ÇOCUĞUN VAR MI?

bank

Olağan hastane günlerinden biriydi. Gecenin ilerlemiş saatleriydi.

Halinden uyku tutmamış olduğunu tahmin etmek güç değildi. Hastane koridorlarının sakinliğinde terliğini sürüyerek odamın kapısında durdu ve bana baktı.

Bir süre öylece durup “Çocuğun var mı, doktor?” diye seslendi.

Yüzündeki derin çizgiler, kırışıklıklar, ağarmış birkaç günlük sakalı ve feri azalmış bakışlarıyla öylece durup yanıt vermemi bekledi.

“Kızım var” diye yanıtladım ve koltuğu işaret edip oturmasını rica ettim. Yine terliklerini sürüyerek odaya girdi ve koltuğa otururken derin bir nefes bıraktı. “Yoruldunuz mu?” Diye sordum. Bir süre nefesinin sakinleşmesini bekledi. Sonra “Madem çocuğun var o zaman belki beni anlarsın. Gece gece başını ağrıtıyorum kusura bakma.” Dedi.

Başımı sallayıp söyleyeceklerini bekledim.

- Doğduğu gün kızını ilk eline aldığında ne hissetmiştin? Mutluluk mu? Yoksa korku veya kaygı mı?

- Hatırladığım kadarıyla şaşkındım. Eşime ve elimdeki o ufacık varlığa bir şey olacak diye kaygılandığımı da hatırlıyorum.

- Peki ya sonra? Büyüdükçe kızın için istediğin neydi?

- Ben olamasam da büyüyüp kendi ayaklarının üzerinde tek başına durabilecek mi diye hep kaygılandım.

- Yok onu sormuyorum. Onlar beylik laflar. Kızın için ne diledin? Başarılı olmasını mı? Yoksa mutlu olmasını mı?

- Haaa… Anladım. Bu konuda açgözlülük etmiş ikisini de istemiş olabilirim. Ama yıllar geçtikçe ne yaparsa yapsın mutlu olmasını bilsin yeterli diye düşündüm. Başarılı olduğunu görmektense mutlu olduğunu görmek biraz bencilce olsa da daha iyi geliyordu. Başarılı olmanın sonu yoktu ve bu konuda kendine eziyet etmesin istiyordum.

- Yanlış duymadıysam “Mutlu olmasını bilsin” dedin. Mutlu olmak bilinecek bir şey mi? Bundan nasıl emin olabiliyoruz?

Çattık dedim içimden.

- Kızım şimdi uzaklarda. Mutlu olduğu bir yolda kendince ilerliyor. Öyle görünüyor. Bu bana yetiyor.

Hastamız yeni bir soru sormadan “Tüm bunları neden soruyorsunuz? Varmak istediğiniz yeri merak ediyorum.” Diye üsteledim.

Oturduğu koltukta öne doğru eğilip eliyle alnını tuttu ve bir süre öylece kaldı. Sabırla cevap vermesini bekledim. Sonra başını kaldırmadan yere bakarak konuşmaya başladı.

- Nereye varmak istiyorum? Doğrusu açıklaması kolay değil. Dertleşmek diyelim. Ben de yetişkin iki kız babasıyım. Üzerime titriyorlar. Gündüzleri işlerinde geceleri de nöbetleşe hastanede yanımda kalıyorlar. Hastanede olduğum için mutsuz ve endişeliler.

Burada bir soluk alıp konuşmakta olduğum yaşlı hastamızın ilerlemiş rahatsızlığı nedeniyle son aylarda hastanemize daha sık uğramak zorunda olduğu bilgisini paylaşmam gerekiyor. Kuruluşu ülkenin tarihi kadar eski devlet fabrikalarından birinde yıllar boyu çalışıp usta başı olarak yaş haddiyle emekli olmuştu. İlerlemiş yaşı, çalıştığı sektör nedeniyle işlev kaybına uğramış ciğerlerine bir de bu lanet hastalık eklenmişti.

Yaklaşmakta olan kaçınılmaz sonun farkındaydı.

Bu durumdaki hastaların çoğunun yaptığı gibi yaşanmış ve yaşanmamışların hesaplaşması ile hayata karşı öfkeli olmalarına alışkındık.

Ancak hastamız öfkeli olmaktan çok endişeli görünüyordu.

Konuşarak endişesini bir nebze azaltabilirim umuduyla birlikte hastane bahçesine inip biraz temiz hava almayı konuşmaya da orada devam etmeyi önerdim. Bütün günü serviste geçirmiş biri olarak açıkçası temiz havaya benim de gereksinimim vardı.

İtiraz etmedi.

Koluna girip birlikte odadan çıktığımızda o gece babasına refakat eden ve hastamızı yatağında bulamayınca aramak için koridora çıkan kızının endişeli bakışlarıyla karşılaştık. İkimiz de sanki yaramazlık yapmış çocuk gibi öylece durduk.

- Ya baba yaa… Çok korkuttun beni. Biraz içim geçmiş koltukta uyuyakalmışım. Haber bile vermeden odadan çıkıp gitmişsin. Bir daha böyle yapma lütfen.

Hastamızın cevap vermesini beklemeden eliyle sus işareti yapıp “Sorun yok. Her şey yolunda biraz hava alıp geleceğiz. İkimizin de gereksinimi var” dedim. Kızı itiraz etmeye kalkınca sorun olmadığını, sakin olması gerektiğini olabildiğince jestlerle anlatmaya çalıştım.

Hastamız ise “Kızım sen git biraz uyu. Gündüz işten buraya geldin. Yarın da iş günü. Çok güzel uyuyordun. Ses çıkarıp uyandırmayayım diye çıkmıştım odadan. Hem doktor bey de hava almak istiyormuş. Biraz sonra gelirim ben. Sen git uyu” deyince kızı yelkenleri indirdi.

Asansörle bahçeye inip bulabildiğimiz boş banklardan birine hastamızı oturttum. Gecenin ilerlemiş saati olmasına karşın hasta yakınlarının kalabalığı yüzünden boş bank için bile biraz aranmak zorunda kalmıştık.

Sonbahar yaprakları bahçeyi kaplamıştı. Hastamızın oturduğunu gören hastanenin kıdemli tekir kedisi yavaşça sokuldu.

Büfeden iki adaçayı kapıp geleceğimi söyleyince “Neden adaçayı?” diye sordu. İçerken açıklayacağımı söyleyerek büfeye yöneldim.

Elimde adaçayları ile gelirken bizim tekir kedinin hastamızın yanına kurulmuş başını okşatmakta olduğunu gördüm. Doğrusu hoş manzaraydı.

Adaçaylarımızı yudumlarken az önceki soruya emekli bir hocamın “Adaçayı iyi arkadaştır. Uyku kaçırmaz, alışkanlık da yapmaz, insanı rahatlatır. Yaban otu olmanın verdiği gururla su bile istemeden yaşar. Ara sıra hatırlamak gerekir” sözleri ile yanıt verdim.

Çaylarımızı yudumlarken yukarıda konuştuğumuz konuya geri dönmek istiyordum. Açıkçası henüz ağzındaki baklayı çıkarmadığını düşünüyordum. “Sen ne istemiştin kızların için?” diye sordum. “Ben de senin gibi nerede nasıl yaşarlarsa yaşasınlar mutlu olsunlar istedim. Ama şimdi bunun çok acımasız hatta anlamsız olduğunu düşünüyorum.” Diye yanıtladı.

Soran gözlerle bakıp sözlerin devamını bekledim.

- Kendim için istemediğim, istemeye çekindiğim bir şeyi kızlarım için diliyor, onları mutlu görmeyi arzuluyordum. Onlar da bana mutlu görünmeye çalışıyor karşılıklı rol yapıyorduk.

- Ne var bunda?

- Anlamıyor musun? Sonunda ölüm ve ayrılık olduktan sonra mutluluk sadece bir oyun, bir aldatmacadan ibaret. Kendim için bulamadığımı veya elindekilerle yetinmeyi mutluluk sandığım bir oyunu kızlarım da iyi oynasın istiyordum. Bu hastalık bana mutluluğun arzulanan bir sonuç olmadığını, anlık yaşananlar dışında sonucu olmayan bir akışta anlık dalgalanmalardan ibaret olduğunu düşündürdü. Mutluluk arzuya dönüştüğünde anlamını yitiriyor yeterince mutlu olamama kaygılarının ardında yitip gidiyordu.

- Yani?

- Mutluluk dediğin çıkardığımızda çıplak kalacağımız bir giysi değildi. Olmamalıydı. Şu hale bak. Kızlarım benim için, ben kızlarım için endişeliyim. Yani en başa geri dönüp elime aldığımda endişe duyduğum acemi babadan başka bir şey olmadığımı görüyorum. Şu kedi kadar bile huzur bulamıyorum.

- Peki ne yapmayı düşünüyorsun?

- Ömrüm çalışmakla geçti. Kızlarım ile hatıralarım çok az. Şimdi şu kalan kısacık ömrümde birlikte hayal kuralım bir yerlere gidip gezdiğimizi hayal edelim istiyorum. Şimdi sırası değil hele bir iyileş diyerek lafı ağzıma tıkıyorlar. Onlara birlikte kurduğumuz hayaller kalsın istiyorum bırakmıyorlar.

Bardağı elinden alıp ayağa kalktım ve büfeye yöneldim.

Geri döndüğümde kızının hastamızın başına dikilmiş olduğunu gördüm. O bir şey söylemeden babasının yanına oturmasını işaret edip “Babanızın anlatacaklarını dinleyin. Birlikte bir Güney Amerika seyahati yapmayı hayal ediyor ve sizden bu gece seyahat planı çıkarıp detayları ile anlatmanızı bekliyor.” Dedim.

Kızının yüzü asıldı ve “Yine mi?” dedi.

Sonra ne mi oldu?

Baba kızı gecenin bir vakti hastane bahçesinde bankta bırakıp servisteki odama döndüm.

Sabah nöbet defterine  “nöbetim olağan geçmiştir” notunu yazarken garip bir mutluluk hissettim.

Kısa sürse de iyi hissettirdi.

Mehmet UHRİ

Leave a Reply