VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI – 12

aw1

ANGKOR WAT ÜÇLEMESİ

Kamboçya’nın Siem Reap şehri yakınlarındaki Angkor Wat tapınağındaydık.

Dünyanın bilinen bu en büyük tapınağını gezerken sıcağın da etkisiyle yorgunluk çökmüş. Gölge ve kuytu bir duvar dibinde oturmuş soluklanıyordum.

Çevrede serbestçe dolaşıp ziyaretçilerden sebeplenen maymunlardan biri karşımda durup gözlerimin içine baktı ve “Hiç boşuna yorma kendini. Aradığın burada değil.” Dedi.

Şaşırdığımı görünce bir iki adım daha yaklaştı gözlerini daha da açarak “Burada değil diyorum” diye sözlerini tekrarladı.

İlk şaşkınlığımı atıp durumun garipliğini benden başka gören var mı diye çevreme bakındım.

“Yahu bakınmayı bırak şurada baş başayız. Belli ki yorulmuşsun. Az soluklan anlatacaklarımı dinle.” Diye de üsteledi.

Çok sıcak geçeceği sabahtan anlaşılan güneşli bir güne uyanmış Angkor doğa ve tarih parkına doğru yola çıkmıştık.

Gün boyu Angkor ormanı içine yapılan tapınak ve şehir kalıntıları gezilecekti.

Dünyanın en büyük tapınak yerleşkesi olan Angkor Wat 12. Yüzyılda Khmer kralı 2. Surveyarman tarafından Hindu tanrısı Vişnu adına yapılmaya başlanıyor.

Vişnu adına yapıldığı için de yer yüzündeki pek çok tapınaktan farklı olarak Angkor Wat’ın kapıları Batı yönünde inşa ediliyor. Kralın ölümü ile inşaat tamamlanamadığı gibi Champa akınlarında da yağmalanır.

13. Yüzyılda kral olan 7. Javayarman bu kez bir Budist tapınağı olacak biçimde yıkıntıları ayağa kaldırır. Tapınak ve çevresinde yerleşim yerleri 14. Yüzyıl ortalarında olasılıkla büyük veba salgını sırasında terk edilir.

250 yıllık karanlık bir dönemden sonra Avrupalı kaşifler tarafından tapınağın varlığı fark ediliyor.

Savaşlar ve istilalar ile geçen çalkantılı dönemler sonrası bölge, günümüz Kamboçya bayrağında da simgeleşen turistik bir cazibe merkezine dönüşür.

İşte bu yerleşkeyi gezerken ormanda yaşayan ve gündüz ziyaretçilere yaklaşıp yiyecek bir şeyler bekleyen tüylü makak cinsi maymunlardan biriyle sohbet ettim.

Bölgede hem Doğu Batı hem de Kuzey Güney ekseninde tarih boyunca nüfus hareketleri yaşanmış olduğu için tarihi veriler de hayli karışıktı.

Arkeolojik buluntular MÖ. 3 binlere kadar uzanıyor olsa da bölgenin yazılı tarihi MS. 4. Yüzyılda başlıyor.

M.S. 4. Yüzyılda Kuzeybatı Hindistan’da yaşayan ve olasılıkla Pers istilasından kaçan Khamboj halkları bölgeye göç ediyor.

Söylencelere de konu olacak biçimde o sırada bölgede hüküm süren ve Çin yazılı kaynaklarında Chenla adıyla geçen Naga krallığına katılıyorlar.

Yine söylenceye göre 5. yüzyılda Kambojların bilge kralı veya önderi kabul edilen Khambu veya Khambuj Swayambhuwa ile Naga kralının kızı gök perisi olarak bilinen Mera evleniyor. Khambu veya khambuj sözcüğü güzel şeylerden hoşlanan (hazcı) anlamındayken Swayambu ise (İstanbul’un fethi sırasında ortaya çıkan Zuhurat Baba misali) kendiliğinden zuhur eden, görünen anlamına geliyor.

Böylelikle, yerel halklar ile Khamboj halklarının birleşiminden günümüze kadar ulaşan Kamboçya halkı ortaya çıkıyor.

Çok da güvenilir olmayan tarihi kaynaklarda Khambu ile Mera’nın çocuklarına isimleri birleştirerek Khmer adı verildiği de yer alıyor.

Elimizdeki tarihi gerçek ise Hindistan’ın İran sınırına yakın bölgesinde yaşayan Khamboj halklarının Avustralya – Polinezya’dan göç eden halklarla bu coğrafyada karıştığı ve halen konuşulan dilin Avusturalasyatik özellikte olduğu şeklinde.

Kendilerini Khmer halkı olarak etiketleseler de kurdukları devlete Khmerya yerine Kamboçya ismini seçmiş olmaları da bu tarihsel gerçek ile örtüşüyor.

aw2

Bu kuru tarih bilgilerinden sonra gelelim bizim çenesi düşük anne maymuna;

Şaşkın bakışlarım arasında hem konuşuyor hem de yerinde duramayıp kuyruğundan da destek alıp sürekli hareket ediyordu. “Biz hep buradaydık” diye anlatmaya başladı.

- Hep buradaydık. Hiç gitmedik. İnsanlar geldi gitti, şehirler yapıp yıktılar. Sadece izledik.

- İyi de siz kimsiniz? Buraya ne zaman nasıl geldiniz?

- Bizler bu tapınak henüz yapılmamışken ormanda yaşayan bir bilgenin rüyasıyız. Gördüğü rüya üzerine Hint ülkesine gidip bir çift atamız ile geri döner ve ormanda birlikte yaşarlar.

- Demek maymunların da efsanesi oluyormuş.

- Bizler o bilgenin geride bıraktığı rüyayı yaşatıp gelene gidene anlatabildiğimiz kadar aktarırız. Hatta bu muhabbet de o rüyanın bir parçası olabilir.

- Peki ya bu tapınak? Sizler? Anlat hele…

- Yahu bizi boş ver. Bu tapınak yokken de bizler yine vardık diyorum. Ormanda yaşar, karnımızı doyururduk. Zamanla insanlar geldi. Garip garip taş binalar yaptı. Aralarından evcilleştirebildiklerimiz ile iyi kötü anlaştık. Zaman değişti, insan değişti ama orman değişmedi. Bizler hep buradaydık. Olanları izlemekle yetindik.

- Sahi ne değişti?

- Her şey olduğu gibi kaldı ama siz insanlar değiştiniz. Üstelik giderek birbirinize benzediniz. Dışarıdan farklı göründüğünüzü sanıyor olsanız da hepiniz yumurta gibi birbirinize benziyorsunuz.

- Eh… Bana göre sizler de öyle. Ama burada her milletten, her tıynetten insan var. Nasıl oluyor da benzer görünüyorlar anlamıyorum.

- Yahu hepsi aynı diyorum.

- Nasıl ayni?

- Bayağı aynı işte. Buraya üç farklı insan geliyor. Çoluk çombalak ailecek gelenler, çift olarak gelenler ve tek olarak gelenler. Hepsi bu. Üstelik çocuklar hariç hepsi birbirine benziyor.

- Çocuklar hariç derken?

- Çocuklar, ahh o çocuklar. Bir zamanlar iyi kötü anlaştığımız o saf temiz insanlardan geriye sadece çocuklar kaldı. Ne yapıp edip onları da kendinize benzetmeyi başarıyorsunuz.

- İyice kafam karıştı. Şunları bana tek tek anlatır mısın?

- Bu orman ve tapınaklara ailecek gelenler birbirini kaybetmemek, çocuklarını korumak, birlikte burada olduklarını kanıtlayacak fotoğraf çekmek uğruna fazla bakınamadan ve çok bir şey anlamadan öylece gelip geçiyorlar. Çift olarak gelenler ise birbirleriyle ilgilenmek ve birlikte fotoğraf çektirmek uğruna yine ağaçtan ormanı göremiyorlar.

- Çiftlere haksızlık etmiyor musun?

- Yahu o çift dediklerin tek başlarına yapmaya cesaret edemeyeceklerini birlikte oldukları için yapamadıkları bahanesine sığınanlar değil mi? Öylece bakınır durur ayrı ayrı fotoğraf çekerler. Gelmeden önce okumuş olanı kafasındaki tapınağı görür ve onu yaşar. Diğeri ise görünenden anlam çıkarmaya çalışır. Çift olsalar da aynı değillerdir. Birinin ak dediği diğeri için anlamsız veya kara olabilir. Anlaşamasalar da birbirini tamamlarlar. Yine de en mutluları onlardır.

- Bu kadar mı?

- Değil elbet. İkisi de ileride yalnızken bakıp hatırlamak için bol bol fotoğraf çeker. O sırada orada olmak, ortamı koklamak, gezinmek yerine başka işle uğraşırlar. Ne bizleri görürler ne ormanı ne de tapınağın ruhunu. Hangi milletten cinsten olurlarsa olsunlar bu durum hiç değişmez.

- Peki ya tek başına gezenler?

- Onlar en zorlarıdır. Aralarında bir nebze farklılıklar bulunabilse de özünde yine az çok birbirlerine benzerler.

- Nasıl yani?

- Ketumdurlar. Yüz ifadelerinden, yürüyüşlerinden bir şey anlamak zordur. Bizlerle ilgilenmezler. Hoş, biz de uzak dururuz. Çoğunun kafasında aslında kendilerinin bile tam olarak bilmediği bir hedefleri vardır. Toplulukla hareket etmez detaylara yoğunlaşırlar. Karabatak gibidirler. Her yerden karşımıza çıkarlar. Alakasız bir yerde durup fotoğraf veya video çeker sonra sanki suç işlemiş gibi kendini gören var mı diye çevreye bakınıp hızlı adımlarla olay mahallinden uzaklaşırlar. Komiktirler. Üzerlerinden yalnızlık akar. Tarihi mekanlarda geçmiş hayatlardan kalanlara bakıp yalnızlıklarını unutmaya çalışırlar. Sanki, başka bir dünyanın veya zamanın insanıdırlar. Yıllardır gelip giden bu üç grup insandan farklı insanlar da var ama sayıları çok az. Üstelik onlar da bir süre sonra o üçlünün arasına girip kendilerini kaybettirmeye çalışırlar. Hepsi bu.

- Yahu geriye doğru dürüst insan bırakmadın.

- Doğru dürüst olanı var mı ki?

- Peki ya sizler?

- Bizlerin değişmek gibi bir derdi yok. O sizlerin aptallığı. Bizlere birinin rüyası olmak bile yetiyor. Ama siz öyle değilsiniz. Her şeyi istiyorsunuz. Hastalık gibi…

- Nasıl yani?

- Kendinizi bilmek yetmiyor, başkaları da sizi bilsin tanısın istiyorsunuz. O yüzden bunca kalabalığa karşın bak kimse kimseyi görmüyor. İşiniz çok zor. Dünyanın bir ucundan gelip buralarda öylece bakınıyorsunuz. Aradığınızın ne olduğunu bildiğinizden bile emin değilsiniz.

- İnsafsızlık etmiyor musun?

- Ben miyim insafsız? Kendinizden önce yaşamış olanlardan kalanlara bakıp “oh dünya bunlara da kalmamış” diye düşünenler mi? Ölüme doğru ilerlediğinizi biliyor olmak sizi rahat bırakmıyor. Anlam arıyorsunuz. Aradığınızın içeride olduğunu görmüyor yanlış yerlere bakıyorsunuz. Bir şeylerin ters gittiğini görenleriniz olsa da kibrinizden hata yaptığınızı kabullenemiyorsunuz.

- Desene bizim gidişimiz de gidiş değil…

- Bak bizler bu ormanın parçası olmaktan binlerce yıldır burada yaşamaktan memnunuz. Sıkılmıyoruz. Ama siz öyle değilsiniz. Rahat duramıyor, kendinizden bile sıkılıyorsunuz.

- Konuşmanın başında “Aradığın burada da değil” derken ne demek istediğini sanırım şimdi anlamaya başlıyorum.

- Sen onu benim külahıma anlat. Anlamadın ama sözlerim canını sıktı, gitmek istiyorsun. Birlikte geldiğin grubu kaybetmekten de korkuyorsun. Ama unutma. O anlamak istemediklerin de senindir. Sonra bana kabahat bulma. Hadi şimdi git. Benim de yavrularımı emzirmem gerekiyor. Ufaklıklar ağaç sallama oyununa kapılıp acıktıklarını bile unutuyorlar.

aw3

Bu kadar açık söylenmiş sözler üzerine bir süre öylece durup uzaklaşan anne maymunun arkasından baktım.

Öylece kalakalmıştım.

Unutmayayım diye maymunun anlattıklarını hızlıca not almaya çalıştım.

Bir rüya mı görmüştüm?

Yoksa anne maymunun dediği gibi Hint ülkesinden gelen bilgenin rüyasında mı bir görünüp kaybolmuştum?

Sanırım artık önemi de kalmamıştı.

O gün aradığımın burada olmadığını söyleyen Angkor Wat’ın gerçek sakinlerinden biriyle tanışmıştım.

Belki de aradığımın yolculuk, sadece bir yolculuk olduğunu anlatmaya çalışmış anlamamakta direnmiştim.

Her neyse…

Ayağa kalkıp üstümü silkeledim. Çevreme hızlıca göz attıktan sonra başımı öne eğip hızlı adımlarla olay mahallinden uzaklaştım.

Bölgeden ayrılırken son kez Angkor Wat ve çevreleyen ormana baktım.

Uzaktan bodur ağaçların üstüne çıkıp neşe içinde ağaç sallama oyunu oynayan yavru maymunları izledim.

“Biz hep buradaydık” demişti anne maymun.

Mehmet Uhri

Leave a Reply