Archive for the ‘Tamirhaneden’ Category
VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI -2
Pazar, Eylül 15th, 2024VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI -1
Pazar, Eylül 15th, 2024ÇOCUĞUN VAR MI?
Pazar, Eylül 15th, 2024Karar perdesi
Pazar, Eylül 15th, 2024
Her Şeyin Kıyısında
Pazar, Eylül 15th, 2024PLAZA MARTILARI
Cumartesi, Temmuz 22nd, 2023
“Onlar plaza martıları. Gecenin karanlığında plazaları aydınlatan ışıklara kapılıp sabaha kadar ayrılamıyorlar” dedi.
İstanbul’un gökdelenleri ve iş merkezleri ile yeni yüzünü yansıtan Levent’te durakta otobüs bekliyordum. Gece ilerlemiş otobüs seferleri seyrekleşmişti.
Caddenin trafiği yüklü görünse de ortalıkta pek kimse kalmamıştı.
Gecenin karanlığında gökyüzünü aydınlatarak gökdelenleri olduğundan da görkemli gösteren ışıklarda kanat çırpan martılara gözüm takılmış, durakta oturmakta olan o ana kadar fark etmediğim yaşlı beyefendinin bu sözleri ile irkilmiştim.
Eliyle martıları işaret etti;
- Gökdelenler yokken martılar buralara gelmezdi. Onları için burada çerçöpten başka yiyecek yoktu.
- İyi de şimdi niye buradalar?
- Önce heyula gibi gökdelenler diktiler. Sonra o görkemli yapıları dıştan aydınlattılar. Ortalık ışıl ışıl oldu. Bakma sen binaların görkemli göründüğüne. Hepsi işyeri, gece kimse kalmaz buralarda. Geceleri içleri boş sanılmasın diye aydınlatıyorlar. Akıllarınca görüntüyü kurtarıyorlar. Martılar ise ışığa geliyor, gün ışıyana kadar ayrılamıyorlar. Yiyecek bulamadan aç açına dönüp duruyor helak ediyorlar kendilerini.
Bulunduğumuz otobüs durağı sakindi. Cep telefonuna bağlı kulaklıkla müzik dinleyen genç delikanlıyla durağın kenarında laflayan kadınlı erkekli birkaç kişiden başka kimse yoktu. Beyefendinin yanına oturdum.
Bir süre daha plazaların ışığından ayrılmayan martılara baktık. Hangi otobüsü beklediğini sorduğumda Beşiktaş’ta oturduğunu, hava almak için yürüyüşe çıktığını soluklanmak için durduğunu, emekli gazeteci olduğunu söyledi.
Eliyle kulaklıkla müzik dinleyen delikanlıyı gösterip eskiden iyi kötü herkesin koltuğunun altında gazete olduğundan şimdilerde ise bu tür aletlerin gazetelerin yerini aldığından yakındı.
Gelen servis minibüsü gece vardiyasına gitmekte olan kadınlı erkekli grubu alıp hareket etti. Bizimki eliyle minibüsü gösterip “gecenin bu saatinde insanları çoluğundan çocuğundan evinden koparıp yollara dökmeyi başarıyorlar ya, helal olsun. Çağdaş kölelik böyle bir şey işte” dedi. “Ne yapacaksın ekmek parası, geçim derdi. Büyük şehirde yaşamak, çocuk büyütmek kolay değil.” diye cevap verdim.
Kaşlarını çatıp elini kaldırdı.
- Yok. O kadar basit değil. Üstlerine başlarına bakarsan anlarsın. Onlar hiç de öyle aç açık değiller. Bence onlar pek çoğumuz gibi kredi kartı taksitlerine, borçlarına çalışıyorlar. Üstelik ülkenin hali de bu insanlardan pek farklı değil.
Bir süre susup gelen geçen arabalara baktık. Sonra dönüp, içinde yaşadığımız düzenin her zaman çoğunluğu köleleştirmeye gerek duyduğunu, bunun için uzun süre açlığı, kıtlığı kullandığını, insanların çoluğu çocuğu aç açık kalmasın diye köle gibi çalışmaya razı olduğunu, ülke zenginleşip açlık korkusu azalınca pay isteyen veya düzene karşı duranların sayısının arttığını, sosyal adalet beklentisinin tırmandığını anlattı.
- Toplumu yeniden köleleştirmek için yeni tüketim objeleri bulunmalı ve toplum tüketim ile köleleştirilmeliydi. Maalesef bunu başardılar. Bu dönüşümde askeri darbelerin de etkisi oldu ama bana sorarsan en büyük suç biz gazete ve medya çalışanlarında. Bizleri çok iyi kullandılar. Üstelik içinde olmamıza karşın anlayamadık. Anladığımızda da iş işten geçmişti.
- Ne suç işledi gazeteler?
- Önce insanlara yeni tüketim objeleri tanıttık. Ev, araba, giyim kuşam, aksesuar, yaşam biçimi aklına ne gelirse hepsini tanıttık. Dahası bir kısmını kupon ile çekiliş ile verip kolay erişilebilir sanılması için uğraştık.
- Peki ya sonra?
- Sonra sıra insanları borçlandırmaya geldi. Hani bir zamanlar pavyon kadınlarını borçlandırıp çalıştırırlardı ya, işte milleti de taksitle alışverişe alıştırıp borçlandırdılar. Borcu bitene kadar çalışmak zorunda bıraktılar. Şimdi bütün millet taksit ödemek, bitmek bilmeyen borçlarını döndürmek için çalışıyor. Çağdaş kölelik dediğim böyle bir şey işte. Görmüyor musun? Peşin parayla alışveriş istenmiyor, artık. Her şey peşin fiyatına bile olsa taksit ve borçlandırma üzerine kurulu. Ülkeyi de pavyon çalışanına benzettiler. Ülke olarak hiçbir zaman bitmeyecek borç içinde yüzüyoruz ve bırak anaparayı ödemeyi, borçların faizini ödemeyi başarı diye yutturuyorlar.
Bir süre sustu. Bekleyenlerin birer ikişer gelen otobüslere binmesiyle durağa tekrar sakinlik çöktü. Caddenin trafiği ise azalmış görünmüyordu. Ayağa kalktı. Eliyle plazaların ışığında dolanan martıları gösterip “Bence milleti de bu plaza martılarına benzettiler. Tüketimden vazgeçemiyorlar. Martılar gibi tüketimin ışıltısı içinde aç açına amaçsızca dönüp duruyorlar. Kendilerini tutsak ediyorlar. Martılar gün ışıyınca anlıyor hayatın gerçeğini. Umarım bizimkiler de gün gelir anlar. Gerçi pek umudum kalmadı. Kendi çocuklarıma bile anlatamıyorum. Eski kafalı ve dinozor olmakla suçluyorlar” dedi. Kederlenmişti. “Senin de gece vakti kafanı şişirdim. Bağışla… Kal sağlıcakla” diyerek Beşiktaş’a doğru ağır adımlarla uzaklaştı.
Orada öylece kalakalmıştım…
Beklediğim otobüs gelmek bilmiyor, caddenin gürültüsünün azaldığı anlarda yukarılardan plaza martılarının çığlıkları geliyordu.
Mehmet Uhri
ENDÜLÜS NOTLARI - 7 DUENDE
Çarşamba, Haziran 28th, 2023
Şanslıydım… Bir dizi rastlantı ile Sevilla şehrinde ilginç bir fotoğraf sanatçısı ile tanışıp ayak üstü konuşma fırsatım oldu.
O kısacık sürede Flamenko ve hepsinden önemlisi başka dillerde karşılığı olmayan Duende konusunda belki de bir kitap dolusu bilgi paylaştı.
“Duende” dedi. “Seni buralara kadar sürükleyen de Duende… Yüzleş onunla.” diyerek veda etti.
En iyisi yine baştan anlatayım;
Sevilla’da 1929 Expo fuar alanı olarak tasarlanan Park de Espana sabahın erken saatlerinden itibaren otobüslerle gelen ziyaretçilerini ağırlamaya başlamıştı. Gezi programının doluluğu nedeniyle sabahın erken saatinde parkı ziyaret etmesek o fotoğrafçının ve dahası Duende’nin varlığından bile haberim olmayacaktı.
Dedim ya, şanslıydım…
Görkemli meydan ve ona eşlik eden parkı hızlıca dolaşırken sabah sakinliğini fırsat bilip çekim yapmakta olan grubu fark etmemiş kadrajlarına girerek çekimin aksamasına yol açmıştım. Arkamdan gelmekte olan ve az sonra kadraja girmesi olası insanları durdurarak bir anlamda özür dilemeye çalıştım. Kısa süre sonra ekipten biri bulunduğum yeri kontrol altına alınca oradan ayrılıp yanlarına yaklaştım.
Sabahın ilk ışıklarına uygun bir yerde fotoğraf çekimi için toplanan grup kısık sesle de olsa müzik yaparken fotoğrafçı da geleneksel kıyafetleri içinde dans etmekte olan kadını görüntülüyordu.
Üstelik acele etmeleri gerekiyordu. Güneş yükseliyor, meydan hızla kalabalıklaşıyordu.
Kirli beyaz sakallı fotoğrafçının yüzü asıktı. Söyleniyordu. Fotoğraf çekmeye devam ediyor ancak çektiklerini beğenmiyordu. Israrla “Sağa sola bakınmayı bırakın, unutun her şeyi, Duende, Duende!” diye hem kadına hem de gitar çalıp el çırpanlara bağırıyordu.
Fotoğrafçının yüksek sesle son kez küfredercesine “Duende, diyorum!” diye bağırıp azarlamasıyla grubun morali iyice bozuldu, dansçı kadın gözyaşlarını tutamayınca makyaj tazelenmesi için ara verilmek zorunda kalındı.
Arayı fırsat bilip fotoğrafçının yanına yaklaşıp “Nedir bu Duende?” diye sordum.
Öfkesi yüzüne yansımış, sıkıntısı geçmemişti. Çekil git başımdan dercesine bakıp şöyle bir baştan ayağa göz ucuyla süzdü. Sonra “Nereden geliyorsunuz?” diye karşı soru ile yanıt verdi. Türk olduğumu İstanbul’da yaşadığımı söyledim. Elinden bırakmadığı kamerasının ayarları ile oynarken bir süre düşündü. Az önceki öfkesi yatışmış yüzü aydınlanmıştı. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı ve “Rumi” dedi.
- Anlamadım. Ne demek Rumi?
- Rumi işte. Siz ona Mevlâna diyorsunuz. Başka bir yöreden olsaydın açıklamaya uğraşmazdım. Sizin oralarda Rumi’nin de işaret ettiği bir yer, Duende. Ölümün askıya alındığı sözcüklerin düşüncelerin sona erdiği suskunluk hali. Sanki geçici bir kendini aşma. Anlatılası değil, yaşanılası bir şey.
- Araf gibi mi?
- Ne ötedesin ne beride. İçindeki Duende’desin. Özgürsün…
- İyi de Flamenko ile ne ilgisi var?
- Flamenko işin görünen yüzü. Bütün 0 müzik, dans, sesler Duende için. Duende yoksa Flamenko soytarılıktan öte değil.
Fotoğrafçı ekibine göz ucuyla baktı. Tekrar çekime hazır hale gelmeleri biraz daha zaman alacak gibi görününce eliyle acele etmelerini işaret edip kamerasını çantaya koydu. Merdivenlere oturdu. Ben de yakın bir yere ilişip çantamdan çıkardığım su şişelerinden birini uzattım. Geri çevirmedi. Susamıştı, hızlıca yarıdan çoğunu yuvarladı.
Cesaretimi toplayıp “Sahi, nedir şu Flamenko?” diye sordum.
- Sence?
- Ne bileyim? Dışarıdan bakıldığında gitar ile neredeyse on parmak çalınan bir müzik, bolca ritim, ses ve topukların yere sertçe vurularak oynandığı dans denebilir.
- Kaç kişi dans ediyor?
- Genellikle tek kişi?
- Peki yatay hareketlerle mi yoksa dikey hareketlerle mi dans ediliyor?
- Topuklar vurulduğuna göre dikey hareketler sanırım.
- Peki sence neden böyle? Neden diğer danslar gibi kalabalık ve yatay değil?
- Bilmem. Hiç düşünmedim.
Şişede kalan suyu da yudumlayıp teşekkür etti. “Dinle o zaman” diyerek Flamenko’yu anlattı;
“Dinle o zaman; Flamenko bu topraklarda hor görülmüş ve hep ötekileştirilmiş insanların, katlanmak zorunda kaldıkları adaletsizliğe karşı bir isyan çığlığıdır. İçindeki ezilmişliğin, öfkenin dışa vurduğu en zarif başkaldırı örneklerindendir. Tekil bir haykırıştır.
Amerika kıtasında köle müziği olarak başlayan caz gibi bu topraklarda da ezilmişlerin isyanı müziğe ve dansa aktarılmıştır. Yoksulluk ve eziyet gören, ezilen, toplum için güvenilmez olarak nitelendirilen, tarihleri boyunca mülk bile edinemeyen, tarım ya da maden ocaklarında çalıştırılan insanların içlerinde biriken öfke, hırs, isyan ve özgürlük arayışı Flamenko’yu doğurmuştur. Baskı altındaki insanlar acılarını, mutsuzluklarını itirazlarını Flamenko ile ifade ettiler. Flamenko’daki sert duruş ve bakışlar, hep o isyanın yansımasıdır.
Başka türlü isyan edemeyince aradıkları özgürlüğe Flamenko’nun içindeki Duende ile ulaştılar. Asırlardır icra edilen bu gizemli müzik ve dansın barındırdığı hüznü yaşatan, içinde bulunduğu açmazı aşmaya çalışanların isyanını anlatan ve Flamenko’ya ilham veren ruhani güce Duende diyoruz.
Yani Duende için güçlü bir Flamenko icrası sırasında ortaya çıkan kendinden geçme, yaşam ve ölümün birbirine bulandığı yoğun duygu durumu denilebilir. Duende’ye ulaşan dansçı yaşamla dans eden bir ölü, ölümle dans eden bir canlı gibidir.”
Bir süre susup sözlerinin anlaşılıp anlaşılmadığından emin olmak istercesine bana baktı. “Anlamadım. Tüm bu isyan biterse Flamenko’da mı bitecek?” diye sordum. Yüzünde acı bir gülümseme belirdi.
Sonra sözlerine devam etti;
“İsyan bitmeyecek, hiç bitmeyecek. Çünkü Flamenko özünde varoluşa isyandır. İnsanın en radikal karşı çıkışı, kendi varoluşunun reddidir. Fizik ve biyoloji kurallarına göre yaşayan bir bedenin içinde hapsolmuş ruhun özgürlük arayışıdır. Nasıl mı?
Flamenko dansına analitik bir gözle bakarsan diğer danslardan farklı olarak dikine hareketlerin baskın olduğunu görürsün. Sanki, fizik kurallarına direnircesine yerçekimine karşı ve topukların yere vurulmasıyla yer çekimine aykırı yapılan bir danstır. Beraberinde el çırpıp ritim tutulan ve zaman zaman yanık bir ağıt okunarak isyanı hissettiren özelliği ile en temel varoluş yasalarına bile karşı duruş sergilenir.
Flamenko’nun ruhunu anlayıp Carmen operasını besteleyen George Bizet eserinde o varoluşsal isyanı bu şehirde tütün fabrikasında işçi olarak çalışan Carmen isimli bir kadın ile görünür kılmayı seçmiştir. Carmen, üzerindeki tüm kimlik ve etiketleri reddeden, neredeyse cinsiyetinden bile sıyrılmaya çalışan bir özgür ruh olarak Bizet’nin eserinde hayat bulur.”
Konuşmaya ne yazık ki daha fazla devam edemedik. Ekip yerini almıştı. Çekime hazır olduklarını bildirmeleriyle bizimki ayağa kalkıp makinesini eline aldı. Işığı kontrol edip dansçı kadına yaklaşıp bir şeyler söyledi.
Az sonra dansçı kadın Flamenko ezgileri eşliğinde saçındaki gül goncası ve ateş gibi yanan kuyruklu eteğini savurarak topukları üzerinde dansa başladı.
Kısa süre sonra etrafımıza toplanan kalabalığa aldırmadan sanki dünya dışındaymışçasına müziğin ve dansın içine yuvarlandılar.
Bu durum çok uzun sürmese de fotoğrafçı bu kez çıkarılan iş ve çektiği görüntülerden memnun görünüyordu.
Kalabalık daha da artınca toplanmaya başladılar. Fotoğrafçının çantasını omzuna atıp ekibi beklemeden oradan uzaklaşmaya niyetlendiğini görünce yanına gidip teşekkür ettim. Uzattığım elimi sıkmak yerine işaret parmağı ile iki kez göğsüme dokundu. “Duende, seni buralara kadar sürükleyen de Duende… Yüzleş onunla.” dedi.
Arkasına bile bakmadan kalabalığa karışıp gözden kayboldu.
Dedim ya, şanslı günümdeydim…
Mehmet Uhri
PİSİDİA NOTLARI - 2 SU PERİLERİNİN TANIKLIĞI
Salı, Haziran 20th, 2023“Burada insanlığa yalan söylendi ve çok büyük bir ihanet yaşandı”
Ses Nymphaion’dan geliyordu.
Emin olmak için Pisidia Antiocheia şehrinin Kuzey cephesinde su perileri için yapıldığı bilinen kalıntı halindeki Nymphaion’a biraz daha yaklaştım.
- Bana mı söylediniz?
- Sana ya… Başka kimse var mı burada?
- İyi de kimsiniz? Kiminle konuşuyorum?
- Suyu çekilse de buradan ayrılamayan su perileriyiz. Gelene geçene dilimiz döndüğünce bu şehirde söylenen o büyük yalanı ve ihaneti anlatırız.
- İyi de neden ben? Benden ne istiyorsunuz?
- Sen de pek çoğu gibi “Ben masumum, bir şey yapmadım. Hem ben neyim ki? Ne yapabilirim?” kolaycılığına sığınıp dinlemeyecek, o büyük yalana ve ihanete diğerleri gibi ses çıkarmayacaksan bizleri hiç yorma. Hadi git yoluna…
Dağ başında neredeyse bin yıldır terk edilmiş antik bir kentte su perilerine adanmış suyu çekilmiş bir kalıntının önünde perilerle konuşuyordum.
Üstelik bir yalan ve ihanetten söz ediyorlardı.
Bir yandan merakım diğer yandan da tedirginliğim artıyordu.
Çantamdan not defteri ve kalem çıkarıp Nymphaion’a yaklaştım.
Sırtımı çeşmenin soğuk taşına dayayıp “Sizi dinliyorum. Neymiş burada söylenen o büyük yalan?” Diye sordum.
Periler kendi aralarında bir süre tartıştılar.
Perilerden biri kısık sesle “Diğerleri gibi anlatacaklarımızı dinlese de gözünü yumup susup oturacak birine benziyor. Bence kendini hiç yorma” dedi. Bir diğeri de bu sözlere destek verdi. En baştan beri konuşan peri ise “Olsun, biz yine de anlatalım. Anlatalım ki yalan ve ihanet unutulmasın. Birileri de biliyor ve susuyor olmanın acısı ile yaşasın. Bu da onlara dert olsun” diye ısrar etmese konuşma devam etmeyecekti.
“Aç kulağın da dinle o zaman” diyerek su perisi anlatmaya başladı;
- Burada, bu şehirde herkesin bildiği ama korkusundan kimsenin sesini çıkarmadığı bir ihanet yaşandı ve insanlığa yalan söylendi. Tüm bunlara sesini çıkarmayıp zımnen onay verenlerle birlikte büyük bir insanlık suçu işlendi. Biz periler hepimiz tanık olduk. O büyük yalan tüm dünyaya buradan yayıldı.
- Neden söz ettiğinizi anlayamadım. O büyük yalan neydi? Kim söyledi?
- Çok yıllar önceydi. İnsanlara bu dünyada olmasa da ruhlarının öte dünyada özgür olacağı umudunu aşılayıp iman etmelerini, barışı, sevgiyi, paylaşımcılığı aşılayan fikirleriyle heyecan uyandıran gencecik bir insanı İsa isimde birini çok uzaklarda acımasızca katlettiler. Öldürdükleri yetmedi burada, bu şehirde sözlerini, fikirlerini değiştirip bir kez daha öldürdüler. Cinayeti bilenler yalanı ve ihaneti de gördü.
- Hiç mi itiraz eden olmadı?
- İtiraz edenler ortadan kaldırıldı. Kimse sesini çıkaramadı.
- Peki ya sonra?
- O yalan ile birlikte şehrin üzerine bir lanet çöktü. Bir daha kendine gelemedi. Birkaç kez el değiştirdi. Yandı, yıkıldı ve sonunda terk edildi. Geride bizler kaldık. Gelene gidene şehrin lanetlenmesine yol açan olayları anlatıyoruz.
- İşe yarıyor mu?
- Nasıl güçlü bir yalan söylendiyse pek kimseyi ikna edemiyoruz. Kime anlatırsak anlatalım yalanın bir ucundan tutmayı veya suskun kalmayı seçip uzaklaşıyor. Açıkçası senden de çok umutlu değiliz.
Araya giren diğer bir su perisi “İhaneti gördük, cinayeti bildik, söylenen yalanlara sessiz kalan acizleri de gördük. Buraya gelirken size anlatılanları unutun. Bir de bizi dinleyin” dedi. Bir süre sustuktan sonra sözlerini biraz da hiddetlenerek sürdürdü; .
- Bu şehirde bir haini konuşturup önce işledikleri cinayeti akladılar. Sonra katledilenin ölmediğine bir şekilde göğe yükseldiğine inandırdılar. Çekilen acıları da tüm insanlığın günahlarının kefareti olarak ölen kişinin üstlendiğine inanılmasını buyurdular. İnsanlara vaat edilen sevgi ve umudun yerini korku ve boyun eğmenin alması için her şeyi yaptılar.” Diye devam etti.
“Anlamadım. Şu işi bana baştan anlatabilir misiniz?” Diye üsteleyince perilerden biri tok ve kararlı bir sesle “ O zaman arkana yaslan ve dinle” diyerek aşağıdakileri anlattı:
“O zaman arkana yaslan dinle; İnsanlık tarihinde pek çok kez yaşananlar yıllar önce burada bir kez daha yaşandı. Cumhuriyet ile yönetilen güzelim ülkede iktidarı ele geçirmek için Doğu ile Batı arasında kanlı bir iç savaş yaşandı.
Kazanan taraf Batı oldu. Ülkede kontrolü sağladı.
Sonrasında olağanüstü şartlar bahane edilerek cumhuriyet rejimi askıya alındı. Senato kapatıldı. Yaklaşık dört yıl süren ara rejimden sonra yönetimi elinde tutan zat halk iradesini ortadan kaldırıp tek adam yönetimini ilan etti.
Bu sırada muhalefet kendi içinde kısır tartışmalara uğratılıp önce parçalandı sonra tasfiye edildi. Zamanla tek adam iktidarına karşı durmaya cesaret bile edilemez oldu.
40 Yıldan fazla süren tek adam rejimi giderek tanrısal bir kutsallık ile birleşti. Dini otorite bile o tek adamın iki dudağı arasına hapsedildi.
Tek adamın iradesi ve güçlü askeri yapılanma ile halkın sesi iyice kısıldı. Cumhuriyet rejimi unutuldu.
Baskı ve zorlamayla da olsa ülkede barış ve güvenlik iklimi sağlandı.
Bu yeni yönetim biçiminde halkın görevi işgücü ve asker gereksinimi için üremek, daha çok çalışıp devlete vergi vermek ve devletin zenginliğini arttırmaktı. Emir büyük yerdendi. Herkes üstüne düşen görevden başka bir şey düşünemez oldu.
Giderek büyüyen devleti doyurabilmek için vergiler arttırıldı. İnsanlar daha çok çalışmak zorunda bırakıldı. İtiraz edenler kısa sürede tasfiye edildi. Muhalif olmanın suç sayıldığı, insanların yönetimden ve birbirinden korkup sustuğu yıllardı.
İçeride ve dışarıda işaret edilen düşmanların varlığı ile insanlar korkutulup boyun eğmeleri sağlandı. Tanımlanan düşmanların şerrinden korunmak için devlete itaat etmek zorunluydu.
İnsanlarını dışarıda istilacı barbarlar söylemi ile içeride ise hep bir öteki ile korkutup yalnızlaştıran yönetim yarattığı baskı ve korku iklimi ile sürekliliğini sağladı.
Devlete itaat sorgulanamaz hale geldi.
Değiştirilmesi hayal bile edilemeyen bir devlet düzeni, bu düzeni sağlamak için oluşturulmuş katı hiyerarşi, acımasız güvenlik ve baskı ortamı tüm bunların bedeli olarak vatandaşların sorgulamadan yerine getirmek zorunda olduğu görevler tanımlandı.
İşte böylesi bir baskı ve korku ikliminde bu dünyaya ait olmayan sevgi, umut, ruhun özgürlüğü ve bunların gerçekleşebilmesi için iman aşılayan birilerinin söylemlerinin ilgi görmesi ile uzaklarda “değişik” bir arayış, pasif bir muhalefet alevlendi.
İlk anda baskıcı yönetim alışık olmadığı bu “farklı” söyleme nasıl tepki vereceğini bilemedi.
Doğrudan iktidarı hedef almıyordu. İnsanlara devlete boyun eğseler ve bu dünyada özgür olamasalar da ruhlarının öte dünyada özgür olabileceği fikri ile umut aşılayan, “ötekilerden” korkmak yerine onlara sevgi ile yaklaşmayı, barışı, birlik ve beraberliği, paylaşımcılığı aşılayan bu söylem ilgi gördü. Hızlıca taraftar buldu.
Bir insanın iki dudağı arasından çıkan “sevgi, umut ve iman” söyleminde buluşan insanların korkuları azaldı. İşbirliği, paylaşma ve dayanışma arttı.
Ortada devlete karşı başkaldırı olmasa da devletin itaat mekanizması olan korku ikliminin ruhun ölümsüzlüğü ve öte dünyada özgürlük fikri ile aşılmakta olması yönetimde kaygı uyandırdı.
Bu durum gereğinden fazla çalışmanın anlamsızlığını ortaya koyarken insanlara öte dünyada özgür olacak bir ruha sahip olmanın özgüvenini de kazandırmaktaydı.
Ortada yönetime karşı bir direniş olmasa da devletin tekelinde olan korku yönetimi el değiştirmekte yeni doğan düşünce ile kendine hızla taraftar bulmaktaydı.
Özgüveni olan vatandaş yönetim için tehdit olarak görüldü.
Yılanın başı küçükken ezilmeliydi.
Öyle de oldu.
Düşünceleri ile sevgi, umut ve iman fikirlerini aşılamaktan başka bir şey yapmayan malum kişi yakalanıp ibretlik biçimde acılar içinde öldürüldü.
Ancak düşüncelerini öldüremediler.
Arkadaşları aracılığıyla çeşitli söylencelere konu edilerek yaşatılmaya, kendine yeni taraftarlar bulmaya devam etti. Devletin yok ettiği ve mezarının dahi olmayan kişiye halk nezdinde kutsallık atfedildi.
Öldükten sonra da olsa taraftarlarının arttığını gören yönetim önce bu yeni düşünceden olanları acımasızca yok etmeye çalıştı. Ancak sayılarının artmasını önleyemedi.
Giderek büyüyen düşünsel yapılanmayı kendi varlığına tehdit olarak gören iktidar bu kez yok edemediğini kontrolüne alacak aksiyon üretmenin çarelerini ardı.
Ancak bir sorun vardı.
Sırf düşünce ve inançları için peygamberleri ile birlikte onca insanı öldürdükten sonra barış iklimi nasıl sağlanacaktı?
Üstelik öldürüp yok edemediği ve daha çok kendine düşman ettiği insanları ikna edip yanına çekecek yeni bir söyleme gereksinim vardı.
En gaddar adamlarından biri bu iş için görevlendirildi.
Özel olarak seçilmiş bu kişi zamanında pek çok inanç sahibi insanı gaddarca yok etmiş devletin makbul vatandaşlarından biriydi. Üstelik Roma vatandaşıydı.
Öldürülen ve göğe yükseldiği iddia edilen kişi ile karşılaştığını gözlerinin kör olup üç gün sonra yine o öldürülen kişi tarafından açıldığı gibi bir hikâye anlatıldı.
Bu sayede taraf değiştirip inanç sahibi olduğuna kendini ve çevresindekileri inandırdı.
Sonra yine devletin koruması ve göz yumması ile “makbul vatandaşın” ömrü boyunca tüm ülkeyi dört kez dolaşıp devletin istediği biçimde söylem geliştirerek verdiği vaazlarla yeni düşünce ve inanç sistemi anlatıldı.
Yeni sistemin eski inanç sistemi ile bütünleşip yazıya dökülmesi sürecinde de devletin görevlendirdiği malum vatandaş okuduğu vaazları kaleme alıp 14 bildirge halinde kutsal kitaba ekledi.
İleride tartışma konusu olmaması için daha sonraki yıllarda kutsal kitaba Roma vatandaşı Pavlus’un yolculuklarına dair notlar da eklendi.
Kısaca kutsal kitabın önemli bir bölümü havari bile olmayan Pavlus’a yazdırıldı.
Bu vaazlar arasında devletin işlediği cinayetin üzerini örtecek biçimde ölen kişinin kutsallık âlemine kabul edildiği, infaz edilenin tüm insanlığın günahlarının kefareti olarak kendini feda ettiği, insanların kilisenin kutsallığına rıza gösterip işaret edilen yoldan ayrılmaması gerektiği gibi pek çok yeni eklentiler ile yeni bir itaat mekanizmasının temelleri atılır.
Bir taşla birkaç kuş vurabilmek için ülke içindeki çatışma yaratan Doğu’nun tek tanrıcılığı ile Batı’nın çok tanrıcılığı bu yeni kitapta birleştirildi. Sağlığında konu hakkında hiçbir şey söylememiş olan İsa’ya tanrının oğlu denilerek 1,5 tanrıda uzlaşma sağlandı.
Kutsal kitaba yapılan eklemeler ile düşünce ve inanç ile ortaya çıkan iç tehlike değiştirilip dönüştürülerek yeniden kontrol altına alındı.
Ve işte sözünü ettiğimiz yalan ve ihanet burada, devletin görevlendirdiği kişi tarafından bu şehirde verilen o ilk vaaz ile başladı.
Katlettikleri İsa’nın ağzından bir sürü yalan uyduruldu. Sevgi ve umudun yerini korkuların alması için gereken ne varsa yapıldı.
Her şey buradaki o ilk vaaz ile başladı.
Biz periler bu şehirde ihaneti gördük. Dahası insanların tüm bunlara itiraz etmeyip suskun kalmalarına, boyun eğip kabullenmelerine, zımnen onay vermelerine de tanık olduk.
Tüm bunları o büyük yalan, ihanet ve riyakârlık unutulmasın diye gelene gidene anlatıyoruz. Anlattıklarımız çoğu kez dedikodu diye geçiştirilip ciddiye alınmasa da susmuyoruz. Bizleri bu Nimphaion’a hapsedenlere inat yaşananları anlatmayı sürdürüyoruz…“
Bu sözlerden sonra ortamda derin bir sessizlik oldu.
Antik kentte şiddeti giderek artan rüzgârın uğultusundan başka ses işitilmiyordu.
Bir süre ne periler konuştu ne de ben söyleyecek bir söz bulabildim.
Aklımdan resmi tarih ve dini tarih ile ilgili anlatılanlar, koca koca isimler geçiyordu. Periler için ise isimlerin, etiketlerin pek önemi yoktu.
Yaşananları dert edinmişlerdi ve tanık olduklarının unutulmamasını istiyorlardı.
Havanın bulutlanmasıyla yağmur olasılığı belirince doğrulup ayağa kalktım. Kafam allak bullak olmuştu. Perilerden ise ses gelmiyordu.
“Peki ya sizler? Sizi buraya hapsedenler derken ne demek istiyordunuz?” Diye sordum.
Hepsi birden sözlerime gülerek karşılık verdi. Kahkahaları bittikten sonra az önce uzun hikâyeyi anlatan peri arkadaşlarına “Sanırım yine boşa konuştuk… Bu da anlamadı?” dedi.
Bir süre öylece ayakta durup cevap beklediğimi söyledim. Perilerden biri;
- Yahu şu çevrene bir bak. Burada su perilerinin ne işi olur? İsmimiz kullanılarak inşa edilen bu yapının aslında şehre su getirebilme uğruna harcanacak onca emeğe halkın rıza göstermesini sağlamak için basit bir aldatmaca olduğunu görmüyor musun?
- Nasıl yani? Sizler de mi?
- Bizler bile… Anlamıyor musun? Her şey halkın boyun eğmesi, verilen emir ve görevlere itiraz etmemesi için aldatmacadan ibaret. Makbul vatandaşını yalan söylemek ve ihanet için görevlendiren zihniyet zamanında bizleri de benzer bir kandırmaca için kullanıp buraya hapsetti. Bizler de suyu çekilmiş bir Nymphaion’un perileri olarak tanıklıklarımızı gelene gidene anlatarak öç alıyoruz.
Canım sıkılmıştı. Kendi kendime “ Öyleyse hep bir kandırmaca içindeyiz. Kananlar, kabullenenler mutlu, kanmayanlar mutsuz… Hepsi aynı oyunun tekrarından başka bir şey değil” diye söylendim.
En baştan beri benim için umutsuz olan kısık sesle konuşan su perisi “Ha gayret. Anlamaya başlıyorsun. Bu arada söylemedi deme; yaklaşan bulutlara bakılırsa yukarıdaki az sonra su koyuverecek. Hadi git artık. Islanma…” dedi.
Bu sözlerden sonra perilerin sesini bir daha işitmedim. Öylece şaşkın bir halde kalakalmıştım. Yağmur başlayıp kısa sürede hızlanınca daha fazla duramadım. Koşarak sığınacak bir yer bulana kadar da hayli ıslandım.
Su perileri giderayak bana da yapacaklarını yaptı diye düşündüm.
Bir süre girişteki sundurmanın altında yağmurun hafiflemesini beklerken uzaktan yalanın ve ihanetin başladığı o lanetli kentten kalan yıkıntılara baktım.
Az sonra yağmakta olan yağmura eşlik eden güneş ile birlikte Pisidia Antiocheia şehrinin üzerinde belli belirsiz bir gökkuşağı oluştu.
Sonra…
Sonra hızlıca kayboldu…
Mehmet Uhri
PİSİDİA NOTLARI 1 YAĞMUR VE GELİNCİK
Pazartesi, Haziran 12th, 2023Yağmur kimseyi ayırmaz eşit ıslatır. Gelincik ise kimsenin toprağını ayırmaz, her yerde biter, paylaşımcıdır.
Isparta iline bağlı Yalvaç yakınlarında kurulmuş Pisidia Antiocheia şehrindeydik.
Deprem ve istilalar ile yanmış yıkılmış ve 13. Yüzyılda terk edilmiş şehirden geriye kalanlar arasında zamanındaki ihtişamlı yapıları ve yaşamı hayal etmeye çabaladık.
Verimli toprakları, sulak arazileri ile doğanın cömert davrandığı bölgede istilacı imparatorlukların koşulsuz itaat bekleyen yönetimlerine bölge insanlarının hayli direnç gösterdiği ve karşılığında ağır bedeller ödemek zorunda kaldığı topraklardaydık.
Bölgeye birden fazla garnizon şehri kurmak zorunda kalan koskoca Roma İmparatorluğu’na bakılırsa Pisidia insanlarını doğaya kafa tutmaya, onunla rekabet etmeye ve savaşlara ikna etmenin hiç kolay olmadığı anlaşılıyor.
Pisidia halkları ve gelip geçici baskıcı yönetimler arasındaki bu çekişmenin gerçek kazananının ise yıkıntılar arasında bahar aylarını fırsat bilip her yerden fışkıran gelincikler ve ara ara yağan yağmur ile doğa olduğu söylenebilir.
Pisidia Antiocheia şehrini ayırım gözetmeksizin kaplayan gelinciklerin paylaşımcılığı ve yağmurun adaleti sanki insanlığa sessiz bir mesaj veriyor.
Şehrin bilinen tarihi Erken Tunç Çağı’na uzansa da tarihsel metinlerde Seleukos hanedanından 1. Nikator veya oğlu 1. Antiochos tarafından Galat kavimleri ile mücadele edebilmek amacıyla M.Ö. 3. Yüzyılda Frigya sınırında ileri karakol olarak kurulduğu anlatılmaktadır.
Sonrasında Roma imparatorluğuna geçen (M.Ö. 188) ve müttefikleri Bergama krallığına bağlanan Pisidia Antiocheia’sı kral III. Attalos’un (M.Ö 133) ölümü ve vasiyeti gereği Roma toprağına dönüşür.
Roma imparatoru Augustus döneminde Ortadoğu’ya uzanacak güvenli ticaret yolu “Via Sebaste’nin” Anadolu’daki başlangıç noktası olarak askeri garnizon şehrine dönüştürülür. (M.S. 1.Yüzyıl)
Yine aynı dönemde Hıristiyanlığın yayılması için imparatorluk içinde çeşitli dönemlerde dört yolculuk yapan Aziz Paulus ilk vaazını bu şehirde verir.(M.S. 46) St. Paul Kilisesi yine bu şehirde inşa edilir. (M.S. 4. Yüzyıl)
7. Yüzyıla kadar Roma – Bizans şehri olarak kalsa da İslam ordularının saldırıları ile yanmış ve yıkılmış bir yerleşim yeri olarak zamanla önemini yitirir. Selçukluların Anadolu’ya gelişleri ve Miryakefalon savaşında yenilen Bizans’ın çekilmesi ile zaman içinde terk edilir. 13. Yüzyıl başında yerleşim yeri olmaktan çıkar.
Tüm bu tarihsel anlatıyı kaldırdığımızda ise cömert bir doğa üzerinde eşitlikçi, paylaşımcı ve doğa ile uyum içinde yaşamaya çabalayan barışçıl insanların yönetimlerin dayatması ile “başka türlü” yaşamaya zorlandığını görüyoruz.
Yönetimlerin kazanç ve getiri odaklı büyüme stratejileri doğrultusunda vergi ve gelir beklentisi ile daha fazla çalışmaya ve savaşlara zorlanan bölge insanlarının paylaşımcılıktan, eşitlikçilikten vaz geçmeyip direnç gösterdiğinden, karşılığında ağır bedeller ödeyerek boyun eğmeye zorlandığından söz ediyoruz.
Yöre insanının doğaya öykünen eşitlikçi, paylaşımcı ve gelincikler gibi “sıradan” yaşama çabası ne yazık ki yönetimlerin sonuç veya çıktı odaklı, getiri beklentili baskıları karşısında ağır bedeller ödeyerek engellenmiş görünüyor.
Yaşanan onca acıya ve baskıya karşın günümüzde Pisidia Antiocheia’sından geriye kalanlara bakıldığında zamanında o görkemli şehirde istenmeyen yabani otların gelinciklerle birlikte her yere yayılıp şehri ele geçirdiğini, yağmurun kendi adaleti ile bölgeyi kucakladığını söyleyebiliriz.
Yağmurun ve gelinciklerin kimseyi ayırmadan, ötekileştirmeden zamanında bölge insanının yapmaya çabaladığı gibi kendi adaletini şehrin kalanında yaşatmakta olduğuna bakılırsa bir yerlerde vahim hata yapılmış olduğuna dair sanırım bir kez daha düşünmek gerekiyor.
İnsanın doğa ve kendi ile kavgası hiç bitmese de doğa tokadını vurup özünde o yere göre sığdırılamayan adlarına görkemli yapılar inşa edilen hayatların da gerçekte bir gelinciğin ömrü kadar gelip geçici olduğunu er veya geç hatırlatmış.
Onca yaşanmışlığın üzerinde şehrin kalıntılarını gezerken karşınıza çıkan yalnız bir gelincik bile o kısacık ömründe buraların sahibinin olmadığını, herkesin ve her şeyin doğanın gelip geçici parçası olduğunu göstermeye yetiyor.
Bölgede hava bulutlandı.
Şehre tepeden bakan görkemli Augustus tapınağını kaplayan gelincikler, bölgedeki diğerleri gibi Pisidia Antiocheia şehrine az sonra yağacak yağmuru bekliyor.
Şehirde hayat devam ediyor…
Mehmet Uhri
ENDÜLÜS NOTLARI - 6 SEDEFİN SUSKUNLUĞU
Çarşamba, Haziran 7th, 2023Granada Elhamra sarayını tabanlarımız yarılırcasına gün boyu gezmiş hayli yorulmuştuk. En son Cennet-ül Arif bahçelerinde dolaşıp sarayın çıkışa yöneldiğimizde önünden geçtiğimiz küçük dükkânlardan birinde karşılaştım o sedef ustası ve kedisiyle.
Görünüşünden yaşını almış olduğu anlaşılan karalı beyazlı kedi dükkân girişinde duvara sırtını yaslayıp karnını güneşe yaymış hafifçe uyukluyordu. Kediye yaklaşıp yanına oturdum. Hafifçe kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Başka bir tepki vermeden uyumaya devam etti.
Kediyi kendi halinde bırakıp kapıdan içeriye göz attım.
Sedef kakma ustası masa üzerine yatırdığı ahşap parçasına elindeki sedef parçasını uygulamaya çalışıyordu. Masa ve çevresi hayli dağınıktı. Dükkânın diğer yanında duvarlara asılmış haliyle satışa hazır sedef kakma ahşap ürünler sergileniyordu.
İçeri girip yanına yaklaştım. Dükkândaki ürünlerle ilgilenmeyip yanına geldiğimi fark edince elindeki işe ara verdi. Hafifçe kafasını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden “Ne istiyorsun?” dercesine bakınca “Hangisi?” diye sordum. Şaşırdı. “Neyin hangisi?” diye yanıt verdi.
“Hangisi hangisini süslüyor? Sedef mi ahşabı, ahşap mı sedefi?” diye üsteledim. “Sence hangisi?” diyerek yine soruyla karşılık verdi.
“Göz alıcı görünen sedef olduğuna göre ahşabı süsleyen sedef olmalı” diye cevap verdim.
Kafasını önüne eğip elindeki fırça ile tutkalı zemine iyice yaydı. Sonra inceltilmiş ve yerine göre kesilmiş sedef parçasını tutkallı bölüme yerleştirip çekiç gibi bir aletle bastırıp üzerinden geçerek iyice yapışmasını, hava kalmamasını sağladı. Sedefin ahşaba tutunması için işlemi tutkal kuruyana kadar sabırla sürdürdü.
Başından ayrılmadığımı görünce kafasını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden tekrar bana baktı.
“Sedef esir edilmiş olandır. Bu nedenle suskundur. Konuşkan olan ise ahşaptır. Ne de olsa ev sahibidir” dedi.
- Esir edilmiş olan mı? Nasıl yani?
- Bak bu doğal sedef hiçbir zaman buraya ait olmadı. Kim bilir hangi okyanus kıyısından kabuğunun ışıltısı uğruna esir edilip buralara kadar getirilen bir deniz canlısıydı. Bu topraklarda güzel olan ilgi gören ne varsa hep bir yerlerden esir alınmış olandır. Gördüklerinin çoğu keşifler sırasında uzak coğrafyalardan getirilmiştir. Sedef bu nedenle suskundur.
- Peki ya ahşap?
- Başka ülkelerden getirilmiş olanı olsa da ahşap çoğun buralıdır. Buralı olduğu için her yerin ve her şeyin sahibi gibi konuşur. Anlayacağın gevezedir. Sedeflerin görünüşü dikkat çekici ve ışıltılı olsa da kakma işinde mekânın sahibi ahşaptır. Sınırları belirleyen son sözü söyleyendir. Anlayacağın ev sahibidir…
- Yani?
- Yani sedef işçiliği biraz da bulunduğumuz coğrafyayı anlatır. Yörenin insanları da böyledir. Herkes bir yanıyla sedef gibi göz alıcı ve aynı zamanda esaret altında olsa da çokça geveze ahşaptan öte değildir. Yani ahşabı ile övünüp asıl güzel olan esir yanını gizleyen insanların ülkesindesin.
- İyi de bu nasıl bir seçim? Hangisi daha değerli? Ahşap olmak mı? Sedef olmak mı?
- Zor soru. Ne yazık ki, birbirine bulanamayıp yan yana durmaktan öteye gidemiyorlar. Bir arada güzel görünüyor olsalar da anlamlı bir resim oluşturamadıktan sonra bence hangisinin değerli olduğunun da önemi kalmıyor. Hep bir yanın eksik, bir yanın öteki.
- İyi de bu hep böyle mi sürecek? Ahşap ile sedef anlamlı bir görüntü oluşturamayacak mı?
- Denedim. Bir zamanlar iyi bilinen bir iki resmi sedef ile ahşaba işledim. Resim olarak fena da olmadı. Ama beğenilmedi. Hatta sedef sanatını yozlaştırmakla suçlandım. Tepki aldım. Yani şimdilik böyle devam edecek gibi görünüyor.
- Ne zamana kadar?
Masanın üstünde duran henüz işlenmemiş ahşap parçasını eline alıp havaya kaldırıp biraz da bezgin bir ses tonuyla “İçimizde esir ettiğimiz o suskun sedefi fark edip özgürleştiremezsek sanırım hep böyle bir odun parçası olarak kalacağız. Şimdilik herkes halinden memnun göründüğüne göre yolumuz hayli uzun.” Dedi.
Dükkâna giren ve ürettiği sedef kakma ahşapları inceleyip fiyat soran iki turist ile ilgilenmek için elindeki işi bırakıp ayağa kalktı. Gelen diğer turistlerle dükkân kalabalıklaşınca daha fazla duramayıp dışarı çıktım.
Sırtını dükkâna vermiş uyuklayan kedinin yanına oturdum. Elimi uzatınca kafasını kaçırmadı. Kediyi okşarken bir süre öylece sedef ustasının söylerini düşündüm.
Kafam hayli karışmıştı.
Kediye dönüp “İnsan niye böyle? Neden hep bir yanımız eksik, bir yanımız öteki?” diye sordum.
Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı.
“Ben de anlamıyorum. Üstelik sanki biraz da bu yüzden telaş içinde hep bir sonranın peşindeler? Rahat duramıyorlar. Hâlbuki durmak, öylece durup bir süre kendinle kalmak da hayata dâhil değil mi?” diye yanıt verdi.
Ne cevap vereceğimi düşünürken uzaktan bana seslenildiğini işittim. Bir sonraki uğrak noktasına doğru yola çıkmamız gerekiyordu.
Gitmem gerektiğini söyleyip telaşla ayağa kalktım.
Arkamdan kedinin “Ben cevabımı aldım…” diye seslendiğini işittim.
Mehmet Uhri