ELEĞİN ÜSTÜ

elek-1

Münih olimpiyat stadı otoparkına her hafta Cuma ve cumartesi günleri sabah ile öğle arası kurulan bit pazarında tanışmıştık.

İsmini bir türlü öğrenemediğim “hoca” lakaplı o yaşlı bit pazarı esnafından söz ediyorum.

Tanıma şansımı ise adamın kendi kadar yaşlı görünen köpeğine borçluyum.

Pazarda dolaşırken adamı fark etmemiştim. Yere serili muşamba üzerine dizili eşyalardan birini elime alınca köpeğin dikkatinin bana yöneldiğini fark ettim. Yanlış bir şey mi yapıyorum dercesine sahibine bakıp bekledim.

O ise durumu fark edip “Yusuuuf tamam!” diye seslenince köpek sakinleşti.

Köpeğine Türkçe seslenmesinden aldığım cesaretle kendimi tanıttım.

Yanıt vermeden eşyaların tozunu almaya devam etti.

Bu ilk tanışmada yüz vermese de farklı zamanlarda ve yolumun Münih’e düştüğü her fırsatta uğrayıp iki laf etmeye çalıştım.

Yaşı ileri görünüyordu. Tanıştığımızda sanırım yetmiş yaşın üzerindeydi.

Ağarmış ve birbirine karışmış saçı sakalı, sigaradan sararmış dişleri ve ağzının kenarında ara sıra beliren o acı gülüşüyle Anthony Quinn’in oynadığı Sanchez karakterine benzetiyordum.

Çevredekiler ona “hoca” diye seslenseler de her karşılaşmamızda “Merhaba Sanchez Efendi. Yusuf hazretleri nasıllar?” diye seslenmeme tepki göstermiyordu.

Bir iki önemsiz küçük parça dışında alışverişim de olmadı.

O koca bit pazarında yere serili eski eşyaların yanında yaşlı ve değerli bir obje gibi pek hareket etmeden öylece duran köpeği Yusuf ile ilgilenmeme de ses çıkarmadı.

Bir süre sonra Yusuf beni uzaktan tanıyıp ayağa kalkar hatta yanıma gelir oldu. Sahibi pek yüz vermese de zamanla Yusuf ile birbirimizi evcilleştirmiştik.

Kafası gövdesine göre daha koyu renkte boz rengi iri bir köpekti. Bir ayağı hafif aksayarak yürüyordu.

Zaman içinde köpeği ile kurduğum samimiyetime yaslanıp Sanchez’i de konuşturmayı başardım.

Yine de ürkek ve korkak bir hali vardı. Gerçek kimliğini hiçbir zaman öğrenemedim. Eşyalarının fotoğrafının çekilmesine izin verse de ne kendinin ne de birlikte fotoğrafımızın çekilmesini istemedi.

Kısa cümleler ile konuşuyor ve olabildiğince az anlatıp hemen susuyordu.

Bir keresinde Türkçeyi unutmaya başlamışsın zor konuşuyorsun diye takılmış “Unutmak istiyorum ama düşünceler bırakmıyor.” diye yanıt vermişti.

Yine köpeği Yusuf ile ilgilenip konuşmaya çalıştığım bir sabah Sanchez’e dönüp “Yusuf’un ne kadar derin ve anlamlı bakışları var böyle? Konuşabilse ne anlatırdı acaba?” diye sordum.

Sigarasından derin bir nefes çekip uzaklara, çok uzaklara baktı. Ağzının kenarında alaycı acı bir gülüş belirdi.

Sonra dişlerinin arasından kısık bir sesle “İnsanlar bakışlarını birbirine bakmak için kullanırken hayvanlar öteyi gören gözlerle hep ileriye bakar. Daracık bir gerçekliğe sıkışıp kaldığımız için onlar gibi ötesini göremeyiz der şair Rilke” dedi.

Olduğum yerde donmuş kalmıştım. Şaşkınlığımı atıp “İyi de neden böyle?” diye üsteleyince “Çünkü önümüz sonlu olduğumuz bilgisiyle kapalı. Ölümün bizi bekliyor olduğu bilgisi yüzünden öteye bakamıyoruz diyor yine Rilke” diye sürdürdü sözlerini.

Elimi Yusuf’un tüylü sırtında gezdirip bir kez daha gözlerinin içine baktım. O ise az ötede süs köpeğini gezdiren hanım efendiye bakıyordu. Hanımefendi Yusuf’u fark edince köpeğini kucağına aldı. Yusuf ise kulaklarını yatırıp tekrar olduğu yerde hareketsizce uzandı.

Sanchez’in o gün söylediklerini not alıp araştırdığımda gerçekten de şair Rilke’nin Duino ağıtları isimli eserinde söylediklerine benzer bir anlatımın varlığını gördüm.

Hemen ertesi gün yine yanına gidip konuşturmaya çalışsam da başarılı olamadım.

Ancak o derme çatma eşyaların arasında bulduğum bahçe saksılarını süslemek için üretilmiş paslı metal kedi figürünü satın alıp, ücretini öderken “Rilke’nin anısına” dedim.

Yine hiç tepki vermedi.

Bir sonraki yıl yanına uğradığımda aynı yerde köpeği Yusuf ile birlikte bulduğuma sevinmiş, Yusuf beni tanıyıp tepki verse de Sanchez yine hiç tepki vermemişti.

Pazar yerini dolaştıktan sonra seyyar satıcıdan iki kahve alıp yanına gittiğimde bu kez kahvelerimizi yudumlarken kendinden söz ettirmeyi başardım.

Meğer peşine taktıkları istihbarat personeli olabileceğimden şüphe edip özellikle konuşmaktan kaçınırmış.

Zaman içinde zararsız olduğuma nasıl karar verdiğini sordum yanıt vermeyip köpeği Yusuf’u işaret etmekle yetindi.

Bu arada Yusuf ismi geçmese de kafasını kaldırıp önce bana sonra o çok uzaklara bakan bakışlarıyla Sanchez’e baktı. Sonra tekrar miskince uyumaya devam etti.

12 Mart döneminde işkence görmüş 12 Eylül askeri darbesi sonrası ise kaçak yollarla ülke dışına kaçanlardandı. Tutunmaya çalıştığı ve pek anlatmak istemediği biraz da karanlık bir dönemden sonra yasal yollardan Alman vatandaşı olmayı başarmıştı.

Çalıştığı işlerde kalıcı olamayıp işsizlik maaşı ve bit pazarı satışları ile geçinme şeklinde yalnız ve içe dönük bir hayatı seçmişti.

Israrla anlatmasını istememe karşın “Anlatacak pek bir şey yok. Olabildiğince basit ve sakil bir hayat bu yaşadığım” demişti.

Araya pandemi yıllarının girmesiyle uzun süre Münih ve o bit pazarından uzak kaldım.

4 Yıl aradan sonra Münih’e ve o bit pazarına ulaştığımda Sanchez’i yine aynı yerde bu kez daha az eski eşya içeren muşambasının başında taburesine oturmuş halde buldum.

Yusuf ortalıkta görünmüyordu.

Yaklaşıp selam verdim ve “Yusuf… Yusuf yok mu?” diye sordum.

Kafasını ağır ağır kaldırıp yüzüme baktı. Tanıdığını anladım. Ancak yüzü düştü ve ağzının kenarında o acı gülüş tekrar belirdi. “Ben onu değil o beni seçmişti. Sıranın bana gelmesini bekliyorum.” dedi.

Ne diyeceğimi bilemeden öylece kalakalmıştım. “O hepimizden yaşlıydı” gibi bir şeyler saçmaladığımı hatırlıyorum. Parmağını ağzına götürüp susmamı istedi.

Kadim bir dostu yitirmiş gibi içime sıkıntı çökmüştü.

Arkama bile bakmadan hızlıca bit pazarını terk ettim.

O gece Yusuf isimli köpek rüyama bile girdi. Tatsız bir rüya idi. Detaylarını hatırlamıyorum.

Ertesi gün Sanchez’in ne kadar yalnız kaldığını ve acı çekmekte olduğunu düşündüm.

Sabah erkenden tekrar bit pazarına yöneldim.

Kapalı ve soğuk kış günlerinin yeterince aydınlanmamış gri ve kasvet yüklü sabah saatleriydi.

Kimse sergilediği eşyalar için sesini yükseltmiyor alıcı ve satıcı arasındaki konuşmalar bile kısık sesle gerçekleşiyordu.

Tezgâhın başına geldiğimi gören bizimki hangi eşyaya takıldığımı sordu. Elimle karakalem ile çizilmiş yan yana duran üç resmi gösterdim.

Bir şey söylemedi.

Seyyar satıcıdan yine iki kahve alıp yanına gittim. Bu kez benim için de bir tabure çıkardı. Kâğıttan kahve bardaklarımızı “Yusuf’a” diyerek tokuşturduk.

İyi görünmüyordu. Üzerinden derin bir yalnızlık akıyordu. Konuşurken hep uzaklara bakıyor, gözü kimseyi görmüyordu.

“Bana biraz bit pazarını anlatır mısın?” diyerek konuşturmaya çalıştım.

Cevap vermeyip hızlıca kahvesini yudumladı. Kahvelerimiz bitirsek de yanından ayrılmadım.

elek-2

Bit pazarı biraz da soğuk ve kapalı hava şartları nedeniyle hayli sakindi.

Yanından ayrılmadığımı görünce muşamba tezgâha uzanıp ahşap un eleğini eline aldı. Diğer eliyle bit pazarını işaret edip “Burası eleğin üstü” dedi.

Soru soran gözlerle biraz da anlamamış gibi baktığımı görünce sözlerini sürdürdü;

- Burası eleğin üstü. Elek kimin, kim sallıyor? Elenenler ne oluyor? Kimse bilmiyor. Ama herkesin kendince bir cevabı var.

- Peki, ya sence?

- Bence burada elek hayat oluyor. Eleği sallayan da zaman sanırım. Eleğin üstünde kalanlara bakıp hayatı anlamaya çalışan şaşkınlar da bizler oluyoruz.

- Anlamadım. Neden şaşkın oluyoruz?

- Gerçeğin ne olduğunu anladığımızı sanıyoruz. Ancak ne yaparsak yapalım gerçeğin kendine ulaşamıyoruz. Hep bir şeyler eksik kalıyor.

Bir kutu içinde duran sararmış ve hayli eski görünen siyah beyaz fotoğraflardan birini çekip eline aldı.

- Bak bu fotoğraf neredeyse seksen yıl öncesine ait gerçek bir yaşanmışlık işaret ediyor. Hepsi toprak olmuş olmalı. Geride bu fotoğraftan başka bir şey kalmayınca gerçek de anlamını yitiriyor. Burada kendi hayalimizde yaşattıklarımıza bakıyoruz.

- O zaman burası, bu pazar yeri neden var? Bu insanları buraya getiren ne? Basit bir hayal veya gerçeklik arayışı mı? Hepsi bu mu?

- Yok o kadar değil. Satıcıların çoğu benim gibi ekmek parası kazanmak için geliyor. Bir de toplayıcılar var. Ne olduğuna bakmaksızın eskinin izlerini barındıran eşyaları toplayıp bekliyorlar. Sattıklarının yerine yenilerini ekleyip beklemeye devam ediyorlar.

- Peki ya alıcılar?

- Gerçek alıcılar eşyalara kendilerince anlam yükleyip hayat biriktirirler.

- Pul biriktirmek gibi mi?

- Yok öyle de değil. Pulda ortak bir anlam vardır. Konu ve tarih belirlenmiştir. Burada ise eşyalardan geriye kalan gerçeklik kişiden kişiye değişiyor. Yüklenilen anlam alıcı ve satıcı için bile farklı olabiliyor.

- İyi de o zaman burada, bu pazarda ortak olan ne?

- Bence hisler, duygular. O ortak duyguyu kovalıyor, insanlar. Kullanılmış bir çift bebek ayakkabısı bile herkes için farklı anlam taşıyabilir. Anlamlar ayrı olsa da bıraktığı duygu ortak.

- Yani?

- Yani gereksinimlerin yanı sıra duyguların da paylaşıldığı yerlerdir, bit pazarları. Lakin duygusal görünmek yaşadığımız çağda nedense zayıflık kabul ediliyor. O nedenle gizlemek zorunda kalıyor, insanlar. Kimi eskiyen eşyasını yenileme, kimi ise öylesine bakındığı açıklamasına sığınıyor.

- Öylesine bakınanlar çoğunlukta sanki.

- Bakma sen öyle akıllı görünenlere, herkesin kafası biraz karışıktır. Çoğu kendini arar ancak aradığının ne olduğundan veya bulacağının iyi gelip gelmeyeceğinden de emin değildir. Kendilerini rahatsız eden bir şey olduğunun farkında olarak ürkek ve tedirgin öylece dolaşırlar.

elek-3

Bu sırada tezgâhın başına gelen yaşlıca hanım efendi eline aldığı fincan ve tabağı dikkatlice inceledi. Fiyatını sordu. Kısa bir pazarlıktan sonra anlaştılar. Tabak ve fincanı gazete kağıdına sarıp teslim etti. Aldığı parayı cebine koydu.

Bir süre fincandan boşalan yere bir likör takımı sığdırmakla uğraştı.

Sessizce bekledim.

Bu arada kenarda duran ve en başından beri ilgimi çeken karakalem resimleri inceleyip birkaç fotoğrafını daha çektim.

Tezgâhın başı sakinleyince karakalem resimlerle ilgilendiğimi görüp “O karakalemler 1924 yılından kalma. Yani yüz yıllık” dedi.

Bir kez daha elime alıp arkasına önüne baktım. Gerçekten de üzerlerinde 1924 tarihi okunuyordu.

- Ressam Würzburg şehir sarayının bahçe duvarlarını süsleyen melekleri çizmiş. Şimdi söyle bakalım; hangisi gerçek?

- Sanırım gerçek olan heykeller.

- Emin misin?

- O heykeller aslında hiç olmayan melek veya perileri anlatıyor. Onları çizen de senin düşündüğün gibi heykeli gerçek sanıyor. Eh heykeltraş ve ressam da hayatta olmadığına göre onlar da gerçekliğini yitiriyor.

- Yani?

- Yani aradığın gerçek veya gerçekliğe ulaşılamıyor.

- Peki ya bu elimdeki resimler? Onlar gerçek değil mi?

- Burada bir tek gerçek var. O da resimlerin sende bıraktığı his. Hissettiklerin yüzünden dönüp dolaşıp resimlere bakıyorsun. Aklınla ürettiklerin kafanı karıştırsa da hissettiklerin gerçek ve sana ait.

- Anlamadım. Ortak gerçeklik dedin az önce. O ne oldu?

- Ortak gerçek sana sunulan, öğretilen, kabul ettirilenler ve bence en güvenilmez olandır. Hissettiğin ise senin gerçeğin. Öğretilenler ile yaşar, sosyalleşirsin. Ancak seni bit pazarlarına getiren kendi gerçeğini aramandır. Kimseye anlatamasan bile kendin olmanı sağlar.

- O zaman insanlar bit pazarlarına biraz da kendi olmak için mi?…

- Evet… Kendi olmak kendini bulmak için geliyor. Aklıyla başka nedenler uyduruyor olsa da aradığı biraz da kendisi.

- Peki bulabiliyorlar mı?

- Anlamıyorsun. Amaç bulmak değil. Aramak, sadece kendini aramak. Hiç bitmeyen bir yolculuğa çıkmak. Başkasının işaret ettiğinde değil azıcık bile olsa kendi yolunda yürümek. Yusuf gibi…

- Nereye kadar?

- Gittiği yere kadar. Aklın sonuç arıyor, farkındayım. Başlangıç ve sonucun olmadığına kendini ikna edemiyorsun. O nedenle hisler diyorum.

- İyi ama insanlar buraya eleğin üzerinde kalanları yani sonuçları görmeye geliyor demiştin.

- Yahu şu yaşadığın hayatı amma da abartıyorsun. Zaman, hayat eleğini silkeleyince yukarıda kendini arayan kaç kişi kalacak sanıyorsun? İnsanlar buraya biraz da eleğin üstünde kalan birkaç parça eşyaya tutunup kendi gibi anlam veya duygu arayanlar olduğunu görmeye geliyorlar. Bu durum içerideki yalnızlığa iyi geliyor. Eşya satın alamasalar da senin gibi fotoğrafını çekip saklıyorlar.

- Öyleyse bit pazarları…

- Evet, bit pazarları biraz da kendini yalnız hissedenlerin geçmişte kendi gibi birilerinin yaşamış olduğunu hissettikleri yerler. O yüzden bit pazarlarında kimse kimseyi görmez. Herkes eşyalar üzerinden zaman yolculuğu yapar, yüzünü görmediği insanlarla konuşur. Anlam, duygu, rüya birbirine karışır. Sonra hızla kaybolur.

Tezgâha yaklaşan bej rengi paltolu şapkalı bey efendi eline aldığı eşyayı bir süre inceledi. Sonra yerine bıraktı. Birkaç adım attıktan sonra geri döndü. İzin isteyip fotoğrafını çekti. Fiyatını sormadan sakin adımlarla uzaklaştı.

Gideni işaret edip “Ne oldu şimdi?” diye sordum. Gülümsedi “Meşgule düştü. Eşyanın ruhunu yeterince hissedemedi.” Dedi. Ağzının kenarında o acımsı gülümseyiş tekrar belirdi.

Kafam karışmış olsa da soracaklarım bitmemişti.

- Bir de bir pazarlarına hiç gelmeyen, eskimiş eşyaları pis bulup uzak duranlar var. Sayıları da hayli fazla. Onlar eleğin sallanmasını istemeyenler mi oluyor?

- Biraz daha düşün bulacaksın…

- Zamana direnen, yaşlanmak istemeyen veya hayatında değişiklik olmadan hep aynı güne uyanmayı yeterli görenler mi acaba?

- Anlamaya başlıyorsun. Eleği sallamazsan bir süre daha üstte kalırsın. Ama bu da bir tür kendinden kaçmak, elek üstünde kalabilmek uğruna kendini kandırmak oluyor. Kolaycılık gibi görünse de bence tam bir acizlik.

O sırada irice köpeğinin tasmasını kısa tutarak gezinen ufak tefek bir adam geçti önümüzden. İkimiz de öylece geçip giden köpeğe baktık.

“Köpeğinin adını neden Yusuf koymuştun? Özel bir miydi?” diye sordum. “Sen bana neden Sanchez’i uygun gördüysen işte öyle” diye yanıt verdi.

“Bunca yıldır buradasın. Aradığın ne ise hiç yaklaştığın oldu mu?” diye sordum. Başını önüne eğip cevap vermeden bir süre muşamba üzerinde duran bir çift kırmızı bebek ayakkabısına baktı. Ağzının kenarında yine o hafif alası acı gülümseyiş belirdi.

Sonra kafasını kaldırıp “Bugün pazarın tadı yok daha fazla üşümeden toplanıp gideyim” dedi.

Yerde duran üç beş eşyayı kutulamasına yardım ettim. Muşambayı birlikte katladık.

Kafasını kaldırmadan ve selam vermeden o küçük Pazar arabasına sığdırdığı eşyalarını da alıp ağır adımlarla Pazar yerinden uzaklaşmasını izledim.

O günün akşamı bit pazarlarına meraklı olduğumu bilen kızım “Nasıldı bit pazarı? Bir şeyler bulabildin mi?” diye sordu.

Omuzlarımı silkip gülümsemekle yetindim.

Mehmet Uhri

Leave a Reply