Vietnam Kamboçya Laos notları- 1

km11

KİBİRLİ MODERN

Vietnam Kamboçya Laos’u anlamak ve anlamlandırmak için sanırım öncelikle bölgeye nasıl bir ön yargıyla baktığımızla yüzleşmek gerekiyor.

Bölgeye objektif bakabiliyor muyuz?

Yoksa modern Avrupa kültürünü farkında olmadan içselleştirmiş “kibirli modern” gözüyle mi bakmaya eğilimliyiz?

Bölgeye giderken araştırıp bilgi toplamış, iyi kötü kafamda egzotik bir coğrafya hayal etmiştim.

Ancak durum çok farklıydı.

Dönüş yolunda bölge insanları ve yaşam biçimleri üzerine bizlere anlatılanlar ile gerçekte yaşanan arasındaki uçurumu görmeden o coğrafyanın anlaşılamayacağını düşünüyordum.

Üstelik, Vietnam Kamboçya Laos gerçeği ve bölgeye yönelik kendi kibirli modern bakışım ile yüzleşmeden bu satırları kaleme almaya da cesaret edemezdim.

Ne yazarsam yazayım gidip görülesi, yaşanılası bir yer olduğu gerçeğini yeterince anlatamayacağımın da farkındayım.

Başlayalım;

Avrupa’dan bakıldığında hayli uzak topraklar olmasının yanı sıra barındırdığı dünya görüşü ve yaşam biçimleriyle gezginler için fazlasıyla yabancı ve anlaşılması kolay olmayan bir coğrafyadayız.

Bölgeyi anlamak için kendimizi nereye konumlandırdığımızı sorgulamak iyi bir başlangıç olacak diye düşünüyorum.

Bu anlamda Edward Said’i anarak oryantalizmi tanımak ve oryantalist düşüncenin içimize işlemiş riyakarlığı ile de yüzleşmek gerekiyor.

Geri kalmış bir Asya ülkesinde miyiz?

Bundan emin miyiz?

Kendini “gelişmiş, medeni” diye konumlandıran üstenci ve kibirli Batı’nın hayalindeki Doğu toplumu yerine çok daha barışçıl, doğanın verdikleri ile yetinen, kendi insani değerlerine tutunup bir anlamda doğa ile kucak kucağa kendi cennetlerinde yaşayan insanlarla mı beraberiz?

Bizlere anlatılan Egzotik Doğu düşüncesi ile geldiğimiz topraklarda gözümüzün önündeki farklı gerçekle yüzleşmek ve neden böyle olduğunu anlayabilmek için 18. Yüzyıl Fransa’sına kadar uzanmak gerekiyor.

Fransız sömürgeciliğinin doğurduğu ve maalesef Batı tarzı eğitim almış bizim gibilerin de az çok içine işlemiş o iki yüzlü oryantalist bakış açısı ile yüzleşmeden maalesef gözlerimiz aralanmayacak gibi görünüyor.

İnsan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganları ile yola çıkan Fransa’nın acımasızca sömürgeleştirdiği topraklardayız.

18. Yüzyıl sonunda Fransa’nın Kuzey Amerika’daki topraklarını yitirip geri çekilmesiyle başlayan ekonomik çöküş burjuvazinin desteklediği halk ayaklanması ile 1789 Fransız devrimini doğuruyor.

Kilise ve krallık ortadan kaldırılıyor.

Ancak kısa süre içinde devrim kendi çocuklarını da yiyerek burjuvazi destekli bir imparatorluğa dönüşüp Napoleon Bonapart önderliğinde Avrupa’da kanlı savaş ve yıkımlara yol açıyor.

İşte böylesi çalkantılı 50 yıldan sonra Fransa’da bir şekilde iktidara seçilip sonrasında ihtilal ile yönetime el koyan imparator 3. Napoleon ekonomik büyüme için yeni sömürgeler arayışına giriyor.

İktidarını güçlü kılmak için uyguladığı popülist politikaların yanı sıra burjuvazinin de kazanç iştahına yönelik hedefler geliştirerek ardındaki desteği arttırıyor.

Sanayi burjuvazisinin beklentisi olan ucuz hammadde için uzak Doğu’da ordu marifeti ile işgal edilen yeni sömürgeler işaret edilirken ticari burjuvaziye de hammaddelerin deniz ve kara yoluyla taşınmasıyla elde edecekleri kazanç sunuluyor.

Napoleon savaşlarının yarattığı kayıplardan bıkmış Avrupa ülkeleri Fransa ordusunun Avrupa’ya bela olmak yerine okyanus ötesine gönderiliyor oluşuna destek çıkıyor.

Tüm bunlar yaşanırken parayı elinde tutan finansal burjuvazi ise Süveyş kanalı projesi ve bu projenin hisselerinin dünya borsalarında pazarlanması işi verilerek ikna ediliyor.

Tüm tarafların kazanıyor göründüğü bu rejimin adına da Bonapartizm deniyor.

19. Yüzyıl ikinci yarısında Fransa’nın İndochina-Hindiçin adını verdiği bölge istilası bu iklimde başlıyor.

Yaklaşık 200 yıl sonunda hüsranla bitiyor.

km2

Modern aydınlanma düşüncesinin en temel kazanımlarından olan özgürlük, insan hakları ve mülkiyet hukukunun askıya alındığı bu istilaya Fransa halklarını ikna etmek için de Edward Said’in dile getirdiği şekliyle “oryantalist” bakış açısı “icat” ediliyor.

Bölgeye el konulup insanlarını köleleştirmenin adı bölgeye özgürlük ve uygarlık getirmek oluyor.

İnsanlık tarihinde bazı durumlar sanki hiç değişmiyor.

Batı’dan bakıldığında durgun, tembel, uyuşuk, hedonist ve bu nedenle geri kalmış Doğu insanının karşısına Batının gelişmiş, aydınlanmacı, çalışkan yaşam biçimini konularak üstenci bir tutum takınılıyor.

Dahası Doğu’nun bütüncül bakış açısına karşılık Batı’nın analitik aklının doğurduğu düalist öğreti dayatılıyor.

Üstelik Batı tipi düalist düşünce ruh-beden, objektif bilgi-subjektif bilgi, olgu-değer, özne-nesne karşıtlıklarında hep birincilerin üstün olduğunu var sayıyor ve dayatıyor.

Maalesef günümüzde de bu paradoks devam ediyor.

Bu yaşam biçimi dayatmalarının sömürge topluluklarında doğurduğu itiraz ve karşı çıkışlar acımasızca bastırılıp zorla uygulamaya konuluyor.

Taraflar arasındaki husumet artıyor, iletişim tamamen kopuyor.

Sömürge topraklarında tüm bu insanlık ve doğa trajedisi yaşanırken Fransa’da ise başka bir hikâye anlatılıyor.

Demokrasi, özgürlükler ve insan haklarının savunucusu olarak Fransa’nın Doğu’nun geri kalmış, hedonist, tembel, insanlarına özgürlük, uygarlık, yardım, iyilik ve bilgi götüren kurtarıcılar olarak görülmesi yönünde kamuoyu oluşturuluyor.

Doğunun YİN ve YANG ile temsil edilen karşıtların bir aradalığı ve dönüşümü düşüncesinin yerine modernitenin tek yönlü gelişme ve ilerlemeye dayalı düşüncesi zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor.

Bölgede kurulan çeşitli plantasyonlarla insanların doğadan uzaklaştırılıp köleleştirildiği çalışma ortamları oluşturuluyor.

Bu sayede elde edilen zenginlikler ise Fransa’ya akarak sanayi devrimi için gereken sermaye birikimi sağlanıyor.

Bir diğer bakış açısıyla sömürgeciliğin girmesiyle Vietnam Kamboçya Laos coğrafyasında Doğu’nun mistisizmi ile Batı’nın faydacı aklının çatışması da yaşanıyor.

Doğu’nun düalizmi reddetmeyen ancak dönüşüm ve dengeyi esas alan barışçıl dünya görüşü Batı’nın faydacı aklınca hor görülüyor.

Gücü elinde tutan ilerlemeci, faydacı dünya görüşü tüm baskılara ve günümüzde tarih yazıcılar tarafından özenle üzeri örtülmüş en acımasız insanlık dışı uygulamalara karşın bölge insanı ikna olmuyor.

Yaklaşık iki yüzyıl süren kültürel çatışma ikinci dünya savaşında gücünü yitiren Fransa’nın bölgeden çekilmek zorunda kalmasıyla özgürlük mücadelesine dönüşüyor.

Önce Japon istilası sonra Fransa’nın geri dönme çabası halk direnişiyle karşılaşıyor ve bölge ülkeleri 1954 Cenevre konferansı ile özgürlüklerine kavuşuyor.

Üstelik bu film yeni de değil.

Daha eski yıllarda da bölgeyi etkisi altına almaya ve asimile etmeye çalışan başka ülkeler istediklerini yine elde edememişler.

Bölge haritasına bakıldığında Batı’da güçlü Hint uygarlığı Doğu’da ise çok daha eski Çin uygarlığı arasında kaldığı görülüyor.

Bölge insanları bu iki büyük uygarlıktan birinin etkisi altına girmek yerine binlerce yıldır asimile olmadan varlıklarını devam ettirmeyi başarıyorlar.

İyi de bu nasıl oluyor?

Batı’dan Hinduizm, Doğu’dan Konfüçyanizm ve Taoculuğun dayattığı feodal hiyerarşik düzen veya kast sistemini kabul etmeyip kendi kültürü ile harmanlayan bölge insanının Budizm’in başkaldıran özgürlükçü, bireyi kutsal kılan düşüncesine tutunmuş olması bu direniş ve var oluş çabasının sonucu olarak bile okunabilir.

Burada durup bölgenin 20. Yüzyılda yaşadığı savaşları kronolojik sırayla anlatmak mümkün ancak kolaylıkla ulaşılabilecek böyle bir bilginin kuru bir tarih anlatımı ve savaş pornografisinden öte anlamı olduğunu düşünmüyorum.

km3

Savaşı kazanan taraf tarihi yazmış olsa da kaybeden üzerinden bakıldığında SEATO gibi bir örgütün tarihin çöplüğünde unutturulmaya çalışılmasını üzerinde durulmaya değer buluyorum.

SEATO (Southeast Asia Treaty Organization), Güneydoğu Asya bölgesinde Soğuk savaş konjonktüründe komünizmin Güney’e yayılmasını önlemek, komünizm kaynaklı isyan ve saldırılarla mücadele etmek amacıyla NATO benzeri bir örgüt olarak ABD tarafından tasarlanıyor.

SEATO NATO’dan 5 yıl sonra ABD, İngiltere, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda, Pakistan, Tayland ve Filipinler tarafından imzalanan 1954 Manila Antlaşması ile başlayıp tüm üye ülke meclislerince onaylandıktan sonra, Şubat 1955’te yürürlük kazanıyor.

SEATO’ ya hiçbir zaman üye olmayan Vietnam Kamboçya ve Laos ise komünizmin yayılışını önleme amacıyla SEATO anlaşmaları bahane edilerek ABD tarafından saldırıya uğrayan ülkeler oluyor.

Bölgede kalıcı barışı sağlama amacına yönelik denge unsuru olarak kurulan SEATO savaşı legal hale getirmek için araçsallaştırılıyor. 1965 yılında askeri çatışma olarak başlayan ABD Vietnam savaşı 1973’te ABD’nin kesin mağlubiyeti ile sonuçlanıyor.

1975 yılında da SEATO örgütü varlığına son veriyor.

SEATO bir anlamda soğuk savaş döneminde Güneydoğu Asya bölgesi için icat edilmiş NATO örgütü olarak katıldığı ilk savaşta yenilmiş ve örgütsel yapısını yitirmiştir.

Günümüzde henüz savaş yitirmemiş NATO için Ukrayna’da yitirilecek savaş ile benzer bir dağılma olup olmayacağı üzerinde tartışmaların sürdüğü günümüzde politika yapıcıların ısrarla unutturmaya çalıştığı SEATO’nun sanırım bir de bu açıdan hatırlanması gerekiyor.

Bölge tarihi sömürgecilik ve Edward Said özelinden içimizdeki oryantalizm ile yüzleşerek ele alındığında ise gözlerin önündeki perdenin aralanabileceğini düşünüyorum.

Vietnam Kamboçya ve Laos coğrafyasındaki yaşam biçimlerinin farklı ve fazlasıyla doğal olduğu ilk bakışta görülüyor.

İnsanların birbiriyle ve doğayla kurduğu iletişim bugüne kadar gördüklerimize hiç benzemiyor.

Ülkeler fakir olsa da doğanın verdikleri sayesinde açlık, kıtlık görmeden yaşıyorlar.

Hayatı onunla, bununla, kendinle mücadele olarak görmek yerine doğa ile kucak kucağa sessiz bir barış iklimi içinde yaşıyorlar.

Kimse kimseyi rahatsız etmiyor.

Böyle bakınca bölge insanlarının tembel, hedonist olduğu düşüncesi de bir noktadan sonra anlamsız kalıyor.

Ülkelerinde savaş çıkıyor hiçbir yere gitmiyor, ülkeleri için savaşıyor sonra da sanki o acılar hiç yaşanmamış gibi hayatlarına devam edebiliyorlar.

İntikam almaya da kalkışmıyorlar.

Yakınında savaş olasılığı belirdiğinde o bencil faydacı aklıyla göç etmeye eğilimli Batı düşüncesinin tüm bunları anlaması ve anlamlandırması hiç kolay değil.

Her neyse…

Bölgeye dair ilk izlenimlerimi yazarken dışarıya olduğu kadar içeriye de bakmaya çalıştım.

Aradığım anlama ulaşmak için içimdeki oryantalist ile yüzleşmek zorunda kaldım.

Üstelik her oryantalist kadar riyakâr, üstenci ve kibirli olduğumu görüp kendimden ürktüm.

Bölgeye gidip kendi gözlerimle görmeseydim içimdeki “kibirli modernin” farkında bile olmayacaktım.

Yine de gözümün önündeki perdenin yeterince aralanmış olduğunu düşünmüyorum.

Mehmet Uhri

Leave a Reply