Archive for the ‘Tamirhaneden’ Category

VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI -8

Salı, Ocak 30th, 2024

tutsu-1

TÜTSÜ

“Bakma öyle saf saf. Yabancı değiliz. Yaklaş ve dinle hele…” sözleri ile başladı sohbetimiz.

Orta Vietnam’ın Hue kenti yakınlarındaki tütsü atölyeleri ile ünlü Thuy Xuan köyündeydik. Tütsü çubuklarının imal edilip bir yandan da sergi ve satışının yapıldığı atölye hayli kalabalıktı.

Ortamda yanmakta olan farklı türde tütsülerden gelen ağır sayılabilecek koku hissediliyordu.

Ortamın kalabalığından ve kokulardan biraz olsun uzaklaşmak için atölye içinde sakin, havadar bir yer ararken kendimi yeni imal edilmiş tütsü çubukları öbeği ile muhabbet ederken buldum.

Bölge coğrafyasında tapınak veya kutsal mekanlara girenleri uzaktan kokuları ile karşılayıp eşlik eden o renk renk tütsü çubuklarının geveze oldukları kadar bilge olduklarını da söyleyebilirim.

Thuy Xuan köyü hayli yorucu bir günün son ziyaret yeriydi.

Tütsü atölyesinin görece sakin bir köşesinde çiçek tarlasını andırırcasına yığılmış kullanılmaya hazır tütsü çubuklarının kenarında bulduğum boş tabureye ilişmiş sessizce çevreme bakınıyordum.

Tütsülerin “Bakma öyle saf saf, yabancı değiliz.” sözleri ile önce bir irkildim.

İlk şaşkınlığımı atlattıktan sonra sesin geldiği tütsü çubuğu yığınına yönelip “Bana mı seslendiniz?” diye sordum. Hepsi birden konuşunca tütsülerden uğultulu bir ses yükseldi. Anlamadığımı görünce kırmızı tütsü grubunun arasından “Evet, evet sana sesleniyoruz. Yaklaş hele. Anlatacaklarımız var.” Diyen sesi işittim.

Oturduğum tabure ile birlikte tütsü çubuklarına doğru yaklaştım. Her ne kadar rengarenk görünüşleriyle göz kamaştırıyor olsalar da tütsü çubuklarının “Yabancı değiliz.” sözleri kafamı karıştırmıştı.

- Anlamadım. Nasıl yabancı değilsiniz? Sizleri ilk kez görüyorum. Geldiğim, yaşadığım coğrafyada tütsü kullanıldığına da çok az yerde şahit oldum.

- Pek çoğunun yaptığı gibi bizleri yanıp havaya karışan kokulu duman olarak gördüğün için anlayamaman normal. Hatta gereksiz bile buluyorsundur.

- O zaman siz anlatın. Nesiniz siz? Tütsü olmak nasıl bir şey? Dahası, tütsüye neden gereksinim duyuluyor?

Bu sorum üzerine kısa süren bir sessizlik oldu.

Yığının ortalarındaki turuncu sarı tütsü çubuğunun konuşmasını beklediklerini sözünü ettiğim sarı çubuk dile gelince anladım;

- Tütsüler de insanlar gibi göründüğünden çok daha fazlasıdır. İnsanın özündeki ruha benzer. Yanar biter, hayata karışır. Hepsi bir ömür olur. Yani sizin oralardan nasıl görünür bilemeyiz ama buralarda insanların hayatları çokça tütsüye benzer. İçin için yanar, koku olur, duman olur yaşadığı ortama karışır ve kaybolur. İnsanlar da bu benzerliğin farkındadır. Üstelik bu durum onları hiç rahatsız etmez.

Açıkçası kafam karışmıştı. Ortamdaki tütsü kokusunun da kafamın bulutlanmasında etkisi olabileceğini düşünüyordum.

Yine de anlatılanlar ilgimi çekmişti.

tutsu-2

Yanlarında kalıp sohbetin devamını beklediğimi görünce yeşil renkli tütsü öbeği birbirinden farklı ağaç kabuklarının öğütülüp uçucu yağlarla hamur haline getirildiğini, elde edilen tütsü hamurunun genellikle bambu veya benzeri yanıcı bir ahşap parçasının üzerine kaplanıp kurutulduğunu anlattı.

Tütsü çubukları susunca bu kez ben salağa yatıp konuşturmaya çabaladım. “İyi de tütsünün insan ile olan benzerliğini yine de anlayabilmiş değilim. Sonuçta tütsü insan eliyle üretilen ve ortama karışan biraz duman bolca koku değil mi?” diye üsteledim.

Tütsü yığınından yine homurtu gibi sesler yükseldi. Sonra o turuncu sarı renkli olanı “Tam da öyle…” diyerek söze girdi.

- Tam da öyle… Dediğin gibi bizler görünen ötesindeyiz, görünmeyenleriz. Bu haliyle insanın ruhu gibi uçucu kaçıcıyız. Yanar biter ortama karışır ve yok oluruz. İnsan da öyle değil mi?

- İyi de insan niye yansın?

- Senin gibi anlamamakta ısrar edenlerle karşılaşınca boşa konuşuyoruz diye düşündüğümüz çok oluyor. Yahu, insan da tütsü misali ruhunu yüklenir koca bir ömrü yanarcasına tüketir. Giderken ruhunu dünyaya katar ve eksilerek yok olur.

- Nasıl? Herkes mi?

- Yok herkes değil elbet. Yüklenilen hayata bakar. Boşa yanan olduğu gibi dolu yanan da vardır. Onlar hep hatırlanır. Gerçi, ruhunu yüklendikten sonra yanmaya direnip çalı çırpı olarak kalmak isteyen, kafası karışıklar da az değildir. Onlar içlerini dökmedikleri, ortama bulaşamadıkları için ne olduğunu bilmedikleri bir eksikliğin huzursuzluğu içinde yaşarlar. Çevrelerini de rahatsız ederler. Sorunun kendilerinde olduğunu kabul etmeye de yanaşmazlar.

- Yani?

- Yani özünde insan da bizler gibi tütsü çubuğuna benzer. Hayatı üzerine bulayıp ruhunu dünyaya açanlar olduğu kadar hayatın üzerine bulanmasına tütsüye dönüşmesine direnenler de vardır. Onlar yaşadıklarını sansalar da uzaktan baktığında kuru bir çalı parçasından farksızdır.

- Peki ya hayatı üzerine bulayıp tütsüye dönüşenler? İlle de yanmaları mı gerekiyor?

- Hayatı üzerine bulayıp tütsü çubuğuna dönüşmek, ruhunu bulan bir çalı parçası olmak yetmez. Bir ucundan da tutuşman gerekir. Yanacak ufalanacaksın ki sana emanet edilen o ruhu aldığın yere teslim edesin.

- Yanıp yok olmak bu kadar mı önemli?

- Önemli elbet. Bölge insanı ruhunun emanet olduğunu, her ömrün de tutuşturulmuş tütsüye benzediğini bilir. Onlar için yanarak eksilerek yaşanan bir hayattır, ömür. Üzerine yüklenen ne varsa yanarken ortama katar varlığını geçici de olsa diğerlerine hissettirirsin. Biraz duman bolca koku olur başka ruhlara dokunursun. Vadesi geldiğinde de emaneti teslim eder geçer gidersin.

- Peki ya sonra?

- Sonrası hep aynı. Her tütsü gibi geriye ortama bıraktığın uçucu geçici koku kalır. O da bir süre sonra yok olur. Yani anlayacağın kabul etsen de etmesen de insan fena halde tütsüye benzer.

Bir süre durup tütsü çubuğunun söylediklerini düşündüm. Sonra “O zaman sanatçılar toplumun gerçek tütsüleri mi oluyor?” diye sordum.

tutsu-31

Tütsü yığınından yine bir uğultu yükseldi. “Hepiniz birden konuşunca anlamıyorum” diye biraz sesimi yükselttim. Orta öbekteki turuncu sarı tütsü çubuğu “Başlangıçta pek umut vermemiştin. Biraz da olsa anlamaya başladığını görünce arkadaşlar heyecanlandı.” Diye araya girdi.

Ortamın sessizleşmesini bekleyip yine olanca bilgeliğiyle konuşmasını sürdürdü;

- O hepinizin üzerine titrediği, biri laf edecek diye korktuğu ömürleriniz var ya? İşte o ömürler özünde hiçten hiçe bir yolculuktan başka bir şey değil. Bedenlerinizle fazlasıyla ilgilenip uğraşmaktan hayatın, üzerinize giydirilmiş uçucu kaçıcı bir şey olduğunu görmüyor veya görmek istemiyorsunuz.

- Öyleyse hayatlarımızdan geriye ne kalacak? Hiç mi?

- Biz tütsüler için hayat, uçan kaçan geçici bir koku az da dumandan ibarettir. Sanırım sizler için de böyle. Hatıralarda kalan birkaç güzel anı, anlatı, yaşanmışlık. Hepsi bu…

- Peki ya zaman? Bu anlattıklarınızda zaman hep aynı zaman mı?

- Hiçlikten başlayıp yine hiçliğe doğru gidilen bir yolda -siz ona ömür diyorsunuz- zaman hiçliğin taşıyıcısıdır. Kimimiz hızlı kimimiz ise yavaş yanar. Hepimiz birbirimizin ama öyle ama böyle için için yanışını izler kendi yanışımıza da pek bakmayız. İnsanlar da böyle yapmıyor mu? Benziyoruz işte…

- Hep mi böyle?

- Eh… Küçük farklılıklar olmuyor değil. Bazılarının yanışı daha belirgindir. Kokusu ve dumanı dikkat çeker. Hatta bir arada yanıp daha güçlü koku ve duman saldıkları da olur. Kiminin ise yanışı içtendir. Yandığını bilirsin sezersin ama göremezsin. Sayıları azdır. Onlardan biriyle karşılaştığında hayatın zenginleşir. Çünkü ruhuna dokunur. O anı yaşar, hissedersin. Kimseye de anlatamazsın.

- Yani?

- Yani ömür dediğin hiçlikten hiçliğe yolculuk olarak fena halde biz tütsülere benzer. Ne olduğunu ve neye bulandığını bilirsen huzur bulur, kendinle kavga etmezsin. Yoksa aradığının ne olduğunu dahi bilmeden oradan oraya savrulur, buralara kadar gelir sersem sepelek biz tütsülerle laflayıp anlam bulmaya çalışırsın. Hadi git artık. Bak seni çağırıyorlar.

Gerçekten de otobüsümüz yola koyulmaya hazırdı. Beni bekliyorlardı.

Bir süre daha orada kalıp Thuy Xuan köyünün bilge tütsüleri ile laflamak istesem de ne onlar konuştu ne de ben daha fazla kalabildim.

Öylece sessizce durup gitmemi beklediler.

Otobüs yola koyulduğunda atölyeden kalan tütsü kokularının üzerimdeki giysilere fena halde sinmiş olduğunu fark ettim.

Üstelik bu kez kokular rahatsız da etmiyordu.

Bir süre sonra kaybolacağını bildiğim o kokuları içime çekip tütsü çubuklarının anlattıklarını hızlıca notlarıma ekledim.

Dedikleri gibi hiçten hiçe yolculuk devam ediyordu.

Mehmet Uhri

VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI-5

Cuma, Ocak 26th, 2024

yuz2

YÜZLEŞME

Vietnam, Kamboçya, Laos’un yer aldığı yarımada tarih boyunca Batıda binlerce yıllık Hint uygarlığı ve Hinduizm, Doğuda ise çok daha eski Çin uygarlığı, Konfüçyanizm ve Taoculuk arasında kalıyor.

Öyle arada kalmış bir coğrafya ki, kaçacak yer yok.

Üstelik iki baskın kültür de toplumsal kast sistemini, köleliği ve görev bilincini dayatıyor.

Kısaca hangi kast sistemi içine doğulmuşsa o kast sistemine boyun eğilip ona uygun yaşanılması bekleniyor.

Vietnam, Kamboçya, Laos ve Tayland ile birlikte bölge coğrafyası ise tüm bu baskın kültürlere rağmen tarih boyunca kendi olmanın ve kendi kalmanın savaşını veriyor.

Bulundukları coğrafyayı terk etmiyor, kültürel dayatma ve asimilasyona da boyun eğmiyorlar.

Zamanında Çin ve Hint uygarlığına nasıl direnç gösterdilerse geçtiğimiz yüzyılda da Fransa, Japonya ve ABD’ne direniyorlar.

Direniyor ve yenilmiyorlar.

Yenilmemeyi ortak bir itirazda buluşup direnişi kitleselleştirerek başarıyorlar.

Dinlere karşı veya dinsiz de değiller.

Konfüçyanizm ve Hinduizm’i bırakıp Budizm gibi kula kulluğu reddeden ve insanı kutsallaştıran yeni bir inanışa tutunuyorlar.

Dahası kendi olabilmenin yolunun birlikte direnmek, birlik olmaktan geçtiğinin de farkındalar.

Üstelik bu direnişi eşitlik veya aynılık gibi dayatmalardan uzak durarak gerçekleştiriyorlar.

Birbiriyle gereksiz hırlaşmak dalaşmak yerine ortak itiraz noktalarına tutunuyor sosyal ortamlarda geçici de olsa sessiz bir denkliği paylaşıyorlar.

O geçici denklik sofralarında görünür hale geliyor.

Bölge coğrafyasında hangi sofraya oturursanız oturun sokak satıcılarında bile sofra paylaşılıyor. Dahası, yemek büyük bir kapta sofranın ortasına bırakılıyor. Yemek de sofra gibi paylaşılıyor.

Servisi kendiniz yapıyor hakkınız kadar almaya özen gösteriyorsunuz.

Yatılı okul yemekhanesinden hallice diyebileceğimiz bu durum onların birlikte yaşama kültürlerinin önemli bir parçası hatta normali gibi duruyor.

Öyle ki, bunu kum havuzunda oyuncaklarını paylaşıp barış içinde oynayan çocuklar gibi içtenlik ve doğallıkla yapıyorlar.

Göründüğü kadarıyla hayatı da böyle hakkaniyetle paylaşarak, olabildiğince kimseyi incitmeden, barışçıl yaşıyorlar.

Bireyi yücelten ve üstenci modern gözle bakan “kibirli” gezginler için sofra alışkanlığı başlangıçta yadırgansa da bir süre sonra bölge sofralarının normaline alışılıyor.

Öyle ki; gezinin sonlarına doğru bir akşam Hanoi’de kolonyal dönem izleri taşıyan şık bir Fransız restoranında yemeğe oturduğumuzda sofra ile ilgili fabrika ayarlarımızı hatırlayıveriyoruz.

Sanat eseri gibi gayet estetik yerleştirilmiş tabaklarda kişiye özel servis edilen yemekler bedenimizi olduğu kadar egomuzu da doyuruyor.

O masanın çevresinde durup sofra kültürümüz üzerinden kendimize bakabilsek aslında bir arada yaşamak yerine tekil bireyler olarak yaşamaya ne kadar yatkın olduğumuzla da yüzleşivereceğiz.

Böyle bir yüzleşme için bile hazır olduğumdan çok emin olamadığımı fark ediyorum.

Pek çok gezginin yaptığı gibi bölgeye ve insanlarına öylesine üstenci gözle bakıyordum ki Güneydoğu Asya insanlarının gözünden kendimi görmüyor veya bunu önemsemiyordum.

Bunca savaş görmüş coğrafya insanının her savaşta yaşanması beklenen göçler yerine birbirine tutunup direnmeyi seçiyor olmasını basit bir sofra alışkanlığı üzerinden açıklamak zorlama olarak görülebilir. Haklı bir itirazdır.

Yine de “Onlarda olup bizde olmayan ne var?” sorusuna verilecek birkaç yanıttan biriyle sofralarında karşılaştığımı düşünmeden edemiyorum.

yuz3

Hanoi’deki o şık Fransız restoranında yenilen yemekten sonra yaşadığım kafa karışıklığı ve yüzleşmeyi çabuk unuturum korkusuyla aşağıdaki satırları kaleme alma gereği duyduğumu da itiraf etmeliyim.

O geceye dair notlarım “Nasıl da iyi geldi?” diye başlıyordu;

“Nasıl da iyi geldi?

Hanoi’de Fransız aşçının usta ellerinden çıkan lezzetli yemeklerden söz ediyorum.

Gezi boyunca farkında olarak veya olmayarak unutturulan bir alışkanlığımızı hatırladık.

Aynı sofranın başında bir araya gelmiş olsak da yemeklerimiz bu kez kişiye özel servis edildi.

Halbuki üzerinde bulunduğumuz coğrafya farklı bir sofra alışkanlığı “dayatıyordu.”

Gezi boyunca yemekler büyük kaplarda masanın ortasına bırakılıyor oradan tabaklarımıza dilediğimiz kadar alıyorduk.

Başlangıçta yadırgasak da bu sofra alışkanlığına çabuk adapte olmuştuk.

Ama yine de bu kez sunulan yemek kendimizi özel ve değerli hissettirecek biçimde bireyselliğimizi okşadı. Yemeğin lezzetinin yanı sıra narsist yanımıza da dokunan bu durumun iyi hissettirdiğini kabul etmek gerekiyor.

Şimdi bir adım geri çekilip sofraya ve sofranın “ne” liğine bakalım.

Sofra en yalın haliyle karın doyurmak için bir araya gelinen kendine özgü kural ve değerleri olan özel bir “buluşma” bu haliyle toplumun küçük bir modeli olarak görülebilir.

Hatta yenilen yemekle sınırlı bile olsa toplumsal hiyerarşiyi geçici askıya alıp insanları aynı sofra ekipmanı ile aynı lezzette buluşturan eşitlikçi veya denklik sağlayıcı yanından bile söz edilebilir.

Gezi boyunca Vietnam başta olmak üzere üzerinde bulunduğumuz coğrafya insanlarına sofra kültürü açısında baktığımızda eşitlikçilik dayatmasına girmeden bir denklik ve paylaşımcılık olduğunu görüyoruz.

Cadde ve sokaklarda çoğumuzun görüp yadırgadığı arı kovanını andıran o karmaşa içindeki uyumun küçük bir örneği sofralarda yaşanıyor.

İnsanlar birbirinden uzaklaşmak tekil bireyler olarak yaşamak yerine aynı tencereden birlikte karın doyururcasına geçici denklikler kurup olanı paylaşarak hayatı büyütebiliyorlar.

Sözlerim yanlış anlaşılmasın.

Coğrafya insanının özel olma, kendini değerli hissetme arayışı her insanda olduğu kadar orada da yaşanıyor.

Onca tapınak ve o tapınaklarda yapılan bireysel ritüeller bir şey anlatıyor olmalı?

Bölge insanının öğretiler doğrultusunda kendilik değerini bulmak için kimlik ve etiketlere ihtiyaç duymadan, başkalarının kendi hakkında ne düşündüğü konusunu çok dert etmeden sorunu “içeride” kendince çözmeye çalışıyor olmasını bizlerin anlaması ve anlamlandırması hiç kolay değil.

Vietnam, Kamboçya, Laos coğrafyasından bakıldığında; alıştığımız “normal hayatın” kimlik ve etiketlerin ardına sığınıp başkalarının gözünde kendimizi inşa etmek ve biraz da bencilce onu korumak biçiminde nafile bir çaba olarak bile okunduğunu düşünebiliriz.

Kimliklerimiz, etiketlerimiz, sahip olduklarımız olmadan koca bir ömrün bir “hiçe” dönüşeceğinden öyle eminiz ki bunu sorgulamak gereği bile duymuyoruz.

Güneydoğu Asya şehirlerinin kalabalıklarında kimsenin dikkatine mazhar olmadan fark edilmeden rahatça dolaşıyor olabilmenin verdiği o garip histen söz ediyorum.

Kimsenin kimseyle göz teması kurmaması, buna gerek duymuyor oluşu nasıl da algısal bir boşluk yaratıyor, değil mi?

Halbuki ne kadar alışkınız başkalarının bakışlarında kendimizi bulmaya?

Yaşanılan algısal boşluk ne çok şey anlatıyor?

Sahi en son ne zaman aynaya baktığımızda başkalarının bizi nasıl gördüğünü değil de kendi gözümüzden kendimizi gördük.

Kendi adıma inanın hatırlamıyorum.

İşte o akşam Fransız aşçının elinden tek tek önümüze konulan özel ve lezzetli yemekler sosyal medyada paylaşılan görselleri ile birlikte kendimizi iyi hissettirirken bir yandan da bunları düşündürdü.

Vietnam Kamboçya Laos coğrafyasında insanlar onca fakirliğe rağmen bize göre çok daha dürüst bir tutum içinde kendini gizlemeye ve dönüştürmeye çabalamıyor.

Başkalarının gözündeki algıyla zaman yitirmiyor.

Bölgenin “normali” sofralarında olduğu gibi geçici de olsa paylaşımcı bir denklik üzerine kurulu gibi görünüyor.

“Sofraya bakıp toplum hakkında amma ahkam kesti” diyenleriniz olabilir.

Eh, haksız da sayılmazlar.

Bu satırlar aynı sofrada aynı lezzette buluşmanın sağlayacağı eşitliğin yetmeyeceği ve Vietnam özelinde olduğu gibi yaşamlarımızı kendine ve diğerlerine açmadan, geçici denklikler içinde paylaşmadan bir şeylerin hep eksik kalacağı kaygısıyla kaleme alınmıştır.

Yazı bitti…

Şimdi gidip otel odasındaki aynaya bir kez daha bakacağım.

Belki bu kez coğrafya insanının yaşantısıyla sezdirmeye çalıştığı haliyle kendimi görmeyi başarabilirim.”

Böyle bitiyordu o gece kaleme aldığım notlar…

Güneydoğu Asya’nın mütevazı sosyal iklimi o çok dillendirilen eşitlik ve özgürlük kavramlarının yanına paylaşımcılığı da eklemeden bir şeylerin eksik kalacağını sofra kültürü ile anlatıyordu.

Anlatmak doğru sözcük olmayabilir.

Batının o üstenci ve içi pek de dolu olmayan özgüvenli duruşuna karşın sanki öylece olanca yalınlığı ile sezdirerek ortaya bırakıyordu.

Yüzleşmenin zorluğu da cabası.

Mehmet Uhri

VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI-3

Perşembe, Ocak 18th, 2024

hm1

DIŞIMIZDAKİ DIŞ

Laos’un Luang Prabang yakınlarındaki Ban Naoue dağ köyüne gidene kadar ne varlıkları ne de yaşadıkları hayat hakkında bilgi sahibiydim.

Hmonglardan söz ediyorum.

Kedi gibi özgür ve boyun eğmeden yaşayan insanlardan.

Kendi dillerinde “özgür insan” anlamına gelen Hmong adıyla anılıyorlar.

Hmonglar Güney Çin dağlarında pagan geleneklerini sürdürerek yaşayan animizme inanan özgün dilleri olan insan topluluğu olarak biliniyorlar.

Batının Roman kabileleri gibi tarih boyunca hep öteki olarak kalmış, asimile edilememişler.

Bilinen kökenleri M.Ö. 2. Yüzyıl Qin hanedanlığına kadar uzanıyor. Egemen uluslarca biraz da aşağılayıcı olarak Miao veya Meo (kediler-barbarlar) şeklinde adlandırılıyorlar.

Eh, aşağılayıcı olsa da kedilerin o gururlu ve kolay evcilleşmeyen halleri düşünülürse çok da yanlış bir benzetme değil.

Tarihleri boyunca kendi doğalarından vaz geçmeden, asimile olmadan yaşıyor, egemen kültür tarafından “evcilleştirilemiyorlar.”

18. Yüzyılda baskıcı Qing hanedanı tarafından Çinli olmaya ve dinlerini değiştirmeye zorlanınca daha güneye Burma, Vietnam, Laos ve Tayland’a kaçıp yaşamlarını sürdürüyorlar.

hm4Laos’un dağlık bölgelerinde şehirlerden ve insanlardan uzak duruyor, doğal malzemelerden yaptıkları kulübelerde içinde bulundukları doğanın parçası olarak kabile halinde yaşıyorlar.

Ruhlara inanıyor kabilenin çocuk ve yaşlı üyelerine değer veriyorlar.

Pagan ve animistik inançları doğrultusunda dağın, taşın, ırmağın da ruhu olduğuna inanıyorlar.

ABD Vietnam ile girdiği savaşta Ho Chi Minh ordusunun Laos üzerinden Güneye ilerleyişini durdurmak için ülkeyi bombalarken 1960’ ların başında CIA’ de Vietnam’da yaşayan fakir Hmong kabilelerini komünizm yanlılarına karşı silahlandırıp iç savaş çıkartıyor.

CIA’nin tarihindeki bu ilk iç savaş denemesi başarılı olsa da ABD’nin savaşı kazanmasına yetmiyor.

ABD ülkeden çekildiğinde iç düşman olarak görülen Hmonglar’a yönelik baskı katliam düzeyine ulaşınca ülkeden kaçıp komşu ülke Tayland’a ve daha sonra ABD’ye sığınıyorlar.

Tüm bunlar yaşanırken gittikleri yerlerde Hmongların yaşam biçimleri değişmiyor.

Özgün animistik pagan inançları, her kabilenin öte dünya ile iletişim kurabilen şamanı ve özgün dilleri ile herkesten uzak yaşamayı sürdürüyorlar.

1992 yılında ABD Birleşmiş Milletler desteği ile Tayland’da göçmen kamplarında yaşayan Hmongları biraz da zor kullanarak fakir ülke Laos’a göçe zorluyor. Dünyanın gözü önünde insanlık trajedisi yaşanıyor.

1994 de Birleşmiş Milletler bu insanlar varlığını kabul edip “Hmong” ismini tescilliyor ve diğer aşağılayıcı isimlerin kullanımını da yasaklıyor.

Hmonglar savaş sırasında “birileri” tarafından kullanılmış olsalar da roman topluluklar gibi uzak durulan, istenmeyen, özgür ve “değişik” halleri ile değişmeden yaşamayı sürdürüyorlar.

Doğanın verdikleri ile yetinen ve doğanın parçası olarak kalmaya, doğaya tutunmaya çalışan halleri ile Hmongları evcil kentli insanların anlaması, anlamlandırması kolay görünmüyor.

O evcil kentli insanlardan biri olarak Hmong köyü ziyareti üzerine izlenimlerimi not etmeye çalıştığımda orada yaşayanların gözünden kendimle sert bir yüzleşme yaşadığımı itiraf etmeliyim.

hm2

Hmong köyünde geçen o kısacık süreye dair notlarım göz önünde olanı inkâr etme, unutmak istemeye dair yüzleşmeyle başlıyor;

“Ne çabuk unutuverdik. Sanırım unutmak istedik.

Gün içinde gezilen onca yer arasında başımızı eğip kafamızı çevirdik sesimizi bile çıkarmadan hızlıca geçiverdik.

Hmongların yaşadığı Ban Naoue köyünden söz ediyorum.

“Dışımızdaki dış” ile kısa süreli de olsa çarpıcı bir karşılaşmaydı.

Sosyologlar toplumsal ilişkileri oyuna, sosyal ortamı da oyun alanına benzetirler.

İçine doğduğumuz kültür oyun alanımızdır. Bu alanda alıştığımız bilinen sosyal hayatı “oynarız.”

Burası bir anlamda ait olduğumuz alan yani “içerisidir.”

İnsan kendini yeryüzünde bu şekilde içeride konumlandırırken sosyal anlamda bir de “dış” tanımlar.

O “dış” ile olan yakınlık uzaklık ve bağlantısallığa göre de kendi konumunu belirler.

Vietnam, Kamboçya, Laos yolculuğunun farklı kültürlere, alışkın olmadığımız oyunlara kısaca “dışa” yolculuk olduğunun farkındaydık.

Gezi boyunca da durumu böyle kabullendik.

İlk günler, beklediğimiz üzere bize öğretilen “dış” ile tanıştık.

Buraya kadar her şey beklediğimiz gibiydi.

Ancak Ban Naoue köyünde Hmong insanlarının yaşamakta olduğu hayat ile karşılaşınca işler karıştı.

Orada başka bir “dış” vardı.

Laoslu yerel rehberin bile köyde yaşayanlardan uzak durduğuna şahit olduk.

Hmonglar bizim için olduğu kadar Laoslular için de bir başka “ötekiydi.”

Ban Naoue köyünde anlamlandıramadığımız daha önce görmediğimiz ve bu nedenle kendimizi konumlandırmada zorluk çektiğimiz yeni bir dış ile karşılaştık.

O köyde yüzleşmek zorunda kaldığımız ifade etmesi anlamlandırması zor görünen o yeni algıyı “dışımızdaki dış” şeklinde ifade edebilsek de hissettiklerimiz için eksik kalacağı kaygısındayım.

Hmongların yaşadığı Ban Naoue köyü bildiğimiz tüm dışların ötesindeydi.

Kendi olmak ve kendi kalabilmek için yeryüzüne tutunmaya çalışan bir grup “özgür” insanla karşılaştık.

Köyde yaşayanlar bizlere hayli uzak ve “başka” görünüyordu.

Ancak bir şey daha vardı.

Köy sakinleri için bizler de bir o kadar uzak ve “başka” idik.

Hmong insanlarının gözünde bizler de farklı ve ötekiydik.

Yaptıkları el işlerini satmak biçiminde kurdukları bir oyunun sadece nesnesiydik.

Kısaca yan yana dursak da köy sakinlerinden ayrıydık.

Bu ayrım sözcüklere dökülebilir olmasa da hepimiz hissettik.

Belki çocuklarının bir adım ötesinde sessizce duran annelerin bakışlarında yakalayanımız olmuştur.

Köyün her yerinden fakirlik akıyor olsa da o annelerin bakışlarında içimizde bir şeylerin ezildiğini hissediyorduk.

Onlar orada yaşıyordu ve o bakışlarda kendimizi konumlandırmakta zorlanıyorduk.

Onca yoksulluk içindeki köy sakinleri “başka” bir normalde yaşıyordu.

Köyün tozlu sokaklarında neşe içinde koşturan çocuklarla göz göze geldiğimizde ister istemez kendi normalimizi de sorgulamak zorunda kalıyorduk.

O gün orada “dışımızdaki dış” ile karşılaştık.

Pek çok ziyaretçi için o köyde yaşananların öznel ve sessiz bir travma gibi iz bırakmış olabileceği düşüncesindeyim.

Çünkü unutmak istedik.

Hmonglu çocukların gözünden kendime baktığımda içimdeki matruşkalar kadar dışımızda da henüz görmediğimiz, belki de görmek istemediğimiz başka matruşkalar başka “dışlar” olduğunu düşündüm.

Sonra…

Sonra çoğumuzun yaptığı gibi kendi güvenlik ve konfor alanıma, içine doğup büyüdüğüm normal kabul ettiğim “evcil algılar” dünyama dönüp şaşkınlık ve biraz da suçluluk duygusu içinde bu satırları kaleme alma gereği duydum.

Ne bileyim?

Sanırım, unuturum veya unutmak isterim diye endişe ettim.

Ban Naoue köyündeki çocukların bilinen tüm dışların ötesinde farklı bir hayata tutunmak zorunda olduğunu, bize öğretilen “dışların” da ötesi olduğunu düşünmenin kafaları karıştırdığının farkındayım.

İyi ki de öyle…”

Kaleme aldığım notlar böyle bitiyor olsa da köye dair sözcüklerin ifade edemediği pek çok şeyin eksik kaldığını düşünüyorum.

Hmong insanlarının onca güç yaşam koşullarına direndiklerini, kendi olmak ve kendi kalmak için “kedi ve barbar” biçiminde aşağılansalar da vaz geçmediklerini düşündüğümde içine doğduğumuz “oyunu” ne çabuk kabullenip boyun eğdiğimizi ve kolay evcilleştirilmiş olduğumuzu düşünmeden edemedim.

Bir başka açıdan baktığımda da Hmong ve benzerleri gibi doğa ile mücadele etmek yerine uyumlu yaşamayı seçen, dayatılan yaşam biçimine boyun eğmeyenlerin varlığının insana dair umutları tazelemeye yeteceğini gördüm.

Laos’un Luang Prabang şehri yakınlarındaki Ban Naoue köyü Hmongları “dışımızdaki dış” ile sert bir yüzleşme yaratıyor olsa da gözlerini kaçırmayanlara içinde bulunduğumuz evcil algılar dünyasını ve oynadığımız oyunu da gösteriyor.

Yeter ki gözlerimizi kaçırmayalım…

Mehmet Uhri

Vietnam Kamboçya Laos notları -6

Salı, Ocak 16th, 2024

smwh9501

SIFIRI TÜKETMEK

Gezginler için gidilen coğrafya, insanlar ve kültür pek çok şey anlatıyor olsa da gerçek gezginlik sanırım biraz kendine doğru da yolculuk yapmayı gerektiriyor.

Kendinden uzaklaşıp başka bir kültür veya dünyadan kendine bakabilme, başka gözle kendini tanıma çabası da gezginliğin önemli bir parçası olmalı diye düşünenlerdenim.

Hal böyle olunca gezilen ülkeye dair gezginlere sunulan ve göz önünde olanlarla yetinmek çoğu kez yeterli gelmiyor.

Gezginin tutkusu, görünenin ardını ve hatta orada olması gerekirken olmayanları da araştırmaya yönelebiliyor.

İyi de oluyor…

Vietnam özelinden Güneydoğu Asya’ya bakıldığında kalabalık ve hareketli nüfus, geri kalmışlığını terk etmeye hazırlanan dinamik ve gayretli ekonomi, olanca fakirliğe karşın doğanın bahşettikleri sayesinde kıtlık ve açlık yaşanmayan bir coğrafya görünüyor.

Göz önünde olanlar kabaca böyle.

Batının modern ve biraz da üstenci bakışıyla görünen bu olsa da bölgenin büyük şehirlerindeki yaşam biçimlerinin ayrıntıda Batıdakiler gibi olmadığı da dikkat çekiyor.

Şehirler doğa ile mücadele ederek doğaya rağmen kurulmayıp günlük hayatı içine alacak biçimde doğa dostu biçimde inşa edilmiş görünüyor.

Bölgeye hayat veren akarsuları kirletmek veya endüstriyel tarıma açmak yerine olduğu haliyle suyun getirdiği doğaya uyum göstermeye özen gösteriyorlar.

Doğayı, suyu araçsallaştırmaya çalışmıyorlar.

Ne kadar gelişirlerse gelişsinler doğayı kendileri için bir engel veya evcilleştirilmesi gereken yaşamsal unsur olarak gören Batı düşüncesinin tersine ona uyum göstermeye çalışmaktan vaz geçmiyorlar.

Üstelik doğa ile barışık bu “farklı” yaşam biçimini sanayi toplumlarında görmeye alıştığımız şekliyle her fırsatta insanın doğaya karşı zaferi diye borazanla duyurmaya, propagandasını yapmaya da gerek görmüyorlar.

Gören veya az çok hissedenlere sezdirmekle yetiniyor kendi doğrularını kimseye dayatmıyor, yanlışta ısrar edenlere cevap bile vermiyorlar.

Batının analiz ve senteze dayanan ve neden sonuç ilişkisi içinde parçalı ilerleyen düalist bakış açısının Vietnam özelinden bakıldığında günlük hayatı anlamada işe yaramadığından, kısaca başka türlü bir hayattan söz ediyorum.

O coğrafyada hayata bütüncül bakan farklı bir hayat yaşanıyor.

Dini öğretilerinde de hayatı doğal akış veya süreç olarak görme, hayat ağacı gibi okuma eğilimi bölge insanını mücadeleci olmaktan çok barışçıl olmaya yönlendirmiş gibi görünüyor.

vuqc0234

Bu durumu, hayatı parçalara ayırıp her aşamasını yönetmeye çalışan bizler gibi mücadeleye yatkın olanların anlaması hiç kolay değil.

Ne de olsa bizlere ekmeğin aslanın ağzında olduğu öğretildi.

Halbuki, hiç de öyle değilmiş.

Bölgeyi istila ederek kendi yaşam biçimini dayatan sömürgecilerin o faydacı aklına direnç gösterip, kendi yaşam biçiminde kalmaya ısrar etmiş olmaları da aynı bakış açısının ürünü olarak okunabilir.

İşte tam da bu nedenle Vietnam Kamboçya Laos gezginleri için sözünü ettiğim özgün yaşam biçimini anlamada görünenlerin ardına ve hatta göz önünde olmayanlara bakmak gerekiyor.

Söz gelimi sıfır kavramını bizim kullandığımız gibi kullanmıyorlar.

Daha doğrusu günlük hayatta sıfırdan uzak duruyorlar.

Binalarda zemin veya sıfırıncı kat yok.

Katları numaralamaya birinci kattan başlıyorlar. Sıfırın o gizemli başlangıç veya bitiş mesajını hayatın dışında tutmaya özen gösteriyorlar.

Başlangıçta önemsiz görünen bu ayrıntı kavramsal olarak sıfıra baktığımızda bizlere çok şey anlatıyor.

Sıfır nedir?

Matematiksel anlamını bir kenara bırakırsak kavramsal olarak “hiçliğin varlığı” gibi bir tanım yapılabilir.

Sıfır bizler gibi analitik düşünmeye yatkınlar için başlangıç veya sonu ifade etmede işleri hayli kolaylaştırıyor olsa da kavramsal olarak hep itici bulunmuştur.

Çünkü, sıfır bir duraklama noktasıdır.

Sıfırın varlığı akışta bir an için de olsa duraklamadır.

Bu haliyle ataletsizlik hatta ölüm ile ilişkilendirilmektedir.

Halbuki doğada esas olan akıştır, değişim ve dönüşümdür.

Doğal olan ise neden/sonuç, fayda/zarar, özne/nesne gibi pencerelerden görmeye çabaladığımız kesintiler değil hayatın sadece bir akış olduğu gerçeğidir.

Sıfır yerine “bir” ile başlandığında sayma veya akışın devamlılığını sağlanırken, sıfırın oluşturacağı duraklama da ortadan kalkmaktadır.

İçinde yetiştiğimiz kültürün her şeyi sıfırdan başlatmaya dayalı düşünce yapısıyla bu toprakların yaşam biçimini anlamak hiç kolay değil.

Hatta bırakın başlangıç ve bitiş aramayı “bazılarımız” için sıfırdan başlamak hep orada kalma çabası olarak bile görülebiliyor.

Tamam, sıfır kilometre garaj arabası emsallerine göre daha değerli olabilir. Aynı durum hep genç kalmaya çabalayarak geçmiş koca bir ömür söz konusu olduğunda anlamını yitirmiyor mu?

Vietnam Kamboçya Laos coğrafyası hayatın akışına katılmak yerine sadece sıfırdan bire olan aralığı doldurmakla zaman harcayanlara, nesneleştirdikleri bedenlerinin içinde bir de ömür olduğu gerçeğini hatırlatıyor.

Dahası, gösterdiklerinin yanı sıra göstermedikleri ile de gezginlere kendi hayatlarına bakma fırsatı sunuyor.

Hayatın başka türlü de yaşanabileceğini fısıldıyor.

Hatta fısıldamıyor da sezdiriyor.

Batı düşüncesinin başlangıç ve sonuç arayan kesintili düalist bakış açısına karşın bölgede yaşayanlar sıfırdan uzak duruyor.

Böylece önemsiz bir parçası oldukları “süreci, akışı” içselleştirebiliyorlar.

Dışarıdan bakanlar “mistik” diye etiketleseler de tutundukları o koca hayat ağacının farkında olan bölge insanı için bu etiketler anlamsız kalıyor.

Hayat, dönüşerek değişen bir akış ve insan da o akışın içinde görünüp kaybolan geçici unsur olarak tanımlandığında sıfıra neden gereksinim olsun ki?

“Sıfırı tüketmenin” olumsuzlandığı bizim gibi kültürlerden gelenler için, başlangıcın veya sonun olmamasını yorumlamak zor olsa da benim gibi kafası karışıklar için bölgeye dair arayıp bulunamayan “anlama” sanırım sıfırdan uzak durularak ulaşılabiliyor.

Üstelik bunun yaygarasını da yapmıyor, böyle olması gerektiği bilinciyle sessiz bir tevekkül içinde sezdirmeyi seçiyorlar.

Her neyse…

Gezginler için gidilen coğrafya, insanlar ve kültür pek çok şey anlatıyor olsa da gerçek gezginliğin biraz da kendine doğru yolculuk yapmayı gerektirdiği ile başlamıştık.

Sıfırı çoktan tüketmiş Vietnam Kamboçya Laos coğrafyası bence gösterdiklerinin yanı sıra göstermedikleriyle de gerçek gezginlere “içeriye” doğru yolculuk ve kendinle tanışma fırsatı sunuyor.

Mehmet Uhri

Vietnam Kamboçya Laos notları- 1

Salı, Ocak 9th, 2024

km11

KİBİRLİ MODERN

Vietnam Kamboçya Laos’u anlamak ve anlamlandırmak için sanırım öncelikle bölgeye nasıl bir ön yargıyla baktığımızla yüzleşmek gerekiyor.

Bölgeye objektif bakabiliyor muyuz?

Yoksa modern Avrupa kültürünü farkında olmadan içselleştirmiş “kibirli modern” gözüyle mi bakmaya eğilimliyiz?

Bölgeye giderken araştırıp bilgi toplamış, iyi kötü kafamda egzotik bir coğrafya hayal etmiştim.

Ancak durum çok farklıydı.

Dönüş yolunda bölge insanları ve yaşam biçimleri üzerine bizlere anlatılanlar ile gerçekte yaşanan arasındaki uçurumu görmeden o coğrafyanın anlaşılamayacağını düşünüyordum.

Üstelik, Vietnam Kamboçya Laos gerçeği ve bölgeye yönelik kendi kibirli modern bakışım ile yüzleşmeden bu satırları kaleme almaya da cesaret edemezdim.

Ne yazarsam yazayım gidip görülesi, yaşanılası bir yer olduğu gerçeğini yeterince anlatamayacağımın da farkındayım.

Başlayalım;

Avrupa’dan bakıldığında hayli uzak topraklar olmasının yanı sıra barındırdığı dünya görüşü ve yaşam biçimleriyle gezginler için fazlasıyla yabancı ve anlaşılması kolay olmayan bir coğrafyadayız.

Bölgeyi anlamak için kendimizi nereye konumlandırdığımızı sorgulamak iyi bir başlangıç olacak diye düşünüyorum.

Bu anlamda Edward Said’i anarak oryantalizmi tanımak ve oryantalist düşüncenin içimize işlemiş riyakarlığı ile de yüzleşmek gerekiyor.

Geri kalmış bir Asya ülkesinde miyiz?

Bundan emin miyiz?

Kendini “gelişmiş, medeni” diye konumlandıran üstenci ve kibirli Batı’nın hayalindeki Doğu toplumu yerine çok daha barışçıl, doğanın verdikleri ile yetinen, kendi insani değerlerine tutunup bir anlamda doğa ile kucak kucağa kendi cennetlerinde yaşayan insanlarla mı beraberiz?

Bizlere anlatılan Egzotik Doğu düşüncesi ile geldiğimiz topraklarda gözümüzün önündeki farklı gerçekle yüzleşmek ve neden böyle olduğunu anlayabilmek için 18. Yüzyıl Fransa’sına kadar uzanmak gerekiyor.

Fransız sömürgeciliğinin doğurduğu ve maalesef Batı tarzı eğitim almış bizim gibilerin de az çok içine işlemiş o iki yüzlü oryantalist bakış açısı ile yüzleşmeden maalesef gözlerimiz aralanmayacak gibi görünüyor.

İnsan hakları, demokrasi, özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganları ile yola çıkan Fransa’nın acımasızca sömürgeleştirdiği topraklardayız.

18. Yüzyıl sonunda Fransa’nın Kuzey Amerika’daki topraklarını yitirip geri çekilmesiyle başlayan ekonomik çöküş burjuvazinin desteklediği halk ayaklanması ile 1789 Fransız devrimini doğuruyor.

Kilise ve krallık ortadan kaldırılıyor.

Ancak kısa süre içinde devrim kendi çocuklarını da yiyerek burjuvazi destekli bir imparatorluğa dönüşüp Napoleon Bonapart önderliğinde Avrupa’da kanlı savaş ve yıkımlara yol açıyor.

İşte böylesi çalkantılı 50 yıldan sonra Fransa’da bir şekilde iktidara seçilip sonrasında ihtilal ile yönetime el koyan imparator 3. Napoleon ekonomik büyüme için yeni sömürgeler arayışına giriyor.

İktidarını güçlü kılmak için uyguladığı popülist politikaların yanı sıra burjuvazinin de kazanç iştahına yönelik hedefler geliştirerek ardındaki desteği arttırıyor.

Sanayi burjuvazisinin beklentisi olan ucuz hammadde için uzak Doğu’da ordu marifeti ile işgal edilen yeni sömürgeler işaret edilirken ticari burjuvaziye de hammaddelerin deniz ve kara yoluyla taşınmasıyla elde edecekleri kazanç sunuluyor.

Napoleon savaşlarının yarattığı kayıplardan bıkmış Avrupa ülkeleri Fransa ordusunun Avrupa’ya bela olmak yerine okyanus ötesine gönderiliyor oluşuna destek çıkıyor.

Tüm bunlar yaşanırken parayı elinde tutan finansal burjuvazi ise Süveyş kanalı projesi ve bu projenin hisselerinin dünya borsalarında pazarlanması işi verilerek ikna ediliyor.

Tüm tarafların kazanıyor göründüğü bu rejimin adına da Bonapartizm deniyor.

19. Yüzyıl ikinci yarısında Fransa’nın İndochina-Hindiçin adını verdiği bölge istilası bu iklimde başlıyor.

Yaklaşık 200 yıl sonunda hüsranla bitiyor.

km2

Modern aydınlanma düşüncesinin en temel kazanımlarından olan özgürlük, insan hakları ve mülkiyet hukukunun askıya alındığı bu istilaya Fransa halklarını ikna etmek için de Edward Said’in dile getirdiği şekliyle “oryantalist” bakış açısı “icat” ediliyor.

Bölgeye el konulup insanlarını köleleştirmenin adı bölgeye özgürlük ve uygarlık getirmek oluyor.

İnsanlık tarihinde bazı durumlar sanki hiç değişmiyor.

Batı’dan bakıldığında durgun, tembel, uyuşuk, hedonist ve bu nedenle geri kalmış Doğu insanının karşısına Batının gelişmiş, aydınlanmacı, çalışkan yaşam biçimini konularak üstenci bir tutum takınılıyor.

Dahası Doğu’nun bütüncül bakış açısına karşılık Batı’nın analitik aklının doğurduğu düalist öğreti dayatılıyor.

Üstelik Batı tipi düalist düşünce ruh-beden, objektif bilgi-subjektif bilgi, olgu-değer, özne-nesne karşıtlıklarında hep birincilerin üstün olduğunu var sayıyor ve dayatıyor.

Maalesef günümüzde de bu paradoks devam ediyor.

Bu yaşam biçimi dayatmalarının sömürge topluluklarında doğurduğu itiraz ve karşı çıkışlar acımasızca bastırılıp zorla uygulamaya konuluyor.

Taraflar arasındaki husumet artıyor, iletişim tamamen kopuyor.

Sömürge topraklarında tüm bu insanlık ve doğa trajedisi yaşanırken Fransa’da ise başka bir hikâye anlatılıyor.

Demokrasi, özgürlükler ve insan haklarının savunucusu olarak Fransa’nın Doğu’nun geri kalmış, hedonist, tembel, insanlarına özgürlük, uygarlık, yardım, iyilik ve bilgi götüren kurtarıcılar olarak görülmesi yönünde kamuoyu oluşturuluyor.

Doğunun YİN ve YANG ile temsil edilen karşıtların bir aradalığı ve dönüşümü düşüncesinin yerine modernitenin tek yönlü gelişme ve ilerlemeye dayalı düşüncesi zorla kabul ettirilmeye çalışılıyor.

Bölgede kurulan çeşitli plantasyonlarla insanların doğadan uzaklaştırılıp köleleştirildiği çalışma ortamları oluşturuluyor.

Bu sayede elde edilen zenginlikler ise Fransa’ya akarak sanayi devrimi için gereken sermaye birikimi sağlanıyor.

Bir diğer bakış açısıyla sömürgeciliğin girmesiyle Vietnam Kamboçya Laos coğrafyasında Doğu’nun mistisizmi ile Batı’nın faydacı aklının çatışması da yaşanıyor.

Doğu’nun düalizmi reddetmeyen ancak dönüşüm ve dengeyi esas alan barışçıl dünya görüşü Batı’nın faydacı aklınca hor görülüyor.

Gücü elinde tutan ilerlemeci, faydacı dünya görüşü tüm baskılara ve günümüzde tarih yazıcılar tarafından özenle üzeri örtülmüş en acımasız insanlık dışı uygulamalara karşın bölge insanı ikna olmuyor.

Yaklaşık iki yüzyıl süren kültürel çatışma ikinci dünya savaşında gücünü yitiren Fransa’nın bölgeden çekilmek zorunda kalmasıyla özgürlük mücadelesine dönüşüyor.

Önce Japon istilası sonra Fransa’nın geri dönme çabası halk direnişiyle karşılaşıyor ve bölge ülkeleri 1954 Cenevre konferansı ile özgürlüklerine kavuşuyor.

Üstelik bu film yeni de değil.

Daha eski yıllarda da bölgeyi etkisi altına almaya ve asimile etmeye çalışan başka ülkeler istediklerini yine elde edememişler.

Bölge haritasına bakıldığında Batı’da güçlü Hint uygarlığı Doğu’da ise çok daha eski Çin uygarlığı arasında kaldığı görülüyor.

Bölge insanları bu iki büyük uygarlıktan birinin etkisi altına girmek yerine binlerce yıldır asimile olmadan varlıklarını devam ettirmeyi başarıyorlar.

İyi de bu nasıl oluyor?

Batı’dan Hinduizm, Doğu’dan Konfüçyanizm ve Taoculuğun dayattığı feodal hiyerarşik düzen veya kast sistemini kabul etmeyip kendi kültürü ile harmanlayan bölge insanının Budizm’in başkaldıran özgürlükçü, bireyi kutsal kılan düşüncesine tutunmuş olması bu direniş ve var oluş çabasının sonucu olarak bile okunabilir.

Burada durup bölgenin 20. Yüzyılda yaşadığı savaşları kronolojik sırayla anlatmak mümkün ancak kolaylıkla ulaşılabilecek böyle bir bilginin kuru bir tarih anlatımı ve savaş pornografisinden öte anlamı olduğunu düşünmüyorum.

km3

Savaşı kazanan taraf tarihi yazmış olsa da kaybeden üzerinden bakıldığında SEATO gibi bir örgütün tarihin çöplüğünde unutturulmaya çalışılmasını üzerinde durulmaya değer buluyorum.

SEATO (Southeast Asia Treaty Organization), Güneydoğu Asya bölgesinde Soğuk savaş konjonktüründe komünizmin Güney’e yayılmasını önlemek, komünizm kaynaklı isyan ve saldırılarla mücadele etmek amacıyla NATO benzeri bir örgüt olarak ABD tarafından tasarlanıyor.

SEATO NATO’dan 5 yıl sonra ABD, İngiltere, Fransa, Avustralya, Yeni Zelanda, Pakistan, Tayland ve Filipinler tarafından imzalanan 1954 Manila Antlaşması ile başlayıp tüm üye ülke meclislerince onaylandıktan sonra, Şubat 1955’te yürürlük kazanıyor.

SEATO’ ya hiçbir zaman üye olmayan Vietnam Kamboçya ve Laos ise komünizmin yayılışını önleme amacıyla SEATO anlaşmaları bahane edilerek ABD tarafından saldırıya uğrayan ülkeler oluyor.

Bölgede kalıcı barışı sağlama amacına yönelik denge unsuru olarak kurulan SEATO savaşı legal hale getirmek için araçsallaştırılıyor. 1965 yılında askeri çatışma olarak başlayan ABD Vietnam savaşı 1973’te ABD’nin kesin mağlubiyeti ile sonuçlanıyor.

1975 yılında da SEATO örgütü varlığına son veriyor.

SEATO bir anlamda soğuk savaş döneminde Güneydoğu Asya bölgesi için icat edilmiş NATO örgütü olarak katıldığı ilk savaşta yenilmiş ve örgütsel yapısını yitirmiştir.

Günümüzde henüz savaş yitirmemiş NATO için Ukrayna’da yitirilecek savaş ile benzer bir dağılma olup olmayacağı üzerinde tartışmaların sürdüğü günümüzde politika yapıcıların ısrarla unutturmaya çalıştığı SEATO’nun sanırım bir de bu açıdan hatırlanması gerekiyor.

Bölge tarihi sömürgecilik ve Edward Said özelinden içimizdeki oryantalizm ile yüzleşerek ele alındığında ise gözlerin önündeki perdenin aralanabileceğini düşünüyorum.

Vietnam Kamboçya ve Laos coğrafyasındaki yaşam biçimlerinin farklı ve fazlasıyla doğal olduğu ilk bakışta görülüyor.

İnsanların birbiriyle ve doğayla kurduğu iletişim bugüne kadar gördüklerimize hiç benzemiyor.

Ülkeler fakir olsa da doğanın verdikleri sayesinde açlık, kıtlık görmeden yaşıyorlar.

Hayatı onunla, bununla, kendinle mücadele olarak görmek yerine doğa ile kucak kucağa sessiz bir barış iklimi içinde yaşıyorlar.

Kimse kimseyi rahatsız etmiyor.

Böyle bakınca bölge insanlarının tembel, hedonist olduğu düşüncesi de bir noktadan sonra anlamsız kalıyor.

Ülkelerinde savaş çıkıyor hiçbir yere gitmiyor, ülkeleri için savaşıyor sonra da sanki o acılar hiç yaşanmamış gibi hayatlarına devam edebiliyorlar.

İntikam almaya da kalkışmıyorlar.

Yakınında savaş olasılığı belirdiğinde o bencil faydacı aklıyla göç etmeye eğilimli Batı düşüncesinin tüm bunları anlaması ve anlamlandırması hiç kolay değil.

Her neyse…

Bölgeye dair ilk izlenimlerimi yazarken dışarıya olduğu kadar içeriye de bakmaya çalıştım.

Aradığım anlama ulaşmak için içimdeki oryantalist ile yüzleşmek zorunda kaldım.

Üstelik her oryantalist kadar riyakâr, üstenci ve kibirli olduğumu görüp kendimden ürktüm.

Bölgeye gidip kendi gözlerimle görmeseydim içimdeki “kibirli modernin” farkında bile olmayacaktım.

Yine de gözümün önündeki perdenin yeterince aralanmış olduğunu düşünmüyorum.

Mehmet Uhri

Vietnam Kamboçya Laos notları- 4

Pazar, Ocak 7th, 2024

saa2

KÂĞIDIN BİLGELİĞİ

Laos’un Luang Prabang şehri dünya kültür mirası listesinde yer alan pek çok saray ve tapınak barındırıyor olsa da Budist tapınaklarının donuk ve suskun halleri bölge insanının hayat ile kurduğu ilişkiyi anlamaya pek yardımcı olmuyor.

Heykeller ve ritüellere gömülmüş haliyle geçmiş yaşanmışlıklara dokunan Budist tapınaklar bölgeye dair anlam arayanlar için güncele dair çok fazla bir şey anlatmıyor.

Budizm de Mekong ırmağı gibi şehrin içinde ancak hayatın kenarında kalmış gibi görünüyor.

Şehir ise doğa ile barışık mütevazı dünyasını fakir ama onurlu bir sessizlikle sürdürüyor.

Doğadan uzak yapay şehirlerde yaşayan ve Luang Prabang’a dışarıdan şöyle bir bakıp geçen biz gezginlerin tüm bunları anlaması kolay değil.

Kalabalık sayılabilecek nüfusuna karşın bölge insanının hayatla ve doğayla kurduğu ilişkiyi daha doğrusu bizlerin kuramadığı, uzak durduğu, hesaplaşmaya da girmediği ilişkiyi son derece basit şartlarda kâğıt üreten bir atölye üzerinden anlamaya çalışalım;

Laos’ta Luang Prapang yakınlarında bölgeye can veren Mekong nehrinin kollarından birinin yakınında Ban Xang Khong köyünde el yapımı kâğıt atölyesindeyiz.

Bölgede Saa adıyla bilinen Dut ağacı kabuklarının yanı sıra muz ve bambu yaprakları kullanılarak ağaçlara zarar vermeden elde edilen doğal selülozu geleneksel yöntemlerle kâğıda dönüştürüyorlar.

Suda bekletilip gevşetilen ipeksi selülozu hamur haline getirip suyla yumuşatıyor ince elekler üzerine alıp güneşte kurutuyor, kaba sayılabilecek kâğıt elde ediyorlar.

Ürettikleri ham görünüşlü kaba ama tümüyle doğal kağıtlara yapım aşamasında farklı çiçek ve ağaç yaprakları yerleştirdikleri gibi kurutulmuş kağıtların üzerine çeşitli motifler çokça hayat ağacı çiziyorlar.

Bir kısmını da renklendirilip abajur, yelpaze, kutu veya ambalaj kaplamakta kullanıyorlar.

O ham kağıtlardan yaptıkları el ürünlerini satarak geçimlerini sağlıyorlar.

Geleneksel yöntemden vaz geçmiyorlar.

Doğadan aldıkları ile yetiniyor kâğıt hamuruna tutkal ve benzeri kimyasal da katmıyorlar.

Bu nedenle elde ettikleri kaba görünümlü yüzeyi pek düzgün olmayan kâğıt ıslanmaya da gelmiyor.

Suya atıldığında dağılıp suya karışıyor.

Hayat ve doğa ile kurdukları ilişki de bu kağıtlar gibi tümüyle doğal ve geçici.

Üstelik bu durum onları hiç rahatsız etmiyor.

Yaşam biçimleri anladığımızdan çok farklı.

Güneydoğu Asya insanlarının çoğu gibi hayatın başı sonu olmayan bir akış hatta bir sürükleniş olduğunu kendilerinin de bu akış içinde geçici olduklarını sessizce kabullenmiş görünüyorlar.

kagidin-bilgeligi

Bizim gibi doğadan kopuk hatta neredeyse doğaya düşman yaşayan kentli insanların anlaması zor olsa da coğrafyanın gerçeği böyle.

Doğa ile iç içe onun bir parçası olarak yaşıyorlar. Bölgenin olanca fakirliğine karşın doğa onları aç bırakmıyor.

Aralarında sessiz bir uzlaşı varmış gibi görünüyor.

Bu kabulleniş onları huzurlu ve sakin kılıyor. Hayatı bizler gibi bir mücadele olarak görmüyorlar.

İçinde bulunduğu doğayı değiştirmeye çabalamaktansa doğaya katılıp akışın, sürüklenişin bir parçası olmayı çok daha anlamlı ve değerli buluyorlar.

Gel de Oğuz Atay’ı anma…

Hayatı bir tutunma çabasından çok ürettikleri kağıtlar gibi doğadan gelip doğaya giden başı sonu pek de önemli olmayan gelip geçici bir süreç olarak yaşıyorlar.

Var oluşunu kalıcı kılmak için doğadan uzaklaşıp onunla savaşan faydacı akla inat ürettikleri kâğıt gibi doğanın ürünü olmak ve günü geldiğinde suya karışıp doğanın bir başka parçasına dönüşeceğini bilmek bölge insanına ürkütücü gelmiyor.

Üstelik tüm bu yaşam tercihlerini açıklamaya veya başkalarına dayatmaya da girişmeden bilgece “kendiliğinden” yaşıyorlar.

Ömürlerine fazlasıyla benzeyen o ham kağıtların üzerini yazı ve resimlerle süsledikleri gibi onlardan abajur, yelpaze veya kaplama malzemesi olarak kutu veya torba yapıyorlar.

Uzaklardan gelip kendi değer ve yargılarıyla bölgenin gelişmemişliğine üstten bakan, koca bir hayatı kazanım, edinim, unvan ve kimliklerle süsleyerek tüketenler veya hep başkaları için çalışıp ömrünü bir işleve dönüştürenler için o küçücük işletme ve ürettikleri kağıtlar sert bir yüzleşme fırsatı sunuyor.

Kâğıdın suskun bilgeliği diyelim.

Çoğu kez ürettikleri kâğıdın üzerine kocaman hayat ağacı resmetmeyi seçiyor olmaları da fazlasıyla anlamlı.

Üzerinde hayat ağacı olsa da olmasa da gelip geçici bir sürecin akışın içinde onca fakirliğe rağmen mutlu mesut yaşıyorlar.

Bu süreci veya akışı göremeyen gözler ise kâğıdın bilgeliği ile yüzleşmek yerine üzerindeki motife bakıyor ve yine aklınca sonuç çıkarmaya kalkıyor.

Neymiş? Motif olmuş, olmamış, güzel, çirkin, iyi, kötü vb.…

Kâğıdın bilgece sezdirdiklerine yüz çevirenler ise kendi hayatlarında yaptıkları gibi kâğıdı bırakıp koca bir ömrü kimlik, etiket, unvan ve benzeri daha ne varsa sahip olma çabasıyla tüketiyorlar.

Üzerine tutunduğu gelip geçici kâğıt gerçeğini görmüyor veya görmek istemiyorlar.

Peki sonra ne oluyor?

Günü geldiğinde kâğıdın üzerine kattıklarını gösterişli bir mezar taşında adının önüne yazıp bu yanda bırakıyor ve kağıt ile birlikte suya ve doğaya karışıp yok oluyorlar.

Halbuki hayatın akışında ömür diye tutunduğumuz o kâğıt parçası kısa süreli de olsa suyun üstünde görünür olmamızı sağlıyor.

O kadar…

saa1

Nalongkone isimli o küçük atölye ve ürettikleri kağıtlar bilgece sezdirmeye çalışsa da çoğumuz “başka” bir hayatın güvenlik ve konfor alanında kalmayı “akılcı” buluyoruz.

Mekong ırmağı ve Luang Prabang şehrini bütün olarak görmek yerine çektiğimiz fotolar ile parçalayıp yanımıza alıyor büyük resimden uzaklaşıyoruz.

Üstelik, içinden geçmekte olduğumuz hayatın akışını görmeyip başkalarının hayatı ile çokça ilgilenerek koca bir ömür tüketiyor bile olabiliriz.

Sona gelindiğinde geriye birkaç küçük anı veya yaşanmışlık dışında elde avuçta bir şey kalmadığını şaşkınlık içinde görüyor şımarık bir çocuk gibi bu durumu da inkâr etmeye çabalıyoruz.

Her neyse…

Laos’un olanca fakirliğine rağmen Luang Prabang yakınlarındaki Ban Xang Khong köyünde Saa kâğıt atölyesi bölgedeki pek çok benzer atölye gibi aynaya bakma cesareti olanlara çok şey anlatıyor.

Benim için sert bir yüzleşme olduğunu itiraf etmeliyim.

O insanlardan ve el emeği ile ürettikleri bilge kağıtlardan sezebildiklerimi kaleme almaya çabaladım.

Yine de dışarıda sözcüklerle ifade edemediğim çok şey kaldı.

Luang Prabang yakınlarındaki Ban Xang Khong el işi atölyelerinin bilge kağıtları, gözlerini kaçırmayanlar için tapınaklarda bulamadığımız anlama dair sanırım üzerindeki desen ve renklerden çok daha fazlasını anlatıyor.

Mehmet Uhri

Vietnam Kamboçya Laos notları - 2

Pazartesi, Ocak 1st, 2024

dam-1

İSTİRİDYENİN YOLCULUĞU

Orta Vietnam’ın Hue kentinden tur otobüsü ile Da Nang şehrine geçiliyordu. Uzun sayılabilecek yolculuk sırasında bir göl kenarında kısa süreli mola verilmişti.

Yol üstünde birkaç metruk binadan oluşan mütevazı bir yerdeydik.

Öyle ki, gezi programında mola verdiğimiz yerin adı bile geçmiyordu.

Sahile doğru ilerleyip bir kenarda yığılı duran istiridyeleri ayıklayan yöresel giyimli balıkçılara yaklaştım. “Burası neresi?” diye sordum. Yanıt alamadım. Açıkçası kafalarını kaldırıp yüzüme bile bakmadılar.

Sorduğum sorunun yanıtı ise elime aldığım kabuğu açılmamış henüz hayatta olan istiridyeden geldi;

“Bizler Dam Cau Hai lagününün sefil istiridyeleriyiz.” Diye söze girip o kısacık duraklamada bulundukları yeri, insanlarını ve kendini anlattı;

“Bizler buranın istiridyeleriyiz. Suya ve toprağa aitiz.

Bu lagünden ayrılamayız. Birbirimize tutunur, tutunduğumuz kadar tanır, hepimizin aynı olduğunu sezer, öyle olduğunu hayal ederiz.

Birbirimize tutunup bir kısmını paylaştığımız kabuklarımız sayesinde yalnız olmadığımızı bilmek iyi gelir.

Gerçi, aramızda uzaklara derinlere kaçıp yalnızlığı seçenlerimiz de vardır.

Onlar lagünde biraz daha fazla kalsalar da sonuç değişmez.

Hepimiz aynı su ve toprağa aitiz.

dam-2

Uzaktan bakıldığında lagün, hayata tutunup kendi eşini oluşturmaya çabalayan istiridyeler için bir çalışma kampını andırır.

Yüzeyi düzgün tutunması kolay olduğu için “birilerinin” suya bıraktığı lastik tekerleklere yapışır öylece ömür tüketir sıranın gelmesini bekleriz.

Yeterli büyüklüğe ulaştığımızda da tutunduğumuz yer ile birlikte derdest edilir, şimdi olduğu gibi karaya çıkarılır, ayıklanırız.

Sonrası ise hepimiz için bilinmezliğe bir yolculuktur.

Geriye kabuğumuz kalır. Zamanla o da ufalıp toprağa karışır.

Yerimize geleceklere lagünde yer açarak süren yavaş bir yok oluş, ölüme gidiştir, istiridyenin yolculuğu.

İçinde küçük inci tanesi oluşturabilenlerimiz de vardır. İnci yüzünden “birilerince” itibar görseler de aynı bilinmezliğe sürüklenince çok bir anlamı da olmuyor.

Dedim ya; Bizler bu lagünden ayrılamayız.

Tutunacak düzgünce yer ararız. Bize kolayca tutunacak bir şeyler uzatanlara kanar kolay olanı seçeriz. İnsanlar gibi…

Tutunduğumuz yeri özgürce seçtiğimiz düşünür tuzakta olduğumuzu aklımıza bile getirmeyiz.

Hoş bizleri yetiştirip toplayan bölge insanı da bizlerden çok farklı değildir.

Onlar da lagünün tuzağındadır.

Sorsan; burada olmalarının kendi seçimleri olduğunu söylerler.

Halbuki onlar da bizim gibi buralara yapışıktır. Kolayına gelen hayata tutunur kaderine razı olur, ancak bunu kendilerine bile itiraf edemez, bizler gibi hiçbir yere de gidemezler.

Dahası hep kendilerini anlatsalar da başkaları için çalışır, başkaları için yaşarlar.

Onca emeğe karşılık kazançları günü kurtarmaktan öte değildir.

Bizler gibi geçer giderler. Kabukları bile kalmaz.

Dedim ya fazlasıyla bize benzerler.

Bir farkla; biz istiridyeler tüm bunları bilir ve kabullenerek yaşarız.

Sizin gibi durup uzaktan bakanlar sadece istiridyeleri ve avcıları görse de Dam Cau Hai lagününde asıl gerçek sudur.

Su her şeyin sessiz hakimidir.

Herkes her şeye itiraz edebilir ama kimse suya ses çıkarmaz.

Çıkaramaz.

Bizler bu lagünün istiridyeleriyiz. Bölge insanını iyi biliriz.

Özgür iradeleri ile tutunduklarını düşünür kendilerini yaşatan ve hapseden lagünü görmek istemezler. Lagünde hayatın suya bağlı olduğunu görmek istemeyen insanlar korkularının kendilerini yönetmesine de izin verir. Bazıları içinde bulundukları açmazın farkında olup uzaklaşmaya çalışsa da çoğu kaderine boyun eğer, itiraz etmeyi aklından bile geçirmez.

Halbuki biz istiridyeler suyun çekilip azalması halinde yerimizi başka canlıların alacağını biliriz. Bu bizi korkutmaz.

Ne de olsa başlangıcından sonu bilinen yavaş bir yok oluştur hayat.

Ölüme doğru keyifli bir yolculuktur.

Korkularına teslim olup isyan eden, yolculuğunu uzatmaya çalışan, içinden inci tanesi çıkarmaya çabalayanlar olsa da sonuç değişmez.

İnsan her şeyin kendisiyle başlayıp kendisiyle biteceği gibi boş bir inancın esiridir.

O nedenle hiç ölmeyecekmiş gibi, değişmeden dönüşmeden kalacağına körü körüne inanır. Dahası böyle olmasını istediği için yolculuğun keyfini çıkaracağına nafile bir çırpınış ile hayatın dışına kaçmaya çabalayarak koca bir ömür tüketir.

Günü geldiğinde ise hayat bize yaptığı gibi içini boşaltıp öylece bırakır.

dam-3

Bu lagünde insan yokken biz istiridyeler yine vardık.

Su olduğu sürece insan olmasa da bizler yine birbirimize tutunup bir şekilde pek de anlamı olmayan yolculuğumuzu sürdürürüz.

Ne kaçabiliriz ne de varmaya çabalarız.

Bizler Dam Cau Hai lagünün istiridyeleriyiz. Sefil bir yolculuktur yaptığımız.”

Bu sözlerden sonra uzun süren bir sessizlik oldu.

dam-4İstiridye susmuştu. Elimde istiridye ile öylece durup ne yapacağımı bilemedim.

Uzaktan yola devam çağrısı gelince elimdeki istiridyeyi usulca ayıklanmayı bekleyen diğerlerinin arasına bıraktım.

Bıraktığım istiridye “Hadi git şimdi. Ama seni bu uzak diyarlara kadar getirenin ne olduğunu da sor kendine. Dürüstçe sor ama. Aradığın yanıtın bir kaçış veya varış olmadığını pek de anlamı olmayan bir yolculuktan ibaret olduğunu umarım anlarsın. Hatta belki de sefil bir istiridyenin son sözleridir kendine söyleyemediklerin. Hadi git artık…” dedi.

Öylece kalakalmıştım.

Otobüsün harekete hazırlandığını görünce alel acele ayıklanıp atılmış kuru istiridye kabuklarından birini cebime atıp hızlı adımlarla sahilden uzaklaştım.

Ne de olsa “yolculuk” devam ediyordu.

Mehmet Uhri

ÇOCUĞUN VAR MI?

Cuma, Aralık 1st, 2023

bank

Olağan hastane günlerinden biriydi. Gecenin ilerlemiş saatleriydi.

Halinden uyku tutmamış olduğunu tahmin etmek güç değildi. Hastane koridorlarının sakinliğinde terliğini sürüyerek odamın kapısında durdu ve bana baktı.

Bir süre öylece durup “Çocuğun var mı, doktor?” diye seslendi.

Yüzündeki derin çizgiler, kırışıklıklar, ağarmış birkaç günlük sakalı ve feri azalmış bakışlarıyla öylece durup yanıt vermemi bekledi.

“Kızım var” diye yanıtladım ve koltuğu işaret edip oturmasını rica ettim. Yine terliklerini sürüyerek odaya girdi ve koltuğa otururken derin bir nefes bıraktı. “Yoruldunuz mu?” Diye sordum. Bir süre nefesinin sakinleşmesini bekledi. Sonra “Madem çocuğun var o zaman belki beni anlarsın. Gece gece başını ağrıtıyorum kusura bakma.” Dedi.

Başımı sallayıp söyleyeceklerini bekledim.

- Doğduğu gün kızını ilk eline aldığında ne hissetmiştin? Mutluluk mu? Yoksa korku veya kaygı mı?

- Hatırladığım kadarıyla şaşkındım. Eşime ve elimdeki o ufacık varlığa bir şey olacak diye kaygılandığımı da hatırlıyorum.

- Peki ya sonra? Büyüdükçe kızın için istediğin neydi?

- Ben olamasam da büyüyüp kendi ayaklarının üzerinde tek başına durabilecek mi diye hep kaygılandım.

- Yok onu sormuyorum. Onlar beylik laflar. Kızın için ne diledin? Başarılı olmasını mı? Yoksa mutlu olmasını mı?

- Haaa… Anladım. Bu konuda açgözlülük etmiş ikisini de istemiş olabilirim. Ama yıllar geçtikçe ne yaparsa yapsın mutlu olmasını bilsin yeterli diye düşündüm. Başarılı olduğunu görmektense mutlu olduğunu görmek biraz bencilce olsa da daha iyi geliyordu. Başarılı olmanın sonu yoktu ve bu konuda kendine eziyet etmesin istiyordum.

- Yanlış duymadıysam “Mutlu olmasını bilsin” dedin. Mutlu olmak bilinecek bir şey mi? Bundan nasıl emin olabiliyoruz?

Çattık dedim içimden.

- Kızım şimdi uzaklarda. Mutlu olduğu bir yolda kendince ilerliyor. Öyle görünüyor. Bu bana yetiyor.

Hastamız yeni bir soru sormadan “Tüm bunları neden soruyorsunuz? Varmak istediğiniz yeri merak ediyorum.” Diye üsteledim.

Oturduğu koltukta öne doğru eğilip eliyle alnını tuttu ve bir süre öylece kaldı. Sabırla cevap vermesini bekledim. Sonra başını kaldırmadan yere bakarak konuşmaya başladı.

- Nereye varmak istiyorum? Doğrusu açıklaması kolay değil. Dertleşmek diyelim. Ben de yetişkin iki kız babasıyım. Üzerime titriyorlar. Gündüzleri işlerinde geceleri de nöbetleşe hastanede yanımda kalıyorlar. Hastanede olduğum için mutsuz ve endişeliler.

Burada bir soluk alıp konuşmakta olduğum yaşlı hastamızın ilerlemiş rahatsızlığı nedeniyle son aylarda hastanemize daha sık uğramak zorunda olduğu bilgisini paylaşmam gerekiyor. Kuruluşu ülkenin tarihi kadar eski devlet fabrikalarından birinde yıllar boyu çalışıp usta başı olarak yaş haddiyle emekli olmuştu. İlerlemiş yaşı, çalıştığı sektör nedeniyle işlev kaybına uğramış ciğerlerine bir de bu lanet hastalık eklenmişti.

Yaklaşmakta olan kaçınılmaz sonun farkındaydı.

Bu durumdaki hastaların çoğunun yaptığı gibi yaşanmış ve yaşanmamışların hesaplaşması ile hayata karşı öfkeli olmalarına alışkındık.

Ancak hastamız öfkeli olmaktan çok endişeli görünüyordu.

Konuşarak endişesini bir nebze azaltabilirim umuduyla birlikte hastane bahçesine inip biraz temiz hava almayı konuşmaya da orada devam etmeyi önerdim. Bütün günü serviste geçirmiş biri olarak açıkçası temiz havaya benim de gereksinimim vardı.

İtiraz etmedi.

Koluna girip birlikte odadan çıktığımızda o gece babasına refakat eden ve hastamızı yatağında bulamayınca aramak için koridora çıkan kızının endişeli bakışlarıyla karşılaştık. İkimiz de sanki yaramazlık yapmış çocuk gibi öylece durduk.

- Ya baba yaa… Çok korkuttun beni. Biraz içim geçmiş koltukta uyuyakalmışım. Haber bile vermeden odadan çıkıp gitmişsin. Bir daha böyle yapma lütfen.

Hastamızın cevap vermesini beklemeden eliyle sus işareti yapıp “Sorun yok. Her şey yolunda biraz hava alıp geleceğiz. İkimizin de gereksinimi var” dedim. Kızı itiraz etmeye kalkınca sorun olmadığını, sakin olması gerektiğini olabildiğince jestlerle anlatmaya çalıştım.

Hastamız ise “Kızım sen git biraz uyu. Gündüz işten buraya geldin. Yarın da iş günü. Çok güzel uyuyordun. Ses çıkarıp uyandırmayayım diye çıkmıştım odadan. Hem doktor bey de hava almak istiyormuş. Biraz sonra gelirim ben. Sen git uyu” deyince kızı yelkenleri indirdi.

Asansörle bahçeye inip bulabildiğimiz boş banklardan birine hastamızı oturttum. Gecenin ilerlemiş saati olmasına karşın hasta yakınlarının kalabalığı yüzünden boş bank için bile biraz aranmak zorunda kalmıştık.

Sonbahar yaprakları bahçeyi kaplamıştı. Hastamızın oturduğunu gören hastanenin kıdemli tekir kedisi yavaşça sokuldu.

Büfeden iki adaçayı kapıp geleceğimi söyleyince “Neden adaçayı?” diye sordu. İçerken açıklayacağımı söyleyerek büfeye yöneldim.

Elimde adaçayları ile gelirken bizim tekir kedinin hastamızın yanına kurulmuş başını okşatmakta olduğunu gördüm. Doğrusu hoş manzaraydı.

Adaçaylarımızı yudumlarken az önceki soruya emekli bir hocamın “Adaçayı iyi arkadaştır. Uyku kaçırmaz, alışkanlık da yapmaz, insanı rahatlatır. Yaban otu olmanın verdiği gururla su bile istemeden yaşar. Ara sıra hatırlamak gerekir” sözleri ile yanıt verdim.

Çaylarımızı yudumlarken yukarıda konuştuğumuz konuya geri dönmek istiyordum. Açıkçası henüz ağzındaki baklayı çıkarmadığını düşünüyordum. “Sen ne istemiştin kızların için?” diye sordum. “Ben de senin gibi nerede nasıl yaşarlarsa yaşasınlar mutlu olsunlar istedim. Ama şimdi bunun çok acımasız hatta anlamsız olduğunu düşünüyorum.” Diye yanıtladı.

Soran gözlerle bakıp sözlerin devamını bekledim.

- Kendim için istemediğim, istemeye çekindiğim bir şeyi kızlarım için diliyor, onları mutlu görmeyi arzuluyordum. Onlar da bana mutlu görünmeye çalışıyor karşılıklı rol yapıyorduk.

- Ne var bunda?

- Anlamıyor musun? Sonunda ölüm ve ayrılık olduktan sonra mutluluk sadece bir oyun, bir aldatmacadan ibaret. Kendim için bulamadığımı veya elindekilerle yetinmeyi mutluluk sandığım bir oyunu kızlarım da iyi oynasın istiyordum. Bu hastalık bana mutluluğun arzulanan bir sonuç olmadığını, anlık yaşananlar dışında sonucu olmayan bir akışta anlık dalgalanmalardan ibaret olduğunu düşündürdü. Mutluluk arzuya dönüştüğünde anlamını yitiriyor yeterince mutlu olamama kaygılarının ardında yitip gidiyordu.

- Yani?

- Mutluluk dediğin çıkardığımızda çıplak kalacağımız bir giysi değildi. Olmamalıydı. Şu hale bak. Kızlarım benim için, ben kızlarım için endişeliyim. Yani en başa geri dönüp elime aldığımda endişe duyduğum acemi babadan başka bir şey olmadığımı görüyorum. Şu kedi kadar bile huzur bulamıyorum.

- Peki ne yapmayı düşünüyorsun?

- Ömrüm çalışmakla geçti. Kızlarım ile hatıralarım çok az. Şimdi şu kalan kısacık ömrümde birlikte hayal kuralım bir yerlere gidip gezdiğimizi hayal edelim istiyorum. Şimdi sırası değil hele bir iyileş diyerek lafı ağzıma tıkıyorlar. Onlara birlikte kurduğumuz hayaller kalsın istiyorum bırakmıyorlar.

Bardağı elinden alıp ayağa kalktım ve büfeye yöneldim.

Geri döndüğümde kızının hastamızın başına dikilmiş olduğunu gördüm. O bir şey söylemeden babasının yanına oturmasını işaret edip “Babanızın anlatacaklarını dinleyin. Birlikte bir Güney Amerika seyahati yapmayı hayal ediyor ve sizden bu gece seyahat planı çıkarıp detayları ile anlatmanızı bekliyor.” Dedim.

Kızının yüzü asıldı ve “Yine mi?” dedi.

Sonra ne mi oldu?

Baba kızı gecenin bir vakti hastane bahçesinde bankta bırakıp servisteki odama döndüm.

Sabah nöbet defterine  “nöbetim olağan geçmiştir” notunu yazarken garip bir mutluluk hissettim.

Kısa sürse de iyi hissettirdi.

Mehmet UHRİ

Karar Perdesi

Cuma, Ağustos 18th, 2023

karar-perdesi-4

O sabah büyülü bir gerçekliğin içinden geçtim.

Rüya gibiydi…

Hayli eski, köhne bir kahvehanede zamanda yolculuk yaparcasına önce ağırbaşlı kahveciyle sonra da kahvehanenin ortasındaki bilge havuz ile sohbet ettim.

Daha çok onlar anlattı ben dinledim.

Kahvehaneden ayrılırken o bilge havuz “Madem karar perdesine ulaştın, bırak içindeki garip gitmek istediği yere seni de götürsün. Tutun ona ve sakın vaz geçme” Diyerek uğurladı. Sonrasında da fıskiyenin şırıltısına karışan başka şeyler söylediyse de anlamadım.

Bir arkadaşım “O havuzlu kahvehaneyi mutlaka görmelisin” diye öneride bulunmasa o sabah yolumu Kadırga meydanında tabelasında “Havuzlu Kahve” yazan Tarihi Tulumbacılar Kahvehanesine düşürmeyecektim.

Kadırga meydanı turistlerin ağırlıklı olduğu insan kalabalığı ile dolu görünse de kahvehane sakindi.

Arkadaşım “O kahvehaneyi anlatması zor. Kendi gözlerinle görmeli konuşturabilirsen kulaklarınla işitmelisin.” demiş başka bir açıklama yapmamıştı.

Gerçekten de kahvehanenin ortasında hayli yer kaplayan çalışır fıskiyesi ile kocaman bir havuz duruyordu.

Havuza yakın bir masaya ilişip sade kahve rica ettim. Benden başka birkaç masa dışında kahvehane sakindi. Bir köşede ellerini kavuşturup içeriyi süzen yaşlı beyefendinin mekânın sahibi Arif abi olduğunu sonradan öğrenecektim.

Kahveyi getiren delikanlıya mekân hakkında bilgi sorunca eliyle işaret edip “Arif abiye sor. 90 yaşındadır. Burada doğup büyümüştür. Babadan dededen kahvecidir.” Diyerek cevap vermişti.

Kahve ile gelen sudan bir yudum alıp elimde kahve ile Arif abinin masasına yaklaştım. Kendimi tanıtıp kahvehanenin tarihi hakkında bilgi istedim. Arif abi şöyle göz ucuyla süzüp yeni öğretim yılına başlamış ve öğrencilerini tanımaya hevesli öğretmen edasıyla hızlıca beni sorguya çekti.

Verdiğim yanıtlar üzerine bir süre düşündü. Yorum yapmadı. Açıkçası ben de kendim hakkında konuşmaya pek hevesli değildim. Susup kahvemi yudumladım.

karar-perdesi-2

Sonra kahvehaneyi ve tarihini anlatmaya başladı. Bulunduğumuz kahvehanenin 300 yıldan fazla zamandan beri mevcut haliyle çalışmakta olduğunu, kahveyi ve  kahvehane kültürünü İstanbul’a getiren Şazeli tarikatının kahvehanesi olarak başlayan sürecin yeniçeri ocağı dağılınca işsiz kalan yeniçerilerin “Tulumbacılar ocağının” işletmesine dönüştüğünü, bu nedenle tulumbacılar kahvesi olarak anıldığından söz etti.

Dışarının kalabalığına karşın kahvehanenin pek rağbet görmemesini nasıl açıklıyorsunuz diye sorunca yüzü asıldı.

- Bak bakalım dışarıdaki o kalabalık burada mı yaşıyor? Hepsi gezmeye geliyor. Mahallede geceleri kimse kalmıyor.  Her yer turistik oldu.

- İyi de o turistler size niye gelmiyor?

- Onlar geçici. Mahalleli olmayınca böyle oluyor. Sanırım biraz köhne ve “pis” buluyorlar. Bu eski ahşap masa ve sandalyeleri, onca yılın yaşanmışlığını beğenmiyor, ille de plastik beyaz masa sandalye arıyorlar. Yoksa çay aynı çay, kahve iyi kötü aynı kahve, meşrubat desen hepten aynı.

- İyi de eskiden de böyle değil miydi? Ne değişti?

- Mahalle değişti, insan değişti. İnsanlar uzaklaştı, yalnızlaştı.

- Nasıl yani?

- O gördüğün turistler dünyanın bir ucundan ruhlarını gezdirmeye geliyor olsalar da her yere, her şeye ürkek korkak bakınıp bir çöp, iz bırakmadan geldikleri gibi ürkek korkak yalnız halleriyle dönüyorlar. Ne kendileri bulaşıyor ne de mahallenin bulaşmasına fırsat veriyorlar. Öylece seyredip gidiyorlar.

- Peki ya mahalleli? Onlara ne oldu?

- Sorunu kökünden hallettiler… Eskilerde mahallenin insanları ev, iş ve cami arasında sıkışmıştı. Kahvehane de meyhane gibi bir kaçış ve özgürlük alanıydı. Onca sıkışmışlık arasında soluklanma mekânıydı. Bu yüzden otoritenin gözü hep üzerindeydi. Zaman zaman yasaklanmış olması da bu yüzdendi. İnsanlar birbirini tanıyor, bir masa başında yönetim hakkında ileri geri konuşabiliyor, hoşnutsuzluklarını paylaşabiliyordu. O yüzden önce mahalleyi bitirdiler. Mahalle bitince birbirini tanıyan insan kalmadı. Herkes diğerinden korkan ürken nemelazımcılara dönüştü.

Bir süre başını önüne eğip düşündü. Kahve ile masasına gelen sudan bir yudum alıp arkasına yaslandı. Kahvesini yudumlamadan önce bir süre bekledi. Tüm bunlar kahvehanede zamanın hayli yavaş aktığını düşündürüyordu. Sabırla sözlerini sürdürmesini bekledim.

Kahvesinden ilk yudumu alıp fincanı masaya bıraktı. Eliyle ortadaki fıskiyeli havuzu işaret ederek “Bak bu havuz bile şırıltısıyla kahvede konuşulanlar işitilip yönetime jurnallenmesin diye duruyor burada. Şu yaptığımız muhabbet gibi ne konuşmalara tanık olmuştur? Dile gelse de anlatsa…” dedi.

- İyi de, ne oldu veya nasıl oldu da burası hale geldi?

- Önce mahalle sonra insan değişti. Göçle gelen turist olarak gelene karıştı. Yabancı korkusu ile kapılar kapandı, mahalleli önce evine çekildi sonra sokağından bahçesinden uzaklaşıp ekranlara kapandı. Yalnızlık arttıkça garipleşti. Her yeri tuhaf bir duygusallık içinde herkesten her şeyden uzak insanlar kapladı.

- Ne istiyordu o insanlar?

- Ne istediklerini bildiklerinden emin değilim. Ama ne istemediklerini çok iyi biliyorlardı. Doğal olanı istemiyorlardı. Ahşap masa sandalyeyi beğenmeyip ille de plastik olanını istiyorlardı. Sinekten böcekten ürktükleri yetmezmiş gibi karınca bile görmekten rahatsız oluyorlardı. Sanki temiz ile pis birbirine karışmıştı. Doğanın değdiği yerler pis, insan elinin dediği ne varsa temiz kabul ediliyordu.

- Hepten pis olacak halimiz yok elbet. Sanırım temizlikte ölçüyü kaçırdığımızdan söz ediyorsunuz.

- Gidişin gidiş olmadığını gördük ama birbirimize anlatmak yerine gözlerimizi kaçırıp başka yerlere bakmayı veya susmayı yeğledik. İşin kötüsü zamanla sıra insanlardan da arınmaya geldi.  Doğadan uzaklaşıldığı yetmedi insanlar da birbirinden uzak durmaya başladı. Mahalle kendi içinde ayrışmaya başladı. Ermeni’si, Rum’u Yahudi’sinin uzaklaşması ile başlayan süreç Türk Kürt ayrımına dönüşüverdi. Şimdilerde de Suriyeli veya Arap var diye hayıflanan sırtı kabarık kedi gibi dolaşan garip bir güruh var dışarıda. Mahalle ve onun getirdiği dayanışma o eski insanlar ile birlikte çoktan öldü ve unutuldu.

- İyi de bu kahvehane? O ne olacak?

- Şu meydanda için için çürüyen asırlık çınar ağacı gibi bir süre daha direnecek. Sonrası malum. Buraya bir rant alanı, boş arazi olarak bakıyorlar. Araya hatırlı tanıdıklar koyup satın almak için gelenleri bilsen şaşırırsın. Gelmişim doksan yaşına. Benden sonrası meçhul görünüyor olsa da çocukluğumun geçtiği bu kahvehaneyi çevresinde koşturduğum şu fıskiyeli havuzu teslim etmeyeceğim o canavarlara. Az daha bekleyecekler. Benden sonra ne halt ederlerse etsinler.

karar-perdesi-1Arif abi bu son sözlerini biraz da dişlerini sıkarak öfkeyle söylemişti. Canı sıkılmıştı. Daha fazla konuşmadı. Ayağa kalkıp elindeki fincan ve bardağı çay ocağına bıraktı. Sonra arka kapıdan Kadırga parkına çıktı.

Ben de Arif abinin yaptığı gibi boşalan fincanı çay ocağına bırakıp fıskiyeli havuza yakın bir masaya geçtim. Az önce konuşulanlar ile ilgili notlar almaya başladım. Güneş yükselip dışarının kalabalığı artsa da kahvehaneye uğrayan olmuyor o koca meydanda kahvehane sanki hiç görünmüyor gibiydi.

Bir ara kafamı kaldırıp havuzun sakin akıp şırıldayan fıskiyesine gözüm takıldı. Mekânı tavsiye eden arkadaşımın ve Arif Abi’nin “havuzun dili olsa da konuşsa” sözleri geldi aklıma. Havuza bakıp “Sen niye bir şeyler söylemiyorsun?” diye söylendim.

Bu sırada havuzdan “Nerede olduğunun farkında mısın?” diye bir ses geldi. Sağa sola bakındım, yakında benden başka kimse yoktu. Yine de emin olmak için kulak kabarttım. “Şişşt, sana sesleniyorum.” diye üsteledi. Şaşırmıştım. Havuzla konuştuğumu bir gören olacak endişesiyle yaklaşıp sesimi kısarak “Farkında olmalı mıyım?” diye cevap verdim. Bir süre öylece kendi lisanında şırıldamayı sürdürdü.

Sabırla anlatacaklarını bekledim.

Havuz da kahvehanenin tarihinden söz etmeye başlayınca sözünü kesip “Bunları az önce Arif abiden dinledim. Sen bana tüm bu kahvehane, kahve neden var. Asıl bundan söz et” diye üsteledim.

Havuzdan şırıltıdan başka anlaşılır ses gelmeyince  “Az önce nerede olduğunu farkında mısın? Diye soran sendin. Cevap vermeyecek misin?” diye sorunca havuz anlatmaya başladı.

Meğer doğru soruyu soracak birini bekliyormuş.

Önce kahvenin anlamından söz etti. Dediğine göre toprak, su, hava ve ateş nasıl doğanın dört ana elementi ise Âlem Safa’nın da şarap, tütün ve esrardan sonra dördüncü elementi kahveymiş. İnsanın gözünü açar, canlandırır ve düşünmesini sağlarmış.  İnsanı yoldan çıkarır endişesiyle Âlem Safa’nın diğer elementleri gibi kahve de uzun süre yasaklı kalmış.  Anlattığına göre kahvehanelerin devletin pek giremediği veya kontrol edemediği buluşma noktaları olması da pek çok kez yasaklanma nedeni olmuş.

- İyi de sorduğum soruya cevap vermedin. Bu kahvehane neden var?

- Uzaktan bakılınca küçük bir meydan veya buluşma noktası gibi görünse de burası mahallelinin dışarıya açılan kapısı olmuştur. Bir kapı veya eşik gibi geçiş noktası olarak görülebilir. Mahallenin delikanlıların uğrayıp topluma hazırlandığı, öğrencilerin buluşup dertleştiği, gencin yaşlının karıştığı bu yer aynı zamanda cemaatten sıyrılıp cemiyete adım atmanın başlangıç noktasıdır. Bilirsin cemaat içinde doğar büyürsün. Çoğun kalabalıklara yani cemiyete karışmadan öylece yaşayıp geçer gidersin. Ama bazılarının aklı şurada içtiği bir yudum kahve ile daha hızlı çalışır, burada öğrendiklerini de üstüne katıp eşikten atlar ve cemiyete katılır.

- Ne fark var?

- Cemaat seni kabul eder. Cemiyete ise sen kendini kabul ettirirsin. Cemaatte sürünün parçası, cemiyette ise kendin olursun. Kovandan çıkıp özgür bir arı olarak yaşarsın. Sonuçta dışarıdan bakıldığında yaşadığın yine bir arının hayatı olur ama aradaki farkı bilmek bile iyi gelir. Şimdi bulunduğun yerin ne olduğunu anladın mı?

- Peki ya sen? Bu havuz burada niye var? Havuz ne iş görüyor?

- Anlamıyor musun? Burası da bir dergâh. Her dergâh gibi insan yetiştiriyor. Ya korkularınla kalıp ateşin yani şu dipteki ocağın başından ayrılmayacaksın ya da havuzun özgürce akan suyu gibi olacak eşiği aşıp dünyaya karışacaksın.  Çok eskilerde bu kahvehaneye uğrayan bir halk ozanı “bitişin başlangıcı, başlangıcın bitişi” anlamında bana yani havuza bakıp “karar perdesi” demişti. O zaman anlamamıştım.

karar-perdesi-3

Bir süre daha havuzun başında kulaklarımı kabartıp beklesem de şırıltıdan başka bir ses işitmedim. Konuşulanları not almayı sürdürdüm.  Zaman ilerleyip güneş yükselince notlarımı toparlayıp çaycıya borcumu ödedikten sonra tekrar havuzun yanına gittim.

Bir süre başında öylece durup Arif abinin çocukluğunun geçtiği onca yaşanmışlık yüklü havuza bakındım.

Ayrılırken havuz “Madem karar perdesine ulaştın, bırak içindeki garip seni de gitmek istediği yere götürsün. Tutun ona ve sakın vaz geçme” Diyerek uğurladı. Sonrasında fıskiyenin şırıltısına karışan başka şeyler söylese de anlamadım.

Dışarı çıktığımda güneş iyice yükselmiş hava ısınmıştı. Kadırga meydanı ve parkının çevresi çoğunluğu turist olan insanlarla daha da kalabalıklaşmış görünüyordu.

Kumkapı’ya doğru ilerledim. Dönüp uzaktan bir kez daha Kadırga meydanına baktım.

Onca insan kalabalığında pek çoğu işyerine veya turistik mekâna dönüşmüş eskinin ahşap evleri ile çevrili meydanın orta yerine zaman yolcusu gibi ışınlanmış kahvehanenin kimsenin ilgisini çekmiyor oluşuna bir kez daha hayretle baktım.

Sonra ne mi oldu?

Ne olacak? Kendi sefil hayatıma geri döndüm.

Şehir hayatının pek çok önemsiz sorunu önemliymiş gibi hissettirdiği anlarda, kendimden sıkıldığım zamanlarda bir kahve molası verip tarihi tulumbacılar kahvehanesini, Arif abiyi ve tüm bilgeliği ile o fıskiyeli havuzun varlığını düşünüyorum.

Onların orada olduğunu bilmek iyi geliyor.

Bu satırlar, işitebilenlere bir şeyler anlatan o bilge havuzun ve ilerlemiş yaşına rağmen insan kalma konusunda ayak direyen bir kahvecinin varlığının nasıl da umut verici olabileceğini göstermek için kaleme alınmıştır.

Mehmet UHRİ

Not: Bu metin Arif Caker’e saygıyla ithaf olunmuştur.

Her Şeyin Kıyısında

Cumartesi, Ağustos 5th, 2023

c1cc96e9-890a-4a06-90bc-597bda118c81

Bir balıkçı tanıdım.

Bakışları donuk, yüzü ifadesizdi. O suratsız haliyle ağlarını onarırken ayaküstü de olsa hayatı anlattı.

Anlatacakları bitince “Buradan bakınca ömür dediğin balık için denize açılmaya benziyor. Pek bereketli olmasa da açıldığın deniz ömrün oluyor. Karada kalırsan hep başkalarının ömrüne bulanıyor, başkalarının hayatına razı oluyorsun. Hadi git artık, sana da rasgelsin” diyerek uğurladı.

Poyrazın sert estiği bir öğle üzeri Sinop yakınlarındaki yeni balıkçı barınağında ağların üzerine oturmuş elindeki ağı onarıyordu. Baharın bitip yaz aylarının koklandığı Karadeniz’in her daim kaba dalgalı olduğu günlerdeydik. Yanına yaklaşıp “rasgelsin” diye seslenince kafasını kaldırdı. Kaşlarını çatıp hızlıca süzdükten sonra cevap vermeden elindeki işe devam etti.

- Hazırlıklara bakılırsa yakında denize açılıyorsunuz diye düşündüm onun için rasgelsin demiştim.

- Dalga mı geçiyorsun? Av yasağı yüzünden koca bir yazı kıyıda geçireceğiz. Elimiz boş durmasın diye işleniyor, sonbaharı bekliyoruz. Gerçi denizin de eski bereketi kalmadı ama bildiğimiz işi yapmaya devam edeceğiz.

Bu sözler ağzından biraz da öfkeyle çıkmıştı. Cahilliğime, anlayışsızlığıma kızıyordum. Az ötedeki ağların üzerinde yavrularını emzirmekle meşgul anne kedinin yanına yöneldim. Tedirgin olsa da kaçmadı. Gözünü benden ayırmadan meme emen yavrularını emzirmeyi sürdürdü. Fotoğraflarını çekip ağını onaran balıkçının yanına gittim.

Yanına geldiğimi görünce balıkçı az ötedeki onarımı bitmiş ağ yığınını işaret edip “Otur hele. Görünüşe bakılırsa buralı değilsin. Anlat bakalım burada ne arıyorsun?” diye sordu.

Hızlıca kendimi tanıtıp “Aynı hayatın içinden geçtiğim başka coğrafyaları geziyor, insanlarla konuşuyorum. Aradığımın ne olduğunu ben de bilmiyorum. İyi geliyor…” diye yanıtladım.

a95b0c41-975e-4027-ae84-ba8ca4269524

Sözlerime yanıt vermeden elindeki ağı onarmayı sürdürdü. “Hep burada bu işi mi yapıyordunuz. Balıkçılıktan başka bir iş yapmayı denemediniz mi?” diye sordum. Bir süre cevap vermedi. Sonra yine kafasını kaldırıp bana baktı. Yüzünde yine o donuk ifade vardı. Eliyle denizi işaret edip “Hiç balığa çıktın mı?” diye sordu. Amatör denemelerim olsa da bu şekilde büyük bir balıkçı teknesine hiç binmediğimi söyleyince “O zaman anlaşmamız çok zor. Ne yanda olup ne yaptığının pek de önemli olmadığını söylesem de anlamayacaksın. Hepsi ömür işte…” diye sözlerini sürdürdü.

- Yani ömrünüz balıkçılıkla geçti. Doğru mu anladım?

- Balıkçılık yaptığım doğru da ne kadarı benim ömrüm oldu, doğrusu bilemiyorum.

- Nasıl yani anlamadım.

- Anlaşmamız zor derken bunu kastediyordum. Karışık mesele… Bazen kendime “Balık için denize açıldığımda mı kendi ömrüm oluyor yoksa karada çoluk çocukla bir aradayken mi?” diye soruyorum. İçinden çıkamıyorum. Ne yanda olduğunun önemi kalmıyor derken bunu söylemeye çalışıyordum.

- İkisi de aynı ömür olmuyor mu?

- Emin değilim. Denize açıldığında hayat hızlı akıyor, üstelik sonucu da kestiremiyorsun. Karadayken ise neredeyse hiç akmıyor. Hep aynı güne uyanıyorsun.

- Peki ya tuttuğunuz balıklar?

- Anlamıyor musun? Konu balık değil. Tuttuğun balığı kimse sana yedirmiyor ki. Balıkçının ömrü tuttuğu balığı bir başkasına aktarmakla geçiyor.

- Yani?

- Yani balık bahane… Dışarıdan doluymuş gibi görünen bomboş bir ömrü beklenti içinde başkasının hayatı gibi yaşayıp geçiyorsun. Boş dükkâna kira öder gibi…

- Peki ya sonra?

0148c979-b703-4eff-97e1-fba0891b1c25

Eliyle az ötede sahile kızağa çekilmiş üzerinde Can kaptan yazan tekneyi işaret edip “Sonra vakti gelince şu tekne gibi birileri seni bağırta bağırta karaya çekiyor. Zincire vurup karada bırakıyor. Her şeyin kıyısında öylece bekler buluyorsun kendini. Elin ayağın tutuyor ama gücün, gözün azalmış oluyor.” Diye cevap verdi.

“O da ömür olmuyor mu?” diye üsteledim. Kafasını elindeki ağdan kaldırmadan bir süre düşündü.

- Pek çok balıkçı eskisi gibi enkaza dönmüş bir bedene hapsolmuş halde öylece bekliyorsun. Bu kez geçmişte tuttuğun balıkları, yediğin herzeleri ona buna anlatıp kıyıda gününü dolduruyorsun. O da gittiği yere kadar…

- İyi ya o da ömür, bu da ömür. Neden farklı olsun ki?

- Ömür dediğin bence biraz hatırladığın çokça onun bunun hayatı işte… Kimi gün tuttuğun balık oluyor, kimi gün ise ha böyle başında gevezelik edip onardığın ağ veya tekne oluyor. Vadenin dolmasını bekliyorsun.

- İyi de geriye ne kalıyor o zaman?

- Kalıyor mu? Kalmalı mı? Yahu anlamıyor musun? Kalıyorsa da bu dünyada kalıyor. Bırakıp gidiyorsun. Açıklarda yakalandığın ve yüreğinin titrediği o korkunç fırtınaları, avın bereketli olduğu zamanların sevincini, çoluğun çocuğun ile geçirdiğin üç beş hatırlanası günü bile yanına alamıyorsun.  Her şeyi kıyıda bırakıp bilinmezliğin denizine açılıyorsun.

- Böyle bakınca ömür dediğimiz pek de matah bir şey değilmiş gibi görünüyor.

- En kötüsü de tüm bunların farkına ha şu tekne gibi karaya bağlanıp kıyıya çekildiğinde varıyorsun. Yapmayın etmeyin desen de dinleyen çıkmıyor. Yaşlı bunak yine deli deli konuşuyor diyorlar. O yüzden gözüm gördüğü elim erdiğince kıyıda kalıp tekneye ve ağlara yakın durmaya çabalıyorum. Kader aynı kader ama sanırım yavaşlatmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. Ne edelim? Buna da şükür…

Ayağa kalktı. Onarımı tamamladığı elindeki ağı kenardaki askıya tutturdu. Balıkçının ayağa kalktığını gören limanın kedileri bir umut yanına gitse de ağların kuru ve boş olduğunu görünce sığındıkları gölgeye geri döndüler. Anne kedi ise hiç istifini bozmadan yavrularını emzirmeyi sürdürdü.

Balıkçı az ötedeki bir başka ağ grubuna yönelip onarmaya başladı.

Limanda gezinip bir kaç fotoğraf daha çektim.

Sonra yola koyulmam gerektiğini hatırlayıp balıkçının yanına dönüp izin istedim.

Balıkçı kafasını kaldırıp yine o donuk yüz ifadesiyle bir süre bana baktı. Elinin tersiyle hadi git dercesine bir hareket yaptı.

Buradan bakınca ömür balık için denize açılmaya benziyor. Pek bereketli olmasa da açıldığın deniz ömrün oluyor. Karada kalırsan hep başkalarının ömrüne bulanıyor, başkalarının hayatına razı oluyorsun. Hadi git artık, sana da rasgelsin”  diyerek uğurladı.

Dedim ya;  bilge bir balıkçı tanıdım.

Her şeyin kıyısında ayaküstü de olsa hayatı anlattı…

Bu da öyle hatırlanası bir gün oldu.

Mehmet Uhri