Bilmem ki nasıl anlatsam derdimi?
Öyle dert ki, olmayan bir suçun varlığına benim bile inanasım geliyor.
Ortada suç olmamasına karşın insanlar bana şüpheyle bakıyor, açıkçası ben de kabahati kendimde aramaya başladım.
Her kabahatten kendine pay çıkaran yaramaz çocuk ruh haliyle durumu kabullenmiş verilecek cezayı bekliyorum.
“Birilerine” göre alenen suçluyum. Üstelik olmayan bir suçu kabullenmem hatta itiraf etmem bekleniyor.
Kamuoyunu aldatıcı ve yalan bildirimde bulunmuş, toplumun ve devletin milli değerlerini rencide etmiş, üstelik bu bildirimi sosyal medyayı kullanarak yapmışım.
Sabahın bir körü polis zoruyla derdest edildim.
Şu anda nezarethanede şaşkın ve yalnız bir halde hâkim karşısına çıkarılıp hakkımda verilecek kararı bekliyorum.
Üstelik savcılık tarafından gerçekliği olmayan bir suçun tek sanığı olarak tutuklama istemiyle mahkemeye sevk edildim.
İsnat edilen suçum “Kamuoyuna yanlış bilgi vermek, kişisel verilerin korunması kanununa muhalefet, devleti ve organlarını küçük düşürücü asılsız haber üretmek, yazmak ve sosyal medya aracılığı ile yayınlamak.” Halkın manevi değerlerini istismar ve aşağılıyor olma da cabası.
Tüm bu suçları tek başına yapmış olabileceğime inanmayan savcı örgütlü suç olabileceği düşüncesiyle bilgisayar ve cep telefonuma da el koydu. Tüm bağlantılarım sorgulanıyor. Şimdilik örgüt bağlantısı bulamayan sayın savcı iyice işkillenip kaçma veya delil karartma şüphesi nedeniyle tutuklu yargılanmamı talep etti.
“Yahu ben devlete bunca yıl hizmet etmiş uzman hekimim, bağlı olduğum tabip odası dışında örgütsel bağlantım yok ve suçlamaları kabul etmiyorum” desem de işe yaramadı.
Anladığım kadarıyla savcıların işi de biz hekimler gibi şüpheci olmayı gerektiriyor.
İyi olduğunu ifade etse de ikna olmayıp tetkik ve incelemeler ile insanlarda gizli hastalık aradığımız gibi savcılık makamı da bunca yıl devlet içinde kendini iyi gizlemiş bir “şüpheli” olduğumu düşünüyor.
En iyisi sizlere şu başıma gelenleri en başından anlatayım;
Belirttiğim gibi uzman hekim olarak bir devlet hastanesinde görev yapıyorum.
Pek çok meslektaşım gibi benim hobim de anı, öykü ve deneme yazmak.
Başlangıçta hastane ortamında başımdan geçen, tanık olduğum veya kulak misafiri olduğum anı ve olayları kaleme alıyordum. Günlük tutmak gibi denilebilecek kısa notlarla başlamıştım.
Bir yerlerde yazılı olursa hatırlaması kolay olur diye düşünüyordum.
Hoş, zaman geçse de bu konuda pek değişen bir şey olmadı.
Zamanla anılar öykülerin satır aralarına nükte ve küçük fikir kırıntıları ekleyebileceğimi fark edip kurgusal öyküler de kaleme almaya başladım.
Basit bir olayın birkaç nükteyle zenginleşiyor olması heyecan vericiydi.
Deneme tarzı yazdıklarımı öykülerle birleştirme fikri cazip görünüyordu. Fikirlerimi öykü kahramanlarımın ağzından aktarmaya yöneldim.
Bir konuda iletmek istediğim fikir çoğunlukla ilk cümlede dinleyenlerin “Kim söylüyor? Nereden söylüyor? Neden öyle söylüyor?” önyargılarına tosluyordu.
İletmek istediğim fikri bir öykü kahramanına söylettiğimde ise okuyucunun ön yargılarını bırakıp anlamaya daha yatkın olduğunu fark ettiğimden beri kurgusal öykülere daha fazla ağırlık vermeye başladım.
Bu şekilde yaklaşık 25 yıldır bine yakın anı, öykü, deneme kaleme aldım. Bir kısmı çeşitli platformlarda yayınlandı ve ilgi de gördü.
Tüm bunlar olurken insanın yetiştiği kültür ister istemez yakasından paçasından yapışıyordu.
Hiç olmayan bir olayı kaleme alırken özünde “yalandan” bir şeyler anlatıyor olmak yazanı da ahlaki sıkıntıya sokuyordu.
“Yazdıklarınız gerçek mi?” diye sorulduğunda cevap vermekte zorlanıyordum.
İki ayağının üzerinde yalan söylüyor olma tasasına kapıldıkça yazdıklarımı tutunacak gerçeklikler ile birleştirmeye yöneldiğim fark ettim.
Kendiliğinden olan bu durum olayın kurgusallığını gerçeklik ile harmanlıyordu.
Kısaca yalanı gerçeğe karıştırıyordum.
Yetiştiğim kültür özünde yalanın hoş bir şey olmadığı üzerineydi.
Baktım ki, olmamış olayları başımdan geçmiş gibi anlatıyorum kendimi ikna edebilmek, yalanı gerçeğe usulünce bulayabilmek için ya karakterleri veya olayın geçtiği mekânı gerçeğe yakınlaştıracak biçimde yazıyordum.
Öykülerim bir açıdan gerçeğe diğer açıdan kurguya tutunuyordu.
Başıma iş açan da sanırım bu durum oldu.
Bir yerlerde tanış olduğum insanları öyküye monte ederken “Bu karakter şimdi burada olsa böyle konuşurdu” diye düşünüyor veya karakterler hayali olsa da öykünün geçtiği mekânı çalıştığım hastane ortamı gibi bilinen bir yerden seçip ucundan da olsa öyküyü gerçeklik ile buluşturuyordum.
Öykülerimin bir kısmını sosyal medyada paylaşıp geri bildirimler ile de besleniyordum.
Özünde kendime yazıyor olsam da öykü anlatı veya her ne ise sosyal medyaya “düştükten” sonra benim olmaktan çıkıyor okuyucunun hayal dünyasına geçiyordu.
Bazı öykülerimin imzasız olarak sosyal medyada çokça paylaşıldığına bile şahit oluyordum.
Yıllar önce yazdığım bir öyküye sosyal medyadan sanki dün yazmışım gibi geri dönüş olunca öyküyü hatırlamakta zorlandığım, şaşkınlık yaşadığım bile oluyordu.
Beni nezarethaneye düşüren de bir süre önce yazıp sosyal medyada paylaştığım ve gündeme geldiğinde detaylarını unuttuğumu fark ettiğim böyle bir öyküydü.
İlk yayınladığında ilgi görmeyen öykü sanki yeni kaleme alınmış gibi sosyal medyada ismimle paylaşılmış, bu kez fazlaca ilgi görüp “birilerinin” dikkatini çekmiş, “bazıları” da anlatılanlardan rahatsız olmuştu.
Üstelik tüm bunlar benim haberim olmadan gerçekleşiyordu.
Öykü ile ilgili ilk geri bildirim biraz üstenci ve kibirli bir tavırla metne iliştirilmiş “Ayıp olmuyor mu, doktor bey?” diye bir serzeniş ile geldi. Anlayamadığımı yazınca devlet kurumu içinde olageldiği iddia edilen aksaklığı üstelik hastaların özel bilgilerini de paylaşarak kaleme alıp yayınlıyor olmam eleştiriliyordu. “Devletin hastanesini küçük düşürmeye utanmıyor musun?” diye de hafiften ayar vermeye çalışan sert bir yanıt daha aldım.
Açıkçası gereksiz duyarlık gösteren birilerine çattığımı düşünüp cevap vermedim.
Meğer adam haklıymış. Utanmam gerekiyormuş.
Merak edip internet ortamında öykümü sorgulatınca durumun parlak olmadığını fark ettim.
Öykü veya anlatının altında sert tartışmalar, kamplaşmalar, karşılıklı suçlama ve küfürleşmeler süregidiyordu.
Satır aralarında metnin müellifi olarak üstü örtülü biçimde vatan hainliği ile suçlandığımı bile görüyordum.
Açıkçası tüm bunlar bana komik geliyordu.
Sonuçta okudukları bir gazete haberi değildi. O nedenle aklıma kendim için tasalanmak gelmiyordu.
Tartışmaları sessizce izlemek ile yetiniyordum.
İlerleyen günlerde tartışmaya katılanlardan biri öyküde adı geçenlerden birinin merhum babası olduğunu, babasının azılı bir suçlu gibi gösterilip manevi şahsiyetine halel getirildiğinden yakınınca işin rengi değişti.
Tartışan taraflar birden böyle bir metni kaleme alana yönelik öfkede buluşuverdi.
Küfürleşmelerin yerini bir hekim hastasına ait özel bilgiyi nasıl olur da aleniyete döker uzlaşısı aldı.
Açıkçası tartışmaya katılıp kendimi savunmayı düşünsem bile sosyal medya linçi ile karşılaşmamak için yine suskun kalmayı yeğledim.
Günler ilerledikçe başkaları da sosyal medya aracılığı ile ulaşıp yazdığım metin üzerinden daha çok hesap sormaya başladı.
Kaleme aldığım başka metinlerimin de didik didik edildiğine şahit oluyordum.
Cevap vermeyip sosyal medya hesaplarımı askıya aldım.
Hesabımda yayınlanmakta olan malum öyküyü de yayından kaldırdım.
Meğer, kaleme aldığım metin ilgi görüp başka web sitelerinde de yayınlanıyormuş. Onların yayımının durdurulması için de yazının müellifi sıfatıyla başvuru yapmam gerekiyormuş.
İşi bilen birkaç meslektaşıma danıştım. Sosyal medyada gündemin çok hızlı değiştiğini, kısa sürede unutulacağını, yanıt vermemem gerektiği tavsiyesinde bulundular.
Öyle yapıp suskun kaldım.
Sonra bir gün kapıma polis dayandı.
Hem de ailecek hafta sonu tatil için gittiğimiz bir otelde ve sabaha karşı.
İfade vermek için aranıyor bulunamıyormuşum. Devletin hastanesinde her gün görev yaptığımı söylesem de nedense bulunamamışım.
İfade çağrısından bilgim olmadığını söyledim.
Eşimin şaşkın bakışları arasında derdest edilip karakola götürüldüm. Karakola giderken avukat arkadaşımı aradım. Avukatım İfade alacaklarını, ifade metnini kendi ile paylaşmadan imzalamamam gerektiğini söyledi.
Karakolda sözünü ettiğim öykü metni önüme konuldu ve sadece “Bu metni siz mi yazdınız?” diye soruldu. Bir cümlelik soruya tek sözcüklük “evet” yanıtı vererek serbest bırakıldım.
Sanırım fazlaca iyimser biri olarak olayın kapandığını düşünüyordum. Ancak avukatım işkillenip soruşturunca durumun hiç de öyle olmadığı anlaşıldı.
Meğer öyküdeki karakterin merhum babası olduğunu düşünen vatanına, milletine, ülkesine ve değerlerine sadık şahıs tarafından hem savcılığa hem de bağlı olduğum tabip odasına şikâyet edilmişim.
Hakkımda suç duyurusu yapıldığı için savcı beyimiz işlem yapmak “zorunda” kalmış.
Açıkçası avukatım da benim gibi düşünüyor, “Bundan bir şey çıkmaz” diyordu.
Şikâyet ve suç duyurusu sayısı artmaya devam etti.
Şikayetçiler kervanına Sağlık Bakanlığı’nın da katılımıyla küllenmesini beklediğimiz konu daha da alevlendi.
İl Sağlık Müdürlüğü’nün çalışmakta olduğum hastaneye gönderdiği yazı üzerine hastane idaresi bir sarı zarf göndererek yazdığım metin hakkında bir hafta içinde savunma yapmamı istedi.
Dahası hastane yönetimi metni kimin kaleme aldığını soruyor ve öyküde geçen olayın gün, tarih ve mekân bilgilerini de istiyordu.
Metnin müellifi olmakla beraber öykünün kurgusal olduğu dahası metinde hastane ve şahıs adı geçmediği şeklinde savunma verdim.
Hastane idaresi nedense savunmamı yeterli görmeyip “Bir daha olmasın” biçiminde kulağımı çekercesine “uyarı” cezası vererek konuyu kendince kapatmaya çalıştı.
Bu kez hastane idaresinin hakkımda verdiği uyarı cezası sosyal medyaya düştü.
“Hastasının özel bilgilerini ifşa eden doktora ceza” başlığı ile sosyal medyada tekrar gündeme geldim.
Bu arada bağlı olduğum tabip odası da atadığı muhakkik üzerinden ifademe başvurdu.
İçinde bulunduğum durumla ilk kez empati kurmayı başaran biriyle konuşabildiğim için mutluydum.
Kısa süre sonra tabip odası isnat edilen suçla ilgili işlem yapma gereği duyulmadığını yazılı olarak bildirdi.
Ancak şikayetçi hasta yakınına “İnceleme sonucunda tıbbi etik veya bir tıbbi uygulama hatası görülmediği için” diye başlayan açıklama yazılınca sosyal medya linçinden bu kez hekim örgütü de nasibini aldı.
Tabip odasının karar metni sosyal medya haber sitelerine “Tabipler meslektaşlarının suçunu ört bas etmeye çalışıyor” şeklinde suçlayıcı biçime dönüşünce konu iyice ayyuka çıktı.
Benimle bir kez bile konuşmaya bile tenezzül etmeyen ve başından beri suçlayan haber siteleri haberi böyle yazarken sorumlu gazetecilik ilkeleri gereği fikri takip yapmakta olduklarından övünmeyi de ihmal etmediler.
Araya uzun bir bayram tatili ve akabinde yıllık izin girince konu aklımdan çıkmıştı.
Derken bir sabah erken saatte işe gitmek için evden çıkarken kapımın önünde bekleyen ekip arabası tarafından bu kez “şüpheli” sıfatıyla karakola davet edildim.
Ellerimin kelepçelenmesinin gerekmediğini söylesem de dinlemediler.
Memur beyler şüpheli sıfatıyla aldıklarının hangi konuda şüpheli olduğunu bilemezlermiş. Bu nedenle zorluk çıkarmamam istendi.
Ellerimi kelepçeledikleri gibi telefonuma ve bilgisayarıma da el konuldu.
Yolda avukatımı aradım. “Ben gelmeden ifade verme ve hiçbir şey imzalama” biçiminde net bir emir alınca işin ciddiyetini anladım.
Savcılıkta önümde yine yazdığım metin vardı. Beraberinde de hayli kabarık bir şikâyet dosyası duruyordu.
Avukatım metnin bir kurgu, yazanın da öykü yazarı bir hekim olduğunu, metinde küçük düşürüldüğü iddia edilen hastanenin değil adının hangi ülkede geçtiğinin bile yazılmadığını söylese de savcı ikna olmadı.
Neymiş? Onunla kafa mı buluyor muşuz? Bunca yıllık savcı hangi ülkeden ve hangi hastaneden söz edildiğini anlayamaz mıymış?
Öyküde adı geçen mekân ve yerler çalıştığım hastaneyi işaret ediyormuş.
Hastane ismi zikretmemiş olsam da kurguya kendimi inandırmak için mekânı gerçek kılmak benim seçimimdi.
Avukatım sesimi çıkarmamamı istediği için susuyordum.
Sorgu ilerleyince aktarılan olayın ne zaman gerçekleştiği soruldu. Kurgu olduğu için böyle bir bilgiye sahip olmadığımızı söyleyince önümüze şikâyet dilekçesi koyup “Bakın bu şahıs merhum babasından söz ettiğinizi iddia ediyor” diye üsteledi.
Avukatım verilecek bir yanıtımızın olmadığını sabırla söylerken bir yandan da gereksiz bir şey söylememden endişe ettiği için beni sakinleştirmeye çalışıyordu.
Kaleme aldığım metnin anlatıcısı ve bir anlamda kahramanlarından biri de bendim ve olayı kendi üzerimden kurguya döktüğüm için savcı ikna olmuyor, gerçek olduğunu düşünmeye devam ediyordu.
Şikâyete konu olan hastanın dosyasında ismimin olmaması da yetmedi. Neymiş hastanın yattığı dönemde hastanede görev yapmaktaymışım. Bu yeterliymiş.
Şimdi burada durup kaleme alma gafletinde bulunduğum o meşum metni paylaşmam gerekiyor.
Ne de olsa tutuklama talebiyle nezarethanedeyim ve daha ne kadar dört duvar arasında kalacağım konusunda hiçbir fikrim yok.
Hastanenin sessizliğe büründüğü sıradan bir nöbet akşamıydı.
Nöbetçi şef odasını teslim almış bilgisayar başında gündüzden kalan dosyaları gözden geçiriyor, eksiklikleri tamamlıyordum.
Gün içinde hastane ana bilgisayarı birkaç kez kısa süreli devre dışı kalmış tümüyle bilgisayar sistemine bağlı olan sağlık hizmetinde aksamalar yaşanmıştı. Bu nedenle gündüzden eksik kalan işleri tamamlamaya uğraşıyordum.
Efendim eskilerde hastaneler sağlık çalışanları tarafından işletilir ve iyi kötü yönetilirdi.
Günümüzde ise HBYS denilen hastane bilgi yönetim sistemi ve bağlı bilgisayarlar ile yönetiliyor.
Başlangıçta kolaylık ve önemli bir ilerleme olarak görülen bu sistemin temel önceliğinin yapılan her bir tıbbi uygulamanın hastanın fatura bilgilerine işlenmesi ve bu sayede hastane gelirlerinde kayıt kaçağı olmasının önlenmesi olduğunu zamanla öğrenecektik.
Yani HBYS tıbbi amaçtan çok işletmeye dönüşen hastanelerin gelir gider kalemlerini önceliyor yapılan her tıbbi işlemin sonucuna bakmaksızın hastaya veya bağlı bulunduğu sosyal güvenlik sistemine fatura edilmesini amaçlıyordu.
Bu nedenle hastaya ait bir takım tıbbi bilgilerin zaman içinde yazılım şirketi değişiklikleri ile yitirilebildiğine şahit olsak da faturalama hiç aksamıyordu.
Uygulamada bilgisayara hasta ile ilgili işlem kaydını girmeden değil kan tahlili yapmak neredeyse elimizi bile süremiyorduk.
HBYS hastane içi işleyişi ve biz sağlık çalışanlarını yönetmese de doğrusu iyi idare diyordu.
Bilgisayar sistemleri devlet hastanelerinin sağlık işletmeleri olarak yeniden tanımlandığı dönüşüm sürecinin önemli bir parçasıydı.
İşte bu hastane bilgi yönetim siteminin o nöbet gecesi çalışmayacağı tuttu.
Yaşanan aksilik hastane acilinin yoğunluk yaşadığı akşam saatlerine denk gelince kusursuz fırtına kaçınılmaz hale geldi.
Gece yarısına doğru bilgisayarlar önce yavaşladı sonra işlem yapamaz hale geldi. Bilgisayarlara hastalar ile ilgili işlem bilgisi girilemiyor sisteme bağlı tıbbi cihazlar da bu nedenle çalıştırılamıyordu. Basit bir idrar tahlili veya kan sayımı bile yapamaz haldeydik.
Nöbetçi bilgi işlem teknisyeni sorunu çözemeyince sorumlu bilgi işlem mühendisine telefon ile ulaşıp yardım istedi.
Bu arada acil servise başvuran ve sayısı giderek artan hastalar da işlem yapılamadığı için bekletiliyordu.
Sorun uzayınca ana bilgisayarın başına gidip “kapatıp açsak mı?” diye o meşhur soruyu ve yapabileceğim bir şey olup olmadığını sordum.
Bilgi işlemcimiz ise mesleğinin getirdiği içe dönüklük ve ben bilirim havası ile soruma cevap bile vermedi.
Telefonda sorumlu bilgisayar mühendisimizin direktiflerini takip ederken bir anda ana bilgisayarda önce mavi ekran belirdi sonra da kendini tamamen kapattı.
Ana bilgisayarı kapatıp açmak işe yarayabilir düşüncesiyle bir süre bekleyip tekrar açıldı.
Bu durumda hastanede çalışır durumdaki bilgisayarların bir süre sonra kapatılıp tekrar açılması gerektiği bilgisini personel ile paylaşmam istendi.
Sabırsızlanmaya başlayan ve sayıları giderek artan acil hastaları ile birlikte sorunun çözülmesini beklerken işler hiç de iyi gitmedi.
Ana bilgisayar açılmıyor hasta bilgileri girilemiyordu.
Hastanenin tüm cihazları çalışır halde olmasına karşın sağlık çalışanları elim elim üstünde hiçbir şey yapamadan öylece bilgisayarları bekliyordu.
Bir saat kadar sonra bilgisayar mühendisimiz de sorunu gidermek için evinden çıkıp hastaneye gelmişti.
Bu arada devlet hastanelerinde elektrik kesilmelerine karşın jeneratörlerin bile yedeği olmasına karşın ana bilgisayarların yedeği olmadığını bilgileri bulutta yedeklemenin yeterli göründüğünü de öğrendim.
Ana bilgisayarımız çökse bile içindeki bilgiler kaybolmuyor, ancak yedeği olmayınca yeni bilgi de girilemiyordu.
Ana bilgisayarı üreten firma yetkilileri ile yapılan görüşmeler ve online müdahale çabaları ile bir saat daha geçti.
Acilde bekleyen hastaların görünürde acil olmayanlarını civar hastanelere yönlendirerek çözüm üretmeye çalıştık.
Saat sabahın ikisi olmuş hastane ana bilgisayarı çalıştırılamamıştı.
Çocuksu bir iyimserlik içinde sorunun her an çözülmesini bekliyor sorunun gece boyu çözülemeyeceği ve ertesi güne sarkacağını aklımıza bile getiremiyorduk.
Çaresizlik içinde kıvranırken gece yarısı başhekime de bilgi verip 112 acil komuta merkezini arayıp durumu anlattım.
Bir süre acil hasta yönlendirilmemesini rica ettim. Anlayışla karşıladılar.
Rahat bir nefes alıp bilgisayarcıların yanına dönüp sistemin offline bir çalışma biçimi olup olmadığını sordum.
Yani eskiden yaptığımız gibi önce sağlık hizmetini yapalım işlem kayıtlarını sonra girip faturalandıralım talebim sistemin mantığına aykırıymış.
HBYS sosyal güvenlik kurumundan parayı almadan işlemin yapılmasına izin vermiyormuş.
Mühendisimiz birazda müstehzi edayla “Önce fiş, sonra alışveriş” diyerek işinin başına döndü.
Dahası hani “Geldi mi katarıyla gelir” dedikleri gibi nöbetçi şef telefonundan arandım ve acil servise gelmem gerektiği bildirildi.
Yakın bir muhitte iki etnik grup arasında bilmediğim bir nedenle başlayan hırlaşma kavgaya ve silahlı çatışmaya dönüşmüştü.
Yaralı yakınları kendi araçlarıyla yaralıları hastaneye taşıyordu.
İlk bakışta biri ağır 6 ateşli silah yaralısı getirilmişti.
Ve biz bu yaralılara sistem arızası nedeniyle tıbbi kayıt açamıyor, kan tahlili veya görüntüle talebi dahi giremiyorduk.
Geçmişte yaptığımız gibi ağır yaralıyı ameliyathaneye aldık diğer yaralılar için kayıt açmadan ilk yardım ve serum takmak gibi basit tıbbi destek işlemleri yapmaya başladık.
Ağır yaralı için kan gerekiyordu ve kan merkezi bilgisayara kayıt girilmeden kan veremeyeceğini bildiriyordu.
Çıldırmamak işten değildi.
Gereken iki ünite kanı tutanak ile teslim alıp uygun olup olmadığını eski usul ile kontrol ettikten sonra ameliyathaneye teslim ettim.
Gece yarısı hastane başhekimini arayıp kusursuz fırtına altında olduğumuzu ve yönetmeliğe aykırı işlemler yapmak zorunda kaldığım konusunda kendimi ihbar ettim.
Yanıt olarak uykulu bir ses “Sabah tutanak masamda olsun” dedi ve kapattı.
Acile getirilen yaralılardan biriyle konuşup olayı anlamaya, başka yaralı gelip gelmeyeceğini sorgulamaya çalışıyordum.
Orta yaşın üzerindeki yaralı bey efendi Doğulu bir şive ile “onlar kaşındı, biz de kaşıdık. İyi oldu” dedi. Diğer bir yaralı bu sözler üzerine yattığı sedyeden kalkıp hastamıza saldırmaya kalktı.
Amcamız her iki ayağından kurşunlanmıştı. Hayati tehlike görünmüyor olsa da çok kan kaybetmişti. Küfürlü konuşuyor ve “Dağdan gelip bağcıya laf ediyorlar” şeklinde karşı etnik grup hakkında atıp tutuyordu.
Yüzünde ve elinde iyileşmiş kesi izlerine bakılırsa geçmişi de tenekeliydi.
Bu haldeyken hasta bakıcı yanıma gelip kolumu tuttu ve sesini kısarak “Şefim kapı önü karışmak üzere bir bakmanız gerekiyor” dedi.
Sabaha karşı acil servis önünde her iki etnik gruptan yaralıları için bekleyen kalabalığı o zaman fark ettim.
Bir kısmının elinde uzun namlulu silahlar bile vardı.
Dışarısı kibrit çaksan patlayacak durumdaydı.
Dedim ya kusursuz fırtınaya tutulmuş batmamaya çalışıyorduk.
Gelen hasta yakınlarını gören ve gerginliği sezen acil serviste sıra beklemekte olan hasta ve yakınları da arazi olmuştu.
Polisi arayıp kendimi tanıttım ve durumu anlatıp her an ikinci bir çatışma yaşanabileceği bilgisini paylaştım. Telefonun ucundaki bezgin ses “Anlaşıldı. Bir ekip arabası yönlendiriyorum” dedi. “Ekip arabası değil tankınız TOMA’ nız neyiniz varsa hepsini alın gelin” diye bağırdım.
Biraz sonra bir polis arabası acilin önüne yaklaştı.
Ellerinde uzun namlulu silahlarla bekleyen kalabalığı görünce durmadan yoluna devam etti. Kaçar gibi uzaklaştı.
Açıkçası o ekip arabasında ben de olsam aynı biçimde davranırdım diye düşündüm. Daha kalabalık bir ekiple geleceklerini umuyordum.
Ancak gelen giden olmadı.
Dışarıda ve içeride gerilim tırmanıyordu. İçeride henüz hastalarımızı kaybetmemiş olsak da tıbbi müdahale bilgisayarlar yüzünden gecikiyordu.
Dışarıda ise kalabalık iyice artmış her iki etnik grup arasında laf atışmaları sürüyor, her an bir çatışma daha başlayacak gibi görünüyordu.
Dahası hasta yakınlarını dışarıda tutmakta da zorlanıyorduk. Hasta yakını sayısı giderek artıyor her yeni gelen acil servise girip yakınına ulaşmaya bilgi almaya çabalıyordu.
Ve biz sağlık çalışanları her iki etnik gruba ait hastalara lanet olası bilgisayarlar yüzünden elimizi süremiyor, kan grubu bile bakamıyorduk.
Az sonra bizlerin bir şey yapamadığı anlaşılacak ve birbirine düşman iki grup bize karşı birleşip acil servisi basacak diye endişe etmeye başlamıştık.
Tüm bunlar yaşanırken bilgisayarlardan umut yoktu.
O ana kadar acil serviste beklemekte olan ve bu tür durumlarda söylenip ortalığı ayağa kaldıracak olan hasta ve yakınları ise ortamdaki gerilimi görüp hiçbir şey söylemeden sessizce ortadan kaybolmuştu.
Giderek yalnızlaştığımızı hissediyorduk.
Olacaklara hazırlanmak gerekiyordu.
Tıbbi sekreterler başta olmak üzere o sırada işi olmayan çalışanlardan acil servisi terk edip üst katlara gitmelerini istedim.
Hasta bakıcılara da acil servis koridorunun ilerisinde çamaşır arabaları ile barikat oluşturmalarını ve barikatın ardında bizleri beklemeleri emrini verdim.
Acil servisin o hiç kapanmayan kapısını kapatıp bir şekilde kilitledik.
Dışarıdaki kalabalık kapıları camları yumruklamaya başlayınca durumu polise tekrar bildirdim. “Anlaşıldı” deyip yine telefonu kapattılar.
Acil servis önündeki gürültüye hastanede yatmakta olan hastalar da uyanmış camlardan olayları izliyorlardı.
Çalışanlara en ufak bir şiddet anında bulundukları yeri terk edip barikatın arkasına geçmeleri emrini verdim.
Kurbanlık koyun gibi başımıza gelecekleri beklemeye başladık.
Bize bir mucize gerekiyordu.
Sirenini çalarak gelen bir özel hastane ambulansı beklediğimiz mucize oldu.
Yolda baygın bulunup yakındaki özel hastaneye bırakılan bir hasta parası olmadığı anlaşılınca hastanemize aktarılmaya çalışılıyordu.
Kapıyı aralayıp dışarı çıktık. Kalabalık geri çekildi. Ambulans hastasını indirdi.
Bizim deneyimli hasta bakıcımız yanıma gelip “Şefim hastaları bu ambulansla farklı hastanelere nakletsek mi?” diye sordu.
Normalde bu tür aktarımlar 112 Hızır acil ambulansları ile yapılıyordu. Ancak durum acil karar vermeyi gerektiriyordu. Ambulans şoförüne durumu anlatıp yardım istedim.
Kabul etmeyince hastabakıcımız şoförü bir odaya kilitleyip elinde ambulansın anahtarını sallayarak geldi.
Ambulanstaki acil tıp teknisyeni duruma itiraz etmedi. İtiraz etse başına geleceklerin sanırım farkındaydı.
Hasta bakıcımız önce bir etnik gruba ait üç yaralıyı bir şekilde ambulansa sığdırıp sireni çala çala yola koyuldu. Yaralıların yakınları da arabalarına binip ambulansın peşine düştüler.
Bu arada bilgisayar sorunu devam ediyordu.
Ambulans yoldayken 112 acil merkezi arayıp yola çıkan ambulans hakkında bilgi verdim. Durumumuzu anlattım.
Gidilen hastanede yaralıların kabulü için sorun çıkarmamalarını rica ettim.
Bir saat kadar sonra ambulans geri gelip bu kez ayaklarından yaralı küfürbaz beyefendi ile diğer yaralıları alıp ters yöndeki başka bir hastaneye yöneldi.
Kalan hasta yakınları da hastane bahçesinden uzaklaşınca acil servisin ışıklarını kapısını kapatıp olduğumuz yere yığıldık.
Bu arada az kalsın ambulans şoförünü kilitli olduğu odada unutuyorduk.
Şoförün yanına gidip kurumum ve kendi adıma özür diledim. Yaşananları anlattım.
Öfkeliydi ama sıcak çay ve ikramla yumuşatmayı başardık.
Ambulansın ikinci gidişi ile 112 acil merkezi aramayı unuttuğum için hastane yaralıları kabul etmemiş bir sorun da orada yaşanmıştı.
İşte o anda bizim deneyimli hasta bakıcı yakınlarına durumu anlatıp yardım istemiş, hasta yakınlarının nobran tavrı işe yaramış tatlı sert bir uzlaşma ile hastane yaralıları almak zorunda kalmıştı.
Ambulans işini bitirip geri geldiğinde gün ağarıyordu.
Şoför anahtarlarını alıp hastabakıcımıza öfkeli bakış attı.
Ambulansına hasar verilip verilmediğini dert ediyordu.
Hızlıca göz atıp hiçbir şey söylemeden ambulansa binip uzaklaştı.
Gün ağarıyordu ve bilgisayarlar çalıştırılamamıştı.
Böyle giderse yatan hastaların sabah ilaçları da verilemeyebilirdi.
Sabah nöbet defterine tüm bu yaşananları, tutanakları ile birlikte eklerken bilgisayar sisteminin çalıştırılamamış olduğunu, acil servisin kapalı, yatmakta olan hastalara ait tıbbi işlem ve ilaç girişlerinin yapılamıyor olmasının da soruna eklenmekte olduğunu not ettim.
Nöbet notum “Şef nöbetimi vukuatlı olarak teslim ediyorum” şeklinde bitiyordu.”
Sonucu merak edenler olabilir.
Tüm bunların yaşandığı hastane ertesi gün getirilen yeni bir ana bilgisayar sayesinde sanki hiçbir şey olmamış gibi tekrar çalışmaya başladı.
Hastane yönetimi sadece acil servis koridorunun gerisinde kurduğumuz barikat ile ilgili olarak sorumlular hakkında soruşturma açtı.
Hastabakıcılar çamaşır arabalarına zarar vermekten uyarı cezası aldı.
“Deli deliyi görünce sopasını saklar” hesabı bana dokunmadılar.
Vukuatlı bir nöbet olarak zamanla unutulsun istendi.
Bu metin yüzünden içerideyim.
İsmini vermesem de çalıştığım hastaneyi mekân tutup pek çok gün yaşanabilecek olayları sanki aynı gün yaşanmış gibi öyküleştirmiştim.
Ancak yazdıklarımın kurgusal olduğu gerçeği değişmiyor.
Sözünü ettiğim ayaklarından yaralı küfürbaz bey efendinin bir zaman hastane yakınlarında sokak ortasında vurularak öldürülen biriyle benzeşiyor olması, oğlunun şikayetçi olmasına neden olmuştu.
Yazdıklarım ile ilgisi olmadığını söylesem de inanmadılar.
Avukatım biraz deşince benzer şikâyeti yapan iki farklı kişi olduğu her ikisinin de babalarının hayatta olmaması nedeniyle yeterli kanıta ulaşılamadığını da öğrendim.
O gece ne yaptıysam hastane önüne gelmelerini sağlayamadığımı anlattığım polis teşkilatı da İçişleri Bakanlığı aracılığıyla davaya müdahil olmuştu.
Neymiş devletin polis teşkilatını alenen aşağılıyor, korkaklıkla itham ediyormuşum.
Dertlerimle sizi yeterince sıkmış olduğumun farkındayım.
Nezarethanede kabahat işlemiş bir çocuk gibi “birilerinin” hakkımda karar vermesini bekliyorum.
Savcı bey öyküde adı geçen o ambulans şoförünü bulamasa da yerine birini bulup getirir mi diye endişe etmiyor değilim.
Eh, bunca olaydan sonra sanırım filmin sonunu merak ediyorsunuz.
Hâkimin karşısına çıkarıldığımda başım öne eğikti. Kaderime razı haldeydim.
Anlaştığımız gibi sesimi çıkarmadım. Hep avukatım konuştu. Susup kararı bekledim.
Hâkim “Son bir söyleyeceğin var mı?” diye sordu. Sadece hayali bir öykü kaleme aldığımı ve mahkemeye gereksiz yük olduğum için üzgün olduğumu söyledim.
“İsnat edilen suçlara konu metnin savcılığın talebinde yazılmış olduğu şekliyle suç unsuru içerdiği değerlendirilmiş olsa da herhangi bir basılı yayın organında yayınlanmamış olduğu, metnin internet ortamında sosyal medya aracılığı ile servis edildiği ve metnin yayın tarihinin ilgili sosyal medya yasasından önce olduğu görüldüğünden sanığın beraatine itiraz yolu açık olmak üzere karar verilmiştir.”
Sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyordum.
Suç orada duruyor, şüpheli sıfatım değişmiyordu.
Sadece suça konu metin ilgili yasadan önce işlenmiş bir eylem olduğu için bu defalık kulağım çekilerek “vukuatlı” olarak serbest bırakılıyordum.
Dahası bu kez yukarıda yazdıklarım için hakkımda bir işlem daha başlatılırsa şaşırmayacağım.
Ne de olsa sabıkalı olmasa da vukuatlı biriyim.
Serbest bırakıldıktan sonra sokağa çıktığımda ortada suç olmasa da kendimi kabahat yapmış gibi hissetmeme engel olamıyordum.
Olağan şüpheli ve vukuatlı biri olarak nedenini bilemediğim bu suçluluk duygusu yüzünden pek çok kez kalemi elime alıp bıraktım.
“İyi de öyleyse tüm bunları neden yazdın?” diye soran olabilir.
Sormakta da haklılar. Gerçekten de akılla açıklanır bir durum değil.
Ancak sanırım her şeye alışıp boyun eğdiğimiz gibi nedeni bilinmeyen bu suçluluk duygusuna da alışmaktan korktum.
Duyarlı vatandaşlar için not:
Yukarıda yazılanların öykü yazarı bir hekimin hayal ürünü hatta kâbusu olarak okunması önerilir.