Karar Perdesi

karar-perdesi-4

O sabah büyülü bir gerçekliğin içinden geçtim.

Rüya gibiydi…

Hayli eski, köhne bir kahvehanede zamanda yolculuk yaparcasına önce ağırbaşlı kahveciyle sonra da kahvehanenin ortasındaki bilge havuz ile sohbet ettim.

Daha çok onlar anlattı ben dinledim.

Kahvehaneden ayrılırken o bilge havuz “Madem karar perdesine ulaştın, bırak içindeki garip gitmek istediği yere seni de götürsün. Tutun ona ve sakın vaz geçme” Diyerek uğurladı. Sonrasında da fıskiyenin şırıltısına karışan başka şeyler söylediyse de anlamadım.

Bir arkadaşım “O havuzlu kahvehaneyi mutlaka görmelisin” diye öneride bulunmasa o sabah yolumu Kadırga meydanında tabelasında “Havuzlu Kahve” yazan Tarihi Tulumbacılar Kahvehanesine düşürmeyecektim.

Kadırga meydanı turistlerin ağırlıklı olduğu insan kalabalığı ile dolu görünse de kahvehane sakindi.

Arkadaşım “O kahvehaneyi anlatması zor. Kendi gözlerinle görmeli konuşturabilirsen kulaklarınla işitmelisin.” demiş başka bir açıklama yapmamıştı.

Gerçekten de kahvehanenin ortasında hayli yer kaplayan çalışır fıskiyesi ile kocaman bir havuz duruyordu.

Havuza yakın bir masaya ilişip sade kahve rica ettim. Benden başka birkaç masa dışında kahvehane sakindi. Bir köşede ellerini kavuşturup içeriyi süzen yaşlı beyefendinin mekânın sahibi Arif abi olduğunu sonradan öğrenecektim.

Kahveyi getiren delikanlıya mekân hakkında bilgi sorunca eliyle işaret edip “Arif abiye sor. 90 yaşındadır. Burada doğup büyümüştür. Babadan dededen kahvecidir.” Diyerek cevap vermişti.

Kahve ile gelen sudan bir yudum alıp elimde kahve ile Arif abinin masasına yaklaştım. Kendimi tanıtıp kahvehanenin tarihi hakkında bilgi istedim. Arif abi şöyle göz ucuyla süzüp yeni öğretim yılına başlamış ve öğrencilerini tanımaya hevesli öğretmen edasıyla hızlıca beni sorguya çekti.

Verdiğim yanıtlar üzerine bir süre düşündü. Yorum yapmadı. Açıkçası ben de kendim hakkında konuşmaya pek hevesli değildim. Susup kahvemi yudumladım.

karar-perdesi-2

Sonra kahvehaneyi ve tarihini anlatmaya başladı. Bulunduğumuz kahvehanenin 300 yıldan fazla zamandan beri mevcut haliyle çalışmakta olduğunu, kahveyi ve  kahvehane kültürünü İstanbul’a getiren Şazeli tarikatının kahvehanesi olarak başlayan sürecin yeniçeri ocağı dağılınca işsiz kalan yeniçerilerin “Tulumbacılar ocağının” işletmesine dönüştüğünü, bu nedenle tulumbacılar kahvesi olarak anıldığından söz etti.

Dışarının kalabalığına karşın kahvehanenin pek rağbet görmemesini nasıl açıklıyorsunuz diye sorunca yüzü asıldı.

- Bak bakalım dışarıdaki o kalabalık burada mı yaşıyor? Hepsi gezmeye geliyor. Mahallede geceleri kimse kalmıyor.  Her yer turistik oldu.

- İyi de o turistler size niye gelmiyor?

- Onlar geçici. Mahalleli olmayınca böyle oluyor. Sanırım biraz köhne ve “pis” buluyorlar. Bu eski ahşap masa ve sandalyeleri, onca yılın yaşanmışlığını beğenmiyor, ille de plastik beyaz masa sandalye arıyorlar. Yoksa çay aynı çay, kahve iyi kötü aynı kahve, meşrubat desen hepten aynı.

- İyi de eskiden de böyle değil miydi? Ne değişti?

- Mahalle değişti, insan değişti. İnsanlar uzaklaştı, yalnızlaştı.

- Nasıl yani?

- O gördüğün turistler dünyanın bir ucundan ruhlarını gezdirmeye geliyor olsalar da her yere, her şeye ürkek korkak bakınıp bir çöp, iz bırakmadan geldikleri gibi ürkek korkak yalnız halleriyle dönüyorlar. Ne kendileri bulaşıyor ne de mahallenin bulaşmasına fırsat veriyorlar. Öylece seyredip gidiyorlar.

- Peki ya mahalleli? Onlara ne oldu?

- Sorunu kökünden hallettiler… Eskilerde mahallenin insanları ev, iş ve cami arasında sıkışmıştı. Kahvehane de meyhane gibi bir kaçış ve özgürlük alanıydı. Onca sıkışmışlık arasında soluklanma mekânıydı. Bu yüzden otoritenin gözü hep üzerindeydi. Zaman zaman yasaklanmış olması da bu yüzdendi. İnsanlar birbirini tanıyor, bir masa başında yönetim hakkında ileri geri konuşabiliyor, hoşnutsuzluklarını paylaşabiliyordu. O yüzden önce mahalleyi bitirdiler. Mahalle bitince birbirini tanıyan insan kalmadı. Herkes diğerinden korkan ürken nemelazımcılara dönüştü.

Bir süre başını önüne eğip düşündü. Kahve ile masasına gelen sudan bir yudum alıp arkasına yaslandı. Kahvesini yudumlamadan önce bir süre bekledi. Tüm bunlar kahvehanede zamanın hayli yavaş aktığını düşündürüyordu. Sabırla sözlerini sürdürmesini bekledim.

Kahvesinden ilk yudumu alıp fincanı masaya bıraktı. Eliyle ortadaki fıskiyeli havuzu işaret ederek “Bak bu havuz bile şırıltısıyla kahvede konuşulanlar işitilip yönetime jurnallenmesin diye duruyor burada. Şu yaptığımız muhabbet gibi ne konuşmalara tanık olmuştur? Dile gelse de anlatsa…” dedi.

- İyi de, ne oldu veya nasıl oldu da burası hale geldi?

- Önce mahalle sonra insan değişti. Göçle gelen turist olarak gelene karıştı. Yabancı korkusu ile kapılar kapandı, mahalleli önce evine çekildi sonra sokağından bahçesinden uzaklaşıp ekranlara kapandı. Yalnızlık arttıkça garipleşti. Her yeri tuhaf bir duygusallık içinde herkesten her şeyden uzak insanlar kapladı.

- Ne istiyordu o insanlar?

- Ne istediklerini bildiklerinden emin değilim. Ama ne istemediklerini çok iyi biliyorlardı. Doğal olanı istemiyorlardı. Ahşap masa sandalyeyi beğenmeyip ille de plastik olanını istiyorlardı. Sinekten böcekten ürktükleri yetmezmiş gibi karınca bile görmekten rahatsız oluyorlardı. Sanki temiz ile pis birbirine karışmıştı. Doğanın değdiği yerler pis, insan elinin dediği ne varsa temiz kabul ediliyordu.

- Hepten pis olacak halimiz yok elbet. Sanırım temizlikte ölçüyü kaçırdığımızdan söz ediyorsunuz.

- Gidişin gidiş olmadığını gördük ama birbirimize anlatmak yerine gözlerimizi kaçırıp başka yerlere bakmayı veya susmayı yeğledik. İşin kötüsü zamanla sıra insanlardan da arınmaya geldi.  Doğadan uzaklaşıldığı yetmedi insanlar da birbirinden uzak durmaya başladı. Mahalle kendi içinde ayrışmaya başladı. Ermeni’si, Rum’u Yahudi’sinin uzaklaşması ile başlayan süreç Türk Kürt ayrımına dönüşüverdi. Şimdilerde de Suriyeli veya Arap var diye hayıflanan sırtı kabarık kedi gibi dolaşan garip bir güruh var dışarıda. Mahalle ve onun getirdiği dayanışma o eski insanlar ile birlikte çoktan öldü ve unutuldu.

- İyi de bu kahvehane? O ne olacak?

- Şu meydanda için için çürüyen asırlık çınar ağacı gibi bir süre daha direnecek. Sonrası malum. Buraya bir rant alanı, boş arazi olarak bakıyorlar. Araya hatırlı tanıdıklar koyup satın almak için gelenleri bilsen şaşırırsın. Gelmişim doksan yaşına. Benden sonrası meçhul görünüyor olsa da çocukluğumun geçtiği bu kahvehaneyi çevresinde koşturduğum şu fıskiyeli havuzu teslim etmeyeceğim o canavarlara. Az daha bekleyecekler. Benden sonra ne halt ederlerse etsinler.

karar-perdesi-1Arif abi bu son sözlerini biraz da dişlerini sıkarak öfkeyle söylemişti. Canı sıkılmıştı. Daha fazla konuşmadı. Ayağa kalkıp elindeki fincan ve bardağı çay ocağına bıraktı. Sonra arka kapıdan Kadırga parkına çıktı.

Ben de Arif abinin yaptığı gibi boşalan fincanı çay ocağına bırakıp fıskiyeli havuza yakın bir masaya geçtim. Az önce konuşulanlar ile ilgili notlar almaya başladım. Güneş yükselip dışarının kalabalığı artsa da kahvehaneye uğrayan olmuyor o koca meydanda kahvehane sanki hiç görünmüyor gibiydi.

Bir ara kafamı kaldırıp havuzun sakin akıp şırıldayan fıskiyesine gözüm takıldı. Mekânı tavsiye eden arkadaşımın ve Arif Abi’nin “havuzun dili olsa da konuşsa” sözleri geldi aklıma. Havuza bakıp “Sen niye bir şeyler söylemiyorsun?” diye söylendim.

Bu sırada havuzdan “Nerede olduğunun farkında mısın?” diye bir ses geldi. Sağa sola bakındım, yakında benden başka kimse yoktu. Yine de emin olmak için kulak kabarttım. “Şişşt, sana sesleniyorum.” diye üsteledi. Şaşırmıştım. Havuzla konuştuğumu bir gören olacak endişesiyle yaklaşıp sesimi kısarak “Farkında olmalı mıyım?” diye cevap verdim. Bir süre öylece kendi lisanında şırıldamayı sürdürdü.

Sabırla anlatacaklarını bekledim.

Havuz da kahvehanenin tarihinden söz etmeye başlayınca sözünü kesip “Bunları az önce Arif abiden dinledim. Sen bana tüm bu kahvehane, kahve neden var. Asıl bundan söz et” diye üsteledim.

Havuzdan şırıltıdan başka anlaşılır ses gelmeyince  “Az önce nerede olduğunu farkında mısın? Diye soran sendin. Cevap vermeyecek misin?” diye sorunca havuz anlatmaya başladı.

Meğer doğru soruyu soracak birini bekliyormuş.

Önce kahvenin anlamından söz etti. Dediğine göre toprak, su, hava ve ateş nasıl doğanın dört ana elementi ise Âlem Safa’nın da şarap, tütün ve esrardan sonra dördüncü elementi kahveymiş. İnsanın gözünü açar, canlandırır ve düşünmesini sağlarmış.  İnsanı yoldan çıkarır endişesiyle Âlem Safa’nın diğer elementleri gibi kahve de uzun süre yasaklı kalmış.  Anlattığına göre kahvehanelerin devletin pek giremediği veya kontrol edemediği buluşma noktaları olması da pek çok kez yasaklanma nedeni olmuş.

- İyi de sorduğum soruya cevap vermedin. Bu kahvehane neden var?

- Uzaktan bakılınca küçük bir meydan veya buluşma noktası gibi görünse de burası mahallelinin dışarıya açılan kapısı olmuştur. Bir kapı veya eşik gibi geçiş noktası olarak görülebilir. Mahallenin delikanlıların uğrayıp topluma hazırlandığı, öğrencilerin buluşup dertleştiği, gencin yaşlının karıştığı bu yer aynı zamanda cemaatten sıyrılıp cemiyete adım atmanın başlangıç noktasıdır. Bilirsin cemaat içinde doğar büyürsün. Çoğun kalabalıklara yani cemiyete karışmadan öylece yaşayıp geçer gidersin. Ama bazılarının aklı şurada içtiği bir yudum kahve ile daha hızlı çalışır, burada öğrendiklerini de üstüne katıp eşikten atlar ve cemiyete katılır.

- Ne fark var?

- Cemaat seni kabul eder. Cemiyete ise sen kendini kabul ettirirsin. Cemaatte sürünün parçası, cemiyette ise kendin olursun. Kovandan çıkıp özgür bir arı olarak yaşarsın. Sonuçta dışarıdan bakıldığında yaşadığın yine bir arının hayatı olur ama aradaki farkı bilmek bile iyi gelir. Şimdi bulunduğun yerin ne olduğunu anladın mı?

- Peki ya sen? Bu havuz burada niye var? Havuz ne iş görüyor?

- Anlamıyor musun? Burası da bir dergâh. Her dergâh gibi insan yetiştiriyor. Ya korkularınla kalıp ateşin yani şu dipteki ocağın başından ayrılmayacaksın ya da havuzun özgürce akan suyu gibi olacak eşiği aşıp dünyaya karışacaksın.  Çok eskilerde bu kahvehaneye uğrayan bir halk ozanı “bitişin başlangıcı, başlangıcın bitişi” anlamında bana yani havuza bakıp “karar perdesi” demişti. O zaman anlamamıştım.

karar-perdesi-3

Bir süre daha havuzun başında kulaklarımı kabartıp beklesem de şırıltıdan başka bir ses işitmedim. Konuşulanları not almayı sürdürdüm.  Zaman ilerleyip güneş yükselince notlarımı toparlayıp çaycıya borcumu ödedikten sonra tekrar havuzun yanına gittim.

Bir süre başında öylece durup Arif abinin çocukluğunun geçtiği onca yaşanmışlık yüklü havuza bakındım.

Ayrılırken havuz “Madem karar perdesine ulaştın, bırak içindeki garip seni de gitmek istediği yere götürsün. Tutun ona ve sakın vaz geçme” Diyerek uğurladı. Sonrasında fıskiyenin şırıltısına karışan başka şeyler söylese de anlamadım.

Dışarı çıktığımda güneş iyice yükselmiş hava ısınmıştı. Kadırga meydanı ve parkının çevresi çoğunluğu turist olan insanlarla daha da kalabalıklaşmış görünüyordu.

Kumkapı’ya doğru ilerledim. Dönüp uzaktan bir kez daha Kadırga meydanına baktım.

Onca insan kalabalığında pek çoğu işyerine veya turistik mekâna dönüşmüş eskinin ahşap evleri ile çevrili meydanın orta yerine zaman yolcusu gibi ışınlanmış kahvehanenin kimsenin ilgisini çekmiyor oluşuna bir kez daha hayretle baktım.

Sonra ne mi oldu?

Ne olacak? Kendi sefil hayatıma geri döndüm.

Şehir hayatının pek çok önemsiz sorunu önemliymiş gibi hissettirdiği anlarda, kendimden sıkıldığım zamanlarda bir kahve molası verip tarihi tulumbacılar kahvehanesini, Arif abiyi ve tüm bilgeliği ile o fıskiyeli havuzun varlığını düşünüyorum.

Onların orada olduğunu bilmek iyi geliyor.

Bu satırlar, işitebilenlere bir şeyler anlatan o bilge havuzun ve ilerlemiş yaşına rağmen insan kalma konusunda ayak direyen bir kahvecinin varlığının nasıl da umut verici olabileceğini göstermek için kaleme alınmıştır.

Mehmet UHRİ

Not: Bu metin Arif Caker’e saygıyla ithaf olunmuştur.

Leave a Reply