Archive for the ‘Tamirhaneden’ Category

VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI -2

Pazar, Eylül 15th, 2024
İSTİRİDYENİN YOLCULUĞU
Orta Vietnam’ın Hue kentinden tur otobüsü ile Da Nang şehrine geçiliyordu.
Uzun sayılabilecek yolculuk sırasında bir göl kenarında kısa süreli mola verilmişti.
Yol üstünde birkaç metruk binadan oluşan mütevazı bir yerdeydik.
Öyle ki, gezi programında mola verdiğimiz yerin adı bile geçmiyordu.
Sahile doğru ilerleyip bir kenarda yığılı duran istiridyeleri ayıklayan yöresel giyimli balıkçılara yaklaştım. “Burası neresi?” diye sordum. Yanıt alamadım. Açıkçası kafalarını kaldırıp yüzüme bile bakmadılar.
Sorduğum sorunun yanıtı ise elime aldığım kabuğu açılmamış henüz hayatta olan istiridyeden geldi;
“Bizler Dam Cau Hai lagününün sefil istiridyeleriyiz.” Diye söze girip o kısacık duraklamada bulundukları yeri, insanlarını ve kendini anlattı;
“Bizler buranın istiridyeleriyiz. Suya ve toprağa aitiz.
Bu lagünden ayrılamayız. Birbirimize tutunur, tutunduğumuz kadar tanır, hepimizin aynı olduğunu sezer, öyle olduğunu hayal ederiz.
Birbirimize tutunup bir kısmını paylaştığımız kabuklarımız sayesinde yalnız olmadığımızı bilmek iyi gelir.
Gerçi, aramızda uzaklara derinlere kaçıp yalnızlığı seçenlerimiz de vardır.
Onlar lagünde biraz daha fazla kalsalar da sonuç değişmez.
Hepimiz aynı su ve toprağa aitiz.
Uzaktan bakıldığında lagün, hayata tutunup kendi eşini oluşturmaya çabalayan istiridyeler için bir çalışma kampını andırır.
Yüzeyi düzgün tutunması kolay olduğu için “birilerinin” suya bıraktığı lastik tekerleklere yapışır öylece ömür tüketir sıranın gelmesini bekleriz.
Yeterli büyüklüğe ulaştığımızda da tutunduğumuz yer ile birlikte derdest edilir, şimdi olduğu gibi karaya çıkarılır, ayıklanırız.
Sonrası ise hepimiz için bilinmezliğe bir yolculuktur.
Geriye kabuğumuz kalır. Zamanla o da ufalıp toprağa karışır.
Yerimize geleceklere lagünde yer açarak süren yavaş bir yok oluş, ölüme gidiştir, istiridyenin yolculuğu.
İçinde küçük inci tanesi oluşturabilenlerimiz de vardır. İnci yüzünden “birilerince” itibar görseler de aynı bilinmezliğe sürüklenince çok bir anlamı da olmuyor.
Dedim ya; Bizler bu lagünden ayrılamayız.
Tutunacak düzgünce yer ararız.
Bize kolayca tutunacak bir şeyler uzatanlara kanar kolay olanı seçeriz. İnsanlar gibi…
Tutunduğumuz yeri özgürce seçtiğimiz düşünür tuzakta olduğumuzu aklımıza bile getirmeyiz.
Hoş bizleri yetiştirip toplayan bölge insanı da bizlerden çok farklı değildir.
Onlar da lagünün tuzağındadır.
Sorsan; burada olmalarının kendi seçimleri olduğunu söylerler.
Halbuki onlar da bizim gibi buralara yapışıktır. Kolayına gelen hayata tutunur kaderine razı olur, ancak bunu kendilerine bile itiraf edemez, bizler gibi hiçbir yere de gidemezler.
Dahası hep kendilerini anlatsalar da başkaları için çalışır, başkaları için yaşarlar.
Onca emeğe karşılık kazançları günü kurtarmaktan öte değildir.
Bizler gibi geçer giderler. Kabukları bile kalmaz.
Dedim ya fazlasıyla bize benzerler.
Bir farkla; biz istiridyeler tüm bunları bilir ve kabullenerek yaşarız.
Sizin gibi durup uzaktan bakanlar sadece istiridyeleri ve avcıları görse de Dam Cau Hai lagününde asıl gerçek sudur.
Su her şeyin sessiz hakimidir.
Herkes her şeye itiraz edebilir ama kimse suya ses çıkarmaz.
Çıkaramaz.
Bizler bu lagünün istiridyeleriyiz. Bölge insanını iyi biliriz.
Özgür iradeleri ile tutunduklarını düşünür kendilerini yaşatan ve hapseden lagünü görmek istemezler.
Lagünde hayatın suya bağlı olduğunu görmek istemeyen insanlar korkularının kendilerini yönetmesine de izin verir.
Bazıları içinde bulundukları açmazın farkında olup uzaklaşmaya çalışsa da çoğu kaderine boyun eğer, itiraz etmeyi aklından bile geçirmez.
Halbuki biz istiridyeler suyun çekilip azalması halinde yerimizi başka canlıların alacağını biliriz.
Bu bizi korkutmaz.
Ne de olsa başlangıcından sonu bilinen yavaş bir yok oluştur hayat.
Ölüme doğru keyifli bir yolculuktur.
Korkularına teslim olup isyan eden, yolculuğunu uzatmaya çalışan, içinden inci tanesi çıkarmaya çabalayanlar olsa da sonuç değişmez.
İnsan her şeyin kendisiyle başlayıp kendisiyle biteceği gibi boş bir inancın esiridir.
O nedenle hiç ölmeyecekmiş gibi, değişmeden dönüşmeden kalacağına körü körüne inanır.
Dahası böyle olmasını istediği için yolculuğun keyfini çıkaracağına nafile bir çırpınış ile hayatın dışına kaçmaya çabalayarak koca bir ömür tüketir.
Günü geldiğinde ise hayat bize yaptığı gibi içini boşaltıp öylece bırakır.
Bu lagünde insan yokken biz istiridyeler yine vardık.
Su olduğu sürece insan olmasa da bizler yine birbirimize tutunup bir şekilde pek de anlamı olmayan yolculuğumuzu sürdürürüz.
Ne kaçabiliriz ne de varmaya çabalarız.
Bizler Dam Cau Hai lagünün istiridyeleriyiz.
Sefil bir yolculuktur yaptığımız.”
Bu sözlerden sonra uzun süren bir sessizlik oldu.
İstiridye susmuştu. Elimde istiridye ile öylece durup ne yapacağımı bilemedim.
Uzaktan yola devam çağrısı gelince elimdeki istiridyeyi usulca ayıklanmayı bekleyen diğerlerinin arasına bıraktım.
Bıraktığım istiridye “Hadi git şimdi. Ama seni bu uzak diyarlara kadar getirenin ne olduğunu da sor kendine. Dürüstçe sor ama. Aradığın yanıtın bir kaçış veya varış olmadığını pek de anlamı olmayan bir yolculuktan ibaret olduğunu umarım anlarsın. Hatta belki de sefil bir istiridyenin son sözleridir kendine söyleyemediklerin. Hadi git artık…” dedi.
Öylece kalakalmıştım.
Otobüsün harekete hazırlandığını görünce alel acele ayıklanıp atılmış kuru istiridye kabuklarından birini cebime atıp hızlı adımlarla sahilden uzaklaştım.
Ne de olsa “yolculuk” devam ediyordu.
Mehmet Uhri

VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI -1

Pazar, Eylül 15th, 2024
VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI -1
KİBİRLİ MODERN
Vietnam Kamboçya Laos’u anlamak ve anlamlandırmak için sanırım öncelikle bölgeye nasıl bir ön yargıyla baktığımızla yüzleşmek gerekiyor.
Bölgeye objektif bakabiliyor muyuz?
Yoksa modern Avrupa kültürünü farkında olmadan içselleştirmiş “kibirli modern” gözüyle mi bakmaya eğilimliyiz?
Bölgeye giderken araştırıp bilgi toplamış, iyi kötü kafamda egzotik bir coğrafya hayal etmiştim.
Ancak durum çok farklıydı.
Dönüş yolunda bölge insanları ve yaşam biçimleri üzerine bizlere anlatılanlar ile gerçekte yaşanan arasındaki uçurumu görmeden o coğrafyanın anlaşılamayacağını düşünüyordum.
Üstelik, Vietnam Kamboçya Laos gerçeği ve bölgeye yönelik kendi kibirli modern bakışım ile yüzleşmeden bu satırları kaleme almaya da cesaret edemezdim.
Ne yazarsam yazayım gidip görülesi, yaşanılası bir yer olduğu gerçeğini yeterince anlatamayacağımın da farkındayım.
Başlayalım;
Avrupa’dan bakıldığında hayli uzak topraklar olmasının yanı sıra barındırdığı dünya görüşü ve yaşam biçimleriyle gezginler için fazlasıyla yabancı ve anlaşılması kolay olmayan bir coğrafyadayız.
Bölgeyi anlamak için kendimizi nereye konumlandırdığımızı sorgulamak iyi bir başlangıç olacak diye düşünüyorum.
Bu anlamda Edward Said’i anarak oryantalizmi tanımak ve oryantalist düşüncenin içimize işlemiş riyakarlığı ile de yüzleşmek gerekiyor.
Geri kalmış bir Asya ülkesinde miyiz?
Bundan emin miyiz?
Kendini “gelişmiş, medeni” diye konumlandıran üstenci ve kibirli Batı’nın hayalindeki Doğu toplumu yerine çok daha barışçıl, doğanın verdikleri ile yetinen, kendi insani değerlerine tutunup bir anlamda doğa ile kucak kucağa kendi cennetlerinde yaşayan insanlarla mı beraberiz?
Bizlere anlatılan Egzotik Doğu düşüncesi ile geldiğimiz topraklarda gözümüzün önündeki farklı gerçekle yüzleşmek ve neden böyle olduğunu anlayabilmek için 18. Yüzyıl Fransa’sına kadar uzanmak gerekiyor.
Fransız sömürgeciliğinin doğurduğu ve maalesef Batı tarzı eğitim almış bizim gibilerin de az çok içine işlemiş o iki yüzlü oryantalist bakış açısı ile yüzleşmeden maalesef gözlerimiz aralanmayacak gibi görünüyor.
İnsan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganları ile yola çıkan Fransa’nın acımasızca sömürgeleştirdiği topraklardayız.
18. Yüzyıl sonunda Fransa’nın Kuzey Amerika’daki topraklarını yitirip geri çekilmesiyle başlayan ekonomik çöküş burjuvazinin desteklediği halk ayaklanması ile 1789 Fransız devrimini doğuruyor.
Kilise ve krallık ortadan kaldırılıyor.
Ancak kısa süre içinde devrim kendi çocuklarını da yiyerek burjuvazi destekli bir imparatorluğa dönüşüp Napoleon Bonapart önderliğinde Avrupa’da kanlı savaş ve yıkımlara yol açıyor.
İşte böylesi çalkantılı 50 yıldan sonra Fransa’da bir şekilde iktidara seçilip sonrasında ihtilal ile yönetime el koyan imparator 3. Napoleon ekonomik büyüme için yeni sömürgeler arayışına giriyor.
İktidarını güçlü kılmak için uyguladığı popülist politikaların yanı sıra burjuvazinin de kazanç iştahına yönelik hedefler geliştirerek ardındaki desteği arttırıyor.
Sanayi burjuvazisinin beklentisi olan ucuz hammadde için uzak Doğu’da ordu marifeti ile işgal edilen yeni sömürgeler işaret edilirken ticari burjuvaziye de hammaddelerin deniz ve kara yoluyla taşınmasıyla elde edecekleri kazanç sunuluyor.
Napoleon savaşlarının yarattığı kayıplardan bıkmış Avrupa ülkeleri Fransa ordusunun Avrupa’ya bela olmak yerine okyanus ötesine gönderiliyor oluşuna destek çıkıyor.
Tüm bunlar yaşanırken parayı elinde tutan finansal burjuvazi ise Süveyş kanalı projesi ve bu projenin hisselerinin dünya borsalarında pazarlanması işi verilerek ikna ediliyor.
Tüm tarafların kazanıyor göründüğü bu rejimin adına da Bonapartizm deniyor.
19. Yüzyıl ikinci yarısında Fransa’nın İndochina-Hindiçin adını verdiği bölge istilası bu iklimde başlıyor.
Yaklaşık 100 yıl sonunda hüsranla bitiyor.
Modern aydınlanma düşüncesinin en temel kazanımlarından olan özgürlük, insan hakları ve mülkiyet hukukunun askıya alındığı bu istilaya Fransa halklarını ikna etmek için de Edward Said’in dile getirdiği şekliyle “oryantalist” bakış açısı “icat” ediliyor.
Bölgeye el konulup insanlarını köleleştirmenin adı bölgeye özgürlük ve uygarlık getirmek oluyor.
İnsanlık tarihinde bazı durumlar sanki hiç değişmiyor.
Batı’dan bakıldığında durgun, tembel, uyuşuk, hedonist ve bu nedenle geri kalmış Doğu insanının karşısına Batının gelişmiş, aydınlanmacı, çalışkan yaşam biçimini konularak üstenci bir tutum takınılıyor.
Dahası Doğu’nun bütüncül bakış açısına karşılık Batı’nın analitik aklının doğurduğu düalist öğreti dayatılıyor.
Üstelik Batı tipi düalist düşünce ruh-beden, objektif bilgi-subjektif bilgi, olgu-değer, özne-nesne karşıtlıklarında hep birincilerin üstün olduğunu var sayıyor ve dayatıyor.
Maalesef günümüzde de bu paradoks devam ediyor.
Bu yaşam biçimi dayatmalarının sömürge topluluklarında doğurduğu itiraz ve karşı çıkışlar acımasızca bastırılıp zorla uygulamaya konuluyor.
Taraflar arasındaki husumet artıyor, iletişim tamamen kopuyor.
Sömürge topraklarında tüm bu insanlık ve doğa trajedisi yaşanırken Fransa’da ise başka bir hikâye anlatılıyor.
Demokrasi, özgürlükler ve insan haklarının savunucusu olarak Fransa’nın Doğu’nun geri kalmış, hedonist, tembel, insanlarına özgürlük, uygarlık, yardım, iyilik ve bilgi götüren kurtarıcılar olarak görülmesi yönünde kamuoyu oluşturuluyor.
Doğunun YİN ve YANG ile temsil edilen karşıtların bir aradalığı ve dönüşümü düşüncesinin yerine modernitenin tek yönlü gelişme ve ilerlemeye dayalı düşüncesi zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor.
Bölgede kurulan çeşitli plantasyonlarla insanların doğadan uzaklaştırılıp köleleştirildiği çalışma ortamları oluşturuluyor.
Bu sayede elde edilen zenginlikler ise Fransa’ya akarak sanayi devrimi için gereken sermaye birikimi sağlanıyor.
Bir diğer bakış açısıyla sömürgeciliğin girmesiyle Vietnam Kamboçya Laos coğrafyasında Doğu’nun mistisizmi ile Batı’nın faydacı aklının çatışması da yaşanıyor.
Doğu’nun düalizmi reddetmeyen ancak dönüşüm ve dengeyi esas alan barışçıl dünya görüşü Batı’nın faydacı aklınca hor görülüyor.
Gücü elinde tutan ilerlemeci, faydacı dünya görüşü tüm baskılara ve günümüzde tarih yazıcılar tarafından özenle üzeri örtülmüş en acımasız insanlık dışı uygulamalara karşın bölge insanı ikna olmuyor.
Yaklaşık iki yüzyıl süren kültürel çatışma ikinci dünya savaşında gücünü yitiren Fransa’nın bölgeden çekilmek zorunda kalmasıyla özgürlük mücadelesine dönüşüyor.
Önce Japon istilası sonra Fransa’nın geri dönme çabası halk direnişiyle karşılaşıyor ve bölge ülkeleri 1954 Cenevre konferansı ile özgürlüklerine kavuşuyor.
Üstelik bu film yeni de değil.
Daha eski yıllarda da bölgeyi etkisi altına almaya ve asimile etmeye çalışan başka ülkeler istediklerini yine elde edememişler.
Bölge haritasına bakıldığında Batı’da güçlü Hint uygarlığı Doğu’da ise çok daha eski Çin uygarlığı arasında kaldığı görülüyor.
Bölge insanları bu iki büyük uygarlıktan birinin etkisi altına girmek yerine binlerce yıldır asimile olmadan varlıklarını devam ettirmeyi başarıyorlar.
İyi de bu nasıl oluyor?
Batı’dan Hinduizm, Doğu’dan Konfüçyanizm ve Taoculuğun dayattığı feodal hiyerarşik düzen veya kast sistemini kabul etmeyip kendi kültürü ile harmanlayan bölge insanının Budizm’in başkaldıran özgürlükçü, bireyi kutsal kılan düşüncesine tutunmuş olması bu direniş ve var oluş çabasının sonucu olarak bile okunabilir.
Burada durup bölgenin 20. Yüzyılda yaşadığı savaşları kronolojik sırayla anlatmak mümkün ancak kolaylıkla ulaşılabilecek böyle bir bilginin kuru bir tarih anlatımı ve savaş pornografisinden öte anlamı olduğunu düşünmüyorum.
Savaşı kazanan taraf tarihi yazmış olsa da kaybeden üzerinden bakıldığında SEATO gibi bir örgütün tarihin çöplüğünde unutturulmaya çalışılmasını üzerinde durulmaya değer buluyorum.
SEATO (Southeast Asia Treaty Organization), Güneydoğu Asya bölgesinde Soğuk savaş konjonktüründe komünizmin Güney’e yayılmasını önlemek, komünizm kaynaklı isyan ve saldırılarla mücadele etmek amacıyla NATO benzeri bir örgüt olarak ABD tarafından tasarlanıyor.
SEATO NATO’dan 5 yıl sonra ABD, İngiltere, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda, Pakistan, Tayland ve Filipinler tarafından imzalanan 1954 Manila Antlaşması ile başlayıp tüm üye ülke meclislerince onaylandıktan sonra, Şubat 1955’te yürürlük kazanıyor.
SEATO’ ya hiçbir zaman üye olmayan Vietnam Kamboçya ve Laos ise komünizmin yayılışını önleme amacıyla SEATO anlaşmaları bahane edilerek ABD tarafından saldırıya uğrayan ülkeler oluyor.
Bölgede kalıcı barışı sağlama amacına yönelik denge unsuru olarak kurulan SEATO savaşı legal hale getirmek için araçsallaştırılıyor.
1965 yılında askeri çatışma olarak başlayan ABD Vietnam savaşı 1973’te ABD’nin kesin mağlubiyeti ile sonuçlanıyor.
1975 yılında da SEATO örgütü varlığına son veriyor.
SEATO bir anlamda soğuk savaş döneminde Güneydoğu Asya bölgesi için icat edilmiş NATO örgütü olarak katıldığı ilk savaşta yenilmiş ve örgütsel yapısını yitirmiştir.
Günümüzde henüz savaş yitirmemiş NATO için Ukrayna’da yitirilecek savaş ile benzer bir dağılma olup olmayacağı üzerinde tartışmaların sürdüğü günümüzde politika yapıcıların ısrarla unutturmaya çalıştığı SEATO’nun sanırım bir de bu açıdan hatırlanması gerekiyor.
Bölge tarihi sömürgecilik ve Edward Said özelinden içimizdeki oryantalizm ile yüzleşerek ele alındığında ise gözlerin önündeki perdenin aralanabileceğini düşünüyorum.
Vietnam Kamboçya ve Laos coğrafyasındaki yaşam biçimlerinin farklı ve fazlasıyla doğal olduğu ilk bakışta görülüyor.
İnsanların birbiriyle ve doğayla kurduğu iletişim bugüne kadar gördüklerimize hiç benzemiyor.
Ülkeler fakir olsa da doğanın verdikleri sayesinde açlık, kıtlık görmeden yaşıyorlar.
Hayatı onunla, bununla, kendinle mücadele olarak görmek yerine doğa ile kucak kucağa sessiz bir barış iklimi içinde yaşıyorlar.
Kimse kimseyi rahatsız etmiyor.
Böyle bakınca bölge insanlarının tembel, hedonist olduğu düşüncesi de bir noktadan sonra anlamsız kalıyor.
Ülkelerinde savaş çıkıyor hiçbir yere gitmiyor, ülkeleri için savaşıyor sonra da sanki o acılar hiç yaşanmamış gibi hayatlarına devam edebiliyorlar.
İntikam almaya da kalkışmıyorlar.
Yakınında savaş olasılığı belirdiğinde o bencil faydacı aklıyla göç etmeye eğilimli Batı düşüncesinin tüm bunları anlaması ve anlamlandırması hiç kolay değil.
Her neyse…
Bölgeye dair ilk izlenimlerimi yazarken dışarıya olduğu kadar içeriye de bakmaya çalıştım.
Aradığım anlama ulaşmak için içimdeki oryantalist ile yüzleşmek zorunda kaldım.
Üstelik her oryantalist kadar riyakâr, üstenci ve kibirli olduğumu görüp kendimden ürktüm.
Bölgeye gidip kendi gözlerimle görmeseydim içimdeki “kibirli modernin” farkında bile olmayacaktım.
Yine de gözümün önündeki perdenin yeterince aralanmış olduğunu düşünmüyorum.
Mehmet Uhri

ÇOCUĞUN VAR MI?

Pazar, Eylül 15th, 2024
ÇOCUĞUN VAR MI?
Olağan hastane günlerinden biriydi. Gecenin ilerlemiş saatleriydi.
Halinden uyku tutmamış olduğunu tahmin etmek güç değildi. Hastane koridorlarının sakinliğinde terliğini sürüyerek odamın kapısında durdu ve bana baktı.
Bir süre öylece durup “Çocuğun var mı, doktor?” diye seslendi.
Yüzündeki derin çizgiler, kırışıklıklar, ağarmış birkaç günlük sakalı ve feri azalmış bakışlarıyla öylece durup yanıt vermemi bekledi.
“Kızım var” diye yanıtladım ve koltuğu işaret edip oturmasını rica ettim. Yine terliklerini sürüyerek odaya girdi ve koltuğa otururken derin bir nefes bıraktı. “Yoruldunuz mu?” Diye sordum. Bir süre nefesinin sakinleşmesini bekledi. Sonra “Madem çocuğun var o zaman belki beni anlarsın. Gece gece başını ağrıtıyorum kusura bakma.” Dedi.
Başımı sallayıp söyleyeceklerini bekledim.
- Doğduğu gün kızını ilk eline aldığında ne hissetmiştin? Mutluluk mu? Yoksa korku veya kaygı mı?
- Hatırladığım kadarıyla şaşkındım. Eşime ve elimdeki o ufacık varlığa bir şey olacak diye kaygılandığımı da hatırlıyorum.
- Peki ya sonra? Büyüdükçe kızın için istediğin neydi?
- Ben olamasam da büyüyüp kendi ayaklarının üzerinde tek başına durabilecek mi diye hep kaygılandım.
- Yok onu sormuyorum. Onlar beylik laflar. Kızın için ne diledin? Başarılı olmasını mı? Yoksa mutlu olmasını mı?
- Haaa… Anladım. Bu konuda açgözlülük etmiş ikisini de istemiş olabilirim. Ama yıllar geçtikçe ne yaparsa yapsın mutlu olmasını bilsin yeterli diye düşündüm. Başarılı olduğunu görmektense mutlu olduğunu görmek biraz bencilce olsa da daha iyi geliyordu. Başarılı olmanın sonu yoktu ve bu konuda kendine eziyet etmesin istiyordum.
- Yanlış duymadıysam “Mutlu olmasını bilsin” dedin. Mutlu olmak bilinecek bir şey mi? Bundan nasıl emin olabiliyoruz?
Çattık dedim içimden.
- Kızım şimdi uzaklarda. Mutlu olduğu bir yolda kendince ilerliyor. Öyle görünüyor. Bu bana yetiyor.
Hastamız yeni bir soru sormadan “Tüm bunları neden soruyorsunuz? Varmak istediğiniz yeri merak ediyorum.” Diye üsteledim.
Oturduğu koltukta öne doğru eğilip eliyle alnını tuttu ve bir süre öylece kaldı. Sabırla cevap vermesini bekledim. Sonra başını kaldırmadan yere bakarak konuşmaya başladı.
- Nereye varmak istiyorum? Doğrusu açıklaması kolay değil. Dertleşmek diyelim. Ben de yetişkin iki kız babasıyım. Üzerime titriyorlar. Gündüzleri işlerinde geceleri de nöbetleşe hastanede yanımda kalıyorlar. Hastanede olduğum için mutsuz ve endişeliler.
Burada bir soluk alıp konuşmakta olduğum yaşlı hastamızın ilerlemiş rahatsızlığı nedeniyle son aylarda hastanemize daha sık uğramak zorunda olduğu bilgisini paylaşmam gerekiyor.
Kuruluşu ülkenin tarihi kadar eski devlet fabrikalarından birinde yıllar boyu çalışıp usta başı olarak yaş haddiyle emekli olmuştu.
İlerlemiş yaşı, çalıştığı sektör nedeniyle işlev kaybına uğramış ciğerlerine bir de bu lanet hastalık eklenmişti.
Yaklaşmakta olan kaçınılmaz sonun farkındaydı.
Bu durumdaki hastaların çoğunun yaptığı gibi yaşanmış ve yaşanmamışların hesaplaşması ile hayata karşı öfkeli olmalarına alışkındık.
Ancak hastamız öfkeli olmaktan çok endişeli görünüyordu.
Konuşarak endişesini bir nebze azaltabilirim umuduyla birlikte hastane bahçesine inip biraz temiz hava almayı konuşmaya da orada devam etmeyi önerdim. Bütün günü serviste geçirmiş biri olarak açıkçası temiz havaya benim de gereksinimim vardı.
İtiraz etmedi.
Koluna girip birlikte odadan çıktığımızda o gece babasına refakat eden ve hastamızı yatağında bulamayınca aramak için koridora çıkan kızının endişeli bakışlarıyla karşılaştık. İkimiz de sanki yaramazlık yapmış çocuk gibi öylece durduk.
- Ya baba yaa… Çok korkuttun beni. Biraz içim geçmiş koltukta uyuyakalmışım. Haber bile vermeden odadan çıkıp gitmişsin. Bir daha böyle yapma lütfen.
Hastamızın cevap vermesini beklemeden eliyle sus işareti yapıp “Sorun yok. Her şey yolunda biraz hava alıp geleceğiz. İkimizin de gereksinimi var” dedim. Kızı itiraz etmeye kalkınca sorun olmadığını, sakin olması gerektiğini olabildiğince jestlerle anlatmaya çalıştım.
Hastamız ise “Kızım sen git biraz uyu. Gündüz işten buraya geldin. Yarın da iş günü. Çok güzel uyuyordun. Ses çıkarıp uyandırmayayım diye çıkmıştım odadan. Hem doktor bey de hava almak istiyormuş. Biraz sonra gelirim ben. Sen git uyu” deyince kızı yelkenleri indirdi.
Asansörle bahçeye inip bulabildiğimiz boş banklardan birine hastamızı oturttum. Gecenin ilerlemiş saati olmasına karşın hasta yakınlarının kalabalığı yüzünden boş bank için bile biraz aranmak zorunda kalmıştık.
Sonbahar yaprakları bahçeyi kaplamıştı. Hastamızın oturduğunu gören hastanenin kıdemli tekir kedisi yavaşça sokuldu.
Büfeden iki adaçayı kapıp geleceğimi söyleyince “Neden adaçayı?” diye sordu. İçerken açıklayacağımı söyleyerek büfeye yöneldim.
Elimde adaçayları ile gelirken bizim tekir kedinin hastamızın yanına kurulmuş başını okşatmakta olduğunu gördüm. Doğrusu hoş manzaraydı.
Adaçaylarımızı yudumlarken az önceki soruya emekli bir hocamın “Adaçayı iyi arkadaştır. Uyku kaçırmaz, alışkanlık da yapmaz, insanı rahatlatır. Yaban otu olmanın verdiği gururla su bile istemeden yaşar. Ara sıra hatırlamak gerekir” sözleri ile yanıt verdim.
Çaylarımızı yudumlarken yukarıda konuştuğumuz konuya geri dönmek istiyordum. Açıkçası henüz ağzındaki baklayı çıkarmadığını düşünüyordum. “Sen ne istemiştin kızların için?” diye sordum. “Ben de senin gibi nerede nasıl yaşarlarsa yaşasınlar mutlu olsunlar istedim. Ama şimdi bunun çok acımasız hatta anlamsız olduğunu düşünüyorum.” Diye yanıtladı.
Soran gözlerle bakıp sözlerin devamını bekledim.
- Kendim için istemediğim, istemeye çekindiğim bir şeyi kızlarım için diliyor, onları mutlu görmeyi arzuluyordum. Onlar da bana mutlu görünmeye çalışıyor karşılıklı rol yapıyorduk.
- Ne var bunda?
- Anlamıyor musun? Sonunda ölüm ve ayrılık olduktan sonra mutluluk sadece bir oyun, bir aldatmacadan ibaret. Kendim için bulamadığımı veya elindekilerle yetinmeyi mutluluk sandığım bir oyunu kızlarım da iyi oynasın istiyordum. Bu hastalık bana mutluluğun arzulanan bir sonuç olmadığını, anlık yaşananlar dışında sonucu olmayan bir akışta anlık dalgalanmalardan ibaret olduğunu düşündürdü. Mutluluk arzuya dönüştüğünde anlamını yitiriyor yeterince mutlu olamama kaygılarının ardında yitip gidiyordu.
- Yani?
- Mutluluk dediğin çıkardığımızda çıplak kalacağımız bir giysi değildi. Olmamalıydı. Şu hale bak. Kızlarım benim için, ben kızlarım için endişeliyim. Yani en başa geri dönüp elime aldığımda endişe duyduğum acemi babadan başka bir şey olmadığımı görüyorum. Şu kedi kadar bile huzur bulamıyorum.
- Peki ne yapmayı düşünüyorsun?
- Ömrüm çalışmakla geçti. Kızlarım ile hatıralarım çok az. Şimdi şu kalan kısacık ömrümde birlikte hayal kuralım bir yerlere gidip gezdiğimizi hayal edelim istiyorum. Şimdi sırası değil hele bir iyileş diyerek lafı ağzıma tıkıyorlar. Onlara birlikte kurduğumuz hayaller kalsın istiyorum bırakmıyorlar.
Bardağı elinden alıp ayağa kalktım ve büfeye yöneldim.
Geri döndüğümde kızının hastamızın başına dikilmiş olduğunu gördüm. O bir şey söylemeden babasının yanına oturmasını işaret edip “Babanızın anlatacaklarını dinleyin. Birlikte bir Güney Amerika seyahati yapmayı hayal ediyor ve sizden bu gece seyahat planı çıkarıp detayları ile anlatmanızı bekliyor.” Dedim.
Kızının yüzü asıldı ve “Yine mi?” dedi.
Sonra ne mi oldu?
Baba kızı gecenin bir vakti hastane bahçesinde bankta bırakıp servisteki odama döndüm.
Sabah nöbet defterine “nöbetim olağan geçmiştir” notunu yazarken garip bir mutluluk hissettim.
Kısa sürse de iyi hissettirdi.
Mehmet UHRİ

Karar perdesi

Pazar, Eylül 15th, 2024

KARAR PERDESİ
O sabah büyülü bir gerçekliğin içinden geçtim.
Rüya gibiydi…
Hayli eski, köhne bir kahvehanede zamanda yolculuk yaparcasına önce ağırbaşlı kahveciyle sonra da kahvehanenin ortasındaki bilge havuz ile sohbet ettim.
Daha çok onlar anlattı ben dinledim.
Kahvehaneden ayrılırken o bilge havuz “Madem karar perdesine ulaştın, bırak içindeki garip gitmek istediği yere seni de götürsün. Tutun ona ve sakın vaz geçme” Diyerek uğurladı. Sonrasında da fıskiyenin şırıltısına karışan başka şeyler söylediyse de anlamadım.
Bir arkadaşım “O havuzlu kahvehaneyi mutlaka görmelisin” diye öneride bulunmasa o sabah yolumu Kadırga meydanında tabelasında “Havuzlu Kahve” yazan Tarihi Tulumbacılar Kahvehanesine düşürmeyecektim.
Kadırga meydanı turistlerin ağırlıklı olduğu insan kalabalığı ile dolu görünse de kahvehane sakindi.
Arkadaşım “O kahvehaneyi anlatması zor. Kendi gözlerinle görmeli konuşturabilirsen kulaklarınla işitmelisin.” demiş başka bir açıklama yapmamıştı.
Gerçekten de kahvehanenin ortasında hayli yer kaplayan çalışır fıskiyesi ile kocaman bir havuz duruyordu.
Havuza yakın bir masaya ilişip sade kahve rica ettim. Benden başka birkaç masa dışında kahvehane sakindi. Bir köşede ellerini kavuşturup içeriyi süzen yaşlı beyefendinin mekânın sahibi Arif abi olduğunu sonradan öğrenecektim.
Kahveyi getiren delikanlıya mekân hakkında bilgi sorunca eliyle işaret edip “Arif abiye sor. 90 yaşındadır. Burada doğup büyümüştür. Babadan dededen kahvecidir.” Diyerek cevap vermişti.
Kahve ile gelen sudan bir yudum alıp elimde kahve ile Arif abinin masasına yaklaştım. Kendimi tanıtıp kahvehanenin tarihi hakkında bilgi istedim. Arif abi şöyle göz ucuyla süzüp yeni öğretim yılına başlamış ve öğrencilerini tanımaya hevesli öğretmen edasıyla hızlıca beni sorguya çekti.
Verdiğim yanıtlar üzerine bir süre düşündü. Yorum yapmadı. Açıkçası ben de kendim hakkında konuşmaya pek hevesli değildim. Susup kahvemi yudumladım.
Sonra kahvehaneyi ve tarihini anlatmaya başladı. Bulunduğumuz kahvehanenin 300 yıldan fazla zamandan beri mevcut haliyle çalışmakta olduğunu, kahveyi ve kahvehane kültürünü İstanbul’a getiren Şazeli tarikatının kahvehanesi olarak başlayan sürecin yeniçeri ocağı dağılınca işsiz kalan yeniçerilerin “Tulumbacılar ocağının” işletmesine dönüştüğünü, bu nedenle tulumbacılar kahvesi olarak anıldığından söz etti.
Dışarının kalabalığına karşın kahvehanenin pek rağbet görmemesini nasıl açıklıyorsunuz diye sorunca yüzü asıldı.
- Bak bakalım dışarıdaki o kalabalık burada mı yaşıyor? Hepsi gezmeye geliyor. Mahallede geceleri kimse kalmıyor. Her yer turistik oldu…
- İyi de o turistler size niye gelmiyor?
- Onlar geçici. Mahalleli olmayınca böyle oluyor. Sanırım biraz köhne ve “pis” buluyorlar. Bu eski ahşap masa ve sandalyeleri, onca yılın yaşanmışlığını beğenmiyor, ille de plastik beyaz masa sandalye arıyorlar. Yoksa çay aynı çay, kahve iyi kötü aynı kahve, meşrubat desen hepten aynı…
- İyi de eskiden de böyle değil miydi? Ne değişti?
- Mahalle değişti, insan değişti. İnsanlar uzaklaştı, yalnızlaştı.
- Nasıl yani?
- O gördüğün turistler dünyanın bir ucundan ruhlarını gezdirmeye geliyor olsalar da her yere, her şeye ürkek korkak bakınıp bir çöp, iz bırakmadan geldikleri gibi ürkek korkak yalnız halleriyle dönüyorlar. Ne kendileri bulaşıyor ne de mahallenin bulaşmasına fırsat veriyorlar. Öylece seyredip gidiyorlar.
- Peki ya mahalleli? Onlara ne oldu?
- Sorunu kökünden hallettiler… Eskilerde mahallenin insanları ev, iş ve cami arasında sıkışmıştı. Kahvehane de meyhane gibi bir kaçış ve özgürlük alanıydı. Onca sıkışmışlık arasında soluklanma mekânıydı. Bu yüzden otoritenin gözü hep üzerindeydi. Zaman zaman yasaklanmış olması da bu yüzdendi. İnsanlar birbirini tanıyor, bir masa başında yönetim hakkında ileri geri konuşabiliyor, hoşnutsuzluklarını paylaşabiliyordu. O yüzden önce mahalleyi bitirdiler. Mahalle bitince birbirini tanıyan insan kalmadı. Herkes diğerinden korkan ürken nemelazımcılara dönüştü.
Bir süre başını önüne eğip düşündü.
Kahve ile masasına gelen sudan bir yudum alıp arkasına yaslandı. Kahvesini yudumlamadan önce bir süre bekledi.
Tüm bunlar kahvehanede zamanın hayli yavaş aktığını düşündürüyordu. Sabırla sözlerini sürdürmesini bekledim.
Kahvesinden ilk yudumu alıp fincanı masaya bıraktı. Eliyle ortadaki fıskiyeli havuzu işaret ederek “Bak bu havuz bile şırıltısıyla kahvede konuşulanlar işitilip yönetime jurnallenmesin diye duruyor burada. Şu yaptığımız muhabbet gibi ne konuşmalara tanık olmuştur? Dile gelse de anlatsa…” dedi.
- İyi de, ne oldu veya nasıl oldu da burası hale geldi?
- Önce mahalle sonra insan değişti. Göçle gelen turist olarak gelene karıştı. Yabancı korkusu ile kapılar kapandı, mahalleli önce evine çekildi sonra sokağından bahçesinden uzaklaşıp ekranlara kapandı. Yalnızlık arttıkça garipleşti. Her yeri tuhaf bir duygusallık içinde herkesten her şeyden uzak insanlar kapladı.
- Ne istiyordu o insanlar?
- Ne istediklerini bildiklerinden emin değilim. Ama ne istemediklerini çok iyi biliyorlardı. Doğal olanı istemiyorlardı. Ahşap masa sandalyeyi beğenmeyip ille de plastik olanını istiyorlardı. Sinekten böcekten ürktükleri yetmezmiş gibi karınca bile görmekten rahatsız oluyorlardı. Sanki temiz ile pis birbirine karışmıştı. Doğanın değdiği yerler pis, insan elinin dediği ne varsa temiz kabul ediliyordu.
- Hepten pis olacak halimiz yok elbet. Sanırım temizlikte ölçüyü kaçırdığımızdan söz ediyorsunuz.
- Gidişin gidiş olmadığını gördük ama birbirimize anlatmak yerine gözlerimizi kaçırıp başka yerlere bakmayı veya susmayı yeğledik. İşin kötüsü zamanla sıra insanlardan da arınmaya geldi. Doğadan uzaklaşıldığı yetmedi insanlar da birbirinden uzak durmaya başladı. Mahalle kendi içinde ayrışmaya başladı. Ermeni’si, Rum’u Yahudi’sinin uzaklaşması ile başlayan süreç Türk Kürt ayrımına dönüşüverdi. Şimdilerde de Suriyeli veya Arap var diye hayıflanan sırtı kabarık kedi gibi dolaşan garip bir güruh var dışarıda. Mahalle ve onun getirdiği dayanışma o eski insanlar ile birlikte çoktan öldü ve unutuldu.
- İyi de bu kahvehane? O ne olacak?
- Şu meydanda için için çürüyen asırlık çınar ağacı gibi bir süre daha direnecek. Sonrası malum. Buraya bir rant alanı, boş arazi olarak bakıyorlar. Araya hatırlı tanıdıklar koyup satın almak için gelenleri bilsen şaşırırsın. Gelmişim doksan yaşına. Benden sonrası meçhul görünüyor olsa da çocukluğumun geçtiği bu kahvehaneyi çevresinde koşturduğum şu fıskiyeli havuzu teslim etmeyeceğim o canavarlara. Az daha bekleyecekler. Benden sonra ne halt ederlerse etsinler.
Arif abi bu son sözlerini biraz da dişlerini sıkarak öfkeyle söylemişti. Canı sıkılmıştı. Daha fazla konuşmadı. Ayağa kalkıp elindeki fincan ve bardağı çay ocağına bıraktı. Sonra arka kapıdan Kadırga parkına çıktı.
Ben de Arif abinin yaptığı gibi boşalan fincanı çay ocağına bırakıp fıskiyeli havuza yakın bir masaya geçtim. Az önce konuşulanlar ile ilgili notlar almaya başladım. Güneş yükselip dışarının kalabalığı artsa da kahvehaneye uğrayan olmuyor o koca meydanda kahvehane sanki hiç görünmüyor gibiydi.
Bir ara kafamı kaldırıp havuzun sakin akıp şırıldayan fıskiyesine gözüm takıldı.
Mekânı tavsiye eden arkadaşımın ve Arif Abi’nin “havuzun dili olsa da konuşsa” sözleri geldi aklıma. Havuza bakıp “Sen niye bir şeyler söylemiyorsun?” diye söylendim.
Bu sırada havuzdan “Nerede olduğunun farkında mısın?” diye bir ses geldi.
Sağa sola bakındım, yakında benden başka kimse yoktu. Yine de emin olmak için kulak kabarttım. “Şişşt, sana sesleniyorum.” diye üsteledi.
Şaşırmıştım. Havuzla konuştuğumu bir gören olacak endişesiyle yaklaşıp sesimi kısarak “Farkında olmalı mıyım?” diye cevap verdim.
Bir süre öylece kendi lisanında şırıldamayı sürdürdü.
Sabırla anlatacaklarını bekledim.
Havuz da kahvehanenin tarihinden söz etmeye başlayınca sözünü kesip “Bunları az önce Arif abiden dinledim. Sen bana tüm bu kahvehane, kahve neden var. Asıl bundan söz et” diye üsteledim.
Havuzdan şırıltıdan başka anlaşılır ses gelmeyince “Az önce nerede olduğunu farkında mısın? Diye soran sendin. Cevap vermeyecek misin?” diye sorunca havuz anlatmaya başladı.
Meğer doğru soruyu soracak birini bekliyormuş.
Önce kahvenin anlamından söz etti. Dediğine göre toprak, su, hava ve ateş nasıl doğanın dört ana elementi ise Âlem Safa’nın da şarap, tütün ve esrardan sonra dördüncü elementi kahveymiş. İnsanın gözünü açar, canlandırır ve düşünmesini sağlarmış.
İnsanı yoldan çıkarır endişesiyle Âlem Safa’nın diğer elementleri gibi kahve de uzun süre yasaklı kalmış. Anlattığına göre kahvehanelerin devletin pek giremediği veya kontrol edemediği buluşma noktaları olması da pek çok kez yasaklanma nedeni olmuş.
- İyi de sorduğum soruya cevap vermedin. Bu kahvehane neden var?
- Uzaktan bakılınca küçük bir meydan veya buluşma noktası gibi görünse de burası mahallelinin dışarıya açılan kapısı olmuştur. Bir kapı veya eşik gibi geçiş noktası olarak görülebilir. Mahallenin delikanlıların uğrayıp topluma hazırlandığı, öğrencilerin buluşup dertleştiği, gencin yaşlının karıştığı bu yer aynı zamanda cemaatten sıyrılıp cemiyete adım atmanın başlangıç noktasıdır. Bilirsin cemaat içinde doğar büyürsün. Çoğun kalabalıklara yani cemiyete karışmadan öylece yaşayıp geçer gidersin. Ama bazılarının aklı şurada içtiği bir yudum kahve ile daha hızlı çalışır, burada öğrendiklerini de üstüne katıp eşikten atlar ve cemiyete katılır.
- Ne fark var?
- Cemaat seni kabul eder. Cemiyete ise sen kendini kabul ettirirsin. Cemaatte sürünün parçası, cemiyette ise kendin olursun. Kovandan çıkıp özgür bir arı olarak yaşarsın. Sonuçta dışarıdan bakıldığında yaşadığın yine bir arının hayatı olur ama aradaki farkı bilmek bile iyi gelir. Şimdi bulunduğun yerin ne olduğunu anladın mı?
- Peki ya sen? Bu havuz burada niye var? Havuz ne iş görüyor?
- Anlamıyor musun? Burası da bir dergâh. Her dergâh gibi insan yetiştiriyor. Ya korkularınla kalıp ateşin yani şu dipteki ocağın başından ayrılmayacaksın ya da havuzun özgürce akan suyu gibi olacak eşiği aşıp dünyaya karışacaksın. Çok eskilerde bu kahvehaneye uğrayan bir halk ozanı “bitişin başlangıcı, başlangıcın bitişi” anlamında bana yani havuza bakıp “karar perdesi” demişti. O zaman anlamamıştım.
Bir süre daha havuzun başında kulaklarımı kabartıp beklesem de şırıltıdan başka bir ses işitmedim.
Konuşulanları not almayı sürdürdüm.
Zaman ilerleyip güneş yükselince notlarımı toparlayıp çaycıya borcumu ödedikten sonra tekrar havuzun yanına gittim.
Bir süre başında öylece durup Arif abinin çocukluğunun geçtiği onca yaşanmışlık yüklü havuza bakındım.
Ayrılırken havuz “Madem karar perdesine ulaştın, bırak içindeki garip seni de gitmek istediği yere götürsün. Tutun ona ve sakın vaz geçme” Diyerek uğurladı.
Sonrasında fıskiyenin şırıltısına karışan başka şeyler söylese de anlamadım.
Dışarı çıktığımda güneş iyice yükselmiş hava ısınmıştı. Kadırga meydanı ve parkının çevresi çoğunluğu turist olan insanlarla daha da kalabalıklaşmış görünüyordu.
Kumkapı’ya doğru ilerledim. Dönüp uzaktan bir kez daha Kadırga meydanına baktım.
Onca insan kalabalığında pek çoğu işyerine veya turistik mekâna dönüşmüş eskinin ahşap evleri ile çevrili meydanın orta yerine zaman yolcusu gibi ışınlanmış kahvehanenin kimsenin ilgisini çekmiyor oluşuna bir kez daha hayretle baktım.
Sonra ne mi oldu?
Ne olacak? Kendi sefil hayatıma geri döndüm.
Şehir hayatının pek çok önemsiz sorunu önemliymiş gibi hissettirdiği anlarda, kendimden sıkıldığım zamanlarda bir kahve molası verip tarihi tulumbacılar kahvehanesini, Arif abiyi ve tüm bilgeliği ile o fıskiyeli havuzun varlığını düşünüyorum.
Onların orada olduğunu bilmek iyi geliyor.
Bu satırlar, işitebilenlere bir şeyler anlatan o bilge havuzun ve ilerlemiş yaşına rağmen insan kalma konusunda ayak direyen bir kahvecinin varlığının nasıl da umut verici olabileceğini göstermek için kaleme alınmıştır.
Mehmet UHRİ
Not: Bu metin Arif Caker’e saygıyla ithaf olunmuştur.

Her Şeyin Kıyısında

Pazar, Eylül 15th, 2024

c1cc96e9-890a-4a06-90bc-597bda118c81

Bir balıkçı tanıdım.
Bakışları donuk, yüzü ifadesizdi. O suratsız haliyle ağlarını onarırken ayaküstü de olsa hayatı anlattı.
Anlatacakları bitince “Buradan bakınca ömür dediğin balık için denize açılmaya benziyor. Pek bereketli olmasa da açıldığın deniz ömrün oluyor. Karada kalırsan hep başkalarının ömrüne bulanıyor, başkalarının hayatına razı oluyorsun. Hadi git artık, sana da rasgelsin” diyerek uğurladı.
Poyrazın sert estiği bir öğle üzeri Sinop yakınlarındaki yeni balıkçı barınağında ağların üzerine oturmuş elindeki ağı onarıyordu.
Baharın bitip yaz aylarının koklandığı Karadeniz’in her daim kaba dalgalı olduğu günlerdeydik. Yanına yaklaşıp “rasgelsin” diye seslenince kafasını kaldırdı. Kaşlarını çatıp hızlıca süzdükten sonra cevap vermeden elindeki işe devam etti.
- Hazırlıklara bakılırsa yakında denize açılıyorsunuz diye düşündüm onun için rasgelsin demiştim.
- Dalga mı geçiyorsun? Av yasağı yüzünden koca bir yazı kıyıda geçireceğiz. Elimiz boş durmasın diye işleniyor, sonbaharı bekliyoruz. Gerçi denizin de eski bereketi kalmadı ama bildiğimiz işi yapmaya devam edeceğiz.
Bu sözler ağzından biraz da öfkeyle çıkmıştı. Cahilliğime, anlayışsızlığıma kızıyordum.
Az ötedeki ağların üzerinde yavrularını emzirmekle meşgul anne kedinin yanına yöneldim. Tedirgin olsa da kaçmadı. Gözünü benden ayırmadan meme emen yavrularını emzirmeyi sürdürdü. Fotoğraflarını çekip ağını onaran balıkçının yanına gittim.
Yanına geldiğimi görünce balıkçı az ötedeki onarımı bitmiş ağ yığınını işaret edip “Otur hele. Görünüşe bakılırsa buralı değilsin. Anlat bakalım burada ne arıyorsun?” diye sordu.
Hızlıca kendimi tanıtıp “Aynı hayatın içinden geçtiğim başka coğrafyaları geziyor, insanlarla konuşuyorum. Aradığımın ne olduğunu ben de bilmiyorum. İyi geliyor…” diye yanıtladım.
Sözlerime yanıt vermeden elindeki ağı onarmayı sürdürdü. “Hep burada bu işi mi yapıyordunuz. Balıkçılıktan başka bir iş yapmayı denemediniz mi?” diye sordum. Bir süre cevap vermedi. Sonra yine kafasını kaldırıp bana baktı.
Yüzünde yine o donuk ifade vardı. Eliyle denizi işaret edip “Hiç balığa çıktın mı?” diye sordu. Amatör denemelerim olsa da bu şekilde büyük bir balıkçı teknesine hiç binmediğimi söyleyince “O zaman anlaşmamız çok zor. Ne yanda olup ne yaptığının pek de önemli olmadığını söylesem de anlamayacaksın. Hepsi ömür işte…” diye sözlerini sürdürdü.
- Yani ömrünüz balıkçılıkla geçti. Doğru mu anladım?
- Balıkçılık yaptığım doğru da ne kadarı benim ömrüm oldu, doğrusu bilemiyorum.
- Nasıl yani anlamadım.
- Anlaşmamız zor derken bunu kastediyordum. Karışık mesele… Bazen kendime “Balık için denize açıldığımda mı kendi ömrüm oluyor yoksa karada çoluk çocukla bir aradayken mi?” diye soruyorum. İçinden çıkamıyorum. Ne yanda olduğunun önemi kalmıyor derken bunu söylemeye çalışıyordum.
- İkisi de aynı ömür olmuyor mu?
- Emin değilim. Denize açıldığında hayat hızlı akıyor, üstelik sonucu da kestiremiyorsun. Karadayken ise neredeyse hiç akmıyor. Hep aynı güne uyanıyorsun.
- Peki ya tuttuğunuz balıklar?
- Anlamıyor musun? Konu balık değil. Tuttuğun balığı kimse sana yedirmiyor ki. Balıkçının ömrü tuttuğu balığı bir başkasına aktarmakla geçiyor.
- Yani?
- Yani balık bahane… Dışarıdan doluymuş gibi görünen bomboş bir ömrü beklenti içinde başkasının hayatı gibi yaşayıp geçiyorsun. Boş dükkâna kira öder gibi…
- Peki ya sonra?
Eliyle az ötede sahile kızağa çekilmiş üzerinde Can kaptan yazan tekneyi işaret edip “Sonra vakti gelince şu tekne gibi birileri seni bağırta bağırta karaya çekiyor. Zincire vurup karada bırakıyor. Her şeyin kıyısında öylece bekler buluyorsun kendini. Elin ayağın tutuyor ama gücün, gözün azalmış oluyor.” Diye cevap verdi.
“O da ömür olmuyor mu?” diye üsteledim. Kafasını elindeki ağdan kaldırmadan bir süre düşündü.
- Pek çok balıkçı eskisi gibi enkaza dönmüş bir bedene hapsolmuş halde öylece bekliyorsun. Bu kez geçmişte tuttuğun balıkları, yediğin herzeleri ona buna anlatıp kıyıda gününü dolduruyorsun. O da gittiği yere kadar…
- İyi ya o da ömür, bu da ömür. Neden farklı olsun ki?
- Ömür dediğin bence biraz hatırladığın çokça onun bunun hayatı işte… Kimi gün tuttuğun balık oluyor, kimi gün ise ha böyle başında gevezelik edip onardığın ağ veya tekne oluyor. Vadenin dolmasını bekliyorsun.
- İyi de geriye ne kalıyor o zaman?
- Kalıyor mu? Kalmalı mı? Yahu anlamıyor musun? Kalıyorsa da bu dünyada kalıyor. Bırakıp gidiyorsun. Açıklarda yakalandığın ve yüreğinin titrediği o korkunç fırtınaları, avın bereketli olduğu zamanların sevincini, çoluğun çocuğun ile geçirdiğin üç beş hatırlanası günü bile yanına alamıyorsun. Her şeyi kıyıda bırakıp bilinmezliğin denizine açılıyorsun.
- Böyle bakınca ömür dediğimiz pek de matah bir şey değilmiş gibi görünüyor.
- En kötüsü de tüm bunların farkına ha şu tekne gibi karaya bağlanıp kıyıya çekildiğinde varıyorsun. Yapmayın etmeyin desen de dinleyen çıkmıyor. Yaşlı bunak yine deli deli konuşuyor diyorlar. O yüzden gözüm gördüğü elim erdiğince kıyıda kalıp tekneye ve ağlara yakın durmaya çabalıyorum. Kader aynı kader ama sanırım yavaşlatmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. Ne edelim? Buna da şükür…
Ayağa kalktı. Onarımı tamamladığı elindeki ağı kenardaki askıya tutturdu. Balıkçının ayağa kalktığını gören limanın kedileri bir umut yanına gitse de ağların kuru ve boş olduğunu görünce sığındıkları gölgeye geri döndüler.
Anne kedi ise hiç istifini bozmadan yavrularını emzirmeyi sürdürdü.
Balıkçı az ötedeki bir başka ağ grubuna yönelip onarmaya başladı.
Limanda gezinip bir kaç fotoğraf daha çektim.
Sonra yola koyulmam gerektiğini hatırlayıp balıkçının yanına dönüp izin istedim.
Balıkçı kafasını kaldırıp yine o donuk yüz ifadesiyle bir süre bana baktı. Elinin tersiyle hadi git dercesine bir hareket yaptı.
“Buradan bakınca ömür balık için denize açılmaya benziyor. Pek bereketli olmasa da açıldığın deniz ömrün oluyor. Karada kalırsan hep başkalarının ömrüne bulanıyor, başkalarının hayatına razı oluyorsun. Hadi git artık, sana da rasgelsin” diyerek uğurladı.
Dedim ya; bilge bir balıkçı tanıdım.
Her şeyin kıyısında ayaküstü de olsa hayatı anlattı…
Bu da öyle hatırlanası bir gün oldu.
Mehmet Uhri

PLAZA MARTILARI

Cumartesi, Temmuz 22nd, 2023

b997289f-2ede-4c30-9c27-c543b5aa4e99

“Onlar plaza martıları. Gecenin karanlığında plazaları aydınlatan ışıklara kapılıp sabaha kadar ayrılamıyorlar” dedi.

İstanbul’un gökdelenleri ve iş merkezleri ile yeni yüzünü yansıtan Levent’te durakta otobüs bekliyordum. Gece ilerlemiş otobüs seferleri seyrekleşmişti.

Caddenin trafiği yüklü görünse de ortalıkta pek kimse kalmamıştı.

Gecenin karanlığında gökyüzünü aydınlatarak gökdelenleri olduğundan da görkemli gösteren ışıklarda kanat çırpan martılara gözüm takılmış, durakta oturmakta olan o ana kadar fark etmediğim yaşlı beyefendinin bu sözleri ile irkilmiştim.

Eliyle martıları işaret etti;

- Gökdelenler yokken martılar buralara gelmezdi. Onları için burada çerçöpten başka yiyecek yoktu.

- İyi de şimdi niye buradalar?

- Önce heyula gibi gökdelenler diktiler. Sonra o görkemli yapıları dıştan aydınlattılar. Ortalık ışıl ışıl oldu. Bakma sen binaların görkemli göründüğüne. Hepsi işyeri, gece kimse kalmaz buralarda. Geceleri içleri boş sanılmasın diye aydınlatıyorlar. Akıllarınca görüntüyü kurtarıyorlar. Martılar ise ışığa geliyor, gün ışıyana kadar ayrılamıyorlar. Yiyecek bulamadan aç açına dönüp duruyor helak ediyorlar kendilerini.

Bulunduğumuz otobüs durağı sakindi. Cep telefonuna bağlı kulaklıkla müzik dinleyen genç delikanlıyla durağın kenarında laflayan kadınlı erkekli birkaç kişiden başka kimse yoktu. Beyefendinin yanına oturdum.

Bir süre daha plazaların ışığından ayrılmayan martılara baktık. Hangi otobüsü beklediğini sorduğumda Beşiktaş’ta oturduğunu, hava almak için yürüyüşe çıktığını soluklanmak için durduğunu, emekli gazeteci olduğunu söyledi.

Eliyle kulaklıkla müzik dinleyen delikanlıyı gösterip eskiden iyi kötü herkesin koltuğunun altında gazete olduğundan şimdilerde ise bu tür aletlerin gazetelerin yerini aldığından yakındı.

Gelen servis minibüsü gece vardiyasına gitmekte olan kadınlı erkekli grubu alıp hareket etti. Bizimki eliyle minibüsü gösterip “gecenin bu saatinde insanları çoluğundan çocuğundan evinden koparıp yollara dökmeyi başarıyorlar ya, helal olsun. Çağdaş kölelik böyle bir şey işte” dedi. “Ne yapacaksın ekmek parası, geçim derdi. Büyük şehirde yaşamak, çocuk büyütmek kolay değil.” diye cevap verdim.

Kaşlarını çatıp elini kaldırdı.

- Yok. O kadar basit değil. Üstlerine başlarına bakarsan anlarsın. Onlar hiç de öyle aç açık değiller. Bence onlar pek çoğumuz gibi kredi kartı taksitlerine, borçlarına çalışıyorlar. Üstelik ülkenin hali de bu insanlardan pek farklı değil.

Bir süre susup gelen geçen arabalara baktık. Sonra dönüp, içinde yaşadığımız düzenin her zaman çoğunluğu köleleştirmeye gerek duyduğunu, bunun için uzun süre açlığı, kıtlığı kullandığını, insanların çoluğu çocuğu aç açık kalmasın diye köle gibi çalışmaya razı olduğunu, ülke zenginleşip açlık korkusu azalınca pay isteyen veya düzene karşı duranların sayısının arttığını, sosyal adalet beklentisinin tırmandığını anlattı.

- Toplumu yeniden köleleştirmek için yeni tüketim objeleri bulunmalı ve toplum tüketim ile köleleştirilmeliydi. Maalesef bunu başardılar. Bu dönüşümde askeri darbelerin de etkisi oldu ama bana sorarsan en büyük suç biz gazete ve medya çalışanlarında. Bizleri çok iyi kullandılar. Üstelik içinde olmamıza karşın anlayamadık. Anladığımızda da iş işten geçmişti.

- Ne suç işledi gazeteler?

- Önce insanlara yeni tüketim objeleri tanıttık. Ev, araba, giyim kuşam, aksesuar, yaşam biçimi aklına ne gelirse hepsini tanıttık. Dahası bir kısmını kupon ile çekiliş ile verip kolay erişilebilir sanılması için uğraştık.

- Peki ya sonra?

- Sonra sıra insanları borçlandırmaya geldi. Hani bir zamanlar pavyon kadınlarını borçlandırıp çalıştırırlardı ya, işte milleti de taksitle alışverişe alıştırıp borçlandırdılar. Borcu bitene kadar çalışmak zorunda bıraktılar. Şimdi bütün millet taksit ödemek, bitmek bilmeyen borçlarını döndürmek için çalışıyor. Çağdaş kölelik dediğim böyle bir şey işte. Görmüyor musun? Peşin parayla alışveriş istenmiyor, artık. Her şey peşin fiyatına bile olsa taksit ve borçlandırma üzerine kurulu. Ülkeyi de pavyon çalışanına benzettiler. Ülke olarak hiçbir zaman bitmeyecek borç içinde yüzüyoruz ve bırak anaparayı ödemeyi, borçların faizini ödemeyi başarı diye yutturuyorlar.

Bir süre sustu. Bekleyenlerin birer ikişer gelen otobüslere binmesiyle durağa tekrar sakinlik çöktü. Caddenin trafiği ise azalmış görünmüyordu. Ayağa kalktı. Eliyle plazaların ışığında dolanan martıları gösterip “Bence milleti de bu plaza martılarına benzettiler. Tüketimden vazgeçemiyorlar. Martılar gibi tüketimin ışıltısı içinde aç açına amaçsızca dönüp duruyorlar. Kendilerini tutsak ediyorlar. Martılar gün ışıyınca anlıyor hayatın gerçeğini. Umarım bizimkiler de gün gelir anlar. Gerçi pek umudum kalmadı. Kendi çocuklarıma bile anlatamıyorum. Eski kafalı ve dinozor olmakla suçluyorlar” dedi. Kederlenmişti. “Senin de gece vakti kafanı şişirdim. Bağışla… Kal sağlıcakla” diyerek Beşiktaş’a doğru ağır adımlarla uzaklaştı.

Orada öylece kalakalmıştım…

Beklediğim otobüs gelmek bilmiyor, caddenin gürültüsünün azaldığı anlarda yukarılardan plaza martılarının çığlıkları geliyordu.

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI - 7 DUENDE

Çarşamba, Haziran 28th, 2023

duende

Şanslıydım… Bir dizi rastlantı ile Sevilla şehrinde ilginç bir fotoğraf sanatçısı ile tanışıp ayak üstü konuşma fırsatım oldu.

O kısacık sürede Flamenko ve hepsinden önemlisi başka dillerde karşılığı olmayan Duende konusunda belki de bir kitap dolusu bilgi paylaştı.

“Duende” dedi. “Seni buralara kadar sürükleyen de Duende… Yüzleş onunla.” diyerek veda etti.

En iyisi yine baştan anlatayım;

Sevilla’da 1929 Expo fuar alanı olarak tasarlanan Park de Espana sabahın erken saatlerinden itibaren otobüslerle gelen ziyaretçilerini ağırlamaya başlamıştı. Gezi programının doluluğu nedeniyle sabahın erken saatinde parkı ziyaret etmesek o fotoğrafçının ve dahası Duende’nin varlığından bile haberim olmayacaktı.

Dedim ya, şanslıydım…

Görkemli meydan ve ona eşlik eden parkı hızlıca dolaşırken sabah sakinliğini fırsat bilip çekim yapmakta olan grubu fark etmemiş kadrajlarına girerek çekimin aksamasına yol açmıştım. Arkamdan gelmekte olan ve az sonra kadraja girmesi olası insanları durdurarak bir anlamda özür dilemeye çalıştım. Kısa süre sonra ekipten biri bulunduğum yeri kontrol altına alınca oradan ayrılıp yanlarına yaklaştım.

Sabahın ilk ışıklarına uygun bir yerde fotoğraf çekimi için toplanan grup kısık sesle de olsa müzik yaparken fotoğrafçı da geleneksel kıyafetleri içinde dans etmekte olan kadını görüntülüyordu.

Üstelik acele etmeleri gerekiyordu. Güneş yükseliyor, meydan hızla kalabalıklaşıyordu.

Kirli beyaz sakallı fotoğrafçının yüzü asıktı. Söyleniyordu. Fotoğraf çekmeye devam ediyor ancak çektiklerini beğenmiyordu. Israrla “Sağa sola bakınmayı bırakın, unutun her şeyi, Duende, Duende!” diye hem kadına hem de gitar çalıp el çırpanlara bağırıyordu.

Fotoğrafçının yüksek sesle son kez küfredercesine “Duende, diyorum!” diye bağırıp azarlamasıyla grubun morali iyice bozuldu, dansçı kadın gözyaşlarını tutamayınca makyaj tazelenmesi için ara verilmek zorunda kalındı.

Arayı fırsat bilip fotoğrafçının yanına yaklaşıp “Nedir bu Duende?” diye sordum.

Öfkesi yüzüne yansımış, sıkıntısı geçmemişti. Çekil git başımdan dercesine bakıp şöyle bir baştan ayağa göz ucuyla süzdü. Sonra “Nereden geliyorsunuz?” diye karşı soru ile yanıt verdi. Türk olduğumu İstanbul’da yaşadığımı söyledim. Elinden bırakmadığı kamerasının ayarları ile oynarken bir süre düşündü. Az önceki öfkesi yatışmış yüzü aydınlanmıştı. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı ve “Rumi” dedi.

- Anlamadım. Ne demek Rumi?

- Rumi işte. Siz ona Mevlâna diyorsunuz. Başka bir yöreden olsaydın açıklamaya uğraşmazdım. Sizin oralarda Rumi’nin de işaret ettiği bir yer, Duende. Ölümün askıya alındığı sözcüklerin düşüncelerin sona erdiği suskunluk hali. Sanki geçici bir kendini aşma. Anlatılası değil, yaşanılası bir şey.

- Araf gibi mi?

- Ne ötedesin ne beride. İçindeki Duende’desin. Özgürsün…

- İyi de Flamenko ile ne ilgisi var?

- Flamenko işin görünen yüzü. Bütün 0 müzik, dans, sesler Duende için. Duende yoksa Flamenko soytarılıktan öte değil.

Fotoğrafçı ekibine göz ucuyla baktı. Tekrar çekime hazır hale gelmeleri biraz daha zaman alacak gibi görününce eliyle acele etmelerini işaret edip kamerasını çantaya koydu. Merdivenlere oturdu. Ben de yakın bir yere ilişip çantamdan çıkardığım su şişelerinden birini uzattım. Geri çevirmedi. Susamıştı, hızlıca yarıdan çoğunu yuvarladı.

Cesaretimi toplayıp “Sahi, nedir şu Flamenko?” diye sordum.

- Sence?

- Ne bileyim? Dışarıdan bakıldığında gitar ile neredeyse on parmak çalınan bir müzik, bolca ritim, ses ve topukların yere sertçe vurularak oynandığı dans denebilir.

- Kaç kişi dans ediyor?

- Genellikle tek kişi?

- Peki yatay hareketlerle mi yoksa dikey hareketlerle mi dans ediliyor?

- Topuklar vurulduğuna göre dikey hareketler sanırım.

- Peki sence neden böyle? Neden diğer danslar gibi kalabalık ve yatay değil?

- Bilmem. Hiç düşünmedim.

Şişede kalan suyu da yudumlayıp teşekkür etti. “Dinle o zaman” diyerek Flamenko’yu anlattı;

“Dinle o zaman; Flamenko bu topraklarda hor görülmüş ve hep ötekileştirilmiş insanların, katlanmak zorunda kaldıkları adaletsizliğe karşı bir isyan çığlığıdır. İçindeki ezilmişliğin, öfkenin dışa vurduğu en zarif başkaldırı örneklerindendir. Tekil bir haykırıştır.

duende-1Amerika kıtasında köle müziği olarak başlayan caz gibi bu topraklarda da ezilmişlerin isyanı müziğe ve dansa aktarılmıştır. Yoksulluk ve eziyet gören, ezilen, toplum için güvenilmez olarak nitelendirilen, tarihleri boyunca mülk bile edinemeyen, tarım ya da maden ocaklarında çalıştırılan insanların içlerinde biriken öfke, hırs, isyan ve özgürlük arayışı Flamenko’yu doğurmuştur. Baskı altındaki insanlar acılarını, mutsuzluklarını itirazlarını Flamenko ile ifade ettiler. Flamenko’daki sert duruş ve bakışlar, hep o isyanın yansımasıdır.

Başka türlü isyan edemeyince aradıkları özgürlüğe Flamenko’nun içindeki Duende ile ulaştılar. Asırlardır icra edilen bu gizemli müzik ve dansın barındırdığı hüznü yaşatan, içinde bulunduğu açmazı aşmaya çalışanların isyanını anlatan ve Flamenko’ya ilham veren ruhani güce Duende diyoruz.

Yani Duende için güçlü bir Flamenko icrası sırasında ortaya çıkan kendinden geçme, yaşam ve ölümün birbirine bulandığı yoğun duygu durumu denilebilir. Duende’ye ulaşan dansçı yaşamla dans eden bir ölü, ölümle dans eden bir canlı gibidir.”

Bir süre susup sözlerinin anlaşılıp anlaşılmadığından emin olmak istercesine bana baktı. “Anlamadım. Tüm bu isyan biterse Flamenko’da mı bitecek?” diye sordum. Yüzünde acı bir gülümseme belirdi.

Sonra sözlerine devam etti;

“İsyan bitmeyecek, hiç bitmeyecek. Çünkü Flamenko özünde varoluşa isyandır. İnsanın en radikal karşı çıkışı, kendi varoluşunun reddidir. Fizik ve biyoloji kurallarına göre yaşayan bir bedenin içinde hapsolmuş ruhun özgürlük arayışıdır. Nasıl mı?

Flamenko dansına analitik bir gözle bakarsan diğer danslardan farklı olarak dikine hareketlerin baskın olduğunu görürsün. Sanki, fizik kurallarına direnircesine yerçekimine karşı ve topukların yere vurulmasıyla yer çekimine aykırı yapılan bir danstır. Beraberinde el çırpıp ritim tutulan ve zaman zaman yanık bir ağıt okunarak isyanı hissettiren özelliği ile en temel varoluş yasalarına bile karşı duruş sergilenir.

Flamenko’nun ruhunu anlayıp Carmen operasını besteleyen George Bizet eserinde o varoluşsal isyanı bu şehirde tütün fabrikasında işçi olarak çalışan Carmen isimli bir kadın ile görünür kılmayı seçmiştir. Carmen, üzerindeki tüm kimlik ve etiketleri reddeden, neredeyse cinsiyetinden bile sıyrılmaya çalışan bir özgür ruh olarak Bizet’nin eserinde hayat bulur.”

duende-2

Konuşmaya ne yazık ki daha fazla devam edemedik. Ekip yerini almıştı. Çekime hazır olduklarını bildirmeleriyle bizimki ayağa kalkıp makinesini eline aldı. Işığı kontrol edip dansçı kadına yaklaşıp bir şeyler söyledi.

Az sonra dansçı kadın Flamenko ezgileri eşliğinde saçındaki gül goncası ve ateş gibi yanan kuyruklu eteğini savurarak topukları üzerinde dansa başladı.

Kısa süre sonra etrafımıza toplanan kalabalığa aldırmadan sanki dünya dışındaymışçasına müziğin ve dansın içine yuvarlandılar.

Bu durum çok uzun sürmese de fotoğrafçı bu kez çıkarılan iş ve çektiği görüntülerden memnun görünüyordu.

Kalabalık daha da artınca toplanmaya başladılar. Fotoğrafçının çantasını omzuna atıp ekibi beklemeden oradan uzaklaşmaya niyetlendiğini görünce yanına gidip teşekkür ettim. Uzattığım elimi sıkmak yerine işaret parmağı ile iki kez göğsüme dokundu. “Duende, seni buralara kadar sürükleyen de Duende… Yüzleş onunla.” dedi.

Arkasına bile bakmadan kalabalığa karışıp gözden kayboldu.

Dedim ya, şanslı günümdeydim…

Mehmet Uhri

PİSİDİA NOTLARI - 2 SU PERİLERİNİN TANIKLIĞI

Salı, Haziran 20th, 2023

pisidia-11

“Burada insanlığa yalan söylendi ve çok büyük bir ihanet yaşandı”

Ses Nymphaion’dan geliyordu.

Emin olmak için Pisidia Antiocheia şehrinin Kuzey cephesinde su perileri için yapıldığı bilinen kalıntı halindeki Nymphaion’a biraz daha yaklaştım.

- Bana mı söylediniz?

- Sana ya… Başka kimse var mı burada?

- İyi de kimsiniz? Kiminle konuşuyorum?

- Suyu çekilse de buradan ayrılamayan su perileriyiz. Gelene geçene dilimiz döndüğünce bu şehirde söylenen o büyük yalanı ve ihaneti anlatırız.

- İyi de neden ben? Benden ne istiyorsunuz?

- Sen de pek çoğu gibi  “Ben masumum, bir şey yapmadım. Hem ben neyim ki? Ne yapabilirim?” kolaycılığına sığınıp dinlemeyecek, o büyük yalana ve ihanete diğerleri gibi ses çıkarmayacaksan bizleri hiç yorma. Hadi git yoluna…

Dağ başında neredeyse bin yıldır terk edilmiş antik bir kentte su perilerine adanmış suyu çekilmiş bir kalıntının önünde perilerle konuşuyordum.

Üstelik bir yalan ve ihanetten söz ediyorlardı.

Bir yandan merakım diğer yandan da tedirginliğim artıyordu.

Çantamdan not defteri ve kalem çıkarıp Nymphaion’a yaklaştım.

Sırtımı çeşmenin soğuk taşına dayayıp “Sizi dinliyorum. Neymiş burada söylenen o büyük yalan?” Diye sordum.

Periler kendi aralarında bir süre tartıştılar.

Perilerden biri kısık sesle “Diğerleri gibi anlatacaklarımızı dinlese de gözünü yumup susup oturacak birine benziyor. Bence kendini hiç yorma” dedi. Bir diğeri de bu sözlere destek verdi. En baştan beri konuşan peri ise “Olsun, biz yine de anlatalım. Anlatalım ki yalan ve ihanet unutulmasın. Birileri de biliyor ve susuyor olmanın acısı ile yaşasın. Bu da onlara dert olsun”  diye ısrar etmese konuşma devam etmeyecekti.

“Aç kulağın da dinle o zaman” diyerek su perisi anlatmaya başladı;

- Burada, bu şehirde herkesin bildiği ama korkusundan kimsenin sesini çıkarmadığı bir ihanet yaşandı ve insanlığa yalan söylendi. Tüm bunlara sesini çıkarmayıp zımnen onay verenlerle birlikte büyük bir insanlık suçu işlendi. Biz periler hepimiz tanık olduk. O büyük yalan tüm dünyaya buradan yayıldı.

- Neden söz ettiğinizi anlayamadım. O büyük yalan neydi? Kim söyledi?

- Çok yıllar önceydi. İnsanlara bu dünyada olmasa da ruhlarının öte dünyada özgür olacağı umudunu aşılayıp iman etmelerini, barışı, sevgiyi, paylaşımcılığı aşılayan fikirleriyle heyecan uyandıran gencecik bir insanı İsa isimde birini çok uzaklarda acımasızca katlettiler. Öldürdükleri yetmedi burada, bu şehirde sözlerini, fikirlerini değiştirip bir kez daha öldürdüler. Cinayeti bilenler yalanı ve ihaneti de gördü.

- Hiç mi itiraz eden olmadı?

- İtiraz edenler ortadan kaldırıldı. Kimse sesini çıkaramadı.

- Peki ya sonra?

- O yalan ile birlikte şehrin üzerine bir lanet çöktü. Bir daha kendine gelemedi.  Birkaç kez el değiştirdi. Yandı, yıkıldı ve sonunda terk edildi. Geride bizler kaldık. Gelene gidene şehrin lanetlenmesine yol açan olayları anlatıyoruz.

- İşe yarıyor mu?

- Nasıl güçlü bir yalan söylendiyse pek kimseyi ikna edemiyoruz. Kime anlatırsak anlatalım yalanın bir ucundan tutmayı veya suskun kalmayı seçip uzaklaşıyor. Açıkçası senden de çok umutlu değiliz.

pisidia-4

Araya giren diğer bir su perisi “İhaneti gördük, cinayeti bildik, söylenen yalanlara sessiz kalan acizleri de gördük. Buraya gelirken size anlatılanları unutun. Bir de bizi dinleyin” dedi. Bir süre sustuktan sonra sözlerini biraz da hiddetlenerek sürdürdü; .

- Bu şehirde bir haini konuşturup önce işledikleri cinayeti akladılar. Sonra katledilenin ölmediğine bir şekilde göğe yükseldiğine inandırdılar. Çekilen acıları da tüm insanlığın günahlarının kefareti olarak ölen kişinin üstlendiğine inanılmasını buyurdular. İnsanlara vaat edilen sevgi ve umudun yerini korku ve boyun eğmenin alması için her şeyi yaptılar.” Diye devam etti.

“Anlamadım. Şu işi bana baştan anlatabilir misiniz?” Diye üsteleyince perilerden biri tok ve kararlı bir sesle “ O zaman arkana yaslan ve dinle” diyerek aşağıdakileri anlattı:

“O zaman arkana yaslan dinle; İnsanlık tarihinde pek çok kez yaşananlar yıllar önce burada bir kez daha yaşandı. Cumhuriyet ile yönetilen güzelim ülkede iktidarı ele geçirmek için Doğu ile Batı arasında kanlı bir iç savaş yaşandı.

Kazanan taraf Batı oldu. Ülkede kontrolü sağladı.

Sonrasında olağanüstü şartlar bahane edilerek cumhuriyet rejimi askıya alındı. Senato kapatıldı. Yaklaşık dört yıl süren ara rejimden sonra yönetimi elinde tutan zat halk iradesini ortadan kaldırıp tek adam yönetimini ilan etti.

Bu sırada muhalefet kendi içinde kısır tartışmalara uğratılıp önce parçalandı sonra tasfiye edildi. Zamanla tek adam iktidarına karşı durmaya cesaret bile edilemez oldu.

40 Yıldan fazla süren tek adam rejimi giderek tanrısal bir kutsallık ile birleşti. Dini otorite bile o tek adamın iki dudağı arasına hapsedildi.

Tek adamın iradesi ve güçlü askeri yapılanma ile halkın sesi iyice kısıldı. Cumhuriyet rejimi unutuldu.

Baskı ve zorlamayla da olsa ülkede barış ve güvenlik iklimi sağlandı.

Bu yeni yönetim biçiminde halkın görevi işgücü ve asker gereksinimi için üremek, daha çok çalışıp devlete vergi vermek ve devletin zenginliğini arttırmaktı. Emir büyük yerdendi. Herkes üstüne düşen görevden başka bir şey düşünemez oldu.

Giderek büyüyen devleti doyurabilmek için vergiler arttırıldı. İnsanlar daha çok çalışmak zorunda bırakıldı. İtiraz edenler kısa sürede tasfiye edildi. Muhalif olmanın suç sayıldığı, insanların yönetimden ve birbirinden korkup sustuğu yıllardı.

İçeride ve dışarıda işaret edilen düşmanların varlığı ile insanlar korkutulup boyun eğmeleri sağlandı. Tanımlanan düşmanların şerrinden korunmak için devlete itaat etmek zorunluydu.

İnsanlarını dışarıda istilacı barbarlar söylemi ile içeride ise hep bir öteki ile korkutup yalnızlaştıran yönetim yarattığı baskı ve korku iklimi ile sürekliliğini sağladı.

Devlete itaat sorgulanamaz hale geldi.

Değiştirilmesi hayal bile edilemeyen bir devlet düzeni, bu düzeni sağlamak için oluşturulmuş katı hiyerarşi, acımasız güvenlik ve baskı ortamı tüm bunların bedeli olarak vatandaşların sorgulamadan yerine getirmek zorunda olduğu görevler tanımlandı.

İşte böylesi bir baskı ve korku ikliminde bu dünyaya ait olmayan sevgi, umut, ruhun özgürlüğü ve bunların gerçekleşebilmesi için iman aşılayan birilerinin söylemlerinin ilgi görmesi ile uzaklarda “değişik” bir arayış, pasif bir muhalefet alevlendi.

İlk anda baskıcı yönetim alışık olmadığı bu “farklı” söyleme nasıl tepki vereceğini bilemedi.

Doğrudan iktidarı hedef almıyordu. İnsanlara devlete boyun eğseler ve bu dünyada özgür olamasalar da ruhlarının öte dünyada özgür olabileceği fikri ile umut aşılayan, “ötekilerden” korkmak yerine onlara sevgi ile yaklaşmayı, barışı, birlik ve beraberliği, paylaşımcılığı aşılayan bu söylem ilgi gördü. Hızlıca taraftar buldu.

Bir insanın iki dudağı arasından çıkan “sevgi, umut ve iman” söyleminde buluşan insanların korkuları azaldı. İşbirliği, paylaşma ve dayanışma arttı.

Ortada devlete karşı başkaldırı olmasa da devletin itaat mekanizması olan korku ikliminin ruhun ölümsüzlüğü ve öte dünyada özgürlük fikri ile aşılmakta olması yönetimde kaygı uyandırdı.

Bu durum gereğinden fazla çalışmanın anlamsızlığını ortaya koyarken insanlara öte dünyada özgür olacak bir ruha sahip olmanın özgüvenini de kazandırmaktaydı.

Ortada yönetime karşı bir direniş olmasa da devletin tekelinde olan korku yönetimi el değiştirmekte yeni doğan düşünce ile kendine hızla taraftar bulmaktaydı.

Özgüveni olan vatandaş yönetim için tehdit olarak görüldü.

Yılanın başı küçükken ezilmeliydi.

Öyle de oldu.

Düşünceleri ile sevgi, umut ve iman fikirlerini aşılamaktan başka bir şey yapmayan malum kişi yakalanıp ibretlik biçimde acılar içinde öldürüldü.

Ancak düşüncelerini öldüremediler.

Arkadaşları aracılığıyla çeşitli söylencelere konu edilerek yaşatılmaya, kendine yeni taraftarlar bulmaya devam etti. Devletin yok ettiği ve mezarının dahi olmayan kişiye halk nezdinde kutsallık atfedildi.

Öldükten sonra da olsa taraftarlarının arttığını gören yönetim önce bu yeni düşünceden olanları acımasızca yok etmeye çalıştı. Ancak sayılarının artmasını önleyemedi.

Giderek büyüyen düşünsel yapılanmayı kendi varlığına tehdit olarak gören iktidar bu kez yok edemediğini kontrolüne alacak aksiyon üretmenin çarelerini ardı.

Ancak bir sorun vardı.

Sırf düşünce ve inançları için peygamberleri ile birlikte onca insanı öldürdükten sonra barış iklimi nasıl sağlanacaktı?

Üstelik öldürüp yok edemediği ve daha çok kendine düşman ettiği insanları ikna edip yanına çekecek yeni bir söyleme gereksinim vardı.

En gaddar adamlarından biri bu iş için görevlendirildi.

Özel olarak seçilmiş bu kişi zamanında pek çok inanç sahibi insanı gaddarca yok etmiş devletin makbul vatandaşlarından biriydi. Üstelik Roma vatandaşıydı.

Öldürülen ve göğe yükseldiği iddia edilen kişi ile karşılaştığını gözlerinin kör olup üç gün sonra yine o öldürülen kişi tarafından açıldığı gibi bir hikâye anlatıldı.

Bu sayede taraf değiştirip inanç sahibi olduğuna kendini ve çevresindekileri inandırdı.

Sonra yine devletin koruması ve göz yumması ile “makbul vatandaşın” ömrü boyunca tüm ülkeyi dört kez dolaşıp devletin istediği biçimde söylem geliştirerek verdiği vaazlarla yeni düşünce ve inanç sistemi anlatıldı.

Yeni sistemin eski inanç sistemi ile bütünleşip yazıya dökülmesi sürecinde de devletin görevlendirdiği malum vatandaş okuduğu vaazları kaleme alıp 14 bildirge halinde kutsal kitaba ekledi.

İleride tartışma konusu olmaması için daha sonraki yıllarda kutsal kitaba Roma vatandaşı Pavlus’un yolculuklarına dair notlar da eklendi.

Kısaca kutsal kitabın önemli bir bölümü havari bile olmayan Pavlus’a yazdırıldı.

Bu vaazlar arasında devletin işlediği cinayetin üzerini örtecek biçimde ölen kişinin kutsallık âlemine kabul edildiği, infaz edilenin tüm insanlığın günahlarının kefareti olarak kendini feda ettiği, insanların kilisenin kutsallığına rıza gösterip işaret edilen yoldan ayrılmaması gerektiği gibi pek çok yeni eklentiler ile yeni bir itaat mekanizmasının temelleri atılır.

Bir taşla birkaç kuş vurabilmek için ülke içindeki çatışma yaratan Doğu’nun tek tanrıcılığı ile Batı’nın çok tanrıcılığı bu yeni kitapta birleştirildi. Sağlığında konu hakkında hiçbir şey söylememiş olan İsa’ya tanrının oğlu denilerek 1,5 tanrıda uzlaşma sağlandı.

Kutsal kitaba yapılan eklemeler ile düşünce ve inanç ile ortaya çıkan iç tehlike değiştirilip dönüştürülerek yeniden kontrol altına alındı.

Ve işte sözünü ettiğimiz yalan ve ihanet burada, devletin görevlendirdiği kişi tarafından bu şehirde verilen o ilk vaaz ile başladı.

Katlettikleri İsa’nın ağzından bir sürü yalan uyduruldu. Sevgi ve umudun yerini korkuların alması için gereken ne varsa yapıldı.

Her şey buradaki o ilk vaaz ile başladı.

Biz periler bu şehirde ihaneti gördük. Dahası insanların tüm bunlara itiraz etmeyip suskun kalmalarına, boyun eğip kabullenmelerine, zımnen onay vermelerine de tanık olduk.

Tüm bunları o büyük yalan, ihanet ve riyakârlık unutulmasın diye gelene gidene anlatıyoruz. Anlattıklarımız çoğu kez dedikodu diye geçiştirilip ciddiye alınmasa da susmuyoruz. Bizleri bu Nimphaion’a hapsedenlere inat yaşananları anlatmayı sürdürüyoruz…“

pisidia-21

Bu sözlerden sonra ortamda derin bir sessizlik oldu.

Antik kentte şiddeti giderek artan rüzgârın uğultusundan başka ses işitilmiyordu.

Bir süre ne periler konuştu ne de ben söyleyecek bir söz bulabildim.

Aklımdan resmi tarih ve dini tarih ile ilgili anlatılanlar, koca koca isimler geçiyordu. Periler için ise isimlerin, etiketlerin pek önemi yoktu.

Yaşananları dert edinmişlerdi ve tanık olduklarının unutulmamasını istiyorlardı.

Havanın bulutlanmasıyla yağmur olasılığı belirince doğrulup ayağa kalktım. Kafam allak bullak olmuştu. Perilerden ise ses gelmiyordu.

“Peki ya sizler? Sizi buraya hapsedenler derken ne demek istiyordunuz?” Diye sordum.

Hepsi birden sözlerime gülerek karşılık verdi. Kahkahaları bittikten sonra az önce uzun hikâyeyi anlatan peri arkadaşlarına “Sanırım yine boşa konuştuk… Bu da anlamadı?” dedi.

Bir süre öylece ayakta durup cevap beklediğimi söyledim. Perilerden biri;

- Yahu şu çevrene bir bak. Burada su perilerinin ne işi olur? İsmimiz kullanılarak inşa edilen bu yapının aslında şehre su getirebilme uğruna harcanacak onca emeğe halkın rıza göstermesini sağlamak için basit bir aldatmaca olduğunu görmüyor musun?

- Nasıl yani? Sizler de mi?

- Bizler bile… Anlamıyor musun? Her şey halkın boyun eğmesi, verilen emir ve görevlere itiraz etmemesi için aldatmacadan ibaret. Makbul vatandaşını yalan söylemek ve ihanet için görevlendiren zihniyet zamanında bizleri de benzer bir kandırmaca için kullanıp buraya hapsetti. Bizler de suyu çekilmiş bir Nymphaion’un perileri olarak tanıklıklarımızı gelene gidene anlatarak öç alıyoruz.

Canım sıkılmıştı. Kendi kendime “ Öyleyse hep bir kandırmaca içindeyiz. Kananlar, kabullenenler mutlu, kanmayanlar mutsuz… Hepsi aynı oyunun tekrarından başka bir şey değil” diye söylendim.

En baştan beri benim için umutsuz olan kısık sesle konuşan su perisi “Ha gayret. Anlamaya başlıyorsun. Bu arada söylemedi deme; yaklaşan bulutlara bakılırsa yukarıdaki az sonra su koyuverecek. Hadi git artık. Islanma…” dedi.

Bu sözlerden sonra perilerin sesini bir daha işitmedim. Öylece şaşkın bir halde kalakalmıştım. Yağmur başlayıp kısa sürede hızlanınca daha fazla duramadım. Koşarak sığınacak bir yer bulana kadar da hayli ıslandım.

Su perileri giderayak bana da yapacaklarını yaptı diye düşündüm.

Bir süre girişteki sundurmanın altında yağmurun hafiflemesini beklerken uzaktan yalanın ve ihanetin başladığı o lanetli kentten kalan yıkıntılara baktım.

Az sonra yağmakta olan yağmura eşlik eden güneş ile birlikte Pisidia Antiocheia şehrinin üzerinde belli belirsiz bir gökkuşağı oluştu.

Sonra…

Sonra hızlıca kayboldu…

Mehmet Uhri  

PİSİDİA NOTLARI 1 YAĞMUR VE GELİNCİK

Pazartesi, Haziran 12th, 2023

pisidia-2

Yağmur kimseyi ayırmaz eşit ıslatır. Gelincik ise kimsenin toprağını ayırmaz, her yerde biter, paylaşımcıdır.

Isparta iline bağlı Yalvaç yakınlarında kurulmuş Pisidia Antiocheia şehrindeydik.

Deprem ve istilalar ile yanmış yıkılmış ve 13. Yüzyılda terk edilmiş şehirden geriye kalanlar arasında zamanındaki ihtişamlı yapıları ve yaşamı hayal etmeye çabaladık.

Verimli toprakları, sulak arazileri ile doğanın cömert davrandığı bölgede istilacı imparatorlukların koşulsuz itaat bekleyen yönetimlerine bölge insanlarının hayli direnç gösterdiği ve karşılığında ağır bedeller ödemek zorunda kaldığı topraklardaydık.

Bölgeye birden fazla garnizon şehri kurmak zorunda kalan koskoca Roma İmparatorluğu’na bakılırsa Pisidia insanlarını doğaya kafa tutmaya, onunla rekabet etmeye ve savaşlara ikna etmenin hiç kolay olmadığı anlaşılıyor.

Pisidia halkları ve gelip geçici baskıcı yönetimler arasındaki bu çekişmenin gerçek kazananının ise yıkıntılar arasında bahar aylarını fırsat bilip her yerden fışkıran gelincikler ve ara ara yağan yağmur ile doğa olduğu söylenebilir.

Pisidia Antiocheia şehrini ayırım gözetmeksizin kaplayan gelinciklerin paylaşımcılığı ve yağmurun adaleti sanki insanlığa sessiz bir mesaj veriyor.

pisidia-3

Şehrin bilinen tarihi Erken Tunç Çağı’na uzansa da tarihsel metinlerde Seleukos hanedanından 1. Nikator veya oğlu 1. Antiochos tarafından Galat kavimleri ile mücadele edebilmek amacıyla M.Ö. 3. Yüzyılda Frigya sınırında ileri karakol olarak kurulduğu anlatılmaktadır.

Sonrasında Roma imparatorluğuna geçen (M.Ö. 188) ve müttefikleri Bergama krallığına bağlanan Pisidia Antiocheia’sı kral III. Attalos’un (M.Ö 133) ölümü ve vasiyeti gereği Roma toprağına dönüşür.

Roma imparatoru Augustus döneminde Ortadoğu’ya uzanacak güvenli ticaret yolu “Via Sebaste’nin” Anadolu’daki başlangıç noktası olarak askeri garnizon şehrine dönüştürülür. (M.S. 1.Yüzyıl)

Yine aynı dönemde Hıristiyanlığın yayılması için imparatorluk içinde çeşitli dönemlerde dört yolculuk yapan Aziz Paulus ilk vaazını bu şehirde verir.(M.S. 46) St. Paul Kilisesi yine bu şehirde inşa edilir. (M.S. 4. Yüzyıl)

7. Yüzyıla kadar Roma – Bizans şehri olarak kalsa da İslam ordularının saldırıları ile yanmış ve yıkılmış bir yerleşim yeri olarak zamanla önemini yitirir. Selçukluların Anadolu’ya gelişleri ve Miryakefalon savaşında yenilen Bizans’ın çekilmesi ile zaman içinde terk edilir. 13. Yüzyıl başında yerleşim yeri olmaktan çıkar.

Tüm bu tarihsel anlatıyı kaldırdığımızda ise cömert bir doğa üzerinde eşitlikçi, paylaşımcı ve doğa ile uyum içinde yaşamaya çabalayan barışçıl insanların yönetimlerin dayatması ile “başka türlü” yaşamaya zorlandığını görüyoruz.

Yönetimlerin kazanç ve getiri odaklı büyüme stratejileri doğrultusunda vergi ve gelir beklentisi ile daha fazla çalışmaya ve savaşlara zorlanan bölge insanlarının paylaşımcılıktan, eşitlikçilikten vaz geçmeyip direnç gösterdiğinden, karşılığında ağır bedeller ödeyerek boyun eğmeye zorlandığından söz ediyoruz.

Yöre insanının doğaya öykünen eşitlikçi, paylaşımcı ve gelincikler gibi “sıradan” yaşama çabası ne yazık ki yönetimlerin sonuç veya çıktı odaklı, getiri beklentili baskıları karşısında ağır bedeller ödeyerek engellenmiş görünüyor.

Yaşanan onca acıya ve baskıya karşın günümüzde Pisidia Antiocheia’sından geriye kalanlara bakıldığında zamanında o görkemli şehirde istenmeyen yabani otların gelinciklerle birlikte her yere yayılıp şehri ele geçirdiğini, yağmurun kendi adaleti ile bölgeyi kucakladığını söyleyebiliriz.

Yağmurun ve gelinciklerin kimseyi ayırmadan, ötekileştirmeden zamanında bölge insanının yapmaya çabaladığı gibi kendi adaletini şehrin kalanında yaşatmakta olduğuna bakılırsa bir yerlerde vahim hata yapılmış olduğuna dair sanırım bir kez daha düşünmek gerekiyor.

İnsanın doğa ve kendi ile kavgası hiç bitmese de doğa tokadını vurup özünde o yere göre sığdırılamayan adlarına görkemli yapılar inşa edilen hayatların da gerçekte bir gelinciğin ömrü kadar gelip geçici olduğunu er veya geç hatırlatmış.

pisidia-1

Onca yaşanmışlığın üzerinde şehrin kalıntılarını gezerken karşınıza çıkan yalnız bir gelincik bile o kısacık ömründe buraların sahibinin olmadığını, herkesin ve her şeyin doğanın gelip geçici parçası olduğunu göstermeye yetiyor.

Bölgede hava bulutlandı.

Şehre tepeden bakan görkemli Augustus tapınağını kaplayan gelincikler, bölgedeki diğerleri gibi Pisidia Antiocheia şehrine az sonra yağacak yağmuru bekliyor.

Şehirde hayat devam ediyor…

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI - 6 SEDEFİN SUSKUNLUĞU

Çarşamba, Haziran 7th, 2023

sedefkar-1

Granada Elhamra sarayını tabanlarımız yarılırcasına gün boyu gezmiş hayli yorulmuştuk. En son Cennet-ül Arif bahçelerinde dolaşıp sarayın çıkışa yöneldiğimizde önünden geçtiğimiz küçük dükkânlardan birinde karşılaştım o sedef ustası ve kedisiyle.

Görünüşünden yaşını almış olduğu anlaşılan karalı beyazlı kedi dükkân girişinde duvara sırtını yaslayıp karnını güneşe yaymış hafifçe uyukluyordu. Kediye yaklaşıp yanına oturdum. Hafifçe kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Başka bir tepki vermeden uyumaya devam etti.

Kediyi kendi halinde bırakıp kapıdan içeriye göz attım.

Sedef kakma ustası masa üzerine yatırdığı ahşap parçasına elindeki sedef parçasını uygulamaya çalışıyordu. Masa ve çevresi hayli dağınıktı. Dükkânın diğer yanında duvarlara asılmış haliyle satışa hazır sedef kakma ahşap ürünler sergileniyordu.

sedefkar-2

İçeri girip yanına yaklaştım. Dükkândaki ürünlerle ilgilenmeyip yanına geldiğimi fark edince elindeki işe ara verdi. Hafifçe kafasını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden “Ne istiyorsun?” dercesine bakınca “Hangisi?” diye sordum. Şaşırdı. “Neyin hangisi?” diye yanıt verdi.

“Hangisi hangisini süslüyor? Sedef mi ahşabı, ahşap mı sedefi?” diye üsteledim. “Sence hangisi?” diyerek yine soruyla karşılık verdi.

“Göz alıcı görünen sedef olduğuna göre ahşabı süsleyen sedef olmalı” diye cevap verdim.

Kafasını önüne eğip elindeki fırça ile tutkalı zemine iyice yaydı. Sonra inceltilmiş ve yerine göre kesilmiş sedef parçasını tutkallı bölüme yerleştirip çekiç gibi bir aletle bastırıp üzerinden geçerek iyice yapışmasını, hava kalmamasını sağladı. Sedefin ahşaba tutunması için işlemi tutkal kuruyana kadar sabırla sürdürdü.

Başından ayrılmadığımı görünce kafasını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden tekrar bana baktı.

“Sedef esir edilmiş olandır. Bu nedenle suskundur. Konuşkan olan ise ahşaptır. Ne de olsa ev sahibidir” dedi.

- Esir edilmiş olan mı? Nasıl yani?

- Bak bu doğal sedef hiçbir zaman buraya ait olmadı. Kim bilir hangi okyanus kıyısından kabuğunun ışıltısı uğruna esir edilip buralara kadar getirilen bir deniz canlısıydı. Bu topraklarda güzel olan ilgi gören ne varsa hep bir yerlerden esir alınmış olandır. Gördüklerinin çoğu keşifler sırasında uzak coğrafyalardan getirilmiştir. Sedef bu nedenle suskundur.

- Peki ya ahşap?

- Başka ülkelerden getirilmiş olanı olsa da ahşap çoğun buralıdır. Buralı olduğu için her yerin ve her şeyin sahibi gibi konuşur. Anlayacağın gevezedir. Sedeflerin görünüşü dikkat çekici ve ışıltılı olsa da kakma işinde mekânın sahibi ahşaptır. Sınırları belirleyen son sözü söyleyendir. Anlayacağın ev sahibidir…

- Yani?

- Yani sedef işçiliği biraz da bulunduğumuz coğrafyayı anlatır. Yörenin insanları da böyledir. Herkes bir yanıyla sedef gibi göz alıcı ve aynı zamanda esaret altında olsa da çokça geveze ahşaptan öte değildir. Yani ahşabı ile övünüp asıl güzel olan esir yanını gizleyen insanların ülkesindesin.

- İyi de bu nasıl bir seçim? Hangisi daha değerli? Ahşap olmak mı? Sedef olmak mı?

- Zor soru. Ne yazık ki, birbirine bulanamayıp yan yana durmaktan öteye gidemiyorlar. Bir arada güzel görünüyor olsalar da anlamlı bir resim oluşturamadıktan sonra bence hangisinin değerli olduğunun da önemi kalmıyor. Hep bir yanın eksik, bir yanın öteki.

- İyi de bu hep böyle mi sürecek? Ahşap ile sedef anlamlı bir görüntü oluşturamayacak mı?

- Denedim. Bir zamanlar iyi bilinen bir iki resmi sedef ile ahşaba işledim. Resim olarak fena da olmadı. Ama beğenilmedi. Hatta sedef sanatını yozlaştırmakla suçlandım. Tepki aldım. Yani şimdilik böyle devam edecek gibi görünüyor.

- Ne zamana kadar?

Masanın üstünde duran henüz işlenmemiş ahşap parçasını eline alıp havaya kaldırıp biraz da bezgin bir ses tonuyla “İçimizde esir ettiğimiz o suskun sedefi fark edip özgürleştiremezsek sanırım hep böyle bir odun parçası olarak kalacağız. Şimdilik herkes halinden memnun göründüğüne göre yolumuz hayli uzun.” Dedi.

Dükkâna giren ve ürettiği sedef kakma ahşapları inceleyip fiyat soran iki turist ile ilgilenmek için elindeki işi bırakıp ayağa kalktı. Gelen diğer turistlerle dükkân kalabalıklaşınca daha fazla duramayıp dışarı çıktım.

sedefkar-5Sırtını dükkâna vermiş uyuklayan kedinin yanına oturdum. Elimi uzatınca kafasını kaçırmadı. Kediyi okşarken bir süre öylece sedef ustasının söylerini düşündüm.

Kafam hayli karışmıştı.

Kediye dönüp “İnsan niye böyle? Neden hep bir yanımız eksik, bir yanımız öteki?” diye sordum.

Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı.

“Ben de anlamıyorum. Üstelik sanki biraz da bu yüzden telaş içinde hep bir sonranın peşindeler? Rahat duramıyorlar. Hâlbuki durmak, öylece durup bir süre kendinle kalmak da hayata dâhil değil mi?” diye yanıt verdi.

Ne cevap vereceğimi düşünürken uzaktan bana seslenildiğini işittim. Bir sonraki uğrak noktasına doğru yola çıkmamız gerekiyordu.

Gitmem gerektiğini söyleyip telaşla ayağa kalktım.

Arkamdan kedinin “Ben cevabımı aldım…” diye seslendiğini işittim.

Mehmet Uhri