Archive for the ‘Tamirhaneden’ Category

Perde açık kalsın

Cumartesi, Eylül 5th, 2020

79105231_10157896314193415_4000746625881341952_n
Yaşlı hanım hastamız ?İstemiyorum. Perdelerin kapanmasını istemiyorum. Pencere bahçeye bakıyor, üstelik 4. kattayız. Kimsenin içeriyi göreceği yok. Lütfen perdeleri kapatmayın? diye söyleniyordu.

O gece yattığı koğuştaki diğer hastalar perdeleri kapattırmadığı için servis hemşiremizden yardım istemiş, hastamızı ikna edemeyen hemşiremiz de sorunu bana iletmişti. Odadaki diğer iki hasta pencere kenarında yatmakta olan hastamızın perdelerin kapanmaması yönündeki ısrarını anlamamış biraz da öfkelenmişti.

Odaya neden girdiğimi anlayan hastamız ağzımı açmadan ?perdelerin kapanmasını istemiyorum, lütfen ısrar etmeyin? diyerek karşılamıştı beni.

İkna olacak gibi görünmüyordu.

Yatağının kenarına oturup sakinleştirmeye çalıştım. Odadaki diğer hastaların isteğini de ileri sürerek hiç olmazsa tül perdeyi çekmeye razı ettim. Pek içine sinmemişti ama oyunun kuralına göre oynanması gerektiğinin de farkındaydı.

Odada gerginlik sürüyordu. Yanlarında kalıp konuşturup sakinleştirmeyi düşündüm.

Hastamızın ziyarete gelen çocukları ve torunları olduğunu hatırlayıp, onları sordum. Özellikle torunlarından söz etmeye başlayınca yumuşadığını, yüzünün güldüğünü fark ettim. Oğlu ve kızının çok çalıştığından, kendi çocukları ile ilgilenmeye zaman kalmadığından yakındı.

- Evde herkes çalışıyor. Büyük torunum okuldan eve geldiğinde karşılayan kimse olmuyor. O kocaman evde tek başına ne bulursa onunla karnını doyurup televizyonun karşısına oturuyor. Garibimin önüne sıcak yemek koyup sırtını sıvazlayacak, saçını okşayacak biri bile yok yanında.
?Ama modern hayat hep böyle. Hayat hızlı ve herkes meşgul, ne yapacaksınız? Bütün büyük kentlerde bu sorunlar yaşanıyor sanırım? diye üsteledim. Omuzlarını silkti. Doğrulup yastığını düzeltti. Sonra yine o öfkeli gözlerle baktı.

- Modern hayatmış, sevsinler. İnsanı yalnız bırakan, başkalarından uzaklaştırıp içine kapanmasına yol açan modernliği ne yapayım? Herkes yalnız, çocuklar bile yalnız görmüyor musunuz? Kimse kimsenin derdini bilmiyor, bilse bile kulağının üstüne yatıp görmezden geliyor. Anlatmaya çalışsan yaşama telaşından kimsenin durup dinlediği de yok.
- Nasıl bir yalnızlık bu sözünü ettiğiniz?
Her ne kadar konu ilgimi çekse de gerçekte, hastamızı biraz daha konuşturup sakinleştirmeyi ve böylece odadaki gergin havanın bir ölçüde giderilmesini amaçlamıştım.

- Doktor bey oğlum, yıllar içinde azar azar öyle şeyleri yitirdi ki insanlar, evlerine kapandıkları yetmedi, şimdilerde kendilerine de kapanmalarını bekliyorlar.
Sonra çocukluğunu, insanların bahçeli konu komşunun birbirini görebildiği evlerde yaşadığı yılları anlattı. Konu odadaki diğer hastaların da ilgisini çekmiş, az önceki hırlaşmayı unutup hastamıza kulak kabartmışlardı.

- Önce bahçeler otopark oldu. Apartman hayatı, modern yaşam dedik bahçenin çamurundan kurtulduk diye kandırdık kendimizi. Herkes evlerine çekildi. Kimse kimseyi görmez, duymaz oldu.
- Peki sonra?
- Sonra sıra balkonlara geldi. Balkonları kapatıp eve kattılar. İşyerleri de balkonsuz oldu. Dışarının tozundan kirinden kurtulduk diye kandırdık yine kendimizi. Konu komşuya, gökyüzüne, dünyaya açılan balkonlar da gitti elimizden. Yetmedi sıra pencerelere geldi. Tül perdeydi, güneşlikti, kalın perdeydi derken pencereler de örtüldü. Jalûzi, panjur stor derken pencereler kapandı. Onca para döktüğümüz perdelerimize bakıp ?ne güzel oldu? diye avunduk. Güneş görmeyen, gün ışığı gibi yanan lambalarla aydınlatılan işyerlerine, evlere kavuştuk. Her şey yavaş yavaş oldu. Modernleşiyoruz diye tüm bunları sineye çektik.
- Peki ya şimdi?
- Görmüyor musunuz? Herkes içine kapandı. Bahçesi balkonu olmayan pencereleri örtülü o çok modern evlerde dışarıyla tek bağlantısı televizyon olan insanlara dönüştük. Gerçi biraz daha okumuş olanların internet ve cep telefonları da var ama yalnızlık aynı yalnızlık. İnsanları içine kapatıp yalnızlaştırdılar. Şimdi sadece bakmaları istenen yöne, televizyona bakıp orada izledikleri dünya ile yetinmelerini orada yaşayıp tüketmelerini, sadece tüketmelerini bekliyorlar. Dedim ya modernlikmiş, sevsinler?
Odadaki hastalardan biri televizyonun sesini önce kıstı, sonra da kapattı. Diğer hastamız dayanamayıp ?Durum bu kadar mı kötü?? diye sordu. Bizimki gülümsedi duvarda asılı olan manzara resmini gösterdi.

- Kimileri durumun farkında. Duvarlarına resimler asıp ara sıra da olsa başka yöne bakmayı, resimlerin içine dalıp hayaller kurmayı veya kitap okuyarak kendini avutmayı başarabiliyor. Ama ben çocuklar için, torunlarım için kaygılıyım. Hangi çocuk gökyüzündeki bulutlarla veya oyun oynadığı halının üstündeki desenlerle hayaller kurmamış, oyunlar oynamamıştır? Öyle bir kapandık ki hayata, şimdi ne o halılar var, ne de çocuklarımızın görebileceği gökyüzü. Varsa yoksa televizyon. Her şey hazır, hayaller bile. Hayal kurmayı bile çok görüyoruz, çocuklara.
Eliyle pencereyi gösterip ?Bu yüzden istiyorum, penceremi. Hastane odasında bile olsa pencere örtülmesin, perdeler açık kalsın istiyorum. Gökyüzümü kaptırmayacağım bu yamyamlara? dedi.

Bu sözlerden sonra başucundan kitabını ve gözlüğünü aldı.

Odada az önceki gerginlikten eser kalmamıştı. İzin isteyip yanlarından ayrıldım. Ertesi sabah ve daha sonraki günlerde o odanın tüm perdelerinin açık olduğu dikkatimizden kaçmadı.

Üstelik hastamızın taburcu olmasına ve aradan geçen onca zamana karşın hiçbirimizin eli gitmedi o perdeleri kapatmaya.

Dr. Mehmet Uhri

Don

Salı, Ağustos 18th, 2020

don

Covid-19 nedeniyle hastanelerin işi gücü bırakıp salgınla mücadele ettiği günleri yaşıyorduk. Bırakın sıradan hastaları, salgın nedeniyle kanser hastaları bile hastanelere gelmeye çekiniyor, sağlık çalışanlarına ise “vebalı” gözüyle bakılıyordu.

Covid19 tanısı alan hastaların çoğu hastaneye yatırılıyor, yakınlarına ise evlerine gidip kendilerini karantina altına almaları filyasyon ekiplerinin denetiminde kalmaları öğütleniyordu.

Refakatçi de kabul edilmediği için yatırılan her hasta en az 2-3 hafta sürecek bir tedavi sürecini yakınları ile görüşmeden geçirmek zorundaydı.

İçerde ise; yaşanan bu özel durum nedeniyle hastaların basit gereksinimleri için dahi hasta yakınlarından yardım talep edilemiyor tüm gereksinimler hastane olanakları ile çözülmeye çalışılıyordu.

Hastalar kelimenin tam anlamıyla yalnızdı.

Bu filmi yıllar önce de görmüştük.

İlk şoku atlatıp işine yoğunlaşan sağlık çalışanları hastalık ile mücadelede ellerinden geleni yapsalar da hastaların basit gereksinimlerini karşılamakta o zaman da çok zorlanmıştı.

Her ne kadar kayıtlara Gölcük depremi diye geçse de 17 Ağustos 1999 depreminde İstanbul Avcılar?da da büyük yıkım yaşanmış 1000?e yakın kayıp verilmişti. Yaralıların önemli bir kısmı en yakın hastane olarak çalışmakta olduğum hastaneye getirilmişti.

Sıcak bir Ağustos günü sabaha karşı yaşanan deprem nedeniyle yakınlarına ulaşılamayan ve enkazdan çıkarılıp toz toprak içinde hastaneye ulaştırılmış hastalar tedavi edilmeye çalışılıyordu.

Bir yandan da herkes gibi gözümüz televizyon haberlerindeydi. Depremin merkez bölgesine yardım ulaştırmaya çabalıyorduk.

Tüm bunlar yaşanırken hastanemiz başhemşiresinin utana sıkıla “bir konuda yardımınız gerekiyor”? demesiyle içinde bulunduğumuz dramın farkına vardık. Hastanemize getirilen hastaların çoğunun yakınlarına ulaşılamıyordu. Evleri yıkılmıştı, üstlerinde başlarında giysileri de yoktu. Hastane çarşaf nevresim hatta pijama sağlayabilse de taburcu olacak hastalar için giysi bulunamıyordu.

Başhemşire hanım hastalar için giysi ve özellikte iç çamaşırı gerektiğini söyleyip yardım rica ediyordu.

Körlüğümüzden utanıp yardıma koşmuş elbirliği ile sorunu kısa sürede çözmüştük.

Yıllar sonra aynı süreç çok benzer haliyle bugün de yaşanıyor olmalıydı.

Hastalar yalnızdı, yakınları ev hapsindeydi ve refakatçi kabul edilmiyordu.

Bir kez daha aynı körlüğü ve utancı yaşamamak için hastanemiz başhemşiresini (sağlık ve bakım hizmetleri müdürü) arayıp hastaların giysi gereksinimi varsa yardım edebileceğimi söyledim. Başhemşiremiz giysi sorunu olmadığını ancak normalde hastane envanterinde olmadığı için iç çamaşırı bulmakta sıkıntı yaşadıklarını bildirdi.

Konuyu paylaşıp yardım rica ettiğim tekstil işiyle uğraşan değerli bir dostum “ben hallederim” dedi ve kısa sürede hastanemize gönderttiği bir kaç koli iç çamaşırı ile sorunun çözümüne destek verilmesini sağladı.

Kolilerin teslimatında gecikme olunca kargo şirketinin müşterilerden gelen talep nedeniyle hastane teslimatlarını durdurduklarını öğrendim. (Hastaneye uğramış bir kargocunun eve teslimat yapması riskli görülüp istenmiyormuş) Haber bile vermeden iade işlemi başlatmışlardı. Arayıp anlayış göstermelerini rica ettik. Lütfedip teslimatı hastane dışında bir sokak ötede yaptılar.

Bu arada birlikte çalıştığım meslektaşlarım her ne kadar çabamı olumlu bulsalar da bir önceki filmi görmedikleri için iç çamaşırı bulma konusundaki gayretlerime takılmadan edemediler. Hastaneye “don”? gönderilmesini organize eden olduğum için hastanenin “donanma komutanı” ilan edildim.

Birkaç hafta sonra başhemşire hanımı arayıp biraz daha iç çamaşırı veya başka bir eksiği olup olmadığını sorduğumda teşekkür etti ve ellerindekinin yeterli olduğunu hatta bir kısmının komşu hastaneye de iletildiğini söyledi.

Kısa bir sessizlikten sonra “söylemem gereken bir şey daha var” dedi ve o hayırsevere iç çamaşırlarını hastaların yanı sıra sağlık çalışanlarının da kullandığını ve gönderilenler için sağlık çalışanlarının da teşekkürlerini iletmemi istedi.

Pandemi nedeniyle sağlık çalışanlarının önemli bir kısmı ailesini riske atmamak için evlerine gitmiyor, hastane veya yakınında kalıyordu. Meğer evleriyle teması kesilen sağlık personeli hastanenin verdiği özel kıyafetleri giyse de çamaşır bulamadıkları için iç çamaşırı yerine kullanılıp atılan hasta alt bezleri bağlıyormuş. Gönderilen çamaşırlara hastaların olduğu kadar sağlık çalışanlarının da büyük gereksinimi varmış. Çekinip utandıkları için de dile getirilemiyormuş.

Körlük böyle bir şey dostlar.

Meşhur bir kozmetik markası yoğun bakımda sürekli maske ile çalışmak zorunda kalan sağlık çalışanları için koliyle yüz kremi göndermeyi akıl ederken aynı hastaneyi paylaştığımız fedakâr sağlık çalışanlarının gözümüzün önündeki sessiz dramını görememiş büyük resmi yine gözden kaçırmıştık.

Pandemi sürecinde pek çok önemli ve öncelikli sağlık sorunu yaşanırken bir “don” için utanıp sesini çıkarmayan sağlık çalışanları olduğu da bilinsin istedim.

Mehmet Uhri

Camdan Rüyalar

Cumartesi, Nisan 18th, 2020

cr3

Hayatı atölyesine kapanıp resim yapmakla geçen ressam dostumun telefonu ile başlayan sıradan bir görüşmeydi.  

Salgın nedeniyle insanların ev hapsi yaşadığı günlerde ressam dostum arayıp ilaçlarının bittiğini, hastaneye gitmeye çekindiğini söyleyip yardım rica etti. Eski hastane kayıtlarını bulup düzenli kullandığı ilaçları için raporunu yenileyerek sorunu çözdük.

Akşama ilaçlarını aldığını bildirip teşekkür etmek için aradı.

O kısa telefon görüşmesinde evden çıkmayıp hastalığın bulaşma riskini azaltmanın önemini vurguladım. Halini hatırını sorduğumda; iyi olduğunu, ancak salgın nedeniyle eve kapanan tanıdıklarının büyük sıkıntı yaşadığını hâlbuki kendisinin günlerce dışarı çıkmadan atölyede çalışmaya alışkın olduğu için sıkılmadığını söyledi.

- İnanır mısın dostum? İnsanlar ellerinden oyuncakları alınmış çocuklar gibi ağlaşıyor. Arabası, futbolu, rekabeti elinden alınan beyler ile ev haline mahkum kalıp saçını yaptıramayan hanımların derdi hep aynı. Sıkıntıdan patlıyor, birbiriyle hırlaşıyorlar. Yıllardır aynı evde aynı eşyalar ile yaşayanlar televizyon ekranının küçüklüğünden, evdeki eşyanın çokluğundan, kapatıp içeri kattıkları balkonun eksikliğinden ve pencerelerin azlığından yakınıyor. Üstelik konuşacak başka konu da bulamıyorlar. Hep aynı konulardan dert yanıyorlar.

- Hapis hayatı herkesin alıştığı bir durum değil. Olacak o kadar.

- Keşke o kadar basit olsa. Eskiden de konuşacak konu bulamaz trafikten yakınıp dururlardı. Şimdi evin içinde dört dönüyor aynaya bakmaya bile ürküyorlar. Sanki kendilerinden kaçıyorlar. Gözü oyalayacak bir şey arıyorlar. Bu salgın ayarını bozdu milletin. İyi de oldu. Hayatın hazır hayallerden ibaret olduğu ortaya çıkıverdi. Kanımca insanlar içlerindeki boşlukla yüzleşmekten korkuyor.

- İyi ama sen de kendinden kaçmak için atölyene sığınmıyor musun?

- Ben resim yapıyorum. Dört duvar arasında rüyalarımı, hayal ettiklerimi resme döküyorum. Haklısın belki bu da bir kaçış ama resme döktüklerimin bana ait olduğunun farkındayım.

cr2

Bu sözlerden sonra kısa bir sessizlik oldu. Konuşmaya devam etmeye çekindiğini hissedip tam anlayamadığımı biraz daha anlatmasını rica ettim. Telefonda birbirimizi görmesek de yüz yüze konuşuyor gibi olmanın verdiği sıcaklıkla bize sunulan dünyanın fazlasıyla görsel olduğundan yakındı.

- Gözümüz ile yaşıyor hayatın önemli bir kısmını gördüğümüz üzerinden konuşup paylaşıyoruz. Gözün çok kolay yanılabileceğini unutup gördüklerimizi gerçek kabul ediyoruz. Hâlbuki onlar da benim yaptığım resimler gibi hayal ürünü olabilir. Bence gördüklerimiz hissettiklerimizin resimlerinden ibaret. Hissetmek istediklerimizi seçiyor onları görüyoruz. Yani her şey kafada bitiyor.

- Nasıl yani?

- Bu salgın sırasında yaşanılanlar bizlere hayat diye sunulanların nasıl da sanal olduğunu gösterdi. Hayat diye sunulanın ardını sorgulamadan, kuşku duymadan mutlu mesut yaşayanların bugün yaşadığı sıkıntıyı başka nasıl açıklarsın? Salgın o hayal perdesini kaldırıp tüm sosyal sınıfları, statüleri yok edip herkesi aynı korkunun önünde bir hizaya soktu, eşitledi. Herkes ev hapsinde. İçerisi dışarısı eşitlendiği için hapishaneleri bile boşalttılar. Bir düşün bakalım. Hapishaneler niye var? Suçlular için olduğu kadar dışarıdakiler içeride olmadıklarına şükredip kendini “özgür” hissetsin diye olabilir mi? Tatil köyleri, oyun parkları veya sinemalar dışarı çıkınca kendimizi “gerçek” dünyaya geri dönmüş sanalım diye olmasın? Aynı şekilde yaptığım resimlere hayal ürünü diyerek kendi gözüyle gördüklerini gerçek sananlar o hayal perdesi inince şimdi ne yapacaklarını şaşırdılar.

- Bu dediklerin hep vardı. Yine de insanlar görmek istediklerinin peşinden gidiyordu. İyi de ne değişti?

- Görmüyor musun? Salgın yüzünden bizlere gerçek hayat diye sunulan ne varsa ortadan kalktı. O görkemli hayal dünyası yıkılınca kuru dört duvar ve içindeki boşlukla yüzleşmek zorunda kalmak hiç kolay değil, dostum. Gömleğin ütüsünden saçının rengine ayakkabına kadar tüm o evcil alışkanlıklar anlamını yitirdi. İnsanı diğerlerinden ayıracak pek bir şey kalmadığı gibi bunun bir anlamı da kalmadı. İnsanı yoran, oyalayan dolu zannettikleri hayat fos çıktı.

- Yaşadığımız hayatın tümüyle sanal olabileceğinden söz ediyorsun. Doğru mu anlıyorum?

- Gözümüzün ürettiği gerçeğe çok güveniyoruz. Bugüne kadar bize sunulan algı dünyasını gerçek kabul ediyor pek sorgulamıyorduk. Takke düştü kel göründü. Yalın ve basit hatta “vahşi” hayat gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldık. Eskiden herkes birbirine bakar kendi hayatını sorgular gül gibi geçinip giderdi. Küçük farklar, ayrıcalıklar, zenginlikler ile hayatımızın diğerlerinden ?özel? olduğunu düşünür, avunurduk.

- Şimdi hepsi birbirine benzedi ve bunu kabullenmekte zorlanıyoruz sanırım.

- Kendimize ait ve özel sandığımız, biri laf edecek diye üzerine titrediğimiz hayatlarımızın birbirinin aynı olduğu ve içinin çok da dolu olmadığı ortaya çıktı. Yana yakıla gözü oyalayacak bir şeyler arayışı ile üzerini örtmeye çalışıyorlar. Mızrak çuvala sığmıyor.

Ressam arkadaşım doktor telefonunu bu kadar meşgul etmek doğru olmaz diyerek kapatmak istedi. “Bir sorum olacak” diyerek bu renkli muhabbeti sürdürmeye çalıştım.

- Az önce rüyaların resmini yaptığından söz etmiştin. Gördüklerimiz hissettiklerimizin resimleri ise rüyalar ne oluyor?

- Bu salgın olmadan önce rüyaları hayal ürünü kabul edip aşağılıyor, hissettiklerimizin resimlerini ise hayatın gerçeği sanıyorduk. Kendimizi gizleyerek gerçek sanılan o resimleri bir kabuk veya palto gibi birbirimizle paylaşıyorduk. Doğrusu çok da mutlu görünüyorduk. Salgın sayesinde tüm o farklılıklar sıfırlanınca paylaşacak bir şey kalmadı. Boş bir tuval gibi yokluğa düşüldü. Hayatın boşluklarını ve o boşlukları sınırlayan çerçeveleri görüp pencere ebatlarında, televizyon ekranı boyutlarında debeleniyorlar.

- Peki ya rüyalar?

- Dedim ya, ben dört duvar arasında rüyalarımın resimlerini yapıyorum. Her uyanışta dağılıp gitmeden rüyalarımı resmederek onlara tutunmaya çalışıyorum. Bu nedenle resimlerimden ayrılmak hiç kolay olmuyor. Onlar benim. Benim rüyalarım. Gerçeğin ne olduğundan çok emin olmasam da rüyaların kendime ait olduğu gerçeğine tutunmak iyi geliyor.

“Burada bir çelişki yok mu? Rüyaların gerçek ile olan ilişkisinden ürküp gördüğümüz rüyanın tersi çıkar beklentisine kapıldığımız düşünülürse rüyalar da işe yaramıyor sanki” diye üsteledim. “Camdan rüyalar” diye yanıt verdi.

- Rüyaların hepsi aynı değil. Bazıları bize kendimizi iyi hissettirir ama hatırlamakta çok zorlanırız. Sanki camdan yapılmış gibi uyanır uyanmaz dağılıp parçalanır. Parçaları bir araya getirmeye çabalasak da rüyanın tamamına hiçbir zaman ulaşamayız.

- Ne işe yarıyor bu camdan rüyalar?

- Kim bilir? Varlığını ve hissettirdiklerini bilmek bile iyi geliyor. Belki eski yaşanmışlıkların serinliğini kokusunu taşıyor. Yine de anlatamadığın aktaramadığın kendine ait camdan rüyalarının olduğunu bilmek bile insana kendini iyi hissettiriyor.

- Camdan rüyası olmayanlar da var mı?

- Olmaz mı? O kadar çok ki… Rüyalardan kaçıp gerçek sandığı o hayali dünyaya sığınanların sıkıntısı sanırım bu yüzden. Dört duvar arasında hayatın içi dolmayınca sadece boşluk ve çerçeveler ile yüzleşmek zorunda kalınıyor. Seslerinin çıkmadığına bakma. Hissettiklerinin resimlerine yönelip mazide kalmış anı ve yaşanmışlıklara, eski dostluklara veya çocukluğundan kalan fotoğraf albümlerine sığınıyor olmalılar. Ben olsam öyle yapardım.

cr1

Bir süre susup telefonda öylece bekledik. Doğrusu kafam karışmıştı. Bu arada hızlıca okul yıllarımdan kalan fotoğraf albümlerini nereye koyduğumu hatırlamaya çalışırken arkadaşımın “uzattım, seni de lafa tuttum. Belki de ben abartıyorum. ” diyen sesini duydum.

Fotoğraf albümleri üzerinden düşüncelere dalmışken suçüstü yakalanmış hissettiğimi söyleyince karşılıklı gülüştük.

Birbirimize iyi uykular ve camdan rüyalar diledik.

Hepsi bir telefon görüşmesiydi.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Ressam dostum Mevlut Akyıldız’a görseller ve katkıları için teşekkürlerimle…

Susmuşlara Karıştı

Pazartesi, Nisan 6th, 2020

hamusan1

Susmuşlara karıştı.

Telefonda son sözü “anlamışsın” olmuştu.

Mikrobiyoloji uzmanı olarak salgınla mücadelede ön saflarda görev alıp hastalığa yakalanan ve ne yazık ki kaybettiğimiz çok değerli bir hekimdi.

Emekli olup kenara çekileceği yaşlarda olmasına karşın ailesi ve çocukları için çalışmayı sürdürüyordu.

Hastaları için çırpınırken rahatsızlanmıştı.

Hastaneye yatırıldığında meslektaşları onu iyileştirmeye çabalarken bile boş durmayıp hastalığının seyri hakkında gün gün not ettiği bilgileri meslektaşları ile paylaşacak kadar sorumluluk sahibiydi.

Tanısaydınız severdiniz.

Bilime, bilgiye olan açlığı,  hayat deneyimi ve biliyor olmanın verdiği özgüven ile doğruları söylemekten kaçınmayan tavrı nedeniyle “bazılarınca” ukala olarak görülse de bir derviş sabrı ve olgunluğu ile çoğu kez suskun kalır, gereksiz tartışmalardan uzak dururdu.

Çok çalışkandı. Mesleğin gerektirdiği adanmışlık ve diğerkâmlığın bilincinde olarak onu hep işinin başında görürdük.

Hastaneye yatırıldığı gün kısa bir telefon görüşmesi yapmış halini hatırını sormuştum. Öksürük, ateş, nefes darlığı çekmesine karşın hastanede yarım kalan işleri ve hastaları için kaygılanıyordu.

İkimiz de son konuşma olabileceğinin farkında olmadan şakalaşmış birbirimize sağlık dilemiştik.

O kısacık görüşmede hayatın gerçeği konusunda nasıl da haklı çıktığını söyleyince her zamanki derviş tavrıyla ne demek istediğimi sormuştu.  “Hamuşan” diyerek hatırlatmış, ölümün kol gezdiği salgın sürecinde hayata dair bize sunulan ne varsa hepsinin anlamını yitirip salt gerçekle yüz yüze gelindiğinde toplumun suskunluğa gömüldüğünden söz etmiştim.

Cevap vermeden önce öksürük atağının dinmesini bekledim. Derin bir nefes alıp “anlamışsın” diyebildi.

Bu son konuşmamız oldu.

Ondan çok şey öğrendim.

mehmet-ulusoyMesleki bir toplantı çıkışı Beyoğlu İstiklal caddesinin canlılığını işaret edip “Şehrin gerçeği burada sanırım. Bir kalp gibi, herkes uğruyor ama kimse tutunamıyor” şeklinde benzetmede bulunmuştum.

O ise her zamanki derviş tavrıyla bıyık altından gülümseyerek; görüntüye aldanmamak gerektiğini binlerce yıllık yaşanmışlık barındıran caddede herkesin sadece bir gölgeden ibaret olduğu şeklinde yanıt vermişti. Şaşkınlığımı görünce “Sen de herkes gibi gördüğüne işittiğine güvenip hayatı ve kendini önemsiyor gerçeği algılamakta zorlanıyorsun.” diye cevap vermişti.

“Yani tüm bu hareketlilik, ışıltı, ihtişam gerçek değil mi?” diye üsteledim.

“Gerçeği mi merak ediyorsun? O zaman gel benimle” diyerek birlikte tünele doğru ilerledik. Akşam yaklaşıyordu. Galata Mevlevihane’sine yöneldik. Gişe kapanmıştı. Kendini tanıtıp kapıdaki görevliye beni işaret ederek bir şeyler söyledi. Giriş iznini koparıp bahçeye girince avluda bir kapının önünde durduk.

- Ne söyledin görevliye?

- Seni işaret edip ilerlemiş hastalığı nedeniyle günleri sayılı bir hastamın ricasını kırmaması gerektiğini söyleyince ikna oldu.

- E yuh artık. Ben senin kadar inançlı biri de değilim. Ne işimiz var burada?

- Boş ver bunları, sen şuraya bir bak hele.

Avlunun sol tarafında tarihi mezarlığın kapısını işaret ediyordu. Kapının üzerinde “HAMUŞAN Sessizler (susmuşlar) yeri” yazıyordu.

- Az önce gerçeği sormuştun. Gerçek bu işte. Sus ve sessizliğin anlattıklarını dinle.

- Nasıl yani? Ölümün gerçekliğine itiraz etmedim ki.

- Yine anlamadın. Mevleviler ölümü bir yolculuktan çok susmuşlara karışmak olarak görürler. Burada yatanlar da senin benim gibi hayatı merak etti, gerçeği aradı ve geçip gittiler. Ne kadar konuşursan konuş burada yatan hayatlardan kalan gölgeleri sözcüklere sığdıramazsın. Hatta konuşarak gerçeği çarpıtıyor bile olabilirsin. Gerçeği arıyorsan susman gerekiyor. Sus ve sadece dinle.

Susmuşlar kapısından içeri girip eski Türkçe yazılı silindirik mezar taşlarının arasında ilerledik. Arkadaşım mezarlardan birinin üstünde uyumakta olan tekir kediyi okşadı. Kedi gerinerek ayağa kalktı sonra diğer tarafa devrilip arkasını döndü ve uyumayı sürdürdü. Biraz daha ilerleyip mezarların arasında durduk.

- Hayat bizi o kadar oyalıyor ve o kadar dolu ki hepsini gerçek zannediyoruz. Hâlbuki çoğu hayata dair kurgudan başka bir şey değil. Trafiğinden geçim sıkıntısına, onun bunun ne dediğinden, vermek zorunda olduğun hesaba, cep telefonuna gelen bilgiden gerekli olup olmadığını bile sorgulamadığın pek çok gereksinime kadar her şeyi hayatın gerçeği zannediyoruz.

- İyi de nedir gerçek?

- Buradan bakınca daha iyi anlaşılır diye umuyorum. Bazen bir hastamı kaybettiğim zamanlarda yaşadığım o bezginlik ve yenilmişlik hissini atmak için buraya gelir ve susmuşları dinlerim. Onların sessiz dilini işitmeye çalışırım. Konuşarak anlatılır olmadığını düşünüyorum.

- Neden geldik öyleyse bu mezarlığa? Konuşarak anlatamazsan nasıl anlatacaksın? Görevli gelmeden gidelim. İçim daraldı burada.

- Hah işte anlatmaya çalıştığım gerçek, böyle bir şey. İçinde hissettiğin o karanlık sözcüklere sığmaz. Konuştukların bir zaman önce yaşanmışları yeniden kurgulama ve aktarma çabasından öteye gitmez. İşine geldiği, o günkü aklın yettiğince değiştirir dönüştürür yeniden hatırlar ve dile dökersin. Söylediklerin ise gerçeğin çarpık bir gölgesinden ibaret kalır.

- Az önce sözünü ettiğin yaşanmışlıkların gölgesi gibi mi?

- Hayatlarımız ışığı ayrıştıran prizmaya benziyor. Öte yana düşen ışık tayfına ve renklere bakıp ışığın kendi gerçeğini hayal etmeye çabalarsın. Gerçek olan ise ışıktır. Anlatmaya çabaladığında tayftaki renkleri tek tek tarif etmen ışığı anlatmaya yetmez. Hep bir şeyler eksik kalır.

- Yani?

- Yani hayata dair bize sunulan anlatacak, konuşacak, yaşanacak o kadar çok şey var ki ardındaki gerçeğin ne olduğunu göremiyoruz. Herkes, her şey birden suskunluğa gömülse salt gerçek görünür olacak ama olmuyor, istenmiyor. Suskunluktaki gerçeği bir tek ölüm ile yüzleşince fark ediyor, susup başımızı öne eğiyor sonra hızla algının gölgesinde yaşamaya geri dönüyoruz.

- İyi de ne yapmalı?

- Gerçeği arıyorsan sözcüklerin yetersizliğini görüp sunulanların ardına bakabilmeye çabalamak gerektiğini düşünüyorum. O nedenle kendimi biraz geri çekip susmuşların gölgesine sığınmak bana iyi geliyor.

Mevlevihane binasından yükselen ney sesini işaret edip “Müzik kulağa hoş geliyor olsa da aradaki Es’leri de işitmeye, anlamaya çalışmak gibi bir şey.” Dedi.

hamusan

Güvenlik görevlisi yanımıza yaklaştı. Acıyan gözlerle bana bakıp çıkmamız gerektiğini işaret etti.

Çıkmadan “suskunluğu anladım da burada kendinle konuştuğun olmaz mı?” diye sorduğumda “Olur elbet ama ne önemi var? Konuşmadan da insan kendine kızabilir veya dertleşebilir. İnsanlar, kendini önemsemeyi bırakıp bir şeylerin gölgesi olduğu gerçeğine yaklaşabilse inan dünya çok daha güzel olacak.” Demişti.

Hastaneye yattığı gün yaptığımız telefon görüşmesinde o gün Mevlevihane’de anlattıklarını hatırlattığımda zorlukla nefes alarak sadece “anlamışsın” diyebilmişti.

Bu, son konuşmamız oldu.

Neredeyse tüm dünyanın eve kapanıp ölümcül suskunluğa gömüldüğü, bizlere sunulan cafcaflı algı perdesinin yıkılıp salt gerçeğin tokat gibi yüzümüze vurduğu salgın hastalık sırasında yitirdiğimiz bilge hekim dostum susmuşlara karıştı.

Hastalandığında bile kendinden çok geride bıraktığı hastaları ve yakınları için kaygılanıp hayata tutunmaya çabalasa da günü geldiğinde bir derviş uysallığı ile boyun eğip bize gölgesini bırakıp “susmuşlar” arasında yerini aldı.

Ardından kaleme aldıklarıma içerleyip suskun kalmamı isteyeceğini biliyor olsam da satır aralarından bizlere geride bıraktığı gölgesini işaret etmek istedim.

Tanısaydınız severdiniz.

Telefonda son sözü “anlamışsın” olmuştu.

Dr. Mehmet Uhri

Not: COVİD 19 Enfeksiyonu nedeniyle 6 Nisan 2020 günü yitirdiğimiz Bakırköy Devlet Hastanesi E. Mikrobiyoloji uzmanı Mehmet Ulusoy’un şahsında salgında kaybedilen tüm sağlık çalışanlarının anısı içindir.

CEPHEDEN HABER VAR

Cumartesi, Nisan 4th, 2020

dsc_0001

4 Nisan 2020

Pandemi süreci bir savaşı andırıyor. Önemli kayıplara karşın cephe direniyor.

Virüs istilası ve sağlıkçıların önderliğinde insanlığın direnişi ile sürdürülen bu savaşta savaşların en zoru olan savunma savaşı veriliyor.

Hasta sayısı artışı, iyileşen hasta sayısının sınırlı kalması, tedavi sürecinin uzaması nedeniyle yatak doluluk oranlarının taşma noktasına geliyor olmasına karşın sağlıkçıların direnişi “şimdilik” devam ediyor.

Ülkemizde yönetsel erkin hasta sayısı artışını engellemek için uygulamaya koyduğu immobilizasyon önlemlerinin işe yaramış olduğu umuluyor.

Bedenin oksijen kullanımı için hayati organ olan akciğerlerin fonksiyon kaybı ile seyreden bu hastalık vücudun oksijen açlığı çekmesine neden oluyor.

Ne yazık ki yapay böbrek veya yapay kalp gibi yapay akciğer icat edilmiş olmadığı için hasta kişilerin akciğer kapasitesinin düşmesini geciktirip vücudun kendi mücadelesini yapabilmesi için tıbbi destek vermekten başka bir şey şimdilik yapılamıyor.

Mücadeleyi veren bedenin yaşı ve ek hastalığın varlığı süreci olumsuz etkiliyor.

Gelelim cepheye;

Sağlık organizasyonu gücünün neredeyse tamamını salgın ile mücadeleye ayırıp diğer hasta ve hastalıkları şimdilik öteleyerek direnişini sürdürüyor. Gün gün artan hasta sayısı ve yatırılan hastaların kolay taburcu edilemiyor olması sağlık sisteminin gücünü şimdiden zorlamaya başladı.

Bu durum birkaç hafta içinde hastasına yatak arayacak hasta yakınları ile sağlıkçılar arasında doğabilecek gerginlik kaygılarını arttırıyor.

Yani cephede işler şimdilik iyi gitse de sağlıkçılar bu trendin devamını düşündükçe kaygılanmadan edemiyor. Hastalara yetememe kaygısına hasta ve hasta yakınlarının baskısının eklenmesinin bir “bozgun” havası doğurabileceğinden endişe etmek için yeterli neden var gibi görünüyor.

Bozgun nasıl olur?

Yorulanlar dinlendirilemez, kayıplar telafi edilemez, yeterli mühimmat ulaştırılamaz, üstüne hasta ve hasta yakınlarının baskısı başlarsa cephede moralleri yüksek tutmak zora girer. Dilim varmıyor ama (rapor almaya çabalama, mesaiden kaçma vb.) sağlıkçıların cepheden kaçışlarının başlaması ile “bozgun” hissi hızla yayılır.

Sağlık organizasyonunun bir bütün olduğu hatırlanırsa iki temel noktada cepheye destek verilmesi moralleri yüksek tutmaya yetecektir.

Yatak ve personel sorununun hızlıca aşılması için açılacak sahra hastanelerinin hızlıca devreye girmesi ve tüm hastaneleri hasta yakınlarının baskısından koruyacak hastane dışı güvenlik önlemlerinin ivedilikle alınması ilk önlem olabilir. Kolluk kuvvetleri yeterli gelmez ise askeri birliklerin sağlık kuruluşlarının dış güvenliğinin sağlanmasında görev alması cephedeki olumsuz beklentiyi önemli oranda azaltacaktır.

Bir diğer basit ama önemli tedbir otomatik solunum cihazı (ventilatör) eksikliğini gidermek için alınabilir. Solunum desteği gerektiren her hastaya yetecek sayıda solunum cihazı olmaması tüm ülkelerde önemli bir sorun olarak görülüyor. Otomatik cihaz yoksa bu iş 50 sene önce olduğu gibi elle yapılabilir. Bir balon pompa yardımıyla kişinin düzenli nefes almasını sağlayacak “birileri” vardiya ile görev yapmaya başlayabilir.

O “birilerinin” hali hazırdaki sağlıkçılar olması cephenin gücünü azaltacağı için sağlık ile ilgili eğitim veren yüksek öğrenim kurumu öğrencilerinden gönüllü destekçilerin görev alması biçiminde bir çözüm düşünülebilir.

Ağır kayıplara karşın cephedeki sağlık çalışanlarının direniyor olması cephe gerisindekileri de direnişe katılmaya yeni önlem ve destek arayışlarına zorluyor.

Tüm farklılıklara ve çekişmelere karşın tabana yayılan bir direnişin yavaş yavaş hayata geçiyor olması insanlık adına umut veriyor.

Sanki yeni bir dünya tohumunu patlatıp gün yüzüne çıkıyor.

Dr. Mehmet UHRİ

Görsel: Kaos, Mümtaz Bolmen 1999

Nasıl Yapmalı?

Perşembe, Mart 26th, 2020

ne-yapmali1

26 Mart 2020

Dünya çapında ve sadece insanlar üzerinde olumsuz etkileri olan bir virüs istilası ile karşı karşıyayız.

İnsanlık, hayatta kalmak ve/veya zaman kazanmak için savaşıyor.

Tehdit altındaki her canlı gibi “savaş veya kaç” komutlarından uygun gördüğünü seçiyor. Önemli bir kısmı saldırıdan korunmak için izolasyon ve karantina önlemlerine uymaya çabalarken hastalığa yakalananlar ve sağlık çalışanları ise savaş veriyor.

Sevme, paylaşma, ortak hareket etme, tahammül gösterme konusunda pek de başarılı sınavlar veremeyen insanoğlu kendi tarihi boyunca “en iyi yaptığı” işi yapıyor ve savaşıyor.

Üstelik savaşların en zoru olan “savunma savaşı” organize etmeye çalışıyor.

Savaş tarihçilerinin ifadesiyle “savunma savaşları” kazanılması en zor savaşlardandır.

Savaşlar liderleri ile anılsa da her savaş gibi geride başarılı bir organizasyon ve gizli kahramanlar bırakır.

Çanakkale ve Kurtuluş savaşları - ki bunlar da savunma savaşlarıdır- sırasında görev alan ve sonrasında çeşitli nedenlerle Cumhuriyet tarihinin “karanlık” sayfaları arasında kalan Behiç Erkin’i ( 1876- 1961) burada hatırlamamız gerekiyor.

Ülkemizde demiryollarının kurucusu ve adı geçen savaşlar sırasında bir lojistik sihirbazı olarak anılan Behiç Erkin orduların savaş alanına taşınması, yer değiştirmesi, ağır savaş koşullarında askerlere gıda ve mühimmatın sürekli akışını gerçekleştirecek organizasyonu kuran kişidir.

Her iki savunma savaşı da lojistik akışın iyi ve doğru organizasyonuyla ordunun moral olarak ayakta kalması, tutunması ve direnmesi ile kazanılmıştır.

Günümüzde de tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de bir virüse karşı savunma savaşı veriliyor.

Sağlık çalışanları cephede yerlerini almış durumdalar ve virüs nedeniyle kendi içlerinden de ilk kayıplarını vermeye başladılar.

Böyle bir mücadelede yine lojistik ve onunla birlikte gelen moralin ne denli önemli olduğunu hepimiz görüyoruz.

Sağlık çalışanlarının cephede tutunabilmesi, hastalarını yaşatabilmeleri için gereken koruyucu donanım, mühimmat ve tıbbi malzemeyi en ücra köşedeki sağlık ocağına kadar ulaştıracak ülke çapındaki bir organizasyonun gerekliliğini geçmiş deneyimlerimizden biliyoruz.

Uzun süreceği öngörülen savaş süresince sağlık sisteminin eksikliklerini kılcallarına kadar yönetecek ve lojistik akışı sağlayacak bir organizasyon kurulmadan cepheyi ayakta tutmak kolay görünmüyor.

Savaş tarihçilerine göre savunma savaşları ilk ve güçlü saldırıyı atlattıktan sonra saldıran tarafın gücü kırılana kadar süren ve sabır gerektiren süreçlerdir.

Virüsün ilk ve en güçlü saldırısının yaşanmakta olduğu günlerden geçerken cephede görev yapan sağlık neferlerine ve hastalara yönelik lojistik yönetiminin iyi kurgulanması ve işlerlik kazanması gerektiği açıktır.

Virüs etkisinin gücünü azaltmak için alınan izolasyon ve karantina önlemleri kadar koruyucu malzeme ve ilaç desteği konusunda kuşkuya yer bırakmayacak “görünür” merkezi bir organizasyonun hızlı ve etkin faaliyete geçirilmesi gerekiyor. (Her sağlık biriminin talebini girebileceği ortak bir yazılım ve birimler arasında aktarımı sağlayacak hızlı ve etkin dağıtım mekanizması iyi bir başlangıç olabilir.)

Sonrası mı?

Şair Hazar Alapınar’ın dizeleri ile bitirelim.

“Sonra güneş çok batıp çıkacak

Karacaklar bizi de yeni hamurdan”

Dr. Mehmet Uhri

Ne oluyor?

Pazar, Mart 22nd, 2020

kuresel-septik-sok

22 Mart 2020

Ne oluyor?

2016 yılında Stephen Hawking’in BBC ye yaptığı açıklamada sözünü ettiği insanlığın sonunu getirebilecek risklerden biri gerçekleşiyor.

Antroposen çağını yaşadığı kabul edilen ve antropomorfik dev bir organizmaya dönüşen yerküre Covid-19 adı verilen virüs nedeniyle ciddi bir rahatsızlık geçiriyor.

Bireysel pencereden bakıldığında kavramak ve anlamakta zorlanıyoruz.

Tıpkı, beden hastalanınca kendince önlemler alır ve uygularken bedeni oluşturan hücrelerin ne olduğu konusunda bilgisiz, şaşkın hatta duyarsız olması gibi bir sürecin içinden geçiyoruz.

Uzaydan bakıldığında hücreleri insanlardan oluşan santral sinir sistemini internet olan damarlarında Petro Dolar veya benzerlerinin aktığı üretim, dağıtım, tüketim ve hatta atılım gibi konularda bölgesel görev dağılımı (organ ve organelleri ile) olan dev bir organizmaya dönüşmüş görünen yerküre bir virüs nedeniyle ağır rahatsızlık geçiriyor.

Tıbbi terminolojide karşılı “septik şok” olabilecek bir süreç yaşanıyor.

Virüs etkisi ile tüm dünyada yaşamsal hareketlilik yerini ölümcül bir durağanlığa bırakıyor. Organizma düşen kan basıncı nedeniyle hücrelerinin gereksinimi olan oksijen ve besinleri sağlayabilmede yetersiz kalıyor ve bu gibi duruma giren pek çok organizmanın yaptığı gibi denge mekanizmaları ile dokuların oksijensiz kalmasını önlemeye çalışıyor.

Bugünkü bilgilerimizden yola çıkarak küresel organizmanın septik şokun ilk evresi olan “nonprogressiv evrede” olduğunu; dengeleyici mekanizmalar sayesinde (ekonomik önlemler, sınırların kapatılması, baskıcı önlemler, öncelikler) organizmanın hayatta tutulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz.

Bu yorum bazıları için iyimser bulunabilir.

Süreç zamana yayılıp düzelme veya normalleşme sağlanamazsa küresel septik şokun ikinci evresi olan “progressiv evre” kaçınılmaz olacaktır.

Bu evrede kayıplarla birlikte dengeleyici mekanizmaların etkisiz ve yetersiz kalması söz konusudur. Organizmanın hücre-birey veya birim bazında oksijen ve enerji sağlayamaması şeklinde ifade edilen değişikliklerin tüm metabolik aktiviteyi olumsuz etkilemesi şeklinde ilerleyen bozukluklar silsilesi yaşanır.

Septik şokun üçüncü ve son evresi ise irreversible-geri dönüşü olmayan evredir.

Bu evrede hücre ve doku hasarı o kadar şiddetlidir ki çoklu organ yetmezliği nedeniyle altta yatan neden ortadan kalksa bile organizmanın hayata tutunması neredeyse imkânsızdır.

Ne oluyor? Diye sormuştuk.

Küresel dev bir organizmaya dönüşen dünyamız ciddi rahatsızlık geçiriyor.

Organizmayı oluşturan bizler ise şimdilik denge mekanizmalarının çalışması için yardımcı olmaya çalışıyor, kişisel önlemlerimiz alıp yaşanmakta olan bu “küresel septik şok” benzeri tablonun ileri evrelere geçmemesi umuduyla bekliyoruz.

Dr. Mehmet Uhri

Şiddet Sarmalında Yaşamak

Pazartesi, Ocak 6th, 2020

f959b28d-25a9-4936-8ac3-9d2af478c4a7
Şiddet kültürel kökleri aile içine uzanan bir iletişim biçimidir. Sesini yükseltmekle başlar. Başka biçimde aktarılamayanın karşı tarafa “zorla”aktarılmasıdır. Direnme, diretme, sesini yükseltmekle başlar, fiziki şiddete ve hatta kitleselleşip linçe kadar ulaşabilir.

Sosyal iletişim kanallarının yeterince açık olmadığı, empati fakiri, şiddeti “normalleştirmiş” toplumlarda ne yazık ki sıklıkla başvurulan bir iletişim biçimidir.

İletişim kurmayı ailede öğreniriz. Şiddet de iletişim yöntemlerinden biridir. Pek çok kültürel unsur gibi öğrenilir ve çeşitli biçimlerde uygulanır. Bir toplumda şiddet kültürünün varlığı ve düzeyini görebilmek için toplumun ortak aklını, düşünsel arka planını görünür kılan atasözleri ve deyimlere bakmak yeterlidir.

Aşağıdaki atasözü ve deyimlerin yaygın kabul ve kullanım görüyor olduğu bir toplumda şiddetin var olduğunu ve kültürel olarak kendini sürekli yeniden üretebildiğini söyleyebiliriz.

- Kızını dövmeyen dizini döver,

- Öğretmenin vurduğu yerde gül biter,

- Dayak cennetten çıkmadır,

- Ağlamayan çocuğa meme vermezler,

- Nus ile uslanmayana etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir,

- Sözün bittiği nokta,

- Aklın yolu birdir?

Şiddet, kültürel kökleri aile içine uzanan bir iletişim biçimidir ve sesi yükseltmeyi öğrenmekle doğrudan ilgisi vardır.

Çocuklar talepleri için sesini yükseltmenin, direnme, dövünme ve “arıza çıkarmanın” işe yaradığını aile ortamında “öğrenirler”. Ailelerin biraz da başkaları tarafından ayıplanma kaygısıyla çoğunlukla pes edip çocuğun isteğini gerçekleştirmesi ile aile içinde şiddet kültürünün tohumu atılmış olur. Ses yükseltmeyle başlayan iletişim ve dayatma, çocuk ile birlikte büyür, biçim değiştirir ve kültüre dönüşür.

Başkalarını rahatsız edeceğini düşünmeksizin kornaya basmaktan, tribünlerde rakip takıma yönelik küfürlü tezahüratlara kadar her yerde yaşanır ve hatta küfürlü sözlerin günlük dilde edat olarak kullanılmasıyla “normalleşir”. Kültürel kodlarında şiddeti barındıran ve tekrar tekrar üretebilen toplumlarda iletişim kanallarının karşılıklı olarak açık olması (empati kültürü) şiddetin ortaya çıkmasını kontrol altında tutabilir.

Ancak, toplumu bir arada tutan ortak değerlerin yitirildiği, sosyolog Emile Durkheim (1858-1917) tarafından “Anomi” olarak adlandırılan iklime girildiğinde iletişim kanalları yetersiz kalır. Toplumun ortak değerleri anlamını yitirdiğinde yaşanan yalnızlık ve yabancılaşma hissi korku ve gerilimi arttırır. Bu ortam şiddet kültürünü besler, “ötekine” yönelik talep ve beklentiler gerçekleşmediğinde söz, yerini hızla şiddete bırakır.

Durkheim’ın “Anomi” olarak adlandırıldığı bu gibi durumlarda insanları bir arada tutan özgürlük, eşitlik, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü, insan onuruna saygı ve demokrasi gibi temel kavramlarda bile uzlaşının sağlanamaması kutuplaşmayı artırır. Sosyal çözülmeye ve depresyona yol açar, intihar salgınları görülebilir. Ne yazık ki çoğunluğun sesi baskın gelir ve şiddet kitlesellik kazanır.

Kültürel kodlarında şiddeti ?normalleştirmiş? toplumlarda yaşanabilecek en büyük tehlike şiddetin bir yangın gibi kitlesellik kazanıp linç kültürüne dönüşmesidir.

Linç, şiddetin doruk noktasıdır ve tüm taraflar için yıkıcı sonuçlar doğurur.

Şiddet iklimi normalleştiğinde herkesin sırtı kabarık kedi gibi nereden nasıl bir saldırı gelecek kaygısıyla dolaştığı gergin ve sağlıksız ruh iklimi içinde yaşar ve bunun normal olduğuna kendimizi inandırmaya çalışırız.

Şiddet kültürel kökleri aile içine uzanan bir iletişim biçimidir ve sesini yükseltmekle başlar.

Anomi ikliminin beslediği ve toplumun kültürel kodlarında “normalleşmiş” şiddet olaylarının sağlık çalışanlarına yönelmesinde de taraflar arasındaki iletişim kanallarının yetersizliğinin rol oynadığını görmek çözüme yönelik iyi bir başlangıç olabilir. Aksi halde, hasta ve yakınlarının sağlık sistemine güven duymamaları ve yaşanan aksiliklerin sorumlusu olarak sağlık çalışanlarını görme eğilimi, hekimlerin de hastalarını olası tehdit unsuru olarak algılaması kısır döngüye dönüşüp şiddet sarmalını beslemeye devam eder.

Bilindiği gibi meslek kimliğin bir parçasıdır.

Sosyalleşmeyi gerçekleştirirken kimliklerimizi kullanırız. Evde anne veya baba olur, mahallede komşu, arabada şoför, iş ortamında ise mesleğimizin gerektirdiği sosyal rollerimize bürünürüz. Üstlendiğimiz sosyal rollerin gerektirdiği bilgi birikimi, ahlak ve sorumluluk bilinci ile davrandığımızda o rolün hakkını verir, kendi değerimizi hissederiz.

Büründüğümüz sosyal rollerin toplum içinde gördüğü değerler de farklıdır. Felsefi anlamda başlangıcından beri bir “adanmışlık” gerektirdiği, kendini geri çekip başkalarının sağlığına odaklanma üzerine kurulduğu için hekimlik tüm toplumlarda saygınlığı yüksek mesleklerdendir.

Sosyolojik olarak her sosyal rolün ekonomik ve psikolojik olmak üzere iki farklı değeri olduğu kabul edilir. Söz gelimi iş gücüne gereksinim duyulan feodal görünümlü kırsal topluluklarda çocuğun iş gücüne katkı ve gelecek sigortası anlamında ekonomik değeri psikolojik değerinden fazladır. Bu nedenle baba kimliği ekonomik değerleri öne alarak daha baskıcı ve psikolojik tatminden uzak olarak şekillenir. Şehir ortamında ise roller tersine döner.

Hekimlik mesleğinin psikolojik değeri geçtiğimiz yüzyıla kadar ekonomik değerinin hep önündeydi. Herhangi bir sosyal ortamda doğumunu gerçekleştirdiğiniz bir çocuğun elinizi öpmesi, hastanızın yanınıza gelip sizi saygıyla selamlaması ekonomik değer taşımasa da mesleki tatmin açısından hayli doyurucu olabilmekteydi.

Geçtiğimiz yüzyılın sonunda yaşanan neoliberal dönüşüm ile birlikte; sağlık sisteminin piyasalaşması verimlilik, kar, sürdürülebilirlik, kalite, maksimizasyon, rekabet, inovasyon gibi pek çok öncülün sağlık sistemine yerleşip mesleğin biçim değiştirmesine neden oldu. Bu dönüşümün sağlık hizmet kalitesinin standardizasyonu, kalite ilkelerinin uygulanması, hizmetin yaygınlık ve etkinlik kazanması şeklinde olumlu sonuçları olmasına karşın mesleğin ekonomik değerinin psikolojik değerinin önüne geçmesi gibi bir sonucu daha oldu. Hekimler çalıştığı kurumun marka değeri, kazandırdığı meblağ ve bunun üzerinden kazanç elde etme şeklinde yeni bir mesleki yapılanma içine itildi.

Hekimlik mesleği psikolojik anlamda tatmin edici olmaktan uzaklaşıp ekonomik rekabet ortamına itildikçe, bir başka deyişle felsefesinde yatan insana?hastaya adanmışlık, yerini kuruma, patrona adanmışlığa bıraktıkça toplumun gözünde de değerini yitirmeye başladı. Sağlık çalışanlarına yönelik giderek artan şiddetin arka planında, insanların canını emanet ettiği hekime kuşkuyla bakmasının yattığını da görmek zorundayız.

Piyasalaşan sağlık ortamının getirdiği karşılıklı güvensizlik sarmalı ve popülist sağlık politikaları, hekim ile hasta arasındaki iletişimi olumsuz etkiledikçe şiddet giderek daha fazla görünür oldu. Üstelik şiddet uygulayan ve şiddet mağdurları üzerinden bile toplumun bölünüp kutuplaştığına şahit olmaya başladık.

Çözüm hiç kolay görünmese de bir yerden başlamak gerekiyor. Bataklığı kurutmadan cezai yaptırımları artırmak gibi geçici önlemlerin sorunu ötelemekten başka işe yaramayacağı açıktır. Hastalığı kabullenmek ve içinde bulunduğumuz “anomi” ile yüzleşmek durumundayız.

Şiddeti kültürel kodlarında normalleştirmiş ve anomi girdabına sürüklenmiş görünen bir toplumun aynaya bakmasını sağlamak, karşılıklı olumsuz önyargıların doğurduğu iletişimsizliğin sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti beslemekte olduğunun farkında olmak çözüme yönelik arayışların başlangıç noktası olmalıdır.

Kitlesellik kazanıp tüm tarafları mağdur edecek yıkıcı sonuçlar doğurmadan içinde bulunulan şiddet sarmalı ile yüzleşmek ve durdurmak zorundayız. Başta yöneticiler, eğitmenler, aileler olmak üzere toplumun her bireyi ayrıştırıcı-kamplaştırıcı söylemden özenle kaçınmalı, ortak değerleri öne çıkaran tutum-davranış değişikliği ile şiddetin her türlüsünden arınmış toplum hayali için gelecek kuşaklara örnek olmalıdır.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu yazı 03.01.2020 günü çalışmakta olduğum Bakırköy Sadi Konuk Eğitim Araştırma Hastanesinde hasta yakını tarafından darp edilen değerli meslektaşım Burak Altunpak’a ithaf olunmuştur.

Kaynakça:

Durkheim, E. Toplum Bilimin Yöntem Kuralları, Dost Kitapevi 2012

Durkheim, E. İntihar Cem Yayınevi 2011

Köknel, Ö. Şiddet Dili Remzi Kitapevi, 2013

Köknel Ö. Kaygıdan Korkuya, Remzi Kitapevi, 2014

Parsons, T. Toplumsal Eylemin Yapısı; Marshall, Pareto, Durkheim, Sakarya Üniversitesi Yayınları 2015

Mutluluk gibi bir şey oldu

Pazartesi, Haziran 10th, 2019

9541174c-9c8f-43d4-9c4f-6cd566da561c1

“Dedim ya, yağmur damlasına benziyor, hayatlarımız. Kimi diğerlerine karışır çağlar, kimi ise benim gibi kuruyana kadar bir umut içinden gelip geçecek ışığı bekler. O da hayat, bu da?” diyerek uğurlamıştı.

Yaz aylarında hareketlenip yılın geri kalanında ıssızlaşan tatil kasabalarından birinde karşılaşmıştık. Okul yıllarından sonra bir daha görüşmemiş olsak da ortak arkadaşlar ve sosyal medya sayesinde birbirimizden haber alabiliyorduk.

O küçücük kasabada bir sanat galerisi olmasını garipseyip içeri girmesem belki yine karşılaşmayacaktık. Sanat galerisinin hemen girişinde sağda koltuk kitap ve gözlük üçlüsünün dingin hali dikkatimi çekmiş içimden “Ne keyifli bir okuma köşesi” diye geçirmiştim. Sıcak bir “hoş geldiniz” ile başlayan karşılaşma kısa sürede yıllar sonra bir araya gelmenin coşkusuna dönüşüverdi.

Arkadaşım başarılı ve sevilen bir çocuk hekimiydi. Ancak erken yaşta emekli olup köşesine çekilmişti. Şehri terk edip öğretmen eşiyle birlikte o ücra kasabaya yerleştiklerini, satın aldıkları metruk taş binayı restore edip ev yaptıklarını, alt katını da sanat galerisine dönüştürdüklerini anlattı. Söylediğine göre o ev ve sanat galerisi bütün birikimlerini yutmuştu.

Galerinin kazancı ve hatta gelen gideni olmasa da mutlu görünüyorlardı. Kış aylarında öğrencilerle atölye çalışmaları yaptıklarından, kitaplığının da halka açık olduğundan söz etti.

- İyi de, ahali senin hekim olduğunu bilmiyor mu?

- Rahmetli anatomi hocamız “hekimlik yüksek tansiyon gibi kronik bir hastalıktır. Mezara kadar eşlik eder” derdi. Haklıymış. Muayene odam olmasa da hasta çocuklar için ilaç tavsiyesinde bulunduğum hatta küçük müdahale yaptığım bile oluyor. Ücret almıyorum.

- Aramızda hekim olmaya en hevesli olandın. Fakülte yıllarında çocuk hekimi olmayı kafana koymuştun. Hekimlikten ve pediatriden bu kadar kolay vazgeçebileceğine kimse inanmazdı. Gerçekten anlamıyorum.

- Hekimliği bırakmadım. Ancak meslek başka bir şeye dönüştü. Pek çok meslektaşım uyum sağlasa da ben istemedim.

- Nasıl yani?

- Pediatri, psikiyatri, geriatri gibi uzmanlıkların diğer hekimlik uygulamalarından farklı adlandırılmaları boşuna değildir. İatros sözcüğü ile biter. Yani hekimlik sanatını barındırır, sonu “loji” ile biten bilim alanlarından bir miktar ayrılırdı. Sağlık sisteminin piyasalaşması ile gelen performans uygulaması mesleği parça başı fason iş yapan, yaptığı işten prim alan garip bir hale dönüştürdü. İşin ne sanatı kaldı ne de bilimi. Meslek kendini tekrar eden standart teknik bir uygulamaya dönüştü. Çeşitli gerekçeler ileri sürüp muayenehanemi de kapattırdılar. Ne ben ne de hastalar durumdan memnun değildi. Ne istediğimi bilmiyordum ama istemediğimin farkındaydım. Her şeyi bırakıp buraya sığındım.

- İyi de burada inzivaya çekilmiş gibi yaşamak sana yetiyor mu?

Az önce ilgimi çeken okuma köşesini gösterip “Kapımı çalan olmasa da kendimi oyalayacak bir şeyler buluyorum. Hayatı küçültünce yönetmesi de kolay oluyormuş” diye yanıtladı.

Arkadaşım “yıllar sonra gelen bu buluşmayı kahve ile hatıra bağlayalım” diyerek içeriye yöneldi. Eşimle birlikte mütevazı galeriyi gezip heykel ve tabloları inceledik. Galerinin bir duvarını boydan boya zengin sayılabilecek kitaplık kaplıyordu. Arka tarafta ise atölye olarak kullanılmak üzere kısmen kapatılmış küçük bir avlu vardı.

O sıcak yaz günü serin taş mekânda kitapların arasında zamanı unutmuşken arkadaşım kahveler ile geldi. Ortalığı kaplayan kahve kokusu eşliğinde kahvelerimizi yudumlarken resimler hakkında bilgi verdi. Eşinin ilkokul öğretmenliğine devam ettiğini, atölyede resim çalışmaları yapıldığını ve hatta geçen yıl belde tarihinde ilk kez yerel çalışmalardan oluşan karma sergi bile açıldığını anlattı.

Yine de anlamıyor, sorduğum sorular ile canını sıkmak pahasına neden böyle münzevi bir hayat seçtiği üzerinden kendi hayatımı sorguluyordum. O ise, kimseyi yargılamadan bir derviş sabrı ile sorularımı cevaplıyordu. Kahvenin ardından eşi ev yapımı likör ikram edip akşama yemeğe beklediğini söyledi. Tatil dönüş trafiğine yakalanmamak için yola devam etmeyi planlamıştık. Arkadaşım daveti geri çevirmeye hazırlandığımızı fark edince şehirde onca dolu ve zengin hayatı bırakıp bu kadar sığ bir hayatı seçmekle ne amaçladıklarının yanıtı için akşam yemeği davetini kabul etmem gerektiğini söyledi.

Akşam bir araya geldiğimizde gün batmak üzereydi. Eşiyle birlikte evin arka bahçesinde atölyenin önünde mütevazı bir masa hazırlamışlardı.

yagmur

Arkadaşımın yanıtı için yemek boyunca sabırla bekledim. Sanat edebiyat ve hatta şiir dolu bir muhabbetten sonra “Gelelim burada ne aradığımız konusuna” diyerek konuya giriş yaptı. Asistanlık yıllarında yağmurlu bir akşam üstü hocasının arabasına aldığını, trafikte ilerlerken camdaki yağmur damlaları üzerinden hayat ve insan üzerine yaptıkları bir konuşmayı anlattı.

- Yolculuk sırasında biraz da hocam ile muhabbet etmek amacıyla hekim olmayı nasıl seçtiğini sormuştum. Hocam ise sorumu yanıtlamak yerine camdaki su damlalarını işaret “mesele hangisi olmak istediğin” diye yanıtlamıştı. Sonra hayatlarımızın yağmur damlalarına benzediğini, çoğunun birbirine karışıp aktığını, bazılarının tek başına durup ayna gibi ışığı yansıttığını az bir kısmının ise içine aldığı ışığı renk tayfı haline getirdiğinden söz etti. “O yüzden önemli olan ne olduğun veya nasıl olduğun değil, hangisi olmak istediğin” dedi. O gün fazla felsefi bulduğum bu yanıt üzerinde düşünmemiş açıkçası anlamaya da çalışmamıştım.

- İyi de bu anlattıklarının konuyla ne ilgisi var? Konuyu neden burada inzivaya çekildiğine nasıl bağlayacaksın? Doğrusu merak ediyorum.

- Meslekten soğuduğumu hissettiğim günlerdi. Bir süre şehrin kenarına kaçıp kafamı dinlemek istemiştim. Şiddetli bir yağmur sonrası güneş belirdi ve dev bir gökkuşağı oluştu. Yağmur damlaları bir araya gelmiş ve o görkemli görüntü ortaya çıkmıştı. Hayatlarımız yağmur damlası gibi demişti hocam. Oluşuyor, dönüşüyor ve kayboluyorduk. Diğerlerine karışıp akıp gitmek herkes gibi olmak kolaydı. Ama bazı damlalar ışığı bekliyor ve içinden geçen ışığı ayrıştırıp başka bir şeye dönüştürüyordu. Ortaya sanat gibi bir şey çıkıyordu.

- Çok hızlı oldu. Sen şunu daha yavaş bir daha anlat.

- Hocam haklıydı. Hayat bir yağmur damlası gibiydi. Çoğu diğerleriyle birleşip çok da sorgulamadan akıp gidiyordu. Kimi kendini göstermek, farklı kılmak uğruna ışığı ayna gibi yansıtan kendine hep baktıran ama içeriyi hiç göstermeyen su damlası gibi yaşamayı seçiyor, böyle mutlu oluyordu. Sosyal medyada en çok görünenler de onlardı. Kendinden başka kimseye hayrı olmadan ve hayata pek bir şey katmadan yaşamak istiyorlardı. Az bir kısım ise ışığı içine alıp dönüştürüp yeni bir şeyler üretiyordu. Resim, heykel, edebiyat kısaca sanat o insanların oluşturduğu gökkuşağı gibi bir güzellikti. Hayat onlarla güzeldi.

- Peki ya sen hangisi olduğuna karar verebildin mi?

- Hayatım okullar, zorunlu hizmet, askerlik, evlilik, çocuk filan derken diğerleri ile birlikte akıp giden su gibiydi. Mesleğimi yaparken sanırım kendimden bir şeyler kattıkça mutlu oluyor avunuyordum. Ancak bu yeni sağlık sistemi mesleğimi iyi yapmamı değil sıradan olmamı, kendimden bir şey katmadan rol yapmamı bekliyor, fazlası için harcadığım zamanı kayıp olarak görüyordu.

- Yani?

- Yani hocamın sözünü ettiği gibi ya akıntıya kapılmam veya ışığı yansıtıp kendine baktırmaktan başka işe yaramayan şişkin bir su damlası olmam isteniyordu. Benim veya başka birinin o koltukta olması hiçbir şeyi değiştirmiyordu. O gün gökkuşağına bakıp hocamın ” Mesele ne olduğun veya nasıl olduğun değil, hangisi olmak istediğin” sözlerini hatırlayıp bir seçim yaptım.

- Her şeyi bırakıp kenara çekilmeyi seçtin, öyle mi?

- O kadar basit değil. Hocamın sözünü ettiği ışığı içine alıp dönüştürmeye çalışan yalnız bir su damlası olmayı seçtim. Yanlış anlama. Sanatçı değilim. Öyle bir iddiam da hiç olmadı. İyileştirdiğim çocukların hayatlarında nasıl bir etkim olduğunu bilemeyeceğim ama burada bu küçücük sanat ortamında sanat üretip yaşatan bir ortam yapmanın emeklilikte köşeye çekilmekten daha anlamlı olduğunu düşündüm. Eşim de destek oldu. Buradayız. Umarım tatminkâr bir açıklama olmuştur.

Konuşmayı sessizce dinleyen eşim araya girip “İyi de aradığınız ışık hiç gelmez, burası o beklediğiniz etkiyi doğurmazsa ne olacak?” diye sordu. Arkadaşım eşi ile bakıştı. Gülümsediler. Sonra “Işığını bekleyen fani bir su damlası olarak kuruyup gün gelince kaybolacağız. Bu bizi ürkütmüyor. Başkalarının olmamızı istediği kişi yerine kendimiz olacağız” diye yanıtladı.

- Doğru mu anladım, sürüye katılıp su olup akmak veya ayna gibi görünen tekil bir su damlası gibi başkalarının gözünü alan fiziksel bir varlık olmak yerine ışığı tayf halinde başka bir şeye dönüştüren yağmur damlası olmayı mı istedin. Hepimiz biraz hepsinden değil miyiz?

- Dedim ya, su damlasına benziyor, hayatlarımız. Kimi diğerlerine karışır çağlar, kimi ise benim gibi kuruyana kadar bir umut içinden gelip geçecek ışığı bekler. O da hayat, bu da. Hem bak sanattan edebiyattan hayattan konuştuk gökkuşağı gibi hayli renkli bir gece yaşadık. Fena mı oldu?

Gerçekten de sanat, edebiyat ve hayat paylaşımları ile geçen hayli doyurucu uzun bir gece oldu. Ertesi sabah erkenden yola koyulacağımız için geceden vedalaştık.

kiux9834

Ertesi sabah ayaklarımız geri gitse de şehre doğru yola çıktık. Yağmurla birlikte artan dönüş trafiği yolculuğu giderek daha da çekilmez hale dönüştürüyordu ki, eşim yolun ilerisinde oluşan devasa gökkuşağını işaret etti. Yağmura rağmen durup arabadan indik.

Kısa süreliğine de olsa yol, yolculuk veya varmak istediğimiz şehir aklımızdan çıkıverdi.

Mutluluk gibi bir şey oldu ve hızla kayboldu.

Mehmet Uhri

Bir Tespih Hikayesi

Pazar, Nisan 28th, 2019

9a2f6601-7a13-4818-9982-dc6d5f274bb3

Emektar doktor abimiz emeklilik kararı almış, odasını topluyordu.

Kitaplarının büyük kısmını bölüme bağışlamıştı. Kalanları kolilere yerleştiriyordu. Yardım etmek istedim, gerek olmadığını söylese de o ağır kolileri kaldırmasının kolay olmadığını biliyordum. Birlikte kitapları koliledik.

Bir ara gözüm duvarda çiviye asılı eski ve hayli yıpranmış görünen tespihe takıldı. Tespihi işaret edip “hocam sizden bir anı eşya almak istiyorum, bu tespihi alabilir miyim?” diye sordum. Duvardaki tespihe uzandı, elinde şöyle bir çevirdikten sonra cebine attı.

- Olmaz, onu veremem, başka bir şey iste?

- İyi de hocam bildiğim kadarıyla tespihle işi olanlardan değilsiniz. Dini konulara uzak durduğunuzu kendiniz söylerdiniz. Ne oldu da bu tespih bu kadar önem kazandı?

- Senin de namazla, tespihle işin yok, sen niye istiyorsun?

Bu sözler üzerine sustum.

Çekmeceleri çıkarıp içinin boşaltılmasına giriştim. Kısa sürede odadaki kişisel eşyalar toplanmış hastabakıcının getirdiği bir tekerlekli sandalyenin üstüne yığılıp hocamızın arabasına doğru yola çıkmıştı. Servis hemşiresinin ikramı olan yorgunluk kahvelerimizi yudumlarken cebinden tespihi çıkarıp “bu tespihi neden vermek istemediğimi anlatayım da gücenme” diyerek anlatmaya başladı;

“Yıllar önce sıradan bir Pazar sabahıydı. Hastane idari nöbetini yeni devralmıştım. Önceki günün nöbetçisi acil serviste yoğun bakım gerektiren bir hasta olduğunu ancak yatak bulunamadığı için acil servis şartlarında tutulmak zorunda kaldıklarını bildiren bir bilgi notu bırakmıştı.

Nöbet odasına girmiş üstümü değiştirirken kapım çalındı. Hastane güvenlik görevlisi yanındaki hayli yaşlı beyefendinin nöbetçi şef ile görüşmek istediğini söyledi. “Buyurun” dememle o yaşlı adam koşar adımla yanıma gelip ellerime sarıldı ve “doktor bey bizi bu cehennemden kurtarın, yalvarıyorum. Bize bunu yaşatmayın” dedi.

Elimi kurtarıp koltuğa oturmasını rica ettim. Oturmasıyla birlikte o koskoca adam ağlamaya başladı. Sakinleşmesini beklerken güvenlik görevlisinden aldığım bilgiler doğrultusunda Acil servis yetkilileri ile kısa bir görüşme yaptım. Bilgi notunda sözü edilen ve yatak bulunamadığı için acil serviste sedyede bekletilen hastanın yakınıydı.

Hastanın bilgilerine ulaşırken de sessizce ağlamayı sürdürdü.

Bir süre sonra torununun acil serviste yattığını, komada olduğunu, yoğun bakım yatağı bulunamadığı için ölmek üzere olduğunu anlattı.

Dedeyi de yanıma alıp acil servise yöneldim. Torunu 20 yaşındaydı. Dedenin söylediğine göre askerliğini Güneydoğuda yapıp yeni dönmüştü. Bunalıma girip babasının beylik silahıyla kafasına ateş ederek intihar etmeye çabalamış ancak ölmemişti.

- Biz inançlı bir aileyiz doktor bey oğlum. Bizde intihar en büyük günahtır.

- İyi de torununuz henüz yaşıyor, sakin olun.

- I ıh, anlamadın. İntihar etmeye kalktığı için anne ve babası hastaneye bile gelmediler. Gerçi gelinim onu yalnız bırakmamam için benden yardım istedi ama oğlum, insan içine çıkamayacak kadar büyük bir suç işlendiğini düşünüyor.

- Yani şimdi burada sizden başka kimsesi yok mu?

- Maalesef yok, doktor bey oğlum. Torunum yalnız başına sedyede can çekişiyor. Gelinim gizlice aramasa benim de haberim olmayacaktı. İlçe devlet hastanesi ilk müdahaleyi yapıp sevk etmiş. Yolda kalbi iki kez durmuş. Yoğun bakım yatağı bulunamayınca yol üstündeki en yakın hastane olarak size getirmişler. Dünden beri burada öylece bekliyoruz.

Gerçekten de acil servis kabinlerinden birinde perdenin ardında seyyar monitöre ve otomatik solunum cihazına bağlı, kafasının sağ tarafı sargılar içinde bilinci kapalı sırım gibi genç bir delikanlı sedyede yatıyordu. Hızlıca kan değerlerine göz attım. Açıkçası bu şartlarda hastaneye canlı gelmesi bile mucizeydi.

Çok fazla dayanabilecek gibi de görünmüyordu.

Acil servis hekimi durumun çok kritik olduğunu, yoğun bakım şartları sağlanmadığı takdirde saatler içinde kaybedileceğini ancak hiçbir yerde yoğun bakım yatağı bulunamadığını ve dahası başka merkezlerde de benzer durumda yatak bekleyen hastalar yüzünden can pazarı yaşanmakta olduğunu bildirdi.

Hastanın filmlerine tekrar göz attım. Kafatası ve beyin hasar görmüş olsa da hayati merkezler isabet almamıştı. Yolda kalbinin durmuş olduğu dönemde başka beyin hasarı olup olmadığını bilmiyor hastayı uyutuyorduk. Hastaneye geldiğinden beri geçen süre içinde durumu iyiye gitmiyordu.

Yaşlı dede tekrar ellerimi tuttu.

- Onu böyle Araf’ta bırakma doktor bey. Bir şey yap. İki kapıdan birini onun için açmaya çalış. Ne olacaksa olsun.

- Çok zor. Hafta sonundayız ve tüm yataklar dolu. Yukarıda servislerde bile boş yatağımız yokken yoğun bakım yatağı bulmamız imkânsız görüyor. Bulunabilseydi bir gün önceden bulunurdu. Torununuzun ertesi güne kadar dayanması da çok zor görünüyor.

- O zaman cihazın fişini sen çek. Bu cehennemi torunuma ve bana yaşatma.

Bu sözlerden sonra bekleme koltuğuna çöktü ve yine “onu bırakmayın, o daha çocuk, bırakmayın onu” diyerek sessizce ağlamaya başladı. Dedeyi acil servis çalışanlarına emanet edip odama yöneldim.”

8fe66389-a047-42ff-9bde-a1892e49be6eHocamız kahvesini yudumlarken dayanamayıp araya girdim “Peki siz ne yaptınız? Çözüm bulabildiniz mi? Hoş şimdi aynı durum olsa yine çözümsüz kalma olasılığı çok yüksek, hiçbir şey değişmemiş gibi. Peki ya tespih?” diye üsteledim. Elindeki kahve fincanını masaya bırakırken “Bir çözüm olmalı” diye düşündüğünden söz etti. Anlatmayı sürdürdü;

Bir çözüm olmalıydı. 20 yaşında bir delikanlı ölmek istese de bir şekilde hayata tutunmuştu. Yoğun bakım için bilinen tüm yollar denenmişti. Özel hastaneler de delikanlının sosyal güvencesi olmaması nedeniyle hastamızı almıyordu. Çevre iller bile araştırılmıştı.

Açıkçası anne babası gibi sistem de delikanlının başladığı işi bitirmesini istiyormuşçasına pasif bir tutum gösteriyordu. Veya ben öyle hissediyordum. Dedesi dışında kimse ölüme terk edilmiş bu delikanlı için üzülmüyordu. Öylece elimizin altından kayıp gidiyordu.

Çaresizce telefon ile bir yerlere ulaşmaya çalışırken hastane koridorunda duvara asılı “organ bağışı hayat kurtarır” ilanı gözüme çarptı.

“Evet ya, organ bağışı, neden olmasın? ” diye geçirdim içimden.

Birlikte Bridge oynadığımız eski bir dostumu, meslektaşımı hatırladım. Bridge oyununu poker gibi oynayıp ortağı ile birlikte herkesi yanılttığım için bana çok kızardı. Ama burada kurallar kazanmamıza izin vermiyordu.

Oyunun kurallarını azıcık zorlamakla bir fayda sağlanabilirdi.

Kaderine terk edilmiş herkesin ölmesini beklediği o değersiz delikanlı “birileri” için tekrar önemli hale gelebilirdi.

Nöbetçi anestezi uzmanı ve acil servis sorumlu hekimini çağırıp delikanlıya bir şans verebilmek için birlikte küçük bir hile yapacağımızı söyledim. Hastamızın durumunu bildirir sağlık raporu hazırlamalarını ve olabildiğince abartmalarını istedim.

Anestezi uzmanı çekinse de yapılmak isteneni anlayınca itiraz etmedi. Koma durumunu gösteren Glasgow skorunu düşük tutmalarını özellikle istedim. Acil hekimi ve anestezi uzmanı meslektaşım ile birlikte abartılı sağlık durum belgesini imzaladık.

Odama dönüp hastane santralinden Sağlık Bakanlığı organ bağış merkezini bağlamasını rica ettim.

Organ bağış merkezi yetkilisine kendimi tanıtıp bir ihbarda bulunmak istediğimi bildirdim. Hastane acil servisinde sedye üzerinde beyin ölümü gerçekleşmek üzere olan organ nakli için uygun komada bir hastam olduğunu, hastamı hayatta tutabilecek yoğun bakım yatağı bulunmadığı için birkaç saat içinde kaybedileceğini ihbar ettim. Organ bağış merkezi yetkilisine sağlık durum belgesini faksladım. Merkez yetkilisi yoğun bakım yatağı konusunda yapabileceği bir şey olmadığını söyleyince “ben size ihbarda bulundum ve bu ihbarı tutanak altına alıyorum” bundan sonra olacaklardan siz sorumlusunuz diyerek telefonu kapattım.

Daha sonra sağlık bakanlığı ihbar hattını arayarak yine kendimi tanıttım. Organ bağış merkezi birimiyle olan görüşmemi ve aldığım yanıtı paylaştım. Bakanlığın organ bağışı konusuna bu kadar önem verip duyarlık gösterirken bulunan uygun donör ile ilgili bu türden bir olumsuz durumun basına yansıması halinde tüm çabaların boşa gidebileceğini vurguladım.

Sağlık bakanlığı yetkilisi hastanın organlarını bağışlamış olup olmadığını sordu. Hastanın kimsesiz ve sosyal güvencesiz olduğunu bu konuda bilgi sahibi olmadığımı ancak yoğun bakım yatağı bulunup yaşatılabilirse bu soruya açıklık kazandıracağımı, bu görüşmenin de tutanak altına alındığını bildirdim.

Kederli dedenin yanına gidip elini tuttum. Bir şeyler yapmaya çalıştığımı bundan sonra ona ne sorulursa sorulsun “bilmiyorum” demesi gerektiğini söyledim. Bir şey anlamadı ama yine ellerimi tutup “yaparım doktor bey oğlum, ben zaten ne bilirim ki?” dedi.

Yanından ayrılmadım. Zaman geçiyor her hangi bir haber gelmiyordu. Dede ise elindeki tespihe sarılmış dua okuyordu. Rengi solmuştu. Adamcağıza kötü bir şey olacak diye korkmaya başlamıştım. Biraz olsun kafasını dağıtmak için konuşturmaya çalıştım.

- Demek torunun kendi canına kıysaydı cehenneme gidecekti, öyle mi?

- Öyle derler oğul. Verilen canı almak en büyük günahtır, cehennemlik suçtur.

- Öyleyse torunun hayattayken “fişini çekin, ona bu cehennemi yaşatmayın” derken kast ettiğin cehennem hangi cehennem oluyor?

Bu soru üzerine bir süre durup yutkundu. Cebinden çıkardığı mendiliyle alnını silip ağzının kenarlarını kuruladı.

- Aklımız yettiğince inancımız gereği cehennemin ne olduğunu biliriz. Oraya gidenin yanıp kavrulacağını, kıyamete dek acılar içinde kalacağına inanırız. Bir de “Araf” diye bir yerin varlığına, sorgu meleklerinin cennet veya cehennemin kapılarından birini açmadan önce orada beklemek gerektiğine inanırız.

- Tamam işte? Neden Araf değil de cehennem diyorsun?

- Anlamadın mı? Cehennem Araf ile başlıyor. Araf dediğimiz yer de bir tür cehennem. Öylece bekliyorsun. Ne olacağını, ne zaman olacağını daha ne kadar bekleyeceğini bilemeden bekliyorsun. Meleklerin kapılardan birini açmasını gözlüyor ve bekliyorsun. Kapının önünde ne olacağını bilemeden beklemek var ya? İşte gerçek cehennem, o. Torunumun canından bezdiği yetmedi, kimse onu istemiyor, neredeyse sizler de nasıl olsa yaşamaz diye düşünüyorsunuz. Anası babası ölünce cehenneme gidecek diye utanç içindeler. Ama o yaşıyor. Hem bana hem kendine cehennemi yaşatıyor. Torunum bunu hak etmedi, o daha çocuk.

Başını omzuma yasladı. Tutamadığı gözyaşlarını mendiliyle kurulamaya çalışıyordu. Yanından ayrılmadım. Az sonra ardı ardına gelen telefonlar ile organ nakli merkezinin harekete geçtiğini ve hasta yakını ile görüşmek istediği haberi geldi. Dede rolünü başarıyla oynayıp sorulan tüm sorulara ısrarla “bilmiyorum” yanıtını verdi. Bir saat içinde nasıl olmuşsa şehrin bir ucundaki başarılı organ nakilleri ile bilinen hastanede yoğun bakım yatağı bulunmuştu. Hastamız dedesi refakatinde ambulans ile nakledildi.”

Heyecanla araya girip “peki ya sonra ne oldu?” diye sordum. Bizimki fincanı çalkalayarak kahvesinin son yudumunu aldı. Fincanı ve tabağı masaya bırakırken cebinden tespihi çıkardı, arkasına yaslandı. “Sonrası” diye devam etti;

“Sonrası sıradan bir Pazar nöbeti şeklinde geçti. Ertesi gün nöbet iznine çıkıp sessizce sonucu izledim. Telefonumu da kapalı tuttum. Resmi olarak organ bağışı yapılmamış olması organ nakli ile ilgili tüm süreçleri durdurmuş ancak hastamız yoğun bakım hizmetine kavuşmuştu. Uzaktan takip edebildiğim kadarıyla hastamızın hemen ameliyata alındığını, sonrasında haftalarca yoğun bakımda kalıp uzun bir rehabilitasyon sürecinden sonra hafif bir beyin hasarı ile taburcu olduğunu öğrendim.

Bakanlık yetkililerinin ısrarı ile devreye giren organ nakli merkezinin hastamızın organ bağışı yapmamış olduğu ortaya çıkınca uğradığı hayal kırıklığını kulaklarımın hayli çınlamasından anladım. O Pazar günü yanlış alarm verdirip organ nakli bekleyenlerin umutlarıyla oynamış, nakli gerçekleştirecek ekibi de işinden gücünden etmiştim.

Yine de kendimi kötü hissetmiyordum.”

“Peki ya bu tespih? Bunu o dede mi size bıraktı?” diye üsteleyince kafasını kaldırmadan elindeki tespihe bakarak anlatmaya devam etti;

“O nöbet sabahı ellerime sarılan dedeyi bir daha görmedim.

Aradan yıllar geçti. Aynı ilde ancak farklı bir hastanede, bulunduğumuz binada çalışmaya başlamıştım.  Kapımda gençten bir karı koca belirdi. Yanlarında 3 yaşlarında afacan bir de erkek çocuğu vardı. Delikanlı kendini tanıtmasa o gün biraz da şans eseri yaşama tutunan delikanlı olduğunu anlamam mümkün değildi. Dilinde hafif bir pelteklik dışında sağlıklı görünüyordu. Eşi ve oğluyla ziyaretime gelmişti. Beni nasıl bulduklarını sordum. Cebinden üzerinde ismim yazılı yıpranmış bir kâğıt parçası ve bu tespihi çıkarıp masama bıraktı. “Dedem bir süre önce rahmetli oldu. Sizi bulup bu tespihi size ulaştırmamı ve elinizi öpmemi vasiyet etmişti.” Diyerek elime uzandı. Kabul etmedim. Yanlarındaki afacan delikanlıyı işaret ettim. Ufaklık biraz da çekinerek elimi öpmek için yanıma gelirken çocuk ile adaş olduğumuzu fark ettiğimde gözlerim doldu, daha fazla konuşamadım. Geldikleri gibi sessizce gittiler.

İşte bu tespih, o tespih”

57c12af6-e190-4a0b-b488-f5c171edad12

Bir süre sessizce hocamızın elindeki tespihe baktık. “Şimdi sizi çok daha iyi anlıyorum hocam. Ben olsam ben de kimseye veremezdim” dedim. Gülümsedi. Tespihi duvardaki bir çiviye astığını, bilinen işlevi için pek kullanmasa da bitkin ve bezgin hissettiği zamanlarda çok iyi arkadaş olduğunu vurguladı.

Tespihi tekrar cebine atıp ceketinin iç cebinden çıkardığı emektar dolmakalemini “bununla idare et, yardımın için teşekkürler” diyerek bana uzattı.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu öykü Acil Tıp Uzmanları Derneğince Düzenlenen “Acilin Öyküsü 2019″ yarışmasında birincilik ödülü kazanmıştır.