ENDÜLÜS NOTLAR -3 JAKARANDANIN GÖLGESİNDE SEVILLA

jakaranda-1

Uzun ve fazlasıyla şaşırtıcı bir muhabbet olmuştu. Konuştuğum o koca Jakaranda ağacının yanından ayrılırken “Unutma, kim ne anlatırsa ve nasıl anlatırsa anlatsın bu coğrafyada yaşananlar insanların korkularını gizleyebilmek uğruna dışarıda güvenli sınır arayışından başka bir şey değil. Yolun açık olsun…” Demişti.

En iyisi başından anlatayım.

Endülüs yolculuğumuzda Sevilla’ya ulaşmış, hayli sıcak ve güneşli bir havada eski şehrin dar sokaklarını döne dolaşa arşınlamış hayli yorulmuştum. İlk bakışta şehrin dışa dönüklüğü, kalabalık ve hayli konuşkan insanları, aydınlık sokakları dikkati çekiyordu.

Kalabalık ve konuşan insan sesleri ile dolu katedral meydanında günün yorgunluğunu bir nebze gidermek için gölgesine sığındığım ağacı fark edip “Yine mi sen?” diye seslenmiş ağaçtan gelen “Ne oldu beğenemedin mi?” yanıtı ile konuşan bir ağaca denk geldiğimi anlamıştım. Meydanın eflatun renkte çiçekler açan birkaç yalnız ağacından biriydi. Yorgunluktan kimseye cevap verecek halim olmasa da ağacın anlatacakları vardı.

O anlattı ben dinledim. Arada sorular sordum. Hepsi bu.

Gerçekten de ağaç hiç yabancı gelmemişti. Endülüs coğrafyasında her şehirde karşılaşmış garip bir takip ediliyor hissine kapılmış, anlam verememiştim. Hani pek öyle paranoyalarım olmasa da çokça karşıma çıkan ve birbirine hayli benzeyen eflatun renkli çiçekleriyle dikkat çeken ağaçlar tarafından takip ediliyor hissinden doğrusu kendimi alamamıştım. Yöreye özel ağaçların varlığı şehirleri daha sıcak ve sevecen yapıyor diye düşünmüştüm.

jakaranda-3

Endülüs şehirlerinin meydanlarında, bulvarlarında kocaman şemsiye gibi yer kaplayan ve Jakaranda ağaçlarından söz ediyorum. Ağaç, coğrafi keşifler sırasında Güney Amerika’dan getirilip İspanya şehirlerinde özellikle iklimi uygun bulunan Endülüs coğrafyasında pek çok şehirde kendine yer bulmuştu.

Yani bir anlamda o da bölge halkları gibi göçmendi.

Zaman içinde her göç eden gibi göçmenliğini gizleyip bulunduğu yeri sahiplenmiş olsa da Sevilla katedral meydanında altına oturup soluklandığım Jakaranda ağacı anlattıklarıyla bulunduğum coğrafyanın gizlediği başka bir dünyaya ışık tuttu.

Önce ağaç “Nesin sen? Nereden geldin? Burada ne arıyorsun?” diye sordu. Doğrusu kolay sorular değildi. İstanbul’dan geldiğimi, ne olduğumdan pek emin olamadığımı ve ruhumu gezdirmek için buralarda olduğumu anlatıp soruları geçiştirmeye çalıştım. Aynı soruları ona yönelttiğimde bir süre yanıt vermedi. Sonra sıradan bir ağaç olduğunu, Arjantin’den getirilip buralara ekildiğini ve herkes kadar göçmen, herkes kadar buralı olduğu yanıtını verdi. Görünüşüne, duruşuna, çiçeklerine biraz iltifat edince dili açıldı.

- Görünüşe bakılırsa sen de pek çoğu gibi buraların tarihini okuyup neler olmuş bitmiş öğrenip gelenlerdensin. Okuduklarını unut buraları bir de benden dinle…

- Okuduğum kadarıyla burası insanların gelip geçtiği, kalıcı olarak tutunmayı başaramadığı bir coğrafya. O nedenle kimse sahiplenememiş el değiştirdikçe oradan oraya, kimlikten kimliğe sürüklenmiş ve hep savaşlar yaşamış.

- Geç onları. Okudukların hikâye. Hepsi kimin toprağına kimin gelip, ötekini nasıl yok ettiğini anlatan ve yazana göre değişen anlatılar. Herkes bir yönden haklı bir yönden de mağdur. Zamanın varsa ben sana işin aslını anlatayım.

- Sen de kendine göre bir tarih yazacak hikâye uyduracaksın öyleyse.

- Önyargılı olma. Ben sana insanı anlatacağım. Dinle hele. Sonra hikâye mi rivayet mi ne olduğuna kendin karar verirsin.

Bu sözlerden sonra o sıcakta gölgesine sığındığım Jakaranda ağacı kendince insanı ve insanlığı anlattı. Doğrusu aynaya bakmak şaşırtıcı olduğu kadar can sıkıcıydı.

Sözlerine “insanı bu hale getiren tam olamayışı” diyerek başladı.

- Ne de olsa doğaya eksik bakıma muhtaç gelen bir canlı. Bu nedenle kendini hiçbir zaman yeterince güvende hissedemiyor. Bitmek bilmez güvenlik arayışı hep bir sınır arayışına dönüşüyor. Güven içinde yaşayabileceği bir alan bulmadan rahat edemiyor, huzursuz oluyor. Öngörülebilir bir hayat için kendine hep sınır arıyor. Sınırsız veya sonsuz kavramını aklı almıyor. Çocuklarını da böyle yetiştiriyor.

- Eeee. Ne var bunda? Hep böyle değil mi?

- Doğaya bir bak bakalım. Böyle sürekli huzursuz, kafasında kötü şeyler olacak beklentisi ile dolaşan başka canlı var mı?

- İyi de böyle davranması son derece akılcı değil mi? Yine de bunda ne kötülük var anlamadım.

- Ben de çok safım. Bir insana özünde sorunlu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bak şimdi konuşmaya başladığımızdan beri benimle bir kadınla konuşur gibi nazik ve iltifat ederek konuşmaya özen gösteriyorsun. Doğru mu?

- Ne bileyim? Doğru herhalde. Hem öyleyse bile bu ne anlama geliyor?

- Yahu ben bir ağacım ve cinsiyetim olması gerekmiyor ama madem “biriyle” konuşuyorsun kime göre neye göre konuşmak gerektiğinin sınırını baştan çiziyor ve bana dişilik atfediyorsun. Yani bir sınır belirlemeden konuşmaya cesaret bile edemiyorsun. Sınır görmeden kendini güvende hissedemiyor. Beni Güney Amerika’dan getirip bu meydana gözünün önüne koyan da aynı insan. Kendini nerede güvende hissediyorsa oraya kendi hapishanesini yapıp içine girmeyi marifet sanıyor. Güvenlik alanları, odacıklar inşa ettiği yetmiyor bir de onları sahiplenmeye kalkıyor.

- Daha neler?

- Dahası da var. Sahiplendiği odaların gerçekte hapishane olduğunu görmek yerine güvenlik ve konfor alanı olduğunu düşünüyor. Baktığında ağaçların toprağa esir olduğunu görüyor da inşa edip içine girdiği hapishaneyi, içinde bulunduğu mahkûmiyeti görmüyor, görse de gözlerini kaçırıyor.

- İyi de çevrene bir bak. Bu meydanda bile her türden her milletten insan bir araya gelip mutlu mesut bir arada yaşıyor. Konuşuyor, sohbet ediyor özgürce dolaşıyor. Neden bu kadar kötü olsun ki?

- Konuşuyorlar, evet. Kendilerine bedenlerini sokacak güvenli alanlar, odalar, hapishaneler inşa ettikleri yetmedi düşüncelerini de sınırlayıp kontrol almaya çalışıyorlar.

- Nasıl yapıyorlar bunu? Anlamadım.

- Anlamazsın elbet. İnsan neden konuşur, dil neden var sanıyorsun. En başından beri savunma güdüsüyle aradığı o sınır, düşünce söz konusu olunca dile dönüşmüş olamaz mı? Konuşarak düşündüğüne göre dil de sınırları önceden belirlenmiş bir düşünce hapishanesine benzemiyor mu?

Ağacın altına oturduğumda beden olarak yorgun ve bitkindim. Jakaranda anlattıkça bitkinliğin beynime de sıçradığını hissetsem de ağacın baktığı yerden dünyaya hiç bakmadığımı düşünüp anlamaya gayret ediyordum.

- Dur bir dakika. Doğru mu anladım. Dil de düşüncenin hapishanesi mi oluyor dedin?

- Sana insanı anlatacağımı söylemiştim. İnsan böyle bir canlı işte. Nerede olursa olsun önce sınır görmeye, yoksa da kendince sınır çizmeye çalışıyor. Sonra o sınırların içinde özgürce yaşadığına inanıp çevresindekileri de inandırıyor. Sınırın olduğu yerin hapishane anlamına geleceğini bilse de ne yapıp edip o hapishaneyi görünmez kılmak için o alan içinde gerçek hapishaneye benzeyen odacıklar inşa ediyor. Sonra da o hapishanede olmadığı için özgür olduğuna inanıyor.

- İyi de çevrene bir baksana. Herkes kendince mutlu ve huzurlu. Her şey yolunda görünmüyor mu?

- Görünüyor mu? Hadi canım sen de… Bir çocuk gibi oyun oynamayı seviyor ve devasa bir oyunu oynamayı hayat sanıyorsunuz.

- Peki, anlattıklarının bulunduğumuz coğrafyayla ne ilgisi var?

- Yahu görmüyor musun üzerinde bulunduğun topraklar insanların kıtalar arasında gelip geçtiği bir köprü. Köprülerin ne sahibi olur ne de güvenliği. Her gelen kendince güvenlik alanı oluşturmak için ötekileri kendinden uzaklaştıracak önlemler almaya çalışmış. Olmamış. Kendini güvende hissedecek sınırı bulamayınca hep bir düşman aramış. Bu topraklarda sınır hep başkaları, ötekiler olmuş. Vizigotlar Romalıları, Emevîler Vizigotlar’ı, Haçlılar Müslümanları, Kralcılar Cumhuriyetçileri, insanlar insanları düşman bilmiş. Şimdi bu topraklarda kime sorsan ne olduğunu kim olduğunu anlatmakta zorlanır ama ne ya da kim olmadığını hiç kuşku duymadan sıralayıverir.

- Yani?..

- Bu toprakların o uzun uzun anlatılan tarihi aradığı sınırı bulamadığı için kendini güvende hissedemeyen, korkak ve huzursuz insanların tarihi. Ne olduğu, kim olduğu veya kimlerden olduğunun hiç önemi yok. Hepsi aynı insanı anlatıyor.

Bilge Jakaranda ağacı kafasında olayları çözmüş görünüyordu. Açıkçası aklım o kadar karışmıştı ki nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Ancak bilge bir ağaç bulmanın heyecanı ile sorular sorarak konuşturmalıyım diye düşündüm.

- Az önce söyledin ama anlamadım. Seni Arjantin’den getirip buraya diken insanın derdi veya amacı neydi.

- Arjantin dediğin de sınırları belirlenmiş bir başka güvenlik alanı veya hapishane. Coğrafi keşiflerin amacının ne olduğunu sanıyorsun? Para kazanmak mı? Hıh… O keşifleri yapanlar da bilinen sınırların ötesine bakmaya çalışıyor, yeni sınırlar arıyordu. Buldukları coğrafyalarda oluşturdukları kendi güvenlik ve konfor alanlarında ne varsa yanlarına alıp yola çıktıkları bu topraklara getirip yine kendilerini güvende hissetmeye çabalıyordu. Bizleri Güney Amerika’dan getirip buralara ekenler de orada buldukları güvenlik ve konforu kendilerince yanlarında getirmişti.

- İyi de herkes göçmen olunca bunun ne anlamı kalıyor.

- Bak şimdi biraz kafan çalışmaya başladı. Bizlere Arjantin’den geldiğimiz için göçmen ağaç diyorlar. Beş yüz yıldan beri bu topraklarda olmak bile buralı olmak için yetmiyor. Bu topraklarda kimse kalıcı değil. Güçlü olan bir süre kontrol etse de kimse huzurlu değil. Güçlü olanın bile korktuğu, kendini güvende hissetmediği topraklardasın.

- İyi de nasıl yapacağız. İnsan bu sorunu nasıl aşacak? Hep böyle mi gidecek?

- Bu kafayla bir şeylerin değişeceğine inanmak saflık olur. İnsan önce kendini görecek, bedenini tanıyacak. Saldırganlık ve cinsellik dürtülerinin bir nebze farkında olup kontrol ederek sosyalleşmeyi başarmış olsa da içine doğup büyüdüğü ve farkında olmadan içselleştirdiği kültürün oluşturduğu sınırsız sahiplenme ve yine sınırsız konuşma dürtülerini fark edecek.

- Bunların farkına varması işe yarayacak mı?

- Görmezden gelmekle gelinen nokta ortada olduğuna göre bir yerden başlamak gerekiyor.

- Yoksa?

- Yoksa insan kendini bu dürtüleri ile yiyip bitirecek. Yaşayıp ölecek, yerine yenileri gelecek sahiplenme ve konuşma iştahları yüzünden ne yaşadığını bile anlamadan öylece kendini tekrar edecek ve gidişe bakılırsa doğa ile birlikte kendini de yok edecek. Sözgelimi şu koca meydanda “sahipsiz” kedi köpek olmaması bile anlayana çok şey anlatıyor ama durum şimdilik ümitsiz görünüyor.

jakaranda-2

(Photo by İrem ONUR)

Sevilla katedral meydanında Jakaranda ağacının altında öylece kala kalmıştım. Aynaya bakmak hiç bu kadar zor gelmemişti. Çevremde koşuşturan çocuklara ve onları kontrol etmeye çalışan ailelerine bakıp “Ne çok şeyi farkında olmadan yapıyoruz?” diye düşündüm.

Jakaranda söyleyeceğini söylemiş susmuştu.

Bir süre daha ağacın gölgesinde kalıp dinlendikten sonra ayağa kalkıp ağacın gövdesine sarıldım. Bunca soruna yol açıp hiçbir şeyin farkında olmayan insanlara katlanmak zorunda olduğu için üzgün olduğumu söyledim.

Cevap vermedi.

Yola devam etmem gerektiğini söyleyince son bir kez sesini yükseltip; “Unutma, kim ne anlatırsa ve nasıl anlatırsa anlatsın bu coğrafyada yaşananlar insanların korkularını gizleyebilmek uğruna dışarıda güvenli sınır arayışından başka bir şey değil. Yolun açık olsun” Dedi.

Sevilla katedral meydanında tüm görkemiyle yalnız başına duran bilge Jakaranda ağacına son bir kez daha sarıldım.

Sonra…

Sonrası ama öyle ama böyle yine bir yolculuk oldu…

Mehmet Uhri

Leave a Reply