçen çalkantılı dönemler sonrası bölge, günümüz Kamboçya bayrağında da simgeleşen turistik bir cazibe merkezine dönüşür.
İşte bu yerleşkeyi gezerken ormanda yaşayan ve gündüz ziyaretçilere yaklaşıp yiyecek bir şeyler bekleyen tüylü makak cinsi maymunlardan biriyle sohbet ettim.
Bölgede hem Doğu Batı hem de Kuzey Güney ekseninde tarih boyunca nüfus hareketleri yaşanmış olduğu için tarihi veriler de hayli karışıktı.
Arkeolojik buluntular MÖ. 3 binlere kadar uzanıyor olsa da bölgenin yazılı tarihi MS. 4. Yüzyılda başlıyor.
M.S. 4. Yüzyılda Kuzeybatı Hindistan’da yaşayan ve olasılıkla Pers istilasından kaçan Khamboj halkları bölgeye göç ediyor.
Söylencelere de konu olacak biçimde o sırada bölgede hüküm süren ve Çin yazılı kaynaklarında Chenla adıyla geçen Naga krallığına katılıyorlar.
Yine söylenceye göre 5. yüzyılda Kambojların bilge kralı veya önderi kabul edilen Khambu veya Khambuj Swayambhuwa ile Naga kralının kızı gök perisi olarak bilinen Mera evleniyor.
Khambu veya khambuj sözcüğü güzel şeylerden hoşlanan (hazcı) anlamındayken Swayambu ise (İstanbul’un fethi sırasında ortaya çıkan Zuhurat Baba misali) kendiliğinden zuhur eden, görünen anlamına geliyor.
Böylelikle, yerel halklar ile Khamboj halklarının birleşiminden günümüze kadar ulaşan Kamboçya halkı ortaya çıkıyor.
Çok da güvenilir olmayan tarihi kaynaklarda Khambu ile Mera’nın çocuklarına isimleri birleştirerek Khmer adı verildiği de yer alıyor.
Elimizdeki tarihi gerçek ise Hindistan’ın İran sınırına yakın bölgesinde yaşayan Khamboj halklarının Avustralya – Polinezya’dan göç eden halklarla bu coğrafyada karıştığı ve halen konuşulan dilin Avusturalasyatik özellikte olduğu şeklinde.
Kendilerini Khmer halkı olarak etiketleseler de kurdukları devlete Khmerya yerine Kamboçya ismini seçmiş olmaları da bu tarihsel gerçek ile örtüşüyor.
Bu kuru tarih bilgilerinden sonra gelelim bizim çenesi düşük anne maymuna;
Şaşkın bakışlarım arasında hem konuşuyor hem de yerinde duramayıp kuyruğundan da destek alıp sürekli hareket ediyordu. “Biz hep buradaydık” diye anlatmaya başladı.
- Hep buradaydık. Hiç gitmedik. İnsanlar geldi gitti, şehirler yapıp yıktılar. Sadeceizledik.
- İyi de siz kimsiniz?
Buraya ne zaman nasıl geldiniz?
- Bizler bu tapınak henüz yapılmamışken ormanda yaşayan bir bilgenin rüyasıyız. Gördüğü rüya üzerine Hint ülkesine gidip bir çift atamız ile geri döner ve ormanda birlikte yaşarlar.
- Demek maymunların da efsanesi oluyormuş.
- Bizler o bilgenin geride bıraktığı rüyayı yaşatıp gelene gidene anlatabildiğimiz kadar aktarırız. Hatta bu muhabbet de o rüyanın bir parçası olabilir.
- Peki ya bu tapınak? Sizler? Anlat hele…
- Yahu bizi boş ver. Bu tapınak yokken de bizler yine vardık diyorum. Ormanda yaşar, karnımızı doyururduk. Zamanla insanlar geldi. Garip garip taş binalar yaptı. Aralarından evcilleştirebildiklerimiz ile iyi kötü anlaştık. Zaman değişti, insan değişti ama orman değişmedi. Bizler hep buradaydık. Olanları izlemekle yetindik.
- Sahi ne değişti?
- Her şey olduğu gibi kaldı ama siz insanlar değiştiniz. Üstelik giderek birbirinize benzediniz. Dışarıdan farklı göründüğünüzü sanıyor olsanız da hepiniz yumurta gibi birbirinize benziyorsunuz.
- Eh… Bana göre sizler de öyle. Ama burada her milletten, her tıynetten insan var. Nasıl oluyor da benzer görünüyorlar anlamıyorum.
- Yahu hepsi aynı diyorum.
- Nasıl ayni?
- Bayağı aynı işte. Buraya üç farklı insan geliyor. Çoluk çombalak ailecek gelenler, çift olarak gelenler ve tek olarak gelenler. Hepsi bu. Üstelik çocuklar hariç hepsi birbirine benziyor.
- Çocuklar hariç derken?
- Çocuklar, ahh o çocuklar. Bir zamanlar iyi kötü anlaştığımız o saf temiz insanlardan geriye sadece çocuklar kaldı. Ne yapıp edip onları da kendinize benzetmeyi başarıyorsunuz.
- İyice kafam karıştı. Şunları bana tek tek anlatır mısın?
- Bu orman ve tapınaklara ailecek gelenler birbirini kaybetmemek, çocuklarını korumak, birlikte burada olduklarını kanıtlayacak fotoğraf çekmek uğruna fazla bakınamadan ve çok bir şey anlamadan öylece gelip geçiyorlar. Çift olarak gelenler ise birbirleriyle ilgilenmek ve birlikte fotoğraf çektirmek uğruna yine ağaçtan ormanı göremiyorlar.
- Çiftlere haksızlık etmiyor musun?
- Yahu o çift dediklerin tek başlarına yapmaya cesaret edemeyeceklerini birlikte oldukları için yapamadıkları bahanesine sığınanlar değil mi? Öylece bakınır durur ayrı ayrı fotoğraf çekerler. Gelmeden önce okumuş olanı kafasındaki tapınağı görür ve onu yaşar. Diğeri ise görünenden anlam çıkarmaya çalışır. Çift olsalar da aynı değillerdir. Birinin ak dediği diğeri için anlamsız veya kara olabilir. Anlaşamasalar da birbirini tamamlarlar. Yine de en mutluları onlardır.
- Bu kadar mı?
- Değil elbet. İkisi de ileride yalnızken bakıp hatırlamak için bol bol fotoğraf çeker. O sırada orada olmak, ortamı koklamak, gezinmek yerine başka işle uğraşırlar. Ne bizleri görürler ne ormanı ne de tapınağın ruhunu. Hangi milletten cinsten olurlarsa olsunlar bu durum hiç değişmez.
- Peki ya tek başına gezenler?
- Onlar en zorlarıdır. Aralarında bir nebze farklılıklar bulunabilse de özünde yine az çok birbirlerine benzerler.
- Nasıl yani?
- Ketumdurlar. Yüz ifadelerinden, yürüyüşlerinden bir şey anlamak zordur. Bizlerle ilgilenmezler. Hoş, biz de uzak dururuz. Çoğunun kafasında aslında kendilerinin bile tam olarak bilmediği bir hedefleri vardır. Toplulukla hareket etmez detaylara yoğunlaşırlar. Karabatak gibidirler. Her yerden karşımıza çıkarlar. Alakasız bir yerde durup fotoğraf veya video çeker sonra sanki suç işlemiş gibi kendini gören var mı diye çevreye bakınıp hızlı adımlarla olay mahallinden uzaklaşırlar. Komiktirler. Üzerlerinden yalnızlık akar. Tarihi mekanlarda geçmiş hayatlardan kalanlara bakıp yalnızlıklarını unutmaya çalışırlar. Sanki, başka bir dünyanın veya zamanın insanıdırlar. Yıllardır gelip giden bu üç grup insandan farklı insanlar da var ama sayıları çok az. Üstelik onlar da bir süre sonra o üçlünün arasına girip kendilerini kaybettirmeye çalışırlar. Hepsi bu.
- Yahu geriye doğru dürüst insan bırakmadın.
- Doğru dürüst olanı var mı ki?
- Peki ya sizler?
- Bizlerin değişmek gibi bir derdi yok. O sizlerin aptallığı. Bizlere birinin rüyası olmak bile yetiyor. Ama siz öyle değilsiniz. Her şeyi istiyorsunuz. Hastalık gibi…
- Nasıl yani?
- Kendinizi bilmek yetmiyor, başkaları da sizi bilsin tanısın istiyorsunuz. O yüzden bunca kalabalığa karşın bak kimse kimseyi görmüyor. İşiniz çok zor. Dünyanın bir ucundan gelip buralarda öylece bakınıyorsunuz. Aradığınızın ne olduğunu bildiğinizden bile emin değilsiniz.
- İnsafsızlık etmiyor musun?
- Ben miyim insafsız? Kendinizden önce yaşamış olanlardan kalanlara bakıp “oh dünya bunlara da kalmamış” diye düşünenler mi? Ölüme doğru ilerlediğinizi biliyor olmak sizi rahat bırakmıyor. Anlam arıyorsunuz. Aradığınızın içeride olduğunu görmüyor yanlış yerlere bakıyorsunuz. Bir şeylerin ters gittiğini görenleriniz olsa da kibrinizden hata yaptığınızı kabullenemiyorsunuz.
- Desene bizim gidişimiz de gidiş değil…
- Bak bizler bu ormanın parçası olmaktan binlerce yıldır burada yaşamaktan memnunuz. Sıkılmıyoruz. Ama siz öyle değilsiniz. Rahat duramıyor, kendinizden bile sıkılıyorsunuz.
- Konuşmanın başında “Aradığın burada da değil” derken ne demek istediğini sanırım şimdi anlamaya başlıyorum.
- Sen onu benim külahıma anlat. Anlamadın ama sözlerim canını sıktı, gitmek istiyorsun. Birlikte geldiğin grubu kaybetmekten de korkuyorsun. Ama unutma. O anlamak istemediklerin de senindir. Sonra bana kabahat bulma. Hadi şimdi git. Benim de yavrularımı emzirmem gerekiyor. Ufaklıklar ağaç sallama oyununa kapılıp acıktıklarını bile unutuyorlar.
Bu kadar açık söylenmiş sözler üzerine bir süre öylece durup uzaklaşan anne maymunun arkasından baktım.
Öylece kalakalmıştım.
Unutmayayım diye maymunun anlattıklarını hızlıca not almaya çalıştım.
Bir rüya mı görmüştüm?
Yoksa anne maymunun dediği gibi Hint ülkesinden gelen bilgenin rüyasında mı bir görünüp kaybolmuştum?
Sanırım artık önemi de kalmamıştı.
O gün aradığımın burada olmadığını söyleyen Angkor Wat’ın gerçek sakinlerinden biriyle tanışmıştım.
Belki de aradığımın yolculuk, sadece bir yolculuk olduğunu anlatmaya çalışmış anlamamakta direnmiştim.
Her neyse…
Ayağa kalkıp üstümü silkeledim.
Çevreme hızlıca göz attıktan sonra başımı öne eğip hızlı adımlarla olay mahallinden uzaklaştım.
Bölgeden ayrılırken son kez Angkor Wat ve çevreleyen ormana baktım.
Uzaktan bodur ağaçların üstüne çıkıp neşe içinde ağaç sallama oyunu oynayan yavru maymunları izledim.
“Biz hep buradaydık” demişti anne maymun.
Mehmet Uhri