Archive for the ‘Yaşayan mekanlar’ Category

ENDÜLÜS NOTLARI–5 ELHAMRA SARAYI, GRANADA

Cuma, Haziran 2nd, 2023

elhamra-2

Endülüs şehirleri arasında hayli sıcak sevecen ve kucaklayıcı görünse de tarih ve kültür anlamında Granada benim için tam bir hayal kırıklığıydı.

Endülüs coğrafyasının bu en ilgi çekici noktasında aylar öncesinden bilet alınarak girilebilen her daim kalabalık ve rehberli gruplar halinde gezilebilen UNESCO dünya kültür mirası listesinde yer bulmuş Granada Elhamra sarayının gerçekte ne yazık ki yapay bir gerçeklik hatta CIA projesi olduğunu söyleyerek başlarsam umarım haddimi aşmış olmam.

Tarihsel kayıtlarda Granada şehrinin Al Sabica tepesinde Romalılardan kalan bir kalenin Nasriler olarak bilinen Gırnata Emiri 1. Muhammed bin Nasri tarafından 13. Yüzyılda Elhamra sarayına dönüştürüldüğü bilinmektedir.

İki yüz yıl süren Nasri krallığının Hıristiyan istilası ve Kastilya kraliçesi İsabel tarafından 1492’de teslim alınmasıyla Elhamra sarayı yine kraliyet sarayı olarak kullanılmak üzere değişim ve gelişime uğramıştır.

18 ve 19. Yüzyılda kaderine terk edilip yağmalanır. Harabeye dönüşen saray 20. Yüzyılın ilk yarısına kadar evsizlere ve çoğunlukla bölge çingene nüfusuna ev sahipliği yapar.

elhamra-1

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise harabe halindeki saray büyük paralar harcanarak ayağa kaldırılır. Batı dünyasında hayli ilgi gören oryantalist düşüncenin simgesi olarak yeniden kurgulanır ve bir anlamda oryantalizmin yeryüzünde vücut bulmuş hali olarak turizmin hizmetine sunulur.

Kısaca bugün Elhamra sarayının o görkemli koridorlarında dolaşanlar oryantalist bakış açısı ile yeniden kurgulanmış hayali bir yapıyı gerçeklik olarak gezmekte, bu gerçekliğe “iliştirilmiş” yeni bir tarihsel anlatı dinlemektedir.

Bugün sarayı gezenler Washington Irving (1783- 1859) isimli ABD’li tarihçi, yazar ve diplomatın 1829 yılında diplomat olarak atandığı Granada bölgesinde Elhamra sarayından esinlenerek kaleme aldığı söylenen ve 1832 de basılan “Elhamra Masalları” kitabının Doğunun meşhur “Bin Bir Gece Masalları” kitabı olarak burada yazılmış olduğu bilgisiyle karşılaşmaktadır.

Gerçekte ise Bin Bir Gece Masallarındaki hikâyeler Halife Harun Reşit zamanında 8. Yüzyılda halk hikâyeleri olarak ortaya çıkmıştır. Sözle aktarılan hikâyelerin çekirdeğini, eski bir Fars kitabı olan Hazâr Afsâna (Bin Efsane) oluşturmaktadır. 9. yüzyıl dolaylarında hikâyeleri derleyenin ve Arapçaya çevirenin masalcı Ebu Abdullah Muhammed el-Gahşigar olduğu, yapıttaki hikâyenin çerçevesini oluşturan Şehrazat öyküsünün ise, esere 14. yüzyıl dolaylarında katılmış olduğu bilinmektedir.

18. Yüzyılda Napolyon’un Mısır seferinin de etkisiyle Avrupa’da başlayan Doğunun kültür ve zenginliklerine olan artan ilgiyle eser, Fransızcaya 1704 yılında Antoine Galland (1646- 1715) tarafından çevrilmiştir. Eserde yer alan hikâyelerin bir kısmının daha önceden de Batı’ya ulaştığı düşünülmektedir.

Kitabın ABD’de yayınlanması ise yaklaşık bir yüz yıl sonra gerçekleşir.

8.Yüzyılda İslam dünyasının kolektif bilincinin eseri olan “Bin Bir Gece Masalları” kitabı, içerik olarak pek çok benzerlik ve bazı eklemeler ile ABD’li bir diplomat ve yazarın saraya bakıp ilham alarak 1832’de kaleme aldığı “Elhamra Masalları” kitabı olarak Atlantik’in öte yakasında yayınlanır.

Yazıldığı dönemde kitap pek önemsenmese de Washington Irving ABD kısa öykücülüğü tarihinde kıvrak ve etkili yazım tekniği ile bir kilometre taşı olarak görülmektedir.

Yine de cevaplanması gereken önemli bir soru ortada durmaktadır.

Kendisinden yüzyıl önce batı dillerine çevrilmiş örneği olmasına karşın Irving’in yapıtı ile Elhamra sarayının ayağa kaldırılıp günümüzün yoğun ilgi gören, aylar öncesinden bilet almayı gerektiren tüm dünyanın ilgi odağa bir saray haline gelmesi arasındaki ilişkiyi nasıl açıklamalıyız?

1954 Yılında Washington Irving’in Elhamra Masalları kitabının ABD’de yeniden gündem olması ve bu kitaptan hareketle yine aynı yılda neredeyse dört duvar kalmış Elhamra sarayının fakir İspanya şartlarında büyük paralar harcanarak ayağa kaldırılmaya başlanması rastlantı mıdır?

Bu soruları yanıtlayabilmek için ikinci dünya savaşının bittiği yıllara dönmemiz gerekiyor. Savaş bitmiş, ABD ve müttefikleri Stalin ile işbirliği yaparak Avrupa’yı faşizmden kurtarmıştır. Tarih bu şekilde yazmaktadır.

Avrupa’daki üç faşist diktatörden ikisi (Hitler ve Mussolini) müttefikler tarafından yenilgiye uğratılmış, ülkesini her iki sabık liderin de desteği ile baskı altında tutan faşist Franco rejimi ise Birleşmiş Milletlere dahi kabul edilmeyerek yalnızlaştırılmıştır.

1945 ve sonrası İspanya’nın karanlık yıllarıdır. Üst düzey Nazi ve SS subaylarının sahte kimlikler verilerek gizlice Arjantin’e kaçırılmasına aracılık etmesi ile bilinen dünyanın unuttuğu fakir bir coğrafyadır.

Tüm dünyanın sırtını döndüğü Franco rejimine ilk olarak 1953 yılında ABD el uzatır. Cadiz’de bir ABD askeri üssü açılmasının yanı sıra çeşitli ekonomik yardımlar karşılığında Eisenhower ile diktatör Franco’nun el sıkışması ABD’de ve tüm dünyada olumsuz karşılanır. Faşist Franco yönetimine zımnen onay vermek olarak görülür ve büyük tepki alır.

Dünyanın sırt çevirdiği, izole edilmiş faşist bir yönetim ile el sıkışma, ABD’nin komünizm tehlikesine karşı Avrupa’ya destek olma yönünde “fedakârlığı” olarak tüm dünyaya yutturulmaya çalışılsa da ülke içindeki tepkiler dinmek bilmez.

İspanya NATO’ya kabul edilmez. Ancak 1982 de üye olabilir.

2. Dünya savaşına faşizmle mücadele sloganıyla katılıp büyük kayıplar verilmişken ABD yönetiminin faşist bir yönetim ile yakınlaşması Amerikan kamuoyunda büyük tepki alır. Daha 1936‘da Franco faşist darbesi ile mücadele için gönüllü olarak İspanya’ya giden Abraham Lincoln tugayı ve kayıpları ortadayken “düşmanlaştırılmış” İspanya için imaj değişikliği gerekmektedir.

İşte burada devreye CIA girer.

1954 yılında gizli bir el Washington Irving’in bin bir gece masalları kitabını kamuoyunda popüler hale getirirken Elhamra sarayının temizlenip ayağa kaldırılması için İspanya yönetimine ciddi ekonomik destek sağlanır.

Bu bir algı yönetimi projesidir.

Proje gereği saray kitaba uydurulurken yazarın içinde yaşadığı hayali bir oda bile tanımlanır.

Granada ve Elhamra sarayı üzerinden ABD toplumuna başka bir İspanya, hayali bir Doğu ülkesi “Endülüs” anlatılarak Franco rejimi ile birlikte ülkenin olumsuz imajının da üstü örtülür. Bu arada Franco yönetiminde de “uslu” durması istenir.

Dahası Endülüs coğrafyası üzerinden fakir bir tarım toplumu olan İspanya’ya turizm ile kalkınma yolu gösterilir. Turizmin canlanması ile ülke kalkınırken herkes durumdan memnundur.

Proje ile ABD kamuoyunun tepkileri azaltılırken algı ve imaj değişimi ile İspanya’da 1975 yılına kadar sürecek 40 yıllık faşist rejime dünya kamuoyunun da ses çıkarmaması, hatta zımnen destek vermesi sağlanır.

Kısaca bugün Elhamra sarayı diye oryantalist bakışın o üstenci küçümseyici edasıyla ayağa kaldırılıp dünya turizmine pazarlanan görkemli yapı, gerçekte 1935 yılında askeri darbe ile anayasayı ve demokrasiyi askıya alan faşist Franco rejimini görünmez kılmak için yeniden inşa edilmiş bir ABD projesidir.

Ardında yatan tarih ise ne yazık ki tarafların elbirliği ile son derece “başarılı” projenin ardında kaybolmuş görünüyor.

elhamra-3

Tüm bu kurgusal tarih ve anlatı çabalarını bir kenara bırakıp yapının karşı yamacındaki kutsal dağ anlamına gelen Sacremonte tepesinden gün batımında bakıldığında ise Elhamra sarayından etkilenmemek yine de hiç kolay değil.

Eeeee…

Ne de olsa post-truth çağında yaşıyoruz…

Mehmet UHRİ

ENDÜLÜS NOTLARI-4 TUTARSIZLIĞIN TUTARSIZLIĞI CORDOBA

Salı, Mayıs 30th, 2023

cordoba-1

Endülüs coğrafyasında Sevilla’dan Cordoba’ya geçerken yol arkadaşlığı yapan ve her iki şehre de hayat veren Guadalquivir nehrinin sakin ve suskun akışı meğer ne çok şey gizlermiş.

Nehrin kenarından bakılınca şehrin göz kamaştıran görüntüsünün aslında Doğu ve Batı kültürlerinin el ele vererek nasıl bir düşünsel zenginliği gizlediğini ırmağın dili olsa da keşke anlatabilse…

Uzaktan bakıldığında Cordoba, içindeki canlılığı yitirmiş göz alıcı dev bir deniz kabuğunu andırıyor. 8. ve 9. Yüzyıllarda parlak dönemini yaşamış Endülüs Emevi devleti ve sonrasından günümüze ulaşan göz alıcı yapılar aynı zamanda dönemin bir zamanlar ürettiği düşünsel zenginliği ne yazık ki barındırmıyor.

Hatta bir kabuk gibi gizliyor.

12. Yüzyılda Avrupa’nın en büyük kütüphanesini oluşturup antik Yunan filozoflarının yapıtlarının Arapçaya ve sonrasında Latinceye çevrildiği bir tür bilgi işlem merkezi ve kültürler arası ara yüz işlevi ile Avrupa aydınlanmasının fitilini ateşleyen Cordoba şehrinin bugünkü hali ne yazık ki bu tarihsel gerçeklikten çok uzak duruyor.

Günümüzde bile icat çıkarmaması, verilenle yetinmesi, uslu durması öğütlenen nesillere hayatı anlamak, anlamlandırmak ve içini doldurmak için hazlarının peşinde koşması gerektiği işaret edilirken “aklı ve öğrenmeyi” hayatın merkezine alan dönemin marjinalleri için çok önemli bir çekim merkezi olmuş, Cordoba şehri.

Yahudi, Müslüman, Hıristiyan gibi daha pek çok etnik ve dini kimliğin bir arada yaşayıp zengin fikir paylaşımlarında bulunduğu Cordoba – Kurtuba şehri 13. Yüzyılda önce Berberi sonra Hıristiyan istilası ve engizisyon etkisi ile kültürel çeşitliliğini yitirir.

Günümüzde ise turizm yanı sıra zeytincilik, tarım ve ticaret ile ayakta durmaya çalışan sıradan bir İspanya şehrine dönüşmüş görünüyor.

cordoba-2

Denizde buldukları içi boşalmış denizminaresi kabuklarını ev edinen yumuşakçalar gibi günümüzde Mezquita-mescit adı ile anılan Kurtuba camiinin ortasına katedral inşa edip yerleşildiği yetmezmiş gibi kendilerinden önceki bilgi birikimi de yok ediliyor. Avrupa aydınlanmasındaki Endülüs etkisini bilinen nedenlerle reddedip köklerini antik Yunan uygarlığına bağlama kolaycılığına kaçanlar nasıl bir düşünsel zenginliğin üzerinde oturduklarını da gizlemeye çalışıyorlar.

Bölgeyi düşünsel aydınlanma merkezi hale getiren “öğrenmeyi” hayatın merkezine alan” ve aklı önceleyen yaşam arayışları unutulsun, hatırlanmasın isteniyor.

Her daim yönetmesi kolay olan bedensel hazcılığın turizm ile harmanlandığı bir yerleşim yeri olmak Cordoba için yeterli görülüyor.

Nobel ödüllü ünlü Fransız fizikçi Pierre Curie “Cordoba kitaplığından bize 30 kitap kaldı. Atomu parçalayabildik, eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı elimize ulaşmış olsaydı, bugün çoktan uzayda galaksiler arasında seyahat ediyor olacaktık” demişti.

Pek çok âlim ve felsefecinin birbirini etkilediği Cordoba şehrinde dönemin fikri özgürlük ikliminin etkisi ile hür düşüncenin kapıları aralanmıştı.

12. Yüzyılda Cordoba’da yaşamış Avrupa kaynaklarında Averroes diye anılan İbn Rüşd ve yine aynı yıllarda yaşamış Meymunides diye bilinen Musevi filozof Musa bin Meymun yapıtları ile seküler düşüncenin Avrupa’ya yayılmasını sağlayıp dini reformların fitilini ateşlemiştir. Yine aynı dönemde bu iki filozofun aklın özgürlüğünü savunan çalışmaları ile bir sonraki yüzyılda Avrupa’da Rönesans aydınlanmasının düşünsel tohumları yeşermiştir.

Uzak bir coğrafyada Bağdat’ta kendinden önce yaşayan ve “Felsefenin Tutarsızlığı”   kitabı ile kuşkucu düşüncenin önünü kapatan El Gazali’ye “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” kitabı ile Cordoba’dan yanıt veren İbn Rüşd tanrısal bilgiye karşı özgür aklı savunmuştur.

Gazali’nin aklın sınırlı olduğu, yanılabileceği ve yeterli olmayacağı bunun bir tutarsızlık doğurduğu fikrine karşı çıkarak “Aklımızı kullanmayacaksak fıkıh, tefsir ve hadislerin varlığını nasıl açıklayacağız? Bütün bilgiler tanrısal ise o bilgiye ulaşmak için aklımızı kullanmayacak mıyız? Nasıl bilim yapacağız?” sorusu ile karşı çıkmış, dönemin İslam dünyasında, hatta günümüzde bile bu nedenle mülhid ve zındık olarak adlandırılmıştır.

Bilimsel kuşkuculuğun her şeyde olduğu gibi tutarlılıkları da sorgulamak zorunda olduğunu, tutarsızlığın reddinin kuşkucu aklın reddi anlamıyla gerçek tutarsızlık olacağını vurgulayan kitabı ile verili bilgiyi sorgulamadan kabul eden İslam ilahiyatçılarına sert bir karşı çıkış göstermiştir. İbn Rüşd’ün bu düşüncesi İslam dünyasınca günümüze kadar hep reddedilmiş olsa da Avrupa’yı etkilemiş, Thomas Aquino’nun yapıtlarından başlayarak Avrupa seküler düşüncesinin temelini oluşturmuştur.

Musa bin Meymun ise Yahudi ilahiyatının temellerini atan yapıtları ile Musevi dünyasında “ikinci Musa” olarak anılan filozof olarak yine 12. Yüzyılda Cordoba’da çiçeklerle süslü beyaz badanalı dar sokakları ile bilinen Yahudi mahallesinde yaşamıştır.

Günümüzde ise tüm bu isimler hiç yaşamamış geriye yapıtlarından düşünsel bir şey kalmamış gibi içi boş deniz kabuğunu andıran şehre dönüşmüş görünüyor, Cordoba.

Aklın özgürlüğünü, aydınlanma düşüncesini ve İbn Rüşd’ün yapıtlarını görmezden gelen İslam dünyasının, yine aynı filozofun yapıtları ile laiklik ve Avrupa aydınlanmasının başlangıç noktası olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye çalışan, köklerini Antik Yunan düşüncesine bağlamaya çabalayan Avrupa’nın bu şehirde sessiz bir suç ortaklığı yaptığını görmek zorundayız.

cordoba-3

Turistik anlamda İslam ve Hıristiyan kültürlerinin Kurtuba katedral camii bünyesinde mimari olarak nasıl bir araya geldiği üzerinden şoven bir hoşgörü ve kimlikçilikten öteye gidilemiyor oluşunu Cordoba halkı da kabullenmiş görünüyor.

Göz önünde duran görkemli yapıları sevimli mahallelerini sunmakla yetinen ve o yapıları ortaya çıkaran düşünsel zenginliği gizleyen bir kültür mezarlığına dönüşmüş Cordoba şehrinin bu haliyle bile günümüzde turistik anlamda hayli ilgi gördüğünü söyleyebiliriz.

Zamanında büyük bir bilgi birikimi için çabalayan, aklı ve öğrenmeyi hayata dair arayışların merkezine almış Cordoba şehri günümüzde ne yazık ki turistler için gezilip tüketilecek bir haz noktasına dönüşmüş gibi duruyor.

İnsan, Cordoba şehrinde geçmişin insanlık için değerli olan yanının gizli tutulmasına kimsenin ses çıkarmayıp onca yaşanmışlığın üzerinin örtülmüş olmasına şahit olan Guadalquivir nehrinin dili olsa da burada yaşanan riyakârlığı haykırsa diye düşünmeden edemiyor…

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLAR -3 JAKARANDANIN GÖLGESİNDE SEVILLA

Cumartesi, Mayıs 27th, 2023

jakaranda-1

Uzun ve fazlasıyla şaşırtıcı bir muhabbet olmuştu. Konuştuğum o koca Jakaranda ağacının yanından ayrılırken “Unutma, kim ne anlatırsa ve nasıl anlatırsa anlatsın bu coğrafyada yaşananlar insanların korkularını gizleyebilmek uğruna dışarıda güvenli sınır arayışından başka bir şey değil. Yolun açık olsun…” Demişti.

En iyisi başından anlatayım.

Endülüs yolculuğumuzda Sevilla’ya ulaşmış, hayli sıcak ve güneşli bir havada eski şehrin dar sokaklarını döne dolaşa arşınlamış hayli yorulmuştum. İlk bakışta şehrin dışa dönüklüğü, kalabalık ve hayli konuşkan insanları, aydınlık sokakları dikkati çekiyordu.

Kalabalık ve konuşan insan sesleri ile dolu katedral meydanında günün yorgunluğunu bir nebze gidermek için gölgesine sığındığım ağacı fark edip “Yine mi sen?” diye seslenmiş ağaçtan gelen “Ne oldu beğenemedin mi?” yanıtı ile konuşan bir ağaca denk geldiğimi anlamıştım. Meydanın eflatun renkte çiçekler açan birkaç yalnız ağacından biriydi. Yorgunluktan kimseye cevap verecek halim olmasa da ağacın anlatacakları vardı.

O anlattı ben dinledim. Arada sorular sordum. Hepsi bu.

Gerçekten de ağaç hiç yabancı gelmemişti. Endülüs coğrafyasında her şehirde karşılaşmış garip bir takip ediliyor hissine kapılmış, anlam verememiştim. Hani pek öyle paranoyalarım olmasa da çokça karşıma çıkan ve birbirine hayli benzeyen eflatun renkli çiçekleriyle dikkat çeken ağaçlar tarafından takip ediliyor hissinden doğrusu kendimi alamamıştım. Yöreye özel ağaçların varlığı şehirleri daha sıcak ve sevecen yapıyor diye düşünmüştüm.

jakaranda-3

Endülüs şehirlerinin meydanlarında, bulvarlarında kocaman şemsiye gibi yer kaplayan ve Jakaranda ağaçlarından söz ediyorum. Ağaç, coğrafi keşifler sırasında Güney Amerika’dan getirilip İspanya şehirlerinde özellikle iklimi uygun bulunan Endülüs coğrafyasında pek çok şehirde kendine yer bulmuştu.

Yani bir anlamda o da bölge halkları gibi göçmendi.

Zaman içinde her göç eden gibi göçmenliğini gizleyip bulunduğu yeri sahiplenmiş olsa da Sevilla katedral meydanında altına oturup soluklandığım Jakaranda ağacı anlattıklarıyla bulunduğum coğrafyanın gizlediği başka bir dünyaya ışık tuttu.

Önce ağaç “Nesin sen? Nereden geldin? Burada ne arıyorsun?” diye sordu. Doğrusu kolay sorular değildi. İstanbul’dan geldiğimi, ne olduğumdan pek emin olamadığımı ve ruhumu gezdirmek için buralarda olduğumu anlatıp soruları geçiştirmeye çalıştım. Aynı soruları ona yönelttiğimde bir süre yanıt vermedi. Sonra sıradan bir ağaç olduğunu, Arjantin’den getirilip buralara ekildiğini ve herkes kadar göçmen, herkes kadar buralı olduğu yanıtını verdi. Görünüşüne, duruşuna, çiçeklerine biraz iltifat edince dili açıldı.

- Görünüşe bakılırsa sen de pek çoğu gibi buraların tarihini okuyup neler olmuş bitmiş öğrenip gelenlerdensin. Okuduklarını unut buraları bir de benden dinle…

- Okuduğum kadarıyla burası insanların gelip geçtiği, kalıcı olarak tutunmayı başaramadığı bir coğrafya. O nedenle kimse sahiplenememiş el değiştirdikçe oradan oraya, kimlikten kimliğe sürüklenmiş ve hep savaşlar yaşamış.

- Geç onları. Okudukların hikâye. Hepsi kimin toprağına kimin gelip, ötekini nasıl yok ettiğini anlatan ve yazana göre değişen anlatılar. Herkes bir yönden haklı bir yönden de mağdur. Zamanın varsa ben sana işin aslını anlatayım.

- Sen de kendine göre bir tarih yazacak hikâye uyduracaksın öyleyse.

- Önyargılı olma. Ben sana insanı anlatacağım. Dinle hele. Sonra hikâye mi rivayet mi ne olduğuna kendin karar verirsin.

Bu sözlerden sonra o sıcakta gölgesine sığındığım Jakaranda ağacı kendince insanı ve insanlığı anlattı. Doğrusu aynaya bakmak şaşırtıcı olduğu kadar can sıkıcıydı.

Sözlerine “insanı bu hale getiren tam olamayışı” diyerek başladı.

- Ne de olsa doğaya eksik bakıma muhtaç gelen bir canlı. Bu nedenle kendini hiçbir zaman yeterince güvende hissedemiyor. Bitmek bilmez güvenlik arayışı hep bir sınır arayışına dönüşüyor. Güven içinde yaşayabileceği bir alan bulmadan rahat edemiyor, huzursuz oluyor. Öngörülebilir bir hayat için kendine hep sınır arıyor. Sınırsız veya sonsuz kavramını aklı almıyor. Çocuklarını da böyle yetiştiriyor.

- Eeee. Ne var bunda? Hep böyle değil mi?

- Doğaya bir bak bakalım. Böyle sürekli huzursuz, kafasında kötü şeyler olacak beklentisi ile dolaşan başka canlı var mı?

- İyi de böyle davranması son derece akılcı değil mi? Yine de bunda ne kötülük var anlamadım.

- Ben de çok safım. Bir insana özünde sorunlu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bak şimdi konuşmaya başladığımızdan beri benimle bir kadınla konuşur gibi nazik ve iltifat ederek konuşmaya özen gösteriyorsun. Doğru mu?

- Ne bileyim? Doğru herhalde. Hem öyleyse bile bu ne anlama geliyor?

- Yahu ben bir ağacım ve cinsiyetim olması gerekmiyor ama madem “biriyle” konuşuyorsun kime göre neye göre konuşmak gerektiğinin sınırını baştan çiziyor ve bana dişilik atfediyorsun. Yani bir sınır belirlemeden konuşmaya cesaret bile edemiyorsun. Sınır görmeden kendini güvende hissedemiyor. Beni Güney Amerika’dan getirip bu meydana gözünün önüne koyan da aynı insan. Kendini nerede güvende hissediyorsa oraya kendi hapishanesini yapıp içine girmeyi marifet sanıyor. Güvenlik alanları, odacıklar inşa ettiği yetmiyor bir de onları sahiplenmeye kalkıyor.

- Daha neler?

- Dahası da var. Sahiplendiği odaların gerçekte hapishane olduğunu görmek yerine güvenlik ve konfor alanı olduğunu düşünüyor. Baktığında ağaçların toprağa esir olduğunu görüyor da inşa edip içine girdiği hapishaneyi, içinde bulunduğu mahkûmiyeti görmüyor, görse de gözlerini kaçırıyor.

- İyi de çevrene bir bak. Bu meydanda bile her türden her milletten insan bir araya gelip mutlu mesut bir arada yaşıyor. Konuşuyor, sohbet ediyor özgürce dolaşıyor. Neden bu kadar kötü olsun ki?

- Konuşuyorlar, evet. Kendilerine bedenlerini sokacak güvenli alanlar, odalar, hapishaneler inşa ettikleri yetmedi düşüncelerini de sınırlayıp kontrol almaya çalışıyorlar.

- Nasıl yapıyorlar bunu? Anlamadım.

- Anlamazsın elbet. İnsan neden konuşur, dil neden var sanıyorsun. En başından beri savunma güdüsüyle aradığı o sınır, düşünce söz konusu olunca dile dönüşmüş olamaz mı? Konuşarak düşündüğüne göre dil de sınırları önceden belirlenmiş bir düşünce hapishanesine benzemiyor mu?

Ağacın altına oturduğumda beden olarak yorgun ve bitkindim. Jakaranda anlattıkça bitkinliğin beynime de sıçradığını hissetsem de ağacın baktığı yerden dünyaya hiç bakmadığımı düşünüp anlamaya gayret ediyordum.

- Dur bir dakika. Doğru mu anladım. Dil de düşüncenin hapishanesi mi oluyor dedin?

- Sana insanı anlatacağımı söylemiştim. İnsan böyle bir canlı işte. Nerede olursa olsun önce sınır görmeye, yoksa da kendince sınır çizmeye çalışıyor. Sonra o sınırların içinde özgürce yaşadığına inanıp çevresindekileri de inandırıyor. Sınırın olduğu yerin hapishane anlamına geleceğini bilse de ne yapıp edip o hapishaneyi görünmez kılmak için o alan içinde gerçek hapishaneye benzeyen odacıklar inşa ediyor. Sonra da o hapishanede olmadığı için özgür olduğuna inanıyor.

- İyi de çevrene bir baksana. Herkes kendince mutlu ve huzurlu. Her şey yolunda görünmüyor mu?

- Görünüyor mu? Hadi canım sen de… Bir çocuk gibi oyun oynamayı seviyor ve devasa bir oyunu oynamayı hayat sanıyorsunuz.

- Peki, anlattıklarının bulunduğumuz coğrafyayla ne ilgisi var?

- Yahu görmüyor musun üzerinde bulunduğun topraklar insanların kıtalar arasında gelip geçtiği bir köprü. Köprülerin ne sahibi olur ne de güvenliği. Her gelen kendince güvenlik alanı oluşturmak için ötekileri kendinden uzaklaştıracak önlemler almaya çalışmış. Olmamış. Kendini güvende hissedecek sınırı bulamayınca hep bir düşman aramış. Bu topraklarda sınır hep başkaları, ötekiler olmuş. Vizigotlar Romalıları, Emevîler Vizigotlar’ı, Haçlılar Müslümanları, Kralcılar Cumhuriyetçileri, insanlar insanları düşman bilmiş. Şimdi bu topraklarda kime sorsan ne olduğunu kim olduğunu anlatmakta zorlanır ama ne ya da kim olmadığını hiç kuşku duymadan sıralayıverir.

- Yani?..

- Bu toprakların o uzun uzun anlatılan tarihi aradığı sınırı bulamadığı için kendini güvende hissedemeyen, korkak ve huzursuz insanların tarihi. Ne olduğu, kim olduğu veya kimlerden olduğunun hiç önemi yok. Hepsi aynı insanı anlatıyor.

Bilge Jakaranda ağacı kafasında olayları çözmüş görünüyordu. Açıkçası aklım o kadar karışmıştı ki nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Ancak bilge bir ağaç bulmanın heyecanı ile sorular sorarak konuşturmalıyım diye düşündüm.

- Az önce söyledin ama anlamadım. Seni Arjantin’den getirip buraya diken insanın derdi veya amacı neydi.

- Arjantin dediğin de sınırları belirlenmiş bir başka güvenlik alanı veya hapishane. Coğrafi keşiflerin amacının ne olduğunu sanıyorsun? Para kazanmak mı? Hıh… O keşifleri yapanlar da bilinen sınırların ötesine bakmaya çalışıyor, yeni sınırlar arıyordu. Buldukları coğrafyalarda oluşturdukları kendi güvenlik ve konfor alanlarında ne varsa yanlarına alıp yola çıktıkları bu topraklara getirip yine kendilerini güvende hissetmeye çabalıyordu. Bizleri Güney Amerika’dan getirip buralara ekenler de orada buldukları güvenlik ve konforu kendilerince yanlarında getirmişti.

- İyi de herkes göçmen olunca bunun ne anlamı kalıyor.

- Bak şimdi biraz kafan çalışmaya başladı. Bizlere Arjantin’den geldiğimiz için göçmen ağaç diyorlar. Beş yüz yıldan beri bu topraklarda olmak bile buralı olmak için yetmiyor. Bu topraklarda kimse kalıcı değil. Güçlü olan bir süre kontrol etse de kimse huzurlu değil. Güçlü olanın bile korktuğu, kendini güvende hissetmediği topraklardasın.

- İyi de nasıl yapacağız. İnsan bu sorunu nasıl aşacak? Hep böyle mi gidecek?

- Bu kafayla bir şeylerin değişeceğine inanmak saflık olur. İnsan önce kendini görecek, bedenini tanıyacak. Saldırganlık ve cinsellik dürtülerinin bir nebze farkında olup kontrol ederek sosyalleşmeyi başarmış olsa da içine doğup büyüdüğü ve farkında olmadan içselleştirdiği kültürün oluşturduğu sınırsız sahiplenme ve yine sınırsız konuşma dürtülerini fark edecek.

- Bunların farkına varması işe yarayacak mı?

- Görmezden gelmekle gelinen nokta ortada olduğuna göre bir yerden başlamak gerekiyor.

- Yoksa?

- Yoksa insan kendini bu dürtüleri ile yiyip bitirecek. Yaşayıp ölecek, yerine yenileri gelecek sahiplenme ve konuşma iştahları yüzünden ne yaşadığını bile anlamadan öylece kendini tekrar edecek ve gidişe bakılırsa doğa ile birlikte kendini de yok edecek. Sözgelimi şu koca meydanda “sahipsiz” kedi köpek olmaması bile anlayana çok şey anlatıyor ama durum şimdilik ümitsiz görünüyor.

jakaranda-2

(Photo by İrem ONUR)

Sevilla katedral meydanında Jakaranda ağacının altında öylece kala kalmıştım. Aynaya bakmak hiç bu kadar zor gelmemişti. Çevremde koşuşturan çocuklara ve onları kontrol etmeye çalışan ailelerine bakıp “Ne çok şeyi farkında olmadan yapıyoruz?” diye düşündüm.

Jakaranda söyleyeceğini söylemiş susmuştu.

Bir süre daha ağacın gölgesinde kalıp dinlendikten sonra ayağa kalkıp ağacın gövdesine sarıldım. Bunca soruna yol açıp hiçbir şeyin farkında olmayan insanlara katlanmak zorunda olduğu için üzgün olduğumu söyledim.

Cevap vermedi.

Yola devam etmem gerektiğini söyleyince son bir kez sesini yükseltip; “Unutma, kim ne anlatırsa ve nasıl anlatırsa anlatsın bu coğrafyada yaşananlar insanların korkularını gizleyebilmek uğruna dışarıda güvenli sınır arayışından başka bir şey değil. Yolun açık olsun” Dedi.

Sevilla katedral meydanında tüm görkemiyle yalnız başına duran bilge Jakaranda ağacına son bir kez daha sarıldım.

Sonra…

Sonrası ama öyle ama böyle yine bir yolculuk oldu…

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI-2 SETENİL DE LAS BODEGAS

Çarşamba, Mayıs 24th, 2023

setenil-1

Güney İspanya’nın beyaz evleri ile tanınan yerleşim yerlerinden Cadiz’e bağlı Setenil de las Bodegas’taydık.

Uzaktan bakıldığında kasvetli bir vadide bağrına taş basmış yerleşim yeri gibi görünüyor olsa da şehrin inişli çıkışlı dar sokaklarında dolaşınca betonlaşmak yerine doğayla barışık olmayı seçenlerin yaşadığı huzurlu bir yerde olduğunuzu anlıyorsunuz.

Uçup gitmek, doğadan uzaklaşmak yerine kuşlar gibi doğanın verdikleriyle yetinerek yuvalarını bir vadiye inşa etmiş insanların şehri, Setenil. Bir tür aşiyan…

Trejo ırmağının binlerce yıldır derinleştirdiği kayalık vadide mağaralarda başlayan tarih öncesi hayatın çok da fazla değişmeden günümüze kadar ulaştığı görülüyor.

Bilinen tarihi 12000 yıl öncesine uzansa da çok daha eskilerde bile insan yerleşimi olduğuna dair araştırmaların sürmekte olduğu kasaba Setenil ismini Septem-Nihil (7 kez hayır) sözünden alıyor. Şehir ve kale 1482 yılına kadar Hıristiyan güçlerce 7 kez kuşatılsa da alınamıyor. 1482 den sonra İslami özelliklerin yerini alan Hristiyan kültürü zaman içinde bölgeyi özellikle Karmelitlerin yerleştiği bir inziva bölgesine dönüştürüyor.

setenil-2

Mağaraları, ırmağı ve tarih öncesi yerleşimi ile Dicle nehri kıyısında günümüzde baraj gölü altında kalan Hasankeyf’i andıran şehir, doğanın verdikleri ile yetindikleri içi “dilenci” tarikatı olarak da anılan Karmelit kilisesini ve Nuestra Señora del Carmen inziva evini barındırıyor. İsmini Hayfa yakınlarındaki Karmel dağından alan ve 12. Yüzyılda kurulan Karmelit tarikatının İlyas peygambere uzanan bir kuruluş öyküsü var. 7. Yüzyılda İslam’ın yayılışı ile Karmelitlerin Hayfa’yı terk edip Sicilya üzerinden Avrupa ve özellikle İspanya’ya göç ettikleri biliniyor.

Her şey, binyıllar boyu güvenlik ve konfor arayışı ile mağaraları kendine yuva yapan insanın mağarasını büyütme arayışı ile başlıyor. Mağara girişinin iki yanına taş duvar yaparak uzatıp yer kazansa da dayanıklı çatı yapabilmeyi uzun süre gerçekleştiremiyor. Tanrısal gök kubbe inşa ederek kendi tanrısallığına doğru ilerlemeye yani çatı yapmaya başlayınca da doğadan kopuş başlıyor.

İnsanlığın kentleşmeye yönelme ile doğadan uzaklaşarak kendi dünyasını inşa etme çabasına yöneldiği bir dönemde biraz da Karmelit tarikatının doğa dostu yaşam biçiminin etkisiyle Setenil de las Bodagas’ın kendine özgü bir orta yol seçtiğinden söz edilebilir.

Setenil’deki yerleşim biçimine bakıldığında; filozof Augustinus’un (MS 354-430) ”insan, hayvandan tanrıya giden yolda düşe kalka ilerleyen canlıdır” sözünü hatırlatırcasına gök kubbeyi andıran tanrısal çatı yapmak yerine kuş yuvasını andırırcasına önce mağaraları sonra mağaranın uzantısı taş oyuntuları çatı olarak kullanarak doğaya uyum gösterildiği anlaşılıyor.

Günümüzün modern şehircilik anlayışına nazire yaparcasına dev bir vadinin yamacında Trejo ırmağının iki yanındaki kaya oyuntularını çatı gibi kullanıp evlerini inşa ederek suyla, doğayla, güneşle barışık bir yerleşim yeri oluşturmayı sürdürebilmiş Setenil’de yaşayanlar.

setenil-3

Şehir her ne kadar günümüzde turistik yerleşim yeri olarak ünlenmiş olsa da zeytin yetiştiriciliği ve zeytincilik de ana geçim kaynakları arasında yer alıyor.

Derin vadinin ve kayaların güneşi gizlediği şehrin ana caddesine yine nazire yaparcasına Calle cuevas del sol (güneşin mağaraları) ismi verilmiş.

Vadiyi, mağaraları ve şehri bin yıllar içinde biçimlendiren bölgenin gerçek sahibi Trejo ırmağının vakur suskunluğu, sessiz sakin insanları, beyaz badanalı küçümen evleri, inişli yokuşlu dar sokakları ile aşiyan-kuş yuvası benzetmesini fazlasıyla hak eden Setenil de las Bodegas’tan insanlığın çıkaracağı hayli ders var gibi görünüyor.

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI-1 RONDA

Salı, Mayıs 23rd, 2023

rondo-4

Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor kitabının kaleme alındığı (1940) topraklardaydık.

Kitabı yıllar önce okumuş savaş ve savaşın anlamsızlığı üzerinden barış çağrısı içerdiğini düşünmüştüm. Yıllar sonra tekrar elime aldığımda kitabın içindeki bir cümleyi anahtar gibi kullanarak farklı alt metinlere ulaşabileceğini de fark ettim.

Kitapta geçen; “İnsan ada değildir. Bir başına bütün de değildir. Anakarada küçücük bir toprak parçasıdır. Eksilen her toprak tanesi ile bizler fark etmesek de koca kıta da eksilir. Ölen her insan ile eksilen insanlığın parçası olarak acı çekeriz. İşte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.” Cümlesi anahtar olarak kullanılabilirdi.

rondo-1

Hemingway, İspanya iç savaşında geçen bu kitabı kaleme alırken ana karakteri Roberto’yu Abraham Lincoln tugayından seçmişti. Kitap, ABD’de güvenlik ve konfor içinde mutlu mesut yaşamak yerine insanlığın faşizm ile mücadelesine katkı sunmak amacıyla İspanya iç savaşında cumhuriyetçilerin yanında gönüllü görev alan ve yarıya yakınının hiç geri dönemediği çoğu eğitimli akademisyen 2800 kişilik Lincoln tugayından bir karakterin Segovia şehrine giden yoldaki bir köprüye sabotaj girişimini anlatmaktadır.

Savaşta yitirilen canlar üzerinden insanlığın değer yitimini, faşizmin insanı ezip aynılaştıran acımasızlığını dert edinip okyanus ötesinden mücadeleye katılmadaki diğerkâmlığın zaman içinde değişip dönüşen anlamını kaleme almıştı, Hemingway.

Dahası o yere göğe koyamadığımız, biri üzerine laf edecek diye ürktüğümüz ömürlerin dalgalara teslim olan kum taneleri gibi eksiliyor olmasının nasıl bir insani erozyona yol açtığını da işaret ediyordu.

Modern zamanların insanı merkeze alan tekilliğine, kendini ormanda ağaç gibi gören insanın kibrine sessizce itiraz ediyor ve hayat ormanının yaprağından öte olmadığımızı hatırlatıyordu.

Savaşın bir orman yangını gibi hızla yayıldığında hangi taraftan olduğunun veya haklı olmanın bile anlamsız kaldığını karakterlerin pişmanlıkları ile sezdirmeye çalışıyordu.

Öyle bir yangın ki, aynı ırktan, milletten, dinden hatta aynı aileden bireyler öldüresiye savaşıyor, esirleri kurşun israfını önleme uğruna acımasızca Ronda köprüsünden aşağı atmayı tercih ediyorlardı.

Hemingway yapıtı ile dünya savaşının ortasında Ronda’da iç savaştan yeni çıkmış ve geleceğe dair umutlarını yitirmiş bir toplumu anlatarak yitirilen insanlığı görünür kılmaya çabalıyordu.

rondo-2

Ronda, günümüzde turistik bir yer olarak boğa güreşleri ve Hemingway ile markalaşmış olsa da özellikle eski şehrin dar sokakları, kasvetli yapısı ve dağ başında herkesten her şeyden uzak halleri ile iç savaşta yitirilen insanlığı ve umutları da barındırıyordu.

İnsanlar gelip geçiyor, yaşanmışlıklar kalıyordu.

Üstelik bazı yaşanmışlıkların üzeri örtülüp unutturulmaya çalışılsa da şehrin dar sokaklarında ayağa batan bir diken gibi acısıyla kendini hatırlatıyordu.

Ronda’da o yeni köprüde durup kısa süreli de olsa o an ve sonrasından uzaklaşıp kurumuş Tajo ırmağının yıllar içinde oluşturduğu vadiye ve eski şehre bakıp geçmişin acılarını ayağa batan diken gibi hissettik.

Sonrasında ise menzilini kovalayan gezgin kimliğine bürünüp tekrar yola koyulmamız gerekti.

Tüm bunlara ek olarak Ronda’dan geriye belki bir damak tadı, bir esinti veya sokakta çınlayan gitar nameleri ile hatırlanacak anılar kaldı.

Sonra onlar da silikleşti.

Hâlbuki o köprüde çanların hepimiz için çaldığının farkındaydık.

Ah o kahrolası unutkanlığımız, ne de iyi geliyor…

Mehmet Uhri

SESLERİNİ BIRAKTILAR

Perşembe, Şubat 9th, 2023

affan

Öyle bir afet ki, kayıp, kalan, mekân ne varsa yitirdiklerimiz yetmedi tutunabileceğimiz hatıralarımızı da elimizden almaya çalışıyor.

Bir yandan gidenlerin sessiz çığlığını işitiyor diğer yandan kalanların çaresizliğini görüp kederli bir suskunluğa gömülüyoruz.

Bu sessizlikten çıkmak, direnmek ve hatırlamak zorundayız…

Gidenin ve kalanın ardında bıraktığı sesleri hatırlamalı, konuşup yaşatmalıyız.

Konuşmalıyız ki, hatırlananlar, yaşanmışlıklar vücut bulsun.

350f29f9-a3b7-4766-96c0-488979a2d86bO meşum depremin yaşanmasına birkaç hafta vardı. Antakya ‘da ağır deprem hasarı alan tarihi Affan kahvehanesi günün hızlı devrildiği o soğuk Aralık akşamı her zamanki hareketliliğindeydi. Mekânın müdavimleri duvar dibindeki masanın çevresine doluşmuş ellerindeki kâğıtları hırsla masaya vurdukları ateşli bir oyuna dalmıştı.

Asırlık kahvehane kendi kadar eski Malta taşı zemini, ahşap sandalye ve masaları ile yılların ses ve yaşanmışlıklarını barındırıyordu. Gürül gürül yanan odun sobasının sıcağından kaçanlar duvar dibi veya cam kenarına doluşmuştu. Dışarıdan üşümüş halde gelenler kısa süre sobanın yanında durup sonra kendilerine uygun masa bakınıyordu. Hayli yıpranmış olsa da kahvehanenin kitaplığı donanımlı görünüyordu.

Hani duvarların dili olsa da konuşsa denebilecek Affan kahvehanesinde yaşını başını almış koca koca adamlar olanca ciddiyetleriyle oyunu sürdürüyor yancı tabir edilen arkadaşları da çaylarını yudumlayıp dikkatle oyunu izliyordu.

Ne yan masadaki üniversite öğrencilerinin yüksek sesle konuşmaları ne de kahvehanenin uğultusu umurlarındaydı.

Bir kaç masa ötede sessizce kitap okuyor görüntüsü altında oynayanları izlemeye, konuşulanları işitmeye, anlamaya çabalan biri için hepsi yabancı, bir o kadar da tanıdıktı. Biten oyunun üzerinde bile dakikalarca tartışıyor, yancılardan da tartışmaya katılanlar oluyordu.

O an için hayat öylesine dar ve sığ görünüyordu ki dışarıda kıyamet kopsa umurları değildi.

Pek çoğumuz gibi beklentileri, yaşanmışlıkları ve içinde bulundukları ana dair küçük hesapları olanlardan söz ediyorum. Masanın çevresindekiler önüyle arkasıyla o anı birlikte yaşıyordu.

Hayat gibi…

Yaşanılan anın farkında bile olmadan oyuna dalıp içinden geçip gitmek ve birkaç saat sonra tüm bunları unutacağını da unutmak oyuna dâhildi.

d9255297-7a51-47c9-b628-37cb898259d3Masadakilerden saçı başı ağarmış görece yaşlı olanı deneyimini konuşturuyor yeri geldiğinde izleyen yancılara ve oyun arkadaşlarına kendince “ayar” veriyordu. Diğerleri bu durumu kanıksamış görünüyordu. Aralarında daha genç olanın biraz da sesini yükselterek ayar veren ihtiyara karşı çıkışını kolunu tutarak engelliyor, yeni oyun isteğini dile getirip tartışmayı büyütmüyorlardı.

Kahvehaneci bile masanın raconunu anlamıştı. Temkinli yaklaşıyor, hızlıca çayları tazeleyip boşları alıyor, çağrılmadığı sürece masadan uzak durmaya özen gösteriyordu.

Her seferinde elini yeri açıp oyunu bitirenin sesli kahkahası ortamda kısa süreli sessizlik yaratıyor, bakışlar masaya dönüyor sonra yine dikkatler dağılıyor, aynı uğultu devam ediyordu.

Dışarıdan bakınca masadakilerin istek ve beklentileri çoğumuzunkinden farklı değildi.

Oyun oynuyorlardı. Oynadıkları oyunu da iyi oynamak istiyorlardı.

Başarılı olmak, kazanmak, yenilmemek, kazanamasa da durumu kabullenmek, ezilmemek, hırslı olmaya çabalamak ve dahası bunları yapmaya heves etse de masada yer bulamayıp oyunda seyirci olmak, hepsi o masadaydı.

Hayat gibi…

O masada dışarıdaki hayatın görece hayli küçük bir benzeri yaşanıyordu. Pek çoğumuzun yaptığı gibi söylenenler kadar söylenmeyenler, elindeki kâğıdı atanın çuha masaya sertçe vurması, homurdanmalar, kendi kendine konuşmalar da sese dönüşüp kahvehanede yankılanıyordu.

Hepsi o gün oradaydı.

Sonra…

Sonra öyle bir kıyamet yaşandı ki tüm bunlar buharlaştı geriye sadece sesler kaldı.

Yaşanan afet ile doğa kendi oyununu dayattı.

Oyun ve oyuncular değişse de hayat oyunu sürüyor.

Ülkece, sanki bir başka masanın başına zorla oturtulduk ve dayatılan oyunu sürdürmeye çabalıyoruz. İçimiz yansa da kimimiz oyuncu, çoğumuz masanın yancısı rolüne bürünüp yaşananları anlamaya çabalıyoruz. İçimizden gelmese de oynuyormuş gibi yapıyoruz.

Hâlbuki insanlar, mekânlar bir anda yok olurken yaşanmışlıklar, geride bıraktığı sesler yok olmuyor.

Yeter ki hatırlayalım…

Affan kahvehanesinin bıraktığı sesler bize günlük yaşamda unutmaya çalıştığımız ölümü, yeryüzündeki yalnızlığımızı, çoğumuzun en baştan vaz geçtiği anlam arayışını ve tüm bunlarla birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu fısıldıyor.

Deprem felaketi ile başka bir oyuna itildik. Eski oyun ve oyuncular buharlaşıverdi.

Kayıplar ve hayatta kalan yakınları bize seslerini bıraktılar. Gidenlerin ve çaresizlik içinde yas tutan kalanların bir zamanlar bıraktığı sesleri hatırlamalı, konuşup anlatmalıyız.

Aynı hayatın içinden geçip aynı oyunu oynadığımız insanlardan kalan sesleri hatırlamak, o hayatlara da vücut olmak zorundayız.

Bize seslerini bıraktılar.

Mehmet UHRİ

KELEBEĞİN UMUDU

Cumartesi, Temmuz 23rd, 2022

kelebegin-umudu-1

Pandemi notları Temmuz 2022

Bu kez kendimle yazıştım.

Masum bir arkadaş buluşması öncesiydi. Sosyal medyadan tanıdığım insanlarla ilk kez bir masa başında bir araya gelecektik. Geç kalma endişesiyle buluşma yerine hayli erken geldiğimi fark edip bir çay rica etmiş, garsondan rica ettiğim kalem ile yol boyunca okumakta olduğum kitabın boş bulduğum sayfalarına bu satırları not almaya başlamıştım.

Covid-19 Pandemisinin korku iklimi sürüyordu.

Kapalı bir mekânda buluşmaya katılıyor olmanın tedirginliğini yaşamıyor değildim. Buluşacağım arkadaşlarımla bir clubhouse sanal odasında tanışmıştım.

Kadıköy için erken sayılabilecek saatte bomboş meyhane ortamında çay içip bir şeyler karalayan olarak çalışanlara da “garip” gelmiş olacağım ki kimse bulaşmadı. İkinci çayı isteyip istemediğimi bile sormadılar.

Her neyse… O gün benim için özel bir gündü. Uzunca bir süre sonra kendime, kendimi anlatıp aklımdan geçenleri yazıya döküyordum.

Tam bir yıl önce pandemi tedirginliği yetmezmiş gibi kalp damarlarımda tıkanıklıklar saptanmış, hastalık kapmaktan korkarak girdiğim hastanede açık kalp ameliyatı olmak zorunda kalmış, kalbimi besleyen damarlar yenileriyle değiştirilmişti. Hayatımda ilk kez ameliyat masasına yatmıştım.

Şairin dediği gibi her şey birden bire olmuştu.

Kalp damarlarımın sorunlu çıkması üzerine konunun duayeni hocamızın kapısını çalmıştım. Hoca onca yoğunluğunun arasında meslektaş dayanışması gösterip beni kabul etmiş kalp damarlarımın görüntüsünü inceleyip derhal ameliyat olmam gerektiğini söylemişti.

Hiçbir yakınmamın olmadığını, hatta asansörü riskli bulup 4 kat merdiven çıkarak yanına ulaştığımı söyleyerek “bu kadar kötü olmamalı” diye itiraz edince yüzüme bakıp “ölüyorsun ve farkında değilsin” diyerek sözümü kesmişti.

Ertesi gün sabah hastaneye yatmış ve bir gün sonra sabah ilk vaka olarak bypass ameliyatına alınmıştım.

Ölümün kıyısından dönmüş biri olarak bu satırları kaleme almaya cesaret etmek için bir yıl beklemiş olduğumu hayretle fark ediyordum.

Açık kalp ameliyatı bir tür elektroşok gibiydi. Ameliyat sırasında kalp durduruluyor, bir süre makineye bağlı kalıyor (teknik anlamda ölüyor) sonra tekrar çalıştırılıyordu.

Ameliyat sonrasında tüm hafıza bağlantılarımın çözülmüş, anılar parçalanmış ve dağılmış gibiydi. Bilincim bulanıktı.

Kendim olduğumu kabullenmem bile zaman alacaktı.

Ameliyattan sonraki  günlerde gördüğüm o garip rüyaları anlamlandırmakta zorlanıyordum.

Hayatımda o güne kadar edindiğim algılar imgeler ve kavramlar bağlarından kopmuş hepsi birbirine karışmış gibiydi.

Hastane sonrası toparlanma ve iyileşme dönemi hayatın yavaş ama kararlı aktığı süreç olarak geçti.

Tüm bunların üzerinden bir yıl geçmişti.

“Acaba ameliyatı yapan hocanın dediği gibi öldüm de rüyada mıyım? Başka birinin rüyasında kendimi yaşıyor görüyor olabilir miyim?” diye düşündüğüm ve uzun süre emin olamadığım günler geçirdim.

(Burada bir parantez açıp; “Hoş, şimdi de çok emin olduğum söylenemez. Hangimiz emin olabiliriz ki?” şeklinde sonu gülücük ile biten bir not yazıp parantezi kapamışım.)

Hastalığımı ameliyat ve sonrasını yurtdışında eğitim görmekte olan ve pandemi kısıtlamaları nedeniyle ülkeye gelme olanağı olmayan kızımdan saklamıştık.

Ameliyattan 3 hafta sonra bilgisayar ekranında karşısına geçip yaşadıklarımı ve süreci sorunsuz atlattığımı anlatırken kızımın bakışlarından ölmemiş olduğumu ve benim için fazlasıyla üzülmüş olduğunun farkına vardım. Konuştuklarımızı hatırlamıyorum ama bana iyi gelmişti.

Yaşıyordum…

Kafamın içindeki kartlar toplanıp yeniden dağıtılmıştı ve oyun devam ediyordu. Yine de üzerinden bir yıl geçmeden elime kalem alıp o günü ve sonrasını yazmaya cesaret edememiştim.

O güne kadar kalemim başka şeyler yazsa da kendimden uzaklaşan ve sonra yeniden yaklaşan kendimi yazmaya bir türlü elim varmadı. Hatırladıklarıma sarıldım.

Unuttuklarımın çokluğunu fark edip ürktüm.

Önemli gördüğüm ne çok şeyin aslında önemsiz olduğunu, bir çocuğun kahkahasının veya bir kedinin o üstten bakan halinin ne denli önemli olabileceğini, asıl önemli ve öncelikli olanın sözcüklere sığmayan hissetmelerin olduğunu düşündüm. Hissettiğim halleriyle hatırladıklarım ile tekrar kendime tutundum.

Aklım oyun ediyordu. Kafamın içindeki kırılmış parçaları bir araya getirmeye çalışıyor, pek çok eksik parçayı bulamıyordum. Eksik olanların ne kadarının bana ait olduğundan emin değildim.

Sabah ve akşam uzun yürüyüşler yaparak form tutmaya çalıştığım zamanlarda clubhouse uygulamasını keşfettim. Başlangıçta sadece dinliyordum. Felsefe tarih fizik mitoloji odalarına dinleyici olarak katılıyordum. Sonrasında konuşmacı olarak da katılıp küçük katkılar sunduğum odalar da olmaya başladı.

Sonra garip ama ilginç bir oda ile karşılaştım.

Yamuk duruş isimli bu odada soyut kavramlar üzerine konuşuluyordu. Odada o gün için seçilen kavram ele alınıyor ve aslında üzerinde uzlaştığımızı sandığımız kavramların ne denli akışkan ve değişken anlamlara bürünmüş olduğuna şaşırarak şahit oluyorduk.

Başlangıçta bilenlere bilmeyenlere, bildiğini sananlara kavram hakkında “ayar” verici nitelikte fazlasıyla didaktik bir şeyler söylediğimi bunun rahatsızlık yarattığını hatırlıyorum. Odaya girdiğimizde ele alınan kavramı hepimizin farklı yorumlamakta olduğunu ve iki saatlik süre sonuna doğru kavram hakkında başlangıçtaki düşünce ve yargıların değişebildiğini görüyorduk. Üstelik bu durumun oluşturduğu düşünsel ortam herkese iyi geliyor bir münazara yapmak yerine kavramı anlama ve anlamlandırmaya çalışarak düşünce dünyamızın zenginleşmekte olduğunu fark ediyorduk.

Didaktik olmayı bırakıp kavrama daha geniş açıdan bakmaya söylemek istediklerimi soruya dönüştürüp konuşma ortamına katkı sunmaya başladım. Kısa süre sonra kendimi odayı düzenleyen ve bulunduğum meyhane atmosferinde birazdan bir araya gelecek olan o güzel insanların arasında buldum.

Söylemek istediklerini soruya dökerek üzerinde düşünülmesini sağlamak daha zor olsa da bu işlem sırasında kafamın içinde kuramadığım bağlar aydınlanıyordu. Görsel hafızamın yitirdiklerini işitsel hafızam tamamlayıp yerine koyuyor gibiydi.

Açıkçası kendimi tanımakta zorlanıyordum. Kimseye fark ettirmemeye çalışsam da bypass ameliyatı sonrası başka biri olmuştum.

Gereksiz inatlaşmıyor, üstüme gelinirse susmayı ve kafamı çevirmeyi seçiyordum. Dışa dönük yanım içe dönük yanımla barışmıştı.

kelebegin-umudu-2

Sonrası da var…

Aylar geçtikçe yaşanan iyileşme ve kendini yeniden bulup tanımlama ve mesleki hayata geri dönüş süreci aile büyüklerinden birinin bakım gerektiren rahatsızlığı nedeniyle zorunlu bir yalnız kalmayı gerektirdi.

İnsan yalnız yaşamaya, kendini oyalamaya ve içindeki çocuğu kabullenmeye kolay alışıyormuş.

Başkalarının gözündeki ben yerine içindeki ben ile bir arada olma, arada içeridekinin de söz alıp konuştuğunu, dışarıyı yönettiğini görüyor olmak iyi gelmeye bile başlamıştı.

Bağlantılar yeniden kurulmuş ve eksik parçaların üzeri bir şekilde örtülmüş olsa da öte yana gidip gelmiş olmanın verdiği garip duygu ile insanları, yaptıklarını kolay affediyor veya umursamıyordum.

O zamana kadar hayatımda yeni insanlar pek yoktu. Kendime ayna olacak yeni insanlar da aramıyordum. Ama ameliyat sonrası her yeni tanıdığım insana karşı ister istemez oynadığım o tiyatroyu oynamaktan vazgeçmiştim. Artık kasmıyordum. O yeni insanlar ile pek konuşmasam, susup dinlemeyi seçsem de ağzımı açtığımda eksik ve yanlışlarımı, saçmalamalarımı anlatıp kendimle dalga geçiyordum.

Hiç de zor olmadığını ve iyi geldiğini söylemeliyim.

İnsanı hayata yakınlaştıranın sahip olduklarından çok kurduğu veya farkına vardığı bağlantısallıklar olduğunu giderek daha çok düşünüyordum.

Yeni insan, yeni düşünce farklı mekân ve yeni yaşanmışlıkların hatırlamaya değer gerçeklikler bıraktığını görüyordum. Anlatacak yaşanmışlıkların ne denli önemli olduğunu fark ediyordum. Kendi anlatısal kimliğime tutunmaya çabalıyordum. Nereye gittiğimi bilmesem de bu yolculuk iyi geliyor, öykü kurgu ve gerçek bir yerde birbirine dolanıyor, hayat oluyordu.

Sanırım öykü yazmayı biraz da bunun için seviyordum. Öykü yazarken kişileri gerçeğe yakınlaştırmanın veya gerçek yaşanmışlıkları hayali kahramanlar üzerinden kaleme almanın, tüm bunların birbirine dolamanın hayatı zenginleştirdiğinin farkına varıyordum.

Yaşamın hatırladıklarımız kadar olduğunu ve “hatırlayan kim?” sorusunun hayatı anlamlı kıldığını düşünmeye başlamıştım. Halbuki bize öğretilen dayatılan hayat gerçekler üzerine kuruluydu. Doğruları konuşmamız bekleniyordu. İnsanlar hayat tiyatrosunu birbirine gerçekleri anlatma sözü vermiş gibi oynasa da gerçek akışkandı. Her hatırlamada başka bir gerçeğe dönüşüyordu. Yani aslında kaşık yoktu.

Hayatın sahip olduklarımız, edindiklerimiz başardıklarımız kadar olduğu dayatmasına boyun eğmiş olsak da gerçekte öyküsel anlatısal kimliklerimizden ibarettik. İçinde yaşadığımız dünya ise inatla etiketlerimizi parlatmakla uğraşmamız, içeridekini gizleyerek yaşamamız, diğerleriyle aynı olmamız gerektiğini her fırsatta hatırlatıyordu.

Pek çoğu farkına bile varmadan hayatın içinden sıradan veya parlak büyük bir etiket olarak geçip gidiyordu.

İleride bir gün hatırlayanlar ise ismini veya etiketini değil de bir yaşanmışlığa gönderme yapıp içeridekine dokunarak ismini ve hissettirdiklerini Veysel’in “Dostlar beni hatırlasın” dediği gibi anıyordu. Böylesi bir hatırlamayla ise hayat tüm o yapaylığa inat başka bir yerlerde farklı akmaya devam edebiliyordu.

(Yazdıklarıma burada ara verip not aldığım kitap sayfasına garip şekiller çizerek düşünmüşüm. Sonra aşağıdaki cümleyle devam etmişim.)

Bir yıl önce bugün sanki hayatıma format atıldı.

Motor rektifiye olmuş olsa da şoför artık aynı şoför değil. Yine öyküsel anlatısal kimlikler biriktirse de o kimliklerin ardındaki insanı ve hatta onun bile göremediğini görmeye daha çok gayret ediyor. Görmek dediğime bakmayın. İşitmek veya hissetmek gibi bir şey anlatmaya çabaladığım. Karşısındakinin içinden gelen bastırılmış sesi, müziği duymaya çabalıyor.

Araba yine gidiyor, rutin devam ediyor ama doğrusu değişen çok şey oldu.

Ömrü yeterse belki 10 yıl sonra bu satırları kaleme alıp değiştiğini haykıran, yeni gözden geçirme yapıp bir kez daha değiştiğini yazarsa şaşırmayacağım.

Bedenimizdeki bütün atomlar ve moleküller zaman içinde tümüyle değişiyor. Bizler de tırtılın kelebeğe yolculuğu gibi kendi yaşam penceremizde değişerek dönüşerek yolculuk yapıyoruz. Farkına varsak da varmasak da değişiyoruz.

“Değişmedim” diye inat edenlerin derdini sıkıntısını şimdi daha iyi anlıyorum. Onlar dönüşemedikleri için dertliler. En olgun hale ulaştıklarını kelebek olduklarını düşünüyor ve başka bir değişim dönüşüm yaşamayacakları yanılgısı içinde kendilerini sürekli başkalarına kanıtlamaya çabalıyorlar. Ötekilerin gözündeki kendini her gün yeniden inşa edip kanıtlama uğraşının ezeli mağduriyeti ile bir ömür tüketiyorlar.

Hâlbuki tırtılı tırtıl yapan onca zorluğa direnmesini sağlayan kelebeğe dönüşme umudu, beklentisi değil miydi?

Peki ya kelebek? Kelebeğin umudu yok muydu?

(Yazının başlığını bulmuş olmanın heyecanını burada not almışım.)

Birilerinin yaptığı gibi; ben menzile ulaştım, kelebek oldum diye böbürlenecek hali yok elbet.

Kelebeğin umut ettiği; mademki kanatlarım var özgürlüğe kanat çırpıp yükselmek, değişime, dönüşüme, yaşanmışlığa bir de oralardan bakıp harmanladıklarımla hayatı yeniden anlamak veya anlamlandırmak gibi bir şey olmalıydı.

Gel de o kelebeği kıskanma…

Bu satırları kaleme aldığım meyhane köşesinde pandeminin giderek alışmaya başlanılan o korku dolu ve yalnızlaştırıcı ikliminde sanal da olsa “oda arkadaşı” olduğum insanlarla ilk kez yüz yüze gelecek olmanın heyecanı da sanırım kelebeğin umuduna benziyor. Farklı bir yerde yeni insanlarla hayata başka bir yerlerden “yamuk” bakabiliyor olmak hangimizi heyecanlandırmaz ki?

Hayat işte…

(O gün meyhane köşesinde elimdeki kitabın boş sayfalarına aldığım notlar “Oda arkadaşlarım teşrif etmeye başladı. Kelebeğin umuda yolculuğu başlıyor…” diye bitiyordu.)

Mehmet Uhri

Suyun Beri Yanı

Pazar, Mart 20th, 2022

img_e3774

“Ne de olsa suyun beri yanındanız. Elbet yine karşılaşırız” dedi. Ayağa kalkıp afacan torununu yanına çağırdı. El ele tutuşup kahvehaneden çıktılar. Az ötede bekleyen arabaya binip gözden kayboldular. Sormak istediğim pek çok deli soruyla şaşkınlık içinde arkalarından bakakaldım.

Diğer günlerden çok da farklı olmayan sıradan bir güne uyanmış öğlene doğru yürüyüşe çıkmıştım. Güneşli ancak hayli soğuk o kış günü izmir Çakalburnu dalyanının kum midyecileri her zamanki gibi iş başındaydı.

Boynuna kadar suyun içine girip kürekle çıkardıkları kumu elekten geçiriyor Kidonya denilen kum midyesi topluyorlardı. Bir süre sahilde durup midyecileri izledim.

Sayıca çok olsalar da midyeciler birbirinden uzak duruyor kimse kimsenin kumunu eşelediği yere yaklaşmıyordu. Çocukluğumdan beri hep orada denizin içindeydiler.

Bir zamanlar tekneyle denize açılıp bıraktıkları ağı sahile çeken balıkçılar da vardı. Denizin bereketi kaçtığından beri ağ balıkçıları çoktandır görünmüyor olsa da kum midyecileri hep orada, denizin içindeydiler.

Dedim ya; sıradan bir gündü. Kum midyecilerini izliyordum. Onlar ise kıyıdakilerle ilgilenmiyor arada kendi aralarında şakalaşıp karıncalar gibi çalışıyorlardı.

Yaşlıca midyecinin topladıklarını bırakıp yeni çuval almak için sahile yaklaşmasını fırsat bilip yanına yürüdüm. Kafası önündeydi. Selamımı bile zor aldı. Denizin içindekilerden biri “Cemil baba” diye seslenince ismini öğrenmiş oldum. Sudan çıkınca ağırlaşan ağzına kadar dolu midye çuvalını eşyalarının yanına taşımasına yardım ettim. “Sağ olasın” dedi. Havanın ayazına suyun soğuğuna aldırmadan çıplak nasırlı elleriyle çalışmakta olması dikkatimi çekmişti.

Nereli olduğunu ve kaç yıldır bu işi yaptığını sordum. Neredeyse otuz yıldır dalyanın kumunu eşelediğini aslen Diyarbakırlı olduğunu söyledi. Başlangıçta çekinse de sonradan beni zararsız bulmuş olmalı ki konuşmaya başladı. Yetişkin iki oğlu ile birlikte topladığı midyeleri kilosu 6 liradan satıp ev geçindirmeye çalıştıklarını anlattı. Yüzünde yorgun ve kederli bir ifade vardı. Kafasını kaldırıp gözümün içine baktı ve “Zamanında devlet zoruyla toprağımızdan uzaklaştırsalar da yaşayacağımız ömür varmış. Burayı yurt edindik. Denizin altındaki toprak ile geçinmeye çalışıyoruz.” Dedi.

O sırada yanımıza gelen 4-5 yaşlarındaki afacan görünümlü oğlan çocuğu çuvaldaki midyelere eğilip dikkatlice baktı. Cemil baba midyelerden birini çocuğun eline bıraktı. Çocuk heyecanla az ötedeki iyi giyimli gri paltolu yaşlı adama dönüp heyecanla “Dede bak” diyerek elindeki midyeyi gösterdi. Dede ağır adımlarla yaklaşırken çocuk merakla “Amca bu nedir? Neden çıkarıyorsunuz denizden?” diye sorular sormaya başladı. Midyeci hafiften gülümseyerek bir midye de kendi eline aldı;

- Bunun adı kum midyesi. Kumun içinde yaşar. Büyür olgunlaşır bizler de toplarız. Yemek oluyor bundan.

- Ama bu yenmez ki. Çok sert.

Hepimiz gülümsedik. Midyeci cebinden çıkardığı çakısıyla açtığı başka bir midyeyi gösterip “Dışı canlı değil, sert bir kabuktan ibaret ancak içi canlı. İçi yeniyor.” Diye yanıt verdi. Çocuğun şaşkınlığı daha da artmıştı.

- Nasıl yani meyve gibi mi? Kabuğunu soyup mu yiyorsunuz?

- Yok, biz yemiyoruz. Ama haklısın. Meyve gibi kabuğu ile pişse de içini yiyorlar.

- O zaman kabuk midyenin evi mi oluyor?

- Eh biraz öyle oluyor.

- O zaman içi midye dışı kabuk olmuyor mu?

- Yok, hepsi midye oluyor. Kabuksuz olamıyor.

Midyecinin söyledikleri çocuğu pek ikna etmemiş gibi duruyordu. Bir süre elindeki midyeye dikkatlice baktı. Dedesi torununun sol şakağının üstünde hep dik duran saçı eliyle okşayarak yatırmaya çalıştı. Ufaklık dedesine bakıp “Dedecim iyi de midye bunu biliyor mu?” diye sordu.

- Neyi biliyor mu?

- Biz hepsine midye diyoruz ama kabuk canlı değilse içinde yaşayan sadece kendini midye olarak görüyor olabilir mi?

img_3798

Cemil reisle birlikte gülmeye başladık dede ise “ Yine anlamadım” diyerek torundan açıklama bekledi. Torun dedesinin anlamamasından sıkıldığını oflayıp puflayarak belli ettikten sonra “Hani geçen gün yolda kaplumbağa bulmuş ezilmesin diye kenara koymuştuk. O zaman kabuğunun içinde yaşadığını evini sırtında gezdirdiğini anlatmıştın. Midye de kabuğunun içinde evi ile birlikte yaşadığını düşünüyor olamaz mı?” diye yanıt verince hep birlikte bir daha güldük. Dede “Haklısın biz hepsine midye diyoruz ama o kendini nasıl tanımlıyorsa doğrusu o olmalı” dedi.

Bu sözler üzerine Cemil reis kenarda duran giysilerine ellerini kuruladıktan sonra ufaklığın kafasını okşadı. “Keşke herkes senin gibi düşünse” dedi. Torun ise elindeki midyeyi Cemil reise uzatıp “bunu ne yapayım?” diye sordu.

- Sen ne yapmak istiyorsun?

- Ölmesin?

- Denize at o zaman.

Ufaklık elindeki midyeyi denize atarken Cemil reis kendisine seslenen midyecilere  geliyorum dercesine eliyle işaret yaptı. Küreğini eleğini torbasını alıp tekrar denizin içine doğru ilerledi.

Rüzgârın durması ile yükselen öğle güneşi ısıtmaya başlamıştı.

Dedenin yanına gidip “Keşke dünyaya hep çocukların algı dünyasından bakabilsek” diyerek birlikte yürümeyi teklif ettim. İtiraz etmedi. İnciraltı yönünde yürümeye başladık.

Yürüyüş sırasında torun hep birkaç adım ötemizde ellerini kollarını sallayarak ve arada sıçrayarak yürüyordu. Önce dede tarafından hızlıca sorguya çekildim. Kim olduğum, kimlerden olduğum, köken ve ne iş yaptığıma kadar yanıtladım. Birkaç ortak tanıdık da çıktı. Soru sorma sırası bana geldiğine dedenin emekli akademisyen olmasının yanı sıra kitap çevirileri de yaptığını öğrendim.

Arada soluklanmak için durduğunda torun yanımıza geldi dedesi de ona denizin kumunun içinde yetişen midyeleri anlattı. Midyelerin kumda yaşadıklarını, büyüyüp olgunlaşınca öldüklerini geriye sahildeki kabukların kaldığını, az önceki amcaların o midyeleri ölmeden önce kumdan çıkarıp sattıklarını, yabancı ülkelere gönderilip yemek yapıldığını anlattı. Torun kumun içindeki midyelerin neden bitmediğini sorunca “Kum, midyesiz, midye de kumsuz olmaz, ne kadar toplasalar da eleğin deliğinden kaçıp büyümeyi bekleyen midyeler hep olacaktır” diye yanıt verdi.

Torun tekrar sıçrayarak yürümeye başlayınca ardından yürümeye devam ettik. Adımlarımı bey efendinin adımlarına uydurmaya dikkat ediyordum. Dalyanın ağzındaki ilk köprünün üstüne durup tekrar soluklandı. Denize ve midye toplayanlara baktık. Arkada tüm heybetiyle Karşıyaka ve İzmir’in siluetini değiştiren gökdelenler dikkati çekiyordu. Elimle denizdeki midye toplayıcıları işaret edip;

- Torununuzun gözüyle bakınca Cemil reis ve onun gibiler de midyeye benzemiyor mu?

- Benziyor mu?

- Hem de nasıl. Midyeler gibi sırf midye oldukları için yaşadıkları topraktan çıkarılmışlar evlerini yitirmişler. Kimse farkında olmasa da burada birbirlerine tutunmaya çabalayıp sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Ne oralılar ne de buralı. Üstelik torununuzun vurguladığı gibi kimse onlara ne olduklarını sormuyor. Üzerlerindeki etnik, dini veya benzeri etiketlerin altında ne olduğunu bilmiyor veya umursamıyoruz. Ancak ne yapılırsa yapılsın kum midyeleri gibi sayıları da hiç eksilmiyor.

- Doğru söylüyorsunuz. Kendimi bildim bileli bu bölgede midye ve midyeciler hep var.

- Sizin gibi ilgili bir dedesi olduğu için torununuzun şanslı olduğunu düşünüyorum.

- Dışarıdan öyle göründüğünde bakmayın. Annesinin yetişmesinden büyük oranda ben sorumluyum. Kızım, sorumluluk sahibi çalışkan ve dirayetli olmanın üzerine iyi bir eğitim de alınca olanlar oldu. Uzunca bir süredir büyük bir holdingin yöneticiliğini yapıyor. Şirket ile yöneticiler arasındaki ve şirket ile toplum arasındaki ilişkileri yönetiyor. İşinde çok başarılı. Ancak gel gör ki çocuğuyla iletişim kurmakta zorlanıyor. Yetiştirme tarzımdan dolayı bu durumun sorumlusu olarak kendimi görüyorum. Her şeyi aklıyla yönetmesi gerektiğini ona ben öğrettim. Doğrusunun bu olduğunu düşünüyordum. Yanıldığımı çok geç anladım. Burada bulunmamız biraz günah çıkarma biraz da torunun ilgi eksikliğini gidermek. Gerçi seneye okula başlayınca ne yazık ki annesi onu da kendine benzetecek. Az önceki algı dünyasından geriye bir şey kalmayacak diye ürküyorum. Yani kabuğa aldanmamak gerek. Fırtına içerde kopuyor.

- Oğluyla iletişim kurmada zorlanmasını anlamadım. Bildiği işi yapmıyor mu?

- Dedim ya kabuğa bakınca öyle görünüyor. Şirket içi iletişimi yönetiyor olmak duygularını geriye itip aklınla yönetmeyi gerektirir. Bu konuda başarılı olmak evde işe yaramıyor. Duygu içermeyen iletişimi eve taşımaya kalkınca iş çıkmaza giriyor. Küçücük çocuğa kızıp duruyor. Çocuk da annesinden korkuyor. Başarısızlığı kabul edemediği için evdeki sorunun kendinden kaynaklandığını da kızıma kabul ettiremedim.

- Nasıl yani? Nerede anlaşamıyorlar?

- Söz gelimi; Torunum kötülüğün gerçekten var olduğuna, kötü insanlar olduğuna inanmıyor. Annesi ise aklınca onu korumak uğruna kötülüğün olduğuna inandırmak için çırpınıyor. Bu konu için bile kavga edebiliyorlar.

- Neden böyle?

- Sanırım dev şirketlerde yöneticilik böyle olmayı gerektiriyor. Kendi kimliğini şirkete emanet edip kendini unutuveriyorsun. Sonra bir gün çocuğun sana “anne neden sen sensin de ben değilim?” diye sorarak kendini hatırlatıyor ne cevap vereceğini bilemeyip “Öyle soru mu olur?” diyerek şirket çalışanını azarlar gibi çocuğunu azarlıyorsun.

- Yani?

- Yani az önce dediğin gibi herkes biraz midyeye benziyor. Ne içerdeki dışarıyı biliyor ne de dışarıdakiler içerde ne olduğunu. Öyle bir hayat bu içinde olduğumuz…

Bu sözlerden sonra paltosunun cebinden çıkardığı küçük deftere büyük harflerle “HERKES BİRAZ MİDYE” yazdı. Defteri tekrar cebine koydu.

Bir süre sessizce yürümeyi sürdürdük. İnciraltı görünmüştü. Bir yorgunluk kahvesi ikram etmeyi önerdim. İtiraz etmedi. Öğrencilerin daha çok takıldığı büyücek kahvehaneye yönelince sesimi çıkarmadım. Garsonu ismiyle çağırınca kahvehanenin müdavimlerinden olduğunu anladım. Kahvehane sakindi. Bir iki masada okey oynayan üniversiteli delikanlılar dışında kimse yoktu. Torun önümüzdeki oyun parkına yönelince parkı görebileceğimiz kenar bir masaya iliştik.

Kahvelerimizi beklerken çevirmenliğe nasıl başladığını sordum. Önce cevap vermek istemedi. Bu kez “Kendiniz bir şeyler yazmayı denemediniz mi?” diye üsteledim. Gülümsedi. “Siz de torunum gibi zor sorular soruyorsunuz” dedi. Sonra anlatmaya başladı;

- Elbette yazar olmak istedim. Okunur ilgi çeker umuduyla yazmayı denedim. Ancak büyük yazar ve ozanları okuyunca hedeften ne denli uzakta olduğumu anladım. İnsanın yeteneksiz olduğunu kabul etmesi hiç kolay değil. Uzun süre kendimle kavga edip durdum. Sonra bir gün Behçet Necatigil’in kendi yazarlık sürecini anlattığı metin geçti elime.

- Ne yazmıştı Necatigil?

- Yazarlığın ilk aşaması gurbete çıkmaktır, diyordu. Köklerini geride bırakıp bilmediğin bir dereye atlama ve suyun üstünde kalma, ardına bakmama çabası gibi bir şeyler yazmıştı. İkinci aşama hasret aşamasıydı. Derede yüzmeyi başarmış gurbeti ardında bırakmıştın ama ulaşmak istediğin kıyılar çok uzaktaydı. O büyük yazarların eserlerine benzer bir şeyler üretmek için alınacak yol hasretlik bir süreçti. Üçüncü aşama ise hikmet aşamasıydı çok az kişi ulaşabiliyor ve o büyük edebiyat insanlarının arasına katılabiliyordu. Necatigil kendini gurbet ile hasret arasında konumlandırmıştı.

- Çok anlamlıymış. Peki, siz kendinizi nereye konumlandırdınız?

- Ben gurbete çıkmayı düşleyen ancak suya atlamaya korkup derenin beri yakasında kalanlardandım. Hasreti görememiş, hasret aşamasındakilerin hissettiklerine dahi ulaşamamıştım. Hikmeti hiç sorma…

Kahveci Ali kahveleri servis ederken sessizce bekledi. Kahvelerimizi yudumlarken dayanamayıp “Peki ya çevirmenlik? O nasıl oldu?” diye sordum. Torununu hızlıca kontrol ettikten sonra bana döndü;

- Bir karar vermem gerekiyordu. Gurbete çıkamayacak kadar korkak olsam da hikmete ulaşanların yazdıkları orada duruyordu. Benim gibi korkaklar için o büyük eserleri gücüm yettiğince dilimize çevirmeye karar verdim. Derenin bu kıyısında olup içine atlamaya cesaret edemeyen benim gibiler için öte yakaya köprü olmak istedim. Bu da böyle bir hayat oldu.

- Memnun musunuz?

- Elimden gelenin en iyisi bu diye düşünüyorum. Çevirmenlik mütevazı olmayı gerektiriyor. Bilirsin, birden fazla çevirisi yoksa kitabı kimin çevirdiği genellikle pek dikkat çekmez. Hâlbuki çeviri, bir dilden başka bir dile ve bir kültürden başka bir kültüre yolculuktur. Hiç kolay değildir. Suyun beri yanında olsam da nihayetinde çevirmen, hikmete ulaşmış o büyük edebiyatçıları okuyucu ile buluşturan mütevazı bir köprüdür diye düşündüm. “Hiç yoktan iyidir” diyerek çevirmenlikte karar kıldım. Bu bana iyi geldi.

Başını önüne eğdi. Bir süre öylece kaldı. Sonra torununu hatırlayıp hızlıca oyun parkına baktı. Kaydıraktan kaymakta olan torun ise yüksek sesle bir şarkı mırıldanıyordu.

img_e3771

Kahveci Ali boşalan fincanları almak için yanımıza geldiğinde bizimki eliyle denizin içinde midye toplayanları işaret edip sordu;

- Söyle bakalım Ali?

- Buyurun hocam.

- Sen neden buradasın da orada denizin içinde değilsin?

- Bilmem. Hiç düşünmedim.

- Bir düşün hele

- Nasıl orada olabilirim ki? Onların hepsi Kürt. Ben ise Bartınlıyım. Ne onlar beni aralarına alır ne de ben onlardan haz ederim. Olmaz yani.

- İyi de sonuçta hepimiz İzmirli değil miyiz? Aynı şehrin havasını soluyup ekmeğini yemiyor muyuz?

- Hocam doğru söylüyorsun ama şehir bana da onlara da çok uzak. Dip dibe olsak da ne şehrin umurundayız ne de birbirimizin. Geçim ve yaşam derdi yüzünden gözümüz şehri görmüyor.

- Yani?

- Yani onlar orada, ben burada, şehir hepsinden ötede. Böyle iyi işte. Arada siz böyle sorular sorup kafamı karıştırmasanız daha iyi olacak ama neyse.

Kahveler için teşekkür ettik. Ali yanımızdan uzaklaştıktan sonra “Gördün mü?” dedi. Hazırlıksız yakalanmıştım. “Neyi görmem gerekiyordu?” diyerek yanıt verdim.

- Yaşanılan şehir kültürler arasında köprü olamayınca bir arada olmak hiçbir işe yaramıyor. Hatta daha da beter, korku ve düşmanlıkları besliyor. Bunlara da şehrin çevirmenlik yapması, köprüler kurması gerekiyor ama kimsenin umurunda değil.

- Az önce anlattığınız dereden farklı bir sudan söz ediyoruz sanırım.

- Dere aynı dere. Bizler doğup büyüdüğümüz kültürünü aldığımız kıyıdan öte kıyıya bakıp bulabildiğimiz köprü ile öteye geçmeye çabalıyoruz. Ancak bir şekilde dereye düşüp sürüklenmekte olanları görmüyoruz. Onlar iki yakadan birine ulaşabilmek için çırpınırken derenin başı ile sonu arasında da sürükleniyorlar.

- Nasıl? Anlamadım.

- Anlaşılmayacak bir şey yok. “İki arada bir derede” diye deyim vardır ya işte öyle. İki kıyı arasında olmak ve bir de derenin akıntısı nedeniyle başı ve sonu arasında sürüklenmek. Bir şekilde köklerini yitirip dereye düştüysen iki arada bir deredesin. Kendini suyun üstünde tutabilsen de yapabileceğin en fazla boğulmasın diye gücün yettiğince yakınındakine omuz vermek olabiliyor. Midyeci de olsan, kahveci de olsan durum değişmiyor.

- Peki ya bizler?

- Suyun beri yanında olmanın konforuyla şehrin sahipleriymişiz gibi ona buna ahkâm kesip kimin ne olduğuna veya ne olmadığına karar verme, etiket yapıştırma hakkını kendimizde görecek kadar küstahlaşabiliyoruz. Üstelik bunun farkında bile değiliz.

Bu sözleri söylerken sesi hafiften öfkeli çıkmıştı. Masadaki su bardağına uzanıp bir yudum içip bıraktı. Cebinden çıkardığı not defterine yine büyük harflerle “ŞEHİR BANA UZAK- KAHVECİ ALİ” yazdı ve tekrar cebine koydu. Torun ise bulduğu oyun arkadaşı ile parkta oynamayı sürdürüyordu.

Az sonra dedenin telefonu çaldı. Arayan kızıydı. Kısa bir görüşmeden sonra telefonu kapadı. Bana dönüp “Bugün sayenizde dolu bir gün geçirdim. Bunun için müteşekkirim. Ancak size daha fazla eşlik edemeyeceğim. Kızım şoförünü gönderip birazdan bizi aldıracak. Dilerseniz sizi de uygun bir yere bırakabiliriz” dedi. “Asıl ben teşekkür ediyorum. Suyun kenarında bir süre daha kalmayı seçiyorum.” Diye yanıt verdim. Hınzırca gülümseyerek “Dikkat et düşmeyesin” dedi.

Hesabı ödemek için kahveciye işaret etmek isteyince davetli olduğunu hatırlattım. Gülümserken yüzü aydınlandı. “Bir sonraki benden olsun. Ne de olsa suyun beri yanındanız. Elbet yine karşılaşırız” dedi.

Ayağa kalkıp torununa seslendi. El ele tutuşup kahvehaneden çıktılar. Az ötede bekleyen arabaya binip uzaklaştılar.

Sormak istediğim pek çok deli soruyla şaşkınlık içinde arkalarından bakakaldım.

Bu da öyle bir gündü.

Mehmet Uhri

Yanardöner

Pazar, Aralık 19th, 2021

yd2-2

I

Arkadaşlıkları doğup büyüdükleri Anadolu kasabasında başlamıştı.

Aynı sokakta büyümüş, ilkokulu aynı okulda okumuşlardı. Zaman onları ve ailelerini farklı yerlere savursa da yıllar sonra birbirlerini İstanbul’da bulmuşlardı. Melek hemşirelik okumuş bir özel hastanede gece hemşireliği yapıyor, Alev ise muhasebecilik eğitimi sırasında staj yaptığı şirketin muhasebe bölümünde mezuniyet sonrası işe girmişti.

20’li yaşlarını bitirmek üzereydiler ve ikisi de şehrin farklı yakalarında yalnız yaşıyordu.

Sosyal medya paylaşımlarıyla aynı şehirde yaşadıklarını fark edip birbirlerine tutunmuşlar, sıkça yaptıkları gibi o gün de buluşmak için haberleşmişlerdi.

Şehrin farklı yakalarında yaşayıp çalıştıkları için ikisine de uzak olmasına karşın orta nokta olarak Mecidiyeköy’de bir kafede buluşmayı alışkanlık edinmişlerdi. Bazen sinema veya yemek için yakındaki alışveriş merkezinde buluştukları da olurdu.

Buluşma talebi genellikle Alev’den gelir Melek de bu duruma genellikle itiraz etmezdi. Bu kez acil buluşma talebi Melek’ten gelmiş başka açıklama yapmamıştı.

O soğuk kış günü akşamüzeri kafeye giren Alev masalara göz atıp arkadaşının henüz gelmediğini görünce rahat konuşabilecekleri sakin bir masa arandı. Gözüne kestirdiği masaya ilişip üstündekileri sandalyeye bıraktı. Ufak tefek görünüşüne aldırmadan taşıdığı bohça irisi çantasını açıp içinden çıkardığı kitabı masaya koydu.

Sipariş almak için gelen garsonu, birini beklediğini siparişi daha sonra vereceğini söyleyip geri gönderdi. Kafenin kalabalığına aldırmadan kitabını açıp okumaya başlayan Alev Melek’in kafeye girişini fark etmedi. Sessizce Alev’in arkasından sokulup sesini yükselten Melek “ben geldiiiiim” diyerek ürkütmeye çalışsa da istediği tepkiyi alamadı. Alev her zamanki sakinliği ile kitabını kapatıp ayağa kalktı bir şey söylemeden arkadaşına sarıldı.

Alev, Melek’in oturmasını beklemeden “Açıklama yapmayınca senin için endişelendim. İyi misin?” diye sordu. Melek yandaki sandalyeye ilişirken “iyiyim merak etme, kafam fazlasıyla karışık, o kadar“ dedi.

Alev’in meraklı bakışlarla sözlerinin devamını beklemesine aldırmayan Melek, arkadaşını hızlıca süzdükten sonra “Saçındaki mavi röfleyi fıstık yeşiline çevirmişsin. Güzel de olmuş. Yine de dövme yaptırsan böyle geçici işlerle uğraşmasan diyorum ama dinleyen kim?” diyerek arkadaşına takıldı.

Alev sağ omzuna düşen yeşil röfleli koyu kestane rengi saçlarını eliyle savurup gülümsemekle yetindi.

Elindeki menüyü masaya bırakmasına fırsat vermeden, kahve siparişi vererek garsonu gönderdiler. Melek masanın üstünde duran kitabı eline alıp kapağına baktı sonra yerine bıraktı. Arkadaşına dönüp;

- Nasıl yapıyorsun bunu bir türlü anlamıyorum.

- Neyi nasıl yapıyorum?

- Bunca kalabalığın içinde kendini dışarıya kapatıp kitap okumayı nasıl beceriyorsun? Öyle dalıp gitmiştin ki ağız tadıyla korkutmayı bile beceremedim.

- Biliyorsun, memleketten uzakta öğrencilik ve kalabalık yurt ortamlarında kalınca insan aktif yalnızlığa alışıyor. Yalnızlığımla baş edebilmek için bir işle uğraşmam veya hiç olmazsa kitap okumam gerekiyor. Bu bana iyi geliyor.

- İyi de kendini bulunduğun ortamdan, insanlardan ayırmış, uzaklaştırmış olmuyor musun?

- Dışarıdan öyle görünüyor olsa da içimdeki yalnızlığa iyi geliyor. Hem milletin ne düşündüğünden bana ne? Kitap ile kurduğum arkadaşlık beni başka yerlere götürüyor. Biliyorum herkes yapamıyor. Mesela sen, ilkokulda bile çabuk sıkılır dikkatini hiç yoğunlaştıramazdın. Belki de yapmak istemezdin. Ona buna bakmak veya takılmakla sıkıntını geçirmeye çabalardın. Hatırlasana, bu yüzden okulda beni de rahat bırakmazdın. Tam kurtulmuştum yine çıktın karşıma.

- Sen o lafları külahıma anlat. Benden kurtulamazsın. Zamanında biri sana sağlam bela okumuş. İşte ben o belayım. Hem anlatacaklarım çok önemli. Senden başkasına da anlatamam. Bana yardım etmek zorundasın.

Melek’in son cümlesi ağzından bir emir gibi dökülmüştü.

Alev soran gözlerle arkadaşına bakıp anlatmasını bekledi. Melek çevresine bakındı öne doğru eğilip sesini kısarak “Bir çocukla çıkıyorum ve her şey çok hızlı ilerliyor, ancak kafam çok karışık.” dedi.  Alev heyecanla arkadaşının elini tutup “tanıyor muyum?” diye sordu.

Kahveler masaya servis edilirken ikisi de arkalarına yaslanıp garsonun gitmesini bekledi. Kahvesinden hızlıca bir yudum alan Melek heyecanla anlatmaya başladı.

- Hiç görmedin ama sana anlatmıştım. Hani Covid servisinde yoğun bakımda uzaylı kıyafetleri ile çalışırken hastaları huylarına göre renk verip ona göre davrandığımızdan söz etmiştim. Hatırladın mı?

- Hatırlıyorum galiba. Maviler dışa dönük, Sarılar içe miydi? Neydi?

- Doğru hatırlıyorsun. Maviler dışa dönük, Sarılar içe dönük, Yeşil dünya yansa umuru olmayan mütedeyyin, Kahverengi her şeyi kendine dert eden, Kırmızı saldırgan, sorgulayan arıza çıkarmaya yatkın, Siyah hep kendini suçlayan, Lacivert varlıklı görünmeye çalışan, Mor bir zamanlar varlıklı olduğunu anlatıp duran diye gidiyordu liste.

- Renksizler, şeffaflar en tehlikelileri demiştin. Ha bir de Alacalı olan yanardönerler mi vardı neydi?

- Hah işte gün içinde sürekli huy değiştirdiği yetmezmiş gibi hasta iken başka iyileşince bambaşka olan en çekindiğim yanardöner tiplerden biriyle çıkıyorum.

- Yani tedavi ettiğiniz hastalardan biriyle mi berabersin? Yok artık. Sen şu işi en baştan anlatır mısın?

Kahvelerini yudumlarken Melek çıktığı delikanlı ile hastanede tanıştığını, yoğun bakım şartlarında astronot kıyafetli bir hemşire olarak ilgilenirken delikanlının yattığı yerde yalnızlıktan yakınıp kendi ile konuşması için yalvarması üzerine tanışıklıklarının başladığını anlattı.

- Yani tanıştığınızda çocuk senin yüzünü hiç görmedi mi?

- O kıyafetlerle görmesine olanak yoktu. Doğrusu ben de nasıl olsa dışarıda tanıması mümkün değil diye ricasını kırmadım, ara sıra uğrayıp sohbet ettim. O sırada yoğun bakımda haftalarca kalması gerekeceğini ikimiz de bilmiyorduk. Uzun süre entübe halde kaldı. Kelimenin tam anlamıyla öldü öldü dirildi. Makineyi bağlı halde, boğazındaki tüple nefes alırken bile işaretlerle yanında kalıp bir şeyler anlatmamı istiyordu.

- Ne anlatıyordun?

- Kendimi anlatacak değilim ya? Gevezelik ediyordum. Havadan sudan konuşuyor, hiçbir şey bulamasam haberleri aktarıyordum. Bir ara hastalara verdiğimiz renkleri bile anlatmışım. Boğazındaki tüp çıkarılıp rahat nefes almaya başlayınca kendi renginin ne olduğunu sordu. Cevap vermedim. Israr edince “yanardöner bir şey işte” diye geçiştirdim. İyi bir şey söylemişim gibi sevindi garibim.

- Sadede gel. Sonra ne oldu?

- Dur kız anlatıyorum. Yüzümü görmese de parfümümü fark ederek beni diğerlerinden ayırmaya başlayınca koku duyusunun geri gelmekte olduğunu iyileştiğini anladık. Uzak durmaya çalışsam da normal servise geçince ne yapıp edip ismimi öğrenmiş. Nasıl görmüşse boynumdaki dövmeden beni buldu.

Bu sözler üzerine Alev arkadaşının boynundaki zeytin dalından kanatlı meleğe dönüşen ve özgürlüğe kanat çırpan melek dövmesine baktı. Melek sanki göstermek istemiyormuş gibi eliyle kapamaya çalıştı.

- İyi de nasıl çıkmaya başladınız?

- Bir akşam nöbet için hastaneye geldiğimde holde elinde ziyaretçilerinin getirdiği çiçeklerden biriyle beni beklerken buldum. Çiçeği uzattı. Ertesi gün taburcu olacağını girişteki kafede bir kahve ikram ederek teşekkür etmek istediğini söyledi.

- Yufka yüreğin dayanamadı değil mi? Haspa seni…

- Öyle oldu.

Melek o kısacık buluşmada çocuğun müzisyen olduğunu öğrendiğini, sağlığı ile ilgili bilgiler verip öğütlerde bulunmaya çabaladığında parmağını ağzına götürüp “Unuttunuz mu? Ben yanardöner hastanızdım” diyerek susturduğunu, “Yalnızlığa gömüldüğüm inleyen ve öksüren hasta sesleri dışında bir şey işitilmeyen yoğun bakımda hava açlığı çekip ölümü beklerken kendi kendine şarkı mırıldanıp işini yapmaya çalışan biriydiniz benim için. Ama diğerlerinden farklıydınız. Yüzünüzü görmesem de yakında olduğunuzu bilmek, sesinizi duymak iyi geliyordu. Öylece yalnız başıma ölüme yuvarlanacağım diye korkarken size tutundum” dediğini anlattı.

- Sen ne yaptın? Kuyruğunu mu salladın?

- Yapar mıyım hiç? Hastalık travmasını atlatınca unutacağından emindim.

- Ama?

- Ama öyle olmadı.

Melek, bu görüşmeden kısa bir süre sonra iki hafta önce nöbete girerken delikanlının hastane kapısında eline bir davetiye tutuşturup iki gün sonra sahne alacağı mekâna beklediğini söyleyip toz olduğunu, davetiyenin üzerine de “itiraz istemem. Yanardönerin müziği nasıl olurmuş görmenizi istiyorum” yazdığını anlattı.

- Ve sen tüm bunlar olurken bana hiçbir şey anlatmadın. Haber verseydin birlikte giderdik.

- Gitmedim ki. Konser akşamı nöbetçiydim. Nöbeti değiştirebilirdim. Ama korktum kızım, korktum.

- Neden korktun?

- Ne bileyim? Daha normal şartlarda tanışsak belki birbirimizin farkında bile olmayacaktık. Kafam karmakarışıktı.

- Sonra?

- Konsere gitmeyince hastaneye çiçek göndermeler, gelip gitmeler, sıklaştı. Kimseye rahatsızlık vermemesi ve saygıda kusur etmemesi iş arkadaşlarımı etkilemiş ve bir şekilde telefon numarama ulaşmıştı. Yazışmaya başladık. Geçen hafta buluşalım istemiştin ve işim olduğunu söylemiştim ya. İşte o akşam yemeğe çıktık. Sonra daha sık yazışmaya ve görüşmeye başladık.

- Sence nasıl biri?

- Buraya kadar tam bir romantik serseri.

- Ne anlatıyor?

- Birbirimizi tanımamamız gerektiğini ve niyetinin ciddi olduğunu söylüyor. Hep onun meleği olmamı ve öyle kalmamı istiyor.

- Tamam işte. Şimdi en önemli kısmına geliyorum. Sen tüm bunları bana anlatma sır gibi sakla, çocukla işi pişir. İyi de şimdi benden ne yüzle ve nasıl bir yardım istiyorsun?

- Şey, ben. Beni tanıyorsun. Hani az önce dedin ya dikkatini toplayamıyor hayatı öylece seyretmekle yetiniyormuşum. Yine öyle bir durumdayım. Ne istediğimi, ne yapmam gerektiğini ve dahası doğru olanın ne olduğunu bilmiyorum. Bir şeyler oluyor ve olanları sadece seyretmekle yetiniyorum.

- Ve benden senin yerine karar vermemi bekliyorsun.

- Yok, öyle değil. Seninle tanıştırmak ve çocuğu senin gözünden görmek istiyorum. Bir aradayken yani biz olduğumuzdaki halimize bakıp tanıdığın Melek olup olmadığım hakkında bir şeyler söylemeni bekliyorum.

- Kızım bunlar boş laflar. Asıl sen ne istiyorsun?

- Bilmiyorum Alev. Bir elimi uzatıp diğer elimi çekiyor gibiyim. Aptalca bir şey yapmaktan korkuyorum.

Bu sözleri söylerken gözünde beliren iki damla yaşı gören Alev çantasından çıkardığı mendili Melek’e uzattı. Melek derin bir nefes alıp Alev’e “Kısaca bu akşam bizimkinin çalacağı mekâna davetliyiz. İtiraz istemem birlikte gidiyoruz” dedi.

Alev işi olduğunu söylese ve itiraz etse de arkadaşının ısrarı üzerine pes etti.

Melek istediğini elde etmenin mutluluğu ile konuyu değiştirip iş ortamında yaşadığı kendince “acayipliklerden” söz etti. Muhasebe ile uğraşan bir bölümde rakamlardan başka anlatacak bir şeyi olmadığını söyleyen Alev yılsonunun yaklaşması nedeniyle iş yükünün arttığından yakındı. Alev’in delikanlı ile ilgili bir şeyler sorma çabasını Melek “seni etkilemek istemiyorum, fotoğrafını dahi göstermeyeceğim. Benim gibi geveze biri için bunun ne denli zor olduğunu tahmin edersin. Lütfen ısrar etme” diyerek geçiştirdi.

yd2-1

II

Bir süre daha oturup hafif bir şeyler yiyerek karınlarını doyurdular. Kafeden çıktıklarında hava kararmıştı. Birlikte Şişli’ye doğru yürümeye başladılar. Alev nereye gittiklerini sorunca Melek çıktığı delikanlının lüks otellerden birinin barında hafta sonları piyano çaldığını, haftanın bazı akşamlarında da Kadıköy’de canlı müzik yapan gruba eşlik ettiğini anlattı. Otele doğru yürürlerken dayanamayıp hızlıca delikanlının müzikle dolu hayat hikâyesini anlattı.

- Biliyor musun Alev? O da benim gibi babasız büyümüş. Onun da babası evi terk edip gitmiş bir daha da arkasına bakmamış.

- Eeee. Ne var bunda?

- Anlamıyor musun? Aynı şeyleri yaşamışız ama o benim gibi bağlanmaktan korkmuyor. Babamın çekip gitmesi yüzünden hiçbir zaman birine bağlanmam, bağlanamam diye düşünüyordum. Şimdi ise kafam çok karışık.

- Nedir karışık olan. Çocuk sana ilgi duyuyor, sen de ondan hoşlanıyorsun. Bırak gittiği yere kadar gitsin.

- O kadar kolay değil. Annem benim adımı boşuna Melek koymadığını söylerdi. Hemşire olmamı isteyen de annemdi. Bilirsin, melekler özünde hep başkalarına iyilik ve yardım yaparlar. Kendi hayatlarını yaşamak yerine bir başkasının hayatına tutunur, o şekilde yaşarlar.

- Ne var bunda?

- İyi ama ben hep başkasının meleği olmak istemiyorum. İçimdeki iyilik ateşi ile birlikte özgürlüğe kanat çırpan melek olmak çok mu zor? O bana “sen benim meleğimsin” deyip duruyor. Hastane ortamında hemşirelere sembolik olarak “melek” dense de aslında orada kimsenin meleği olmuyorsun. Hastaların arasında özgürce dolaşan biri oluyorsun. Ama o, hayatıma girdiğinden beri kendimi kafese tıkılmaktan korkan bir kuş gibi hissediyorum. Annem gibi olmaktan korkuyorum.

- Nasıl yani?

- Annem de kendini babama adamıştı. Babam için yaşar hayatı onun içi kolaylaştırmak dışında hiç bir şey istemezdi. Bir gün babam öylece çekip gidince sanki kanatları kırıldı. Peşinden gitmeye, aramaya bile cesaret etmedi. Üstelik erkek kardeşimle birlikte bizlere bakmak zorundaydı. Her anne çocuklarının meleğidir derler ya, annem de öyleydi. Özgürlüğünü, kanatlarını bırakıp çocuklarının yanına yere oturdu. Bir daha da hiç uçmadı. Bizi yetiştirirken kendi de yanan bir mum gibi eridi gitti. Erkek kardeşime sahip çıkmak anneme destek vermek uğruna ben de çabuk büyümek zorunda kaldım. Kısa yoldan meslek edinmem aileme destek olmam gerekiyordu. Hemşireliğe razı oldum.

- Pişman mısın?

- Değilim. Hatta tam bana göre bir meslek. Kimseye bağlanmadan, ayrıcalık tanımadan yardım ediyor, iyiliği için çabalıyor, destek oluyorsun. Annemin bize öğrettiği gibi…

- Şimdi bu çocuğun sana tutkun olması “meleğim” diye seslenmesi mi seni ürkütüyor? Yoksa çocuğun aşkına yeterince karşılık verecek kadar kendini tutkun hissetmediğin için mi kafan karışık?

- Bilmiyorum Alev. İnan bilmiyorum.  Benden bize nasıl gidilir hiç bilmiyorum. Mesela sen hep vardın. Yani hep bizdik. Doğal olan buydu. Şimdi ise durum çok farklı. Karşımda biz olalım diyen biri var. Ben ne cevap vermem gerektiğini bilmiyorum. Kaçmak istemiyorum ama ileri doğru adım atacak cesareti de bulamıyorum.

- Benden ne istediğinin farkında mısın? Birincisi bu konuda senden daha deneyimli olmadığımı biliyorsun. Yok, mesleki açıdan bakmamamı istiyorsan bu işin bir matematiği olmadığının sen de farkındasın. Tamam, muhasebe mantığı ile bir bir daha iki eder ama söz konusu iki insanın bir araya gelmesi ise toplamanın sonucu insandan insana, ilişkiden ilişkiye hatta aynı ilişki içinde bile değişkenlik gösterebilir. Sana ne söylememi bekliyorsun?

- Bir araya geldiğimizde iki etmeyelim, ikiden az olalım sorun değil. Ancak eksilen taraf hep ben olacağım, eriyip gideceğim diye korkuyorum. İzin ver, bugün “bize” senin yanında senin gözlerinle bakayım. Bir şey söylemesen de olur.

- O zaman duruma bir daha bakalım. Çocukluğunuzda ikiniz de benzer travmaları yaşamışsınız. Onun için de babasız büyümek zor olmuş olmalı. Ama o yine de bağlanmaktan korkmuyor.

- Korkuyor aslında. O da benim gibi özgürlüğüne düşkün. Aradığı özgürlüğü müzikte bulduğunu söyledi. Annesi istemediği halde müzisyen olmuş. Bunun için araları açılmış. Ona müziği öğreten hocası ve birlikte müzik yaptığı arkadaşları dışında öyle çok sosyal bir çevresi yok. Bu yüzden hayatındaki anne baba boşluğunun yerine beni koymasından endişe ediyorum. Pek çok kadının hoşuna gider belki böyle bir bağlılık. Ama ben istemiyorum.

- Yine de bir şey seni ona çekiyor. Hatta şimdi beni bile peşinden sürüklüyorsun.

Bir süre ikisi de konuşmadan caddenin kalabalığında yürüdüler. Melek Alev’in düşkün olduğunu bildiği için seyyar satıcıdan aldığı kestaneleri soyarak tek tek ikram etti. Alev “Ne bu rüşvet mi veriyorsun? Sonra 200 gram kestane ile kandırdım filan diyeceksin değil mi?” diyerek arkadaşına takıldı. Soğuğa aldırmadan konuşa konuşa lüks otele doğru ilerlediler.

yd3

III

Otele vardıklarında piyano sesine yönelip bir kenarı bar olan genişçe hole doğru ilerlediler. Koltukların çoğu doluydu. Barda bir süre ayakta beklediler. Daha sonra boşalan masalardan birine yerleştiler. Piyano çalmakta olan kirli sakallı iyi giyimli papyonlu delikanlı başıyla selam verip gözleriyle kızları takip etmeyi sürdürdü.

Parça bittiğinde salondaki kimsenin tepki vermediğini gören Alev alkışlamaya başladı. Melek ve salondaki birkaç müşteri alkışa eşlik edince piyanist hafifçe doğrulup salonu selamladı.

Sonra tekrar çalmaya başladı.

Piyanodan yükselen tınılar salonu dolduruyor olsa da kimsenin dinlediği yoktu. Melek, çevresindeki yüksek sesle konuşan arada kahkaha atan kimseyi umursamayan insanlara kızgınlıkla baktı. Alev sakin olmasını rica etti. Parça bittiğinde daha güçlü bir alkışla piyanisti kutlasalar da masalardan pek katılan olmadı. Piyanonun başındaki delikanlı mikrofona yaklaşıp “Sıradaki eser İstanbul için bestelenmiştir. İstanbul’un değişkenliğini, yanardöner hallerini anlatmaktadır.” diyerek kızların masasına göz kırptı. Sonra ağır bir tempoyla başlayıp giderek hızlanan, arada tekrar yavaşlayıp hiç bitmeyecek gibi devam eden uzunca bir müzik eseri çaldı. Parça bittiğinde salonun dikkatini çekmeyi başarmış daha fazla alkış almıştı.

Piyano çalmayı sürdürürken kızların masasına doğru eğilen garson “sanatçımız sizlere bir şeyler ikram etmek istiyor. Ne alırsınız?” diye sordu. Kızların tereddüt ettiğini görünce “çok güzel roze şarabımız var. Birer kadeh denemenizi önereceğim” dedi. Kızların itiraz etmediklerini görünce yanlarından ayrıldı.

Masaya gelen birer kadeh şarap, kuru meyve ve çerez tabaklarını görünce Alev “keşke o kestaneleri yemeseydik” dedi. Melek cevap vermeden çerez tabağını önüne çekip Antep fıstıklarını ayıklamaya koyuldu.

Delikanlının müziğini dinleyip kadehlerini yudumladılar. Ortam hoşlarına gitmişti. “Kısa bir aradan sonra müziğimiz sürecek” diyerek piyanonun başından ayrılıp masaya yöneldiğinde Alev ve Melek delikanlıyı yanlarına gelene kadar alkışladılar. Kalabalık görünen salondan alkışlara katılan yine olmadı.

Kısa bir tanışmadan sonra delikanlı Melek’in koltuğunun kenarına ilişip elini tuttu. Sonra Alev’e dönüp “Covid illetine yakalandığım için hem kendime hem de hayata öfke duyuyordum. Ama şimdi görüyorum ki o hastalık olmasa belki de Melek’le hiç tanışamayacaktık. “Olacaksa hayırlısı olsun, hastalığın bile” diyen müzik hocam haklıymış. Covid olmasa hayatımda bir boşluk yine olacaktı. Ancak ben o boşluğun ne veya kim olduğunu hiç bilmeyecektim” dedi. Meleğin avucunun içine masum bir öpücük kondurdu. Melek’in yanakları hafifçe kızardı, başını önüne eğip gülümsedi “annem de yaşadığımız onca şeyden sonra hep hayırlısı olsun der dururdu. Kardeşim ve ben hiç anlamazdık.” diye yanıt verdi.

Delikanlı Melek’in şarap kadehinden bir yudum alıp biraz çerez atıştırdı. Sonra Alev’e bakarak konuşmasını sürdürdü.

- Çok zamanım yok. Az sonra piyanonun başına dönmek zorundayım. Melek yoğun bakımda yaşadıklarımı anlatmıştır ama bir de benden dinlemenizi istiyorum.

- Zor olmalı.

- Zor değil, çok zor. İnsanlığından çıkıyorsun. Hiç bilmediğin bir ortamda yatağa bağlı bir şekilde can çekişiyorsun. Her tarafından borular çıkıyor. Altını bezliyorlar. Günler, haftalar geçiyor hiçbir şey değişmiyor. Hatta arada daha da kötüye gidiyor. Sağında solunda kendin gibi can çekişenler, kimse kimseyi görmüyor. Herkes can derdinde. Arada ölüp gidenler. İki dünya arasında bir yerdesin. Ölüyorsun. Yalnızsın. Her şey anlamını yitirmiş görünüyor. O zamana kadar kendimi koca bir ağaç, içinde yaşadığım toplumu da orman gibi görürdüm. Fazla kibirli olduğumu orada fark ettim. Ben ve benim gibi yoğun bakımda can çekişenleri, ölüp gidenleri görünce kocaman bir ağacın yapraklarından başka bir şey olmadığımızı düşündüm. Ben de diğerleri gibi tutulduğu rüzgâr yüzünden zamanından önce kopup gidecek yaprağı andırıyordum.

Melek araya girip “Abartmasaydın. Tamam, tedavin zor ve uzun sürdü ama sonuçta iyileştin işte” dedi. Delikanlı Melek’e bakıp hafifçe gülümseyerek sözlerini sürdürdü;

- Sağlıkçılar alışkın olabilir. Ama ben içimdeki yalnız, biçare, eksik ve ezik insanla orada tanıştım. Birileri tutmasa yok olup gideceğim hissi içinde günler, haftalar geçirdim. Arada bilincimin kapandığı da olmuş. Ancak işte o sıkıntılı günlerde astronot gibi giyinmiş biri gelip başımda bir şeyler yapıyor bu arada kendi kendine şarkı mırıldanıyordu. Beni görüp görmediğinden bile emin değildim. Bana bakmıyordu. Ama özellikle geceleri yoğun bakımda solunum cihazlarının seslerinden başka ses duyulmazken sanki Melek’in mırıldandığı şarkıya tutundum. Hangi şarkıyı mırıldandığını hatırlamıyorum. Sadece fazlasıyla kötü söylediği kalmış aklımda.

- Eh yani. Bir de şarkı beğendirecektik sana. Öylece yatıyordun ve ben de işimi yapıyordum. Çalışırken farkında olmadan bir şeyler mırıldananlardanım. Hangi şarkıyı söylediğimin veya nasıl söylediğimin ne önemi var?

- Latife yapıyorum, Meleğim. Sonuçta benimle konuşmasını bir şeyler anlatmasını rica ettim. İki günde bir geceleri nöbete geliyordu. Aklına gelen ne varsa bir şeyler anlatıyordu. O konuşurken yalnız olmadığımı veya öleceksem bu dünyadan yalnız gitmeyeceğimi düşünüyordum. İyi geliyordu.

- Aslında haklısın. Yaptığımız tedavi pek işe yaramıyordu. Bir ara doktorlar ümidi kesmeye bile başlamıştı. Ama seninle konuşmaya başladıktan sonra yavaş yavaş iyileştin. Yani biz destek tedavi verip öte tarafa gitmene izin vermesek de iyileşmeni sağlayamadık. Vücudunun kendi mücadelesi seni iyileştirdi.

Delikanlı Alev’e dönüp “Meleğim demekte haksız mıyım?” diye sordu. Alev gülümsemekle yetindi.

Delikanlı çerez tabağında kalan son çerezleri ağzına atıp “Müzik devam etmeli” diyerek izin istedi. Piyanoya doğru ilerlerken garsona masayla ilgilenmesini işaret etti. Piyanonun yumuşak tınılarını salondakiler umursamasa da kızlar susup ilgi ile dinlediler. Her şarkıdan sonra alkışlasalar da salondan istedikleri seyirci desteğini sağlayamadılar.

Çok yıldızlı otelin barı dolup boşalıyor, koltukların sahipleri değişiyor, müzik ağır ve yumuşak tempoda devam ediyordu. Yandaki masadakilere katılmak isteyen iyi giyimli bey efendi Alev’in çantasını koyduğu boş koltuğu işaret edip “Alabilir miyim?” diye sordu. Alev bohça irisi çantasını kucağına alıp koltuğu boşalttı. Bey efendi ise koltuğu çevirmek yerine bu iş için çağırdığı garsonun gelmesini bekledi.

Alev salona gelen gidenlerin şık ve pahalı kıyafetler taşıyor olsalar da birbirlerine ne kadar benzediklerini düşündü. Neredeyse hepsi aynı şekilde davranıyordu. Salonun kapısında bir süre durup içeridekileri süzer gibi yapıyor, fark edilmeyi bekliyor sonra oturacakları yere doğru ilerleyip sanki çevrelerinde kimse yokmuş gibi tavır takınıp garsona sesleniyorlardı.

Çift olarak gelenlerde de durum değişmiyordu. Genellikle kadın salonun kapısında eşinin elini tutuyor veya koluna giriyor ama yine kısa bir süre tanıdık arıyormuş gibi bakınıp fark edilmeyi bekliyorlardı. Çalan müzik veya piyanodaki delikanlı umurlarında bile değildi. Delikanlı ise alkış gelmeyeceğini anladığı için parçaları birbirlerine ekleyerek çalmaya başlamıştı. Bir süre daha çaldıktan sonra daha uzun bir ara için salondakilerden izin istedi.

Yine kimse umursamadı.

Piyanonun başından kalkıp kızların masasına gelen delikanlı Melek’i göremeyince soran gözlerle Alev’e baktı. Alev “lavaboda” diye yanıt verirken mendilini ağzına götürüp birkaç kez olabildiğince sessiz aksırdı. Delikanlı “çok yaşa” derken ceketinin düğmesini açıp Alev’in karşısına oturdu. Delikanlının suskunluğunu gören Alev “Nasıl oluyor bu?” diye sorarak konuşturmaya çalıştı. Delikanlı soran gözlerle ellerini açarak açıklama beklediğini ifade eden bir jest yaptı.

- Nasıl oluyor? Müzik bir insanın hayatının ortasına nasıl bu kadar girebiliyor? İlgilenecek bunca şey, kitap, başka konular hatta sanatlar varken müzik nasıl tüm bunların yerini alabiliyor?

- Kulağımın müziğe yatkın olduğunu anladığımdan beri müzik hep hayatımın ortasında oldu. Bir kuş için rüzgâr veya hava neyse benim için de müzik öyle bir şey. Anlatması kolay değil. Madem kanatlarım var o zaman uçmalıyım diyen bir kuş değilim ama kanatlarımın hissettiği neyse onun varlığı iyi geliyor diyebilirim. Kendimi ve hayatı sözcüklere sığdıramasam da müzik üzerinden anlayıp aktarabiliyorum. Bu da şimdilik yetiyor.

- İyi de müzik sizi nereye kadar taşıyabilir? Müziğin nereye taşımasını hayal ediyorsunuz?

Delikanlı oturduğu koltukta hafifçe yana kayıp yaklaşmakta olan Melek için yer açtı. Melek sıkışık olmasına aldırmadan delikanlının yanına otururken “Ne kaynatıyorsunuz bakayım? Beni mi çekiştiriyorsunuz?” diye sordu. Alev “Konuşacak onca konu varken seni niye konuşalım? Müzik üzerine konuşuyorduk” diye cevap verdi. Delikanlı Melek’in elini tutup avucunun içine bir öpücük kondurdu. Melek yine kızarıp çevresine bakındı. Elini hızla geri çekti. Delikanlı gülümseyip Melek’e baktı;

- Alev bana müzik ile sadece müzik ile yaşamayı nereye kadar sürdürebileceğimi sordu.

- Yok, öyle sormadım. Müziği rüzgâr veya havaya benzetmişti. Ben de nereye uçmayı düşlediğini sordum.

- Bilmiyorum sevgili Alev. İnan bilmiyorum. Tek bildiğim müziğin hayatın içinden yavaş yavaş çekilmekte olduğu. Her şey, herkes görsellik üzerine yoğunlaşıyor. İnsanlar kulağını yitiriyor, konuşmaktan başka bir iş için kullanamaz olacaklar diye korkuyorum. Aynı korkuyu paylaştığım müzik hocama “ne yapmalı?” diye sorduğumda “Müzik yapmaya devam et, yeter” diye cevap vermişti. Yani bu şehrin martıları gibi hiçbir yere gitmeden aynı yerde dönüp duruyorum. Müziğin olmadığı bir hayatın ne kadar boş olacağının farkında bile olmayanlar için ve daha çok da kendim için hayatımı müzikle doldurmaya çalışıyorum.

Melek delikanlının koluna girip “Geçen gün bana anlattıklarını Alev’e de anlatır mısın? Müziği öğrendiğin hocanın kaygılarını paylaşmıştın. İnsanın duyu organlarını yitirip kocaman bir göze dönüşmekte olduğundan söz etmiştin.” Dedi.

Piyanistimiz sevgi dolu gözlerle Melek’e baktı. Garsona uzaktan bir el işareti yapıp içecek bir şeyler getirmesini rica etti. Anlaşıldığı kadarıyla içkiler ikram olduğu için hangi şişe açıksa o şişeden şarap servisi yapılıyordu. Bu kez masaya beyaz şarap servis edildi. Fark ettirmemeye çalışarak garsonun cebine bahşiş bırakan piyanistimiz Alev’e döndü.

- Az sonra müziğe dönmem gerekecek. Konu uzun çabucak anlatmaya çalışayım. Hocamın anlattığına göre teknoloji ve modern yaşam ile birlikte duyu organlarımız arasında göz, her şeyin önüne geçip tüm algıları yönetir olmuş. Günümüzde her şey görünürlük ve görsellik üzerinden var olabiliyor. Sosyal medya ortamlarına baktığında görünürlük ve seyredilir olmanın baskın olduğunu görüyorsun. Her şey göze bağlanınca koca bir ömrün hayata gözlerini açmak veya yummak diye tanımlandığından hatta insanların artık okumak yerine seyretmekle yetinen kocaman bir göze dönüşmekte olduğundan yakınmıştı, hocam.

- Yani?

- Yani görsellik arttıkça diğer duyu organlarımız giderek köreliyor. Farkındaysan önce koku duyumuzu yitirdik. Koku duyusu, tat duyusunun içine kısıtlı bir alana tıkıldı ve haliyle köreldi. Hocam, günümüzde hep yapay kokular ile avunduğumuzdan söz ediyor. Dahası böyle giderse pandeminin getirdiği sosyal mesafe uygulaması ile dokunma duyumuzdan da olacağız. Başlangıçta çok önemsememiştim ama müzik hocam aynı şekilde sesimizi ve kulağımızı da yitirmekte olduğumuzdan söz edince durumun ciddiyetini anladım. Sesimiz kısılırken müzik de hızla hayatın kenarına atılıyor. Koku duyusunun başına gelenler müziğin de başına gelecek gibi görünüyor.

- Nasıl olacakmış bu? Konuşurken sesimizi kulağımızı kullanmayı da mı bırakacağız?

- Konuşacağız ama sesimiz daha kısık çıkacak, hayatımızda müzik azalırken konuşma da bu durumdan nasibini alacak. Az önce olduğu gibi kimseye duyurmamak için ses çıkarmadan aksıracaksın ve saçının ucundaki yeşil röfle ile aynada kendini fark etmek veya ettirmekle yetineceksin.

- Seviyorum o röfleyi.

- İlk kez fark ettiğimde başkalarının dikkatini çekmek isteseydin daha gür olan saçının arka kısmına röfle yapardı diye düşünmüştüm. Saçının önüne yaptığına göre kendin de göresin diye yapıyorsun. Bu güzel. Ama sonuçta o da diğer duyulara değil, göze hitap ediyor.

- Peki, ne olacak?

- Hocamın söylediğine göre çok kısa süre içinde o gürültülü arabaların yerini elektrikli motorlarıyla ses çıkarmadan yol alan arabalar alacak. Önce şehirlerin gürültüsü azalacak. Bu durum ilerleme olarak görülecek, herkes iyi bir şey zannedecek. Ancak insanların sesleri de daha az çıkmaya daha az itiraz etmeye başlayacaklar. Kendi kendine yüksek sesle şarkı söylemeye bile çekinir olacaklar. Şehirler yavaş yavaş kütüphane sessizliğine bürünecek. Sonra sıra müziğe gelecek. Müzik insanların hayatlarının arkasında bir fon haline dönüşecek. Şu an salondaki kokuyu burnumuz algılamadığı gibi kulaklarımız da çalmakta olan müziği işitmez olacak. Belki yine bir yerlerde müzik çalacak ama kulağımız müziğe uzaklaşacak. Kendimizle ve başkalarıyla ilgilenip nasıl göründüğümüzle oyalanırken müzik hayatımızdan eksilerek yok olacak.

- Hayatın doğal akışı gibi söz ediyorsunuz. Müziğin hayatın içinde bir fona dönüştüğünden söz ederken bile görselliğe gönderme yapıyorsunuz. Yine de yitirilenin ne olduğunu tam olarak anlayamadım. İşitme duyum yerinde duruyor ve konuştuklarınızı anlayabiliyorum.

- Bu soruyu ben de hocama sormuştum. Müzik olmazsa hatıraların eksik kalacağından söz ederek günümüz müziğinde aradığını bulamayanların geçmişin 45lik plaklarına yönelmesinin boşuna olmadığını anlatmıştı. Hatıralara eklemlenmiş müzik parçaları ile yaşanmışlıklarına tutunulduğundan söz etmişti. Dediğine göre müzik hayatın içinden çekildikçe hatıralar eksik kalacaktı. İleride bugün burada oturup konuştuğumuzu belki yine hatırlayacağız ama çaldığım müziğin bu hatırlamada katkısı çok az olacak. Hâlbuki insanlar çalmakta olan müziğe eşlik etmiş olsa bugüne dair o coşku unutulmayacak, bir gün aynı müzik karşılarına çıktığında bugünü hatırlayıp yaşadıklarının kendi hayatı olduklarını fark edecekler. Hocam, “Müzik de koku gibi hayatın içinden eksildikçe yaşanmışlıklar fakirleşecek diye kaygılanıyorum” diye söyleniyordu. Korkarım haklı çıkacak.

Melek piyaniste sevgi ve hayranlık dolu gözlerle baktı ve “İyi de insanların burada yaşadıklarının kendi hayatı olduğunu hissetmediklerini nereden biliyorsun?” diye sordu. Soruya Alev yanıt verdi.

- Baksana bu salondaki herkes birbirine benziyor, kime baksan aynı şekilde davranıyor ve nasıl göründüğü ile çok meşgul. İnsanlar gelip gidiyor ama salonda hiç bir şey değişmiyor. Bir tek yaşlıca bir bey efendi az önce çıkarken piyanoya doğru ilerleyip saygı dolu selam verdi. Şimdi o da yok. Bugün buradan geriye kimseye hatırlayacak pek bir şey kalmayacak. İyi vakit geçirmiş olacaklar ama o yaşlı beyefendi haricinde buradakilerin ömürlerine ekleyecekleri hatırlamaya değer anı kırıntısı bile olmayacak.

- Anlamadım. Burada oturup sohbet etmiş olmaları yetmiyor mu?

- Kızım bizim sen her sohbetimizi hatırlıyor musun? Çoğunu unutup gidiyoruz. Lakırdı ediyoruz. Ama bazen bir film üzerine saatlerce konuşup tartışıyoruz. Sonra günler geçiyor o filmi hatırlatan bir şey, bir müzik işittiğimizde film ile birlikte o tartışmayı hatırlıyoruz. Sanırım böyle bir hatırlamaya ihtiyacımız var.

Delikanlı bu sözleri başıyla onaylayıp tekrar Melek’in elini tuttu. Melek bu kez elini çekmedi. “Meleğim hayatlarımız fakirleşiyor, her şeyi seyretmekle yetiniyor içine giremiyor, bir şeylerin hayatımıza dokunmasına anı oluşturmasına fırsat bırakmıyoruz. Ben bunu o yoğun bakımda canım çekilirken kendi kendine şarkı söyleyen veya gelip benimle konuşan bir meleği dinlerken fark ettim.” Dedi. Meleğin yanakları kızardı. Kısa süre sevgi dolu gözlerle birbirlerine baktılar. Alev sesini çıkarmadan “onları” izledi.

Delikanlı kadehinde kalan son yudumu içip ayağa kalktı, önünü ilikledi. Müziğe devam etmesi gerektiğini söyleyip piyanoya yöneldi. Alev “Biz birazdan kalkarız, tanıştığımıza memnun oldum. Davet için teşekkürler” dedi. Piyanist “Şimdi kim beni alkışlayacak, müziğim yalnız kalacak, Melek, hiç olmazsa sen biraz daha kalsaydın” diyerek yüzünü ekşitti. Kızların cevap vermesini beklemeden piyanoya yöneldi.

IV

Otelden çıktıklarında hava iyice soğumuştu ve inceden yağmur yağıyordu. Yürünecek gibi değildi ama Melek arkadaşının söyleyeceklerini dinlemeden yanından ayrılmak istemiyordu. Alev çantasından çıkardığı kaşkolunu kafasına ve boynuna sarıp uçlarını kabanının içine soktu. Önünü ilikledi.

Melek, soran gözlerle arkadaşına baktı.

- Bir şey söylemeyecek misin?

- Yanınızda olup benim gözümden birlikteliğinizi görmek istemiştin. Gördün işte. Benim görevim bitti.

- Ama

- Aması maması yok. Hayat senin hayatın. Ben mi, biz mi kararını sen vereceksin. Şunu bil ki hangi kararı verirsen ver geride bıraktığın seçenek hep kafanı tırmalayacak. Merak etme her şartta seni bırakmam. Bunca yıldan sonra sen de beni bırakmazsın.

- İyi de çocuğa ne söyleyeceğim.

- Bir şey söylemen gerekmiyor. İçindeki melek ile dışındaki melek baş başa verip bir karar verecek elbet. Sen sadece bekleyeceksin. Gördüğüm kadarıyla çok fazla beklemen de gerekmeyecek. Geç oldu gitmeliyim. Burada ayrılalım.

- Eve gidince seni arayabilir miyim?

- Sen bilirsin. Bence bu gece böyle kalsın. Yarın konuşalım.

Bu sözlerden sonra Alev caddeye doğru hızlı adımlarla ilerledi. Bir an durup arkasını döndü Melek’e baktı “ Ha bu arada, farkındaysan seninkinin çaldığı o yanardöner İstanbul parçasını ikimiz de beğendik. Yani yanardönerlerden de arada hatırda kalır güzel bir şeyler çıkabiliyormuş. Hastalarınızı renkler ile etiketleyerek haksızlık ediyorsunuz dediğimde gülmüştün. Hatırlatayım istedim.” dedi.

Bohça irisi çantasını omzuna asıp hızını arttıran yağmura aldırmadan metroya doğru ilerledi. İstasyonun merdivenlerine geldiğinde dönüp uzaktan arkasına baktığında Melek’in otelin kapısında kararsız halde durmakta olduğunu gördü.

Geri dönüp arkadaşının yanına gitti ve koluna girdi. “Gün daha bitmedi. Seninkinin yanına dönmek veya bugün bir karar vermek zorunda değilsin. Hadi gel bana gidelim. Ama öyle hemen zıbarıp uyumak yok. Gece uzun ve benden çekeceğin var. Konuşacağız” dedi. Melek’in yine kararsız kaldığını görünce “Yağmurda kanatların ıslanacak diye korkma, uçmayacaksın. Metro ile gideceğiz haydi nazlanma” diye üsteledi.

Melek arkadaşının koluna sıkıca sarıldı. Birlikte metro istasyonuna doğru yürümeye başladılar.

İki arkadaş için Alev’in gölgesinde geçecek yanardöner bir İstanbul gecesi devam ediyordu.

Mehmet Uhri

Bir Gurbet Hikayesi

Cumartesi, Ekim 16th, 2021

image-1

Elini boş ver dercesine sallayıp; “Burada yaşananlar bir gurbet hikâyesi, hepsi bu…” diye cevap verdi.

Kafede gazetesini okumakta olun ihtiyarın başını kaldırıp çevreye bakınmasını fırsat bilerek az ötede Büyükada iskelesi önünde toplanan kalabalığı işaret edip ne olduğunu sormuş “gurbet hikâyesi” gibi garip bir yanıt almıştım.

Yanıtı anlamamış gibi bakmış olacağım ki “Uzak dur. Filler tepişiyor işte.” diyerek sürdürdü sözlerini. Gözlüklerini düzeltip gazetesine döndü. Yandaki masaya ilişip olayları uzaktan izlemeyi sürdürdüm.

Masalarımıza çay bırakan garson konuşmamızı duymuş ve “Belediye iskelenin üstündeki mekânı mahkeme kararıyla tahliye etmeye çalışıyor. Kiracı olan vakıf polisi arkasına almış direniyor. Biz de buradan heyecanla izliyoruz” diye açıklama yaptı.

Gerçekten de ellerinde mahkeme kararı olduğunu haykıran grup devletin polisinin direnmesine anlam veremiyordu. Yaşanan itiş kakış yüzünden iskeleyi kullanmak isteyen yolcular birkaç adım geride olayların yatışmasını bekliyordu.

Ancak öyle olmadı.

Artan kalabalığın polisin tavrını protesto etmesi üzerine önce “dağılın” uyarısı geldi. Kısa süre sonra gazlı coplu polis müdahalesi başladı. İskelenin önünde toplanan kalabalık saat kulesine ve ara sokaklara doğru kaçıştı. Protestoların dinmemesi üzerine polis yakaladığını gözaltına almaya başlayınca gazete okuyan ihtiyar çaycıya ismiyle seslenip okey takımı ve yazboz istedi.

Eliyle işaret ederek beni de masasına davet etti.

Gelen okey takımını masaya yerleştirip taşları dizmeye başladı. Masaya gelmediğimi görünce “sadece oynuyor gibi yapacağız.” diyerek ısrar etti. Masaya ilişip taşları dizmeye başladım. İhtiyar ise polisin kovaladığı kalabalığın içinde el ele tutuşup kafeye giren ve şaşkınlıkla bakınan üniversiteli delikanlılara eliyle bir işaret yaptı. Genç kız ve delikanlı bir şey söylemeden ceketlerini çıkarıp oturdular.

Okey oynar gibi yapmaya başladık.

Birkaç dakika içinde polis kafeye dalıp kimlik kontrolüne başladı. Kovaladıklarının içeride olduğunun farkındaydılar. Kimlik kontrolü ve dik dik bakmalar ile kafe sakinlerini inceliyorlardı.

Bu arada bizim ihtiyar hızlıca yazbozu dolduruyordu. Polisin yan masaya yaklaştığını görünce “Memur bey bakar mısınız? Bir maruzatım var.” diye seslendi. Hemen iki polis başımıza dikildi. Masamıza oturan delikanlılar da tedirgin olmuş şaşkınlıkla ihtiyara bakıyordu. Bizimki görece daha yaşlı olan polise dönüp beni işaret ederek “Beyefendiden şikâyetçiyim. Taş çalıyor” dedi. Polis memuru bana ve masada duran yazboza baktı. “Bir siz eksiktiniz” diye söylenerek yanımızdan uzaklaştı. Bu sırada kızla oğlan kafalarını kaldırmamış polislerin dikkatini çekmemeyi başarmışlardı.

Polislerin ayrılmasından hemen sonra gençler teşekkür edip ayrılmak için izin istediler. İhtiyar acele etmemelerini arkada duran sivil polislerin de gitmelerini beklemeleri gerektiğini söyleyerek izin vermedi.

Bu sırada garson yüksek sesle “çayları tazeliyorum” diyerek masaya çay bırakırken sesini kısarak “çaylar müesseseden, çaktırmayın. Az daha bekleyin” dedi. Gözüyle arkadaki bir masayı işaret etti. Sivil polislerin henüz ayrılmadığına ikna olan gençler bir süre daha masada kalıp oynar gibi yaptılar.

turing_cafe_840x

Bir takım rastlantılarla katılmak zorunda kaldığım oyun içinde oyunun isimsiz kahramanı olmak başlangıçta tedirgin etse de gençlerin heyecanı ve yaşadıkları korkuyu görünce iyi bir şey yapıyor olma hissiyle rolümün hakkını verme gayretine düştüm.

Çaylarımızı yudumlarken delikanlı kız arkadaşını ve kendini tanıtıp üniversite öğrencisi olduklarını, gençlik kolu üyesi oldukları siyasi partinin çağrısı üzerine iskelenin üzerinde yer alan mekânın belediyeye devrine destek olmak üzere adaya geldiklerini ancak mahkeme kararına rağmen işgalci kuruluşun direndiğini anlattı. Genç kız araya girip biraz da öfkeyle “Üstelik devletin polisi devletin mahkeme kararının uygulanmasını engelledi. Bizler direnince de olanları gördünüz” diye söylendi.

İhtiyar “yerin kulağı vardır” diyerek daha alçak sesle konuşmaları gerektiği konusunda ikisini de uyardı.

Az sonra ortamın sakinleşmesiyle gençler teşekkür edip izin istediler. El ele tutuşup uzaklaştılar. Ben de masama dönmek için izin istedim.

İhtiyar saatine bakıp “Kahve saati geldi. Müsaade ederseniz size de ikram etmek isterim. Birlikte içeriz” dedi. Nazik daveti kırmadım. Açıkçası bunca olay yaşanırken olanca sakinliği ile hepimizi yöneten “ihtiyar delikanlıyı” merak da etmiştim.

Kahvelerimizi beklerken kısaca kendimi tanıtıp kendisinden söz etmesini rica ettim. Düzce doğumlu olduğunu uzun yıllar çeşitli illerde lise Tarih öğretmenliği yapıp emekliliğinde adaya yerleştiğini anlattı. Yaşını sorduğumda “Emeklilikte geçirdiğim süre devlete hizmet ettiğim süreden daha fazla. İyi ki emeklilikten de emekli etmiyorlar insanı. Anla işte…” diye esprili bir yanıt verdi.

Garson kahveleri masaya servis ederken “Az önce size sorduğumda iskele önünde yaşananları gençlerin anlattığından farklı olarak bir gurbet hikâyesi diye tanımlamıştınız. Biraz daha açabilir misiniz?” diye sordum.

- Herkes gurbette olunca şehrin gerçek sahibi kalmıyor. O yüzden öyle demek geldi içimden. Anlayacağın bu koca şehir sılasını yitirdi.

- Hah. Şimdi hiç anlamadım.

Bir süre durdu. “İzle, sadece izle” diyerek garsonu ismiyle yanına çağırdı.

- Söyle bakalım Ali, Nerelisin?

- Malatyalıyım.

- Kaç yıldır İstanbul’dasın?

- Ben burada doğmuşum.

- Peki, gurbette misin?

- Gurbetteyim elbet.

- Memleketteki yakınların da senin gurbette olduğunu mu düşünüyor?

- Evet.

- Çocuğun var mı?

- Ellerinden öper bir oğlum bir kızım var.

- Peki, çocukların gurbette mi?

- I ıh… Sorarsan gurbette değiliz derler. Ancak nereli oldukları sorulduğunda onlar da Malatyalıyız diyorlar.

- İstanbullu olmalarını veya sorulduğunda İstanbulluyum demelerini istemez misin?

- Bilmem. Hiç düşünmedim. Bu şehirde İstanbulluyum diyen o kadar az insan var ki… Malatyalıyım demeleri daha iyi sanki.

Kafe müşterilerinden birinin yüksek sesle “hesap bekliyoruz” diye söylenmesiyle garson Ali yanımızdan ayrıldı. İhtiyar bana dönüp “Sence Ali neden o protestocuların arasında değil? Hiç düşündün mü?” diye sordu.

Cevap vermemi beklemeden sözlerini sürdürdü.

- İstanbulluyum diyen olmayınca şehre ait ne varsa sahiplenen de olmuyor. Şehrin iskelesi bile sen ben kavgasına malzeme oluyor. Şu gördüğün iskele bu şehirde yaşayan herkesin ortak malı değil mi?

- Eee… Evet

- İskele binası iktidar ile muhalefet arasında kavgaya dönüşüyor ve şehrin gerçek sakinleri özellikle adalılar, adada yaşayanlar kenara çekilip öylece izliyor. Herkes kendi memleketinden bakıp gurbetçi kimliğine bürününce şehrin ortak alanlarına sahip çıkacak kimse kalmıyor.

Sustuğumu görünce “en iyisi baştan anlatayım” dedi.

31Meğer iskelenin üst katındaki mekân Demokrat Parti iktidarına kadar CHP Adalar ilçe başkanlığı olarak kullanılmış. DP iktidarında el değiştirmiş. Yetmişli yıllarda yine CHP ilçe binası olmuş. İhtilal sonrası şehir hatları işletmesine devredilmiş. Kısaca bina simgesel önemi nedeniyle iktidar ile muhalefet arasında hep bir çekişme konusu olmuş.

Sonra bir dönem şehrin gerçek sakinlerinden Çelik Gülersoy olaya el atmış. İskelenin üst katını Turing şirketi adına kiralayıp İstanbullular için “Turing Kafe” adıyla kullanıma sunmuş. Açtığı pek çok kafe ile geleneksel İstanbul kültürünü yaşatmayı ve İstanbulluluğu pekiştirmeyi amaçlamış. Hayli ilgi de görmüş. Eliyle iskeleyi işaret ederek;

- Turing kafe öylesine güzel, nezih öylesine İstanbullu bir mekândı ki görmenizi isterdim. Ancak yaşatmadılar. Garson Ali’nin az önce söylediği gibi kimse İstanbullu olmayı istemedi. Kafe el değiştirdi. Önce belediye işletmeye çabaladı. Ancak özelliğini yitirince kimse uğramaz oldu. İşletmeyi yönetenler İstanbullu olmadığı için kendi meşreplerine göre davranıp sokaktaki dönerci ile hamburgerci ile rekabete kalkıştı. Tutmadı.

- Neden tutmadı?

- Dedim ya herkes kendi memleketini öne çıkarınca başka memleketten olanlar uzak durdu. Mekân şehirlinin olmaktan çıktı. Üstüne bir de siyasi çekişme ile iktidar kavgası bindi. Rahmetli Çelik Gülersoy’un İstanbulluyu ortak kültürde buluşturma çabaları da sahipsiz kaldı.

- Kimse bu duruma itiraz etmedi mi?

- Turing kafenin beyaz ahşap kallavi sandalyeleri ve mermer masaları vardı. Adanın gerçek İstanbulluları için klasik müzik eşliğinde tarihi yarımadayı ve boğazı seyrederek bir şeyler içmek büyük keyifti. Yaz akşamları keman piyano resitalleri verilirdi. Sanırım bu durum kendini İstanbullu saymayanlar için fazla elitist bulundu. Sanki onlara gelme diyen varmış gibi kafeden uzak durdular.

- Sonra?

- O güzelim beyaz sandalyelerin yerini iç içe geçip bir araya toplanınca yer kaplamayan plastik sandalyeler alınca yitirilenin ne olduğunu anlamalıydık. O plastik sandalyeler gibi iç içe geçip pek yer yer kaplamayan gurbetçilerin mekânına dönüşüverdi. Müzik de arabeske döndü. Sesi yükseldi. İki laf edilemez oldu. Kafenin yeni müşterileri şehrin güzelliğini görmek yerine başını öne eğen veya çevredekilere kuşkuyla bakan huzursuz gurbet yolcularıydı. Ortam vasatlaşınca önce adalılar sonra İstanbullular ayağını çekti. Bir kış belediyenin işlettiği mekân bir daha açılmamak üzere kapandı. Muhalefet partisinin eline geçmesin diye iktidara yakın bir vakfa kiralandığını duyduk. Ancak onlar da işletmek için çaba göstermediler.

- Açılmasını isteyen, özleyen olmadı mı?

- Şehrin sılası olmayınca kim neyi özleyebilir ki? Herkes bizim garson Ali gibi gurbette olursa İstanbulluyu ara ki bulasın.

- İyi de ne zaman bitecek bu gurbetlik?

- Çocuklarımızı İstanbullu yapamadığımız sürece kolay bitecek gibi görünmüyor. Kabul etmesi kolay değil ama durum bir ülke gerçeği.

Kederlenmişti. Susup kahvesini yudumladı. Daha konuşmak istemiyor gibiydi.

Tüm bunları o kısacık kahve muhabbetine sığdırdığımıza sonradan hayret edecektim.

Biraz daha konuşturmak için “Peki ya siz? Siz bir şeyleri değiştirmeye çabalamadınız mı?” diye üsteledim.

34

Gençlik yıllarında ülkede bir şeyleri değiştirmek için çok çaba gösterdiğini az önceki polis deneyiminin o yıllardan kaldığından söz etti. Eliyle iskeleyi işaret edip “Anladım ki; insan kendini değiştirmeden hiçbir şey değişmiyor.

Doğup büyüdüğüm Düzce’yi bırakıp bu adaya yerleştim. Kendim için, uzaklaşınca özlemini duyacağım yeni bir sıla inşa ettim. Hiç kolay olmadı. Toprağına, ağacına, çiçeğine, böceğine, insanına karıştım. Çok emek verdim. Gurbetlikten böyle kurtulabildim. Bu yaşımda yeterince İstanbullu olamasam da Adalı olmayı başardım. Şimdi, burada oturup az önce içtiğimiz kahveyi iskelenin üstündeki terasta Turing kafede içtiğimi hayal etmekten başka elimden bir şey gelmiyor” dedi.

Ayağa kalktı. Şapkası ve bastonunu aldı. Hesap konusunda bir şey söylememe fırsat vermedi. Teşekkür ettim. Teşekküre değecek bir şey olmadığını ileride hatırlamaya değer küçük bir sıla kırıntısı oluşturduğumuzu söyledi. Çınar caddesine doğru ilerleyerek gözden kayboldu.

Olaylar yatışmış görünse de iskele meydanı polis kaynıyordu. Gelen vapurdan inen yolcular onca polisin neden orada olduğunu sorgulayan tedirgin bakışlarla ve hızlı adımlarla adanın sokaklarına dağılıyordu.

O sonbahar günü sılası olmayanların şehrinde ihtiyarın dediği gibi “bir gurbet hikâyesi” yaşanıyordu.

Mehmet Uhri