VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI -13

h1

HALONG’DA NE OLDU?

Halong körfezinde herkes aynı rüyayı gördü. Ancak kimse kimseye anlatamadı.

Hissedilenler için sözcükler yetersiz kaldı.

Ressam Claude Monet’ye ait olduğu iddia edilen “Görmek için, baktığımız şeyin adını unutmak zorundayız.” sözünü hatırlatırcasına bir süreliğine de olsa kültürel donanımımızı kenara bırakıp sanki yeni doğmuş bebeğin yaban algısı ile doğaya baktık.

Hep birlikte anlatılması aktarılması zor rüya gibi bir şey gördük.

O kadar etkileyiciydi ki, uyanmak istemedik.

Gerçi bir gün önce Kızıl ve Ma nehirlerinin arasında benzer jeolojik manzaraları ile doğa harikası büyüleyici Ninh Binh deltasında gezinirken başımıza bir şeyler geleceğini sezmiş sessizce kabullenmiştik.

Ertesi gün ise Vietnam’ın Kuzeyinde Quang Ninh ili sınırları içinde kalan Halong körfezinde Güney Çin denizinin koyu yeşil suları içine serpiştirilmiş yüzlerce adacık arasında gezindik.

Hatta adacıklara kanolar ile yaklaşıp içindeki gizemli mağaralardan birine usulca sokulup “merhaba” bile dedik.

Kireç taşını şekillendiren deniz suyunun sabırla işlediği mağara duvarlarına hayranlıkla baktık.

Bir gün önce Ninh Binh deltasında yaşandığı gibi sanat eserine dönüşmüş coğrafyada “başka” bir doğanın içinden geçtik.

Akşamüzeri güneş ufka yaklaşıp adaların gölgeleri birbirinin üzerine düşmeye başlayınca sanki gözümüzün önündeki tiyatro sahnesinin dekorları sırasıyla aydınlanıp kaybolmaya başladı.

Dahası, güneş batıp ilk perde sona erdiğinde asıl oyun yeni başlıyordu.

Yıldızların soluk ışıkları o adacıkları geceden sıyrılan ürkütücü silüetlere dönüştürüyor kırpışan küçük dalgaların sesleri ile sanki o silüetler nefes alıyordu.

İçinde bulunduğu zamanı, kendini ve dünyayı unutup hep aynı anın içinde kendi başına saatlerce oyuncağı ile oynayan bir çocuk gibi geceye kendimizi teslim ettik.

Çocukluğumuzun hayal dünyasındaki gibi başka türlü bir gerçekliğin içinden geçtik.

O gece körfezin kulaklarımıza fısıldadığı masallar ile oyunun sonunu izleyemeden huzur içinde daldığımız uyku, rüyalara bulandı.

Benzetmemi mazur görün. Rüya başka nasıl anlatılır ki…

Peki ya sonra?

Ertesi gün tüm bunları arkada bırakıp “bilinen” dünyaya geri dönerken kabahatini gizleme çalışan bir çocuk gibi başımızı öne eğip sessizce körfezden uzaklaştık.

Halong’da ne oldu diye sormuştuk. Sözcüklerin izin verdiğince aktarmaya çalışsam da pek çok yaşanmışlık yine dışarıda kaldı.

Halong’da pek çok şey aynı anda oldu.

Rüya gibiydi…

h2

Körfezin ismi alçalan- pike yapan- ejderha anlamına geliyor.

Söylenceye göre Çin’den gelen istilacılara direnmek için yardım isteyen Vietnam güçlerine anne ejderha çocuklarını da alıp havadan saldırır. Tükürüklerinden düşen dev zümrütler ile düşman donanması imha edilir. Saldırı durdurulur.

Savaşın kazanılmasına yardım eden ejderhaların tükürdüğü dev taşlar da sayıları 2000’e yaklaşan üzeri ormanlarla kaplı irili ufaklı kireçtaşı adacıkları oluşturur.

İnsan ve insana benzeyen canlılar sadece 7 Milyon yıldır yeryüzünde iken Halong körfezindeki jeolojik yapıların hikayesi 500 Milyon yıl öncesine kadar uzanıyor.

Kısaca, insanın doğayı anlama ve anlamlandırma arayışı benzer pek çok doğa olayına yakıştırma yollu açıklamalar bulduğu gibi burada da şık bir anlam bulmuş gibi görünüyor.

Gerçi oldukça uzun bir süredir insanlık anlama ve anlamlandırma arayışını bırakıp güç arayışına yönelmiş ve dahası bulduğu güç odaklarının kendine sunduğu anlamlar ile yetiniyor gibi görünüyor.

Hal böyleyken insan Halong körfezi gibi doğanın sadece taş ve su ile yaptığı sanat eseri ile karşılaştığında işler karışıyor.

Gördüklerini anlatmaya dağarcığındaki sözcükler yetmediği gibi doğanın gücü karşısında büyük şaşkınlık yaşıyor.

İnsanın alıştığı o erk veya güç arayışı doğanın yaptıkları karşısında anlamını yitiriyor.

İşte Halong veya benzeri bir coğrafyada kısa süreli de olsa bir zamanlar peşinde koşulan o anlam arayışı hatırlanıyor.

Tarım devrimi ile doğayı kontrolüne almaya başlayan insan kendinde bir kutsallık, tanrısallık olduğu düşüncesine kapılıyor.

Bir arada yaşayan daha büyük topluluklar ve bu toplulukların devamlılığını sağlayan değişmeyen bir “düzen” tesis ediliyor. Düzenin sağlanması için iş bölümü ve “hiyerarşi” gündeme geliyor. Tüm bunlar sağlanınca insanların da bu organizasyondan “güvenlik” beklentisi ortaya çıkıyor. Değişmeyen kalıcı bir güvenlik ve düzen beklentisi karşılığında ise insanlar kendileri için tanımlanmış “görevlere” boyun eğiyorlar.

İşte bu neredeyse hiç değişmeyen kristalize toplumda yaşayanların hayata dair temel arayışları da “anlam” oluyor. Hayatta olmayı ve sürdürmeyi garantiledikten sonra insan içinde olduğu hayatı anlamaya yöneliyor.

Tahmin edileceği üzere pek çok inanç sistemi de hayat, ölüm, ölüm sonrası gibi bu tür anlam arayışları üzerine konumlanıyor.

İçinde bulunduğu topluluğun parçası olup kendine sunulan “hazır” anlamlarla yetinenler çoğunlukta olsa da insanın anlam arayışı devam ediyor.

Ancak artan şehirleşmet ve doğadan uzaklaşma ile bir arada yaşamanın yazılı olmayan kuralları da değişiyor.

Kentler kalabalıklaştıkça devletler de biçim değiştiriyor.

Kalabalık şehirlerde ekmeğin aslanın ağzında olması, rekabete dayalı düzen hayatın hızını artırırken insanın arayış ve algılarını da etkiliyor.

Eskinin değişmeyen devlet düzeninin yerini “gelişim ve ilerleme” alırken, hiyerarşi de yerini içi yeterince doldurulamayan “eşitlik” kavramına bırakıyor. Güvenlik beklentisi ise sınırları belirsiz “özgürlük” arayışına dönüşüyor.

Tanımlanan görevleri yapmak yerine özgürlük kovalayan insanlık binlerce yıllık kölelik düzenini yıkarken eskinin görev kavramı da “haklar” ile yer değiştiriyor.

Birey dünyanın merkezine yerleşiyor.

Doğadan uzaklaştıkça onu yenebileceği veya kontrol altına alabileceği sanrısına kapılan insan ise özünde olduğuna inandığı tanrısal gücü başkalarına karşı da kullanabileceğini fark ediyor.

Sürekli ilerleme peşinde lineer bir zamana yönelen insanın anlam arayışı da hızla “güç” arayışı ile yer değiştiriyor.

Hal böyle olunca inanç sistemleri bile güce göre yeniden yapılanıyor.

Tüm bu değişimi insan aklı gerçekleştiriyor.

Ancak insan sadece akıldan oluşmuyor ve üstelik aklın da bir sınırı var.

İnsanın duygu evreni, sezgiselliği ile bilinç dışında yaşattığı dünyası bu yeni düzende görmezden geliniyor.

Aklını kullanmaya zorlanan birey duygusal yanını gizlemek zorunda bırakılıyor.

Nereye kadar?

İşte Halong körfezi gibi bir coğrafyaya ulaşıldığında işler sarpa sarıyor.

İçine düşülen duygudurum, hep birlikte görünen rüya ve izlenenlerin sözcüklere dökülebilir olmaması gibi bir durumla karşılaşıldığında aklın verdikleri yetmiyor veya işe yaramaz oluyor.

Güneşin batışı sırasında oluşan gölge oyunları yerini gece yıldızların nefes alışıyla dalgalanan körfez sularına bırakıyor.

Doğanın yaptığı ve halen yapmayı sürdürdüğü sanat eserine bakarken aklın ve güç arayışının anlamını yitirdiği bir duygudurumun içinden hep birlikte geçiliyor.

Üstelik öyle bir rüya ki yaşanan; içine çekildiğiniz tekil ve öznel anlam dünyasında kalmak, bırakıp çıkmak istemediğinizi fark ediyorsunuz.

Hani geçici de olsa kendi dünyasında her şeyi unutup oyuncağı ile oynayan o çocuğa dönüşüyorsunuz.

Böyle bakınca Halong körfezi herkesin kendi iç dilini kullanmak zorunda kaldığı kimsenin kimseye dili döndüğünce gördüklerini anlatamadığı doğa elinden çıkma bir Babil kulesine bile benzetilebilir.

Dahası, Halong’da yaşananlar uyku ile uyanıklık arasındaki o dünyadan kopuk gizemli zamanları da hatırlatıyor.

Üstelik yaşananlar için güzel, görkemli, büyüleyici vb. pek çok kavram ile ifade edilmeye çalışılsa da hep bir şeylerin eksik kaldığı hissediliyor.

h3

Halong’da ne oldu diye sormuştuk.

Hep birlikte aynı rüyayı gördük. Ancak birbirimize anlatacak sözcükleri bulamadık.

Orada insanlığın bir zamanlar peşinde koştuğu “anlamı” hatırladık.

Gözlerin güçten kamaştığı, insanların güce odaklandığı bir dünyada asıl olan soruyu, içinde yaşadığımız hayata dair anlamın ne olduğu sorusunu hatırladık.

Gerçi aradığımız anlamı bulmaktan çok uzakta olduğumuzun da farkındaydık.

Yine de kaybettiğimiz veya bize unutturulan o soruyu hatırlamak bile iyi geldi.

Aciz bir parçası olarak doğanın sadece taş ve su ile yaptığı o sanat eserine bakıp “Acaba?” dedik.

Sonra…

Sonra sanki kabahat yapmış gibi suçluluk içinde arkamıza bile bakmadan o çok güvendiğimiz aklımıza ve evcilleştirilmiş algılar dünyasına döndük.

Aklımızda ise unutturulmaya çalışılan o soru kaldı.

Halong körfezinde ne oldu?

Halong körfezinde içinde bulunduğumuz hayata dair bir “anlam” aradığımızı hatırladık.

Eh buna da şükür…

Mehmet Uhri

Leave a Reply