Archive for Mart, 2009

Yasemin ve Manolya

Çarşamba, Mart 18th, 2009

Sayın okuyucu, bu anlatıyı aşağıdaki linke tıklayarak Şevval Sam’ın sesinden “Kimseye etmem şikayet” şarkısı eşliğinde dinleyebilirsiniz.

ispanya-2006-188115-kimseye-etmem-sikayet

M.U.

 

Derinden gelen yasemin kokusunu izleyerek bulmuştum Sinan ustanın oyuncakçı dükkanını. İspanya?da Barselona yakınlarındaki şirin Girona kentindeydik. Kent, gelmekte olan sıcak yazı karşılamaya hazırlanıyordu. Meydan ve yolları süsleyen görkemli manolyalar çiçeğe durmuştu. Manolya kokuyordu şehrin dar sokakları. Eski Yahudi mahallesinden inen sokağın şehir meydanına açıldığı köşedeydi Sinan ustanın dükkanı. Vitrinin iki yanını saran yaseminler ?biz de buradayız? der gibi kokuyordu.

Küçük kızımın sürüklemesi ile girdik dükkana. Ortalık el yapımı tahta oyuncaklar ile doluydu. Dükkanın iç kısmı atölye olarak kullanılıyor, oyuncaklar orada yapılıp ön kısımda satışa sunuluyordu.

Dükkan sahibi elindeki tahta oyuncağı boyamakla meşguldü. Bizimle ilgilenmedi. Yanındaki teypten ?Kimseye etmem şikayet ağlarım ben halime? şarkısı çalıyor usta da mırıldanarak eşlik ediyordu. Girona?da bir Türk dükkanındaydık. Kızım oyuncaklar ile ilgilenirken ustanın yanına gidip ?İyi günler, kolay gelsin? dedim. Arkasını dönüp gözlüklerinin üstünden dikkatlice baktı;

-         İstanbul?dan mı?

-         Evet. Çok mu belli oluyor?

-         Bilmem öylesine attım. Belki de İstanbul hasretidir, kim bilir?

Oturmamı işaret etti. Elindeki oyuncağın boyamasını bitirene kadar konuşmadı.

-         Çay alır mısın? Yeni demledim.

-         Çok memnun olurum.

-         Öyleyse dışarıdan 3-5 yasemin çiçeği kopar getir de çayımızı taçlandıralım.

Anlamamıştım. Ama yine de kopardığım yaseminleri masaya bıraktım. Yaseminleri sudan geçirip demliğe bıraktı. ?Demlendikten sonra çaya yasemin atarsan çok lezzetli olur? dedi. Gerçekten de çay, yaseminlerle farklı lezzet ve koku kazanmıştı. Oturup laflayınca oyuncakçı Sinan ustanın siyasi olaylar nedeniyle ihtilalden sonra ülkeyi terk edip kaçak yaşadığını, vatandaşlıktan çıkarıldığını, geri dönemediğini, mülteci olarak sığındığı İspanya?dan vatandaşlık hakkı kazandığını öğrendim. Baba mesleği marangozluğu kullanarak oyuncak imali ile başladığı işi büyüterek bu dükkanda sürdürdüğünü anlattı.

-         Ülkeden kaçınca her yerde yabancıydım. Yabancılık hep sürdü. Burada da insanlar kendilerinden görmek istemediler, beni. Bir tek çocuklar yapmadı o ayırımı, sevgilerini esirgemediler. O yüzden oyuncakçı oldum. Onlar için yapıyorum bunları. Onların sevinciyle mutlu oluyor, yalnızlığımı unutuyorum.

-         Ülke hasretine alışabildiniz mi?

-         Unutamadığın sürece alışmak da mümkün  olmuyor. Birkaç kez geri dönmeye niyetlendim ama yapamadım. Eskinin acıları geldi aklıma. Canımı zor kurtardığımı hatırladım. Tekrar başlamaktan korktum. 

-         Peki, neden özellikle bu kent, neden Girona?

-         Manolyalar yüzünden diyebilirim. Geldiğimde her yer, her şey yabancıydı. Bir tek, buranın manolyaları ülkem gibi kokuyordu. Daha öteye gidemedim. Kaldım buralarda.

ispanya-2006-1941Daha sonra şehrin hemen her yerini süsleyen manolya ağaçlarının yıllardır şehrin genç kızları tarafından ekildiğini, bu topraklarda manolya eken kızların aşka tutulacağına olan inanç yüzünden her gelinlik kızın manolya fidanı diktiğini anlattı. Meydandaki görkemli manolya ağacını gösterdi.

-         Bizde olduğu gibi, hayırlı kısmet değil aradıkları, aşka tutulmayı diliyor buranın genç kızları. Ağaç da ağaç hani. Çiçeğindeki şu güzelliğe, gurura, zarifliğe bak. Yaprakların çiçekler önünde saygı ile eğilişine dikkat et. Küçük bir kusuru var bu çiçeklerin, o da kusur sayılırsa.

-         Nedir bu kusur dediğiniz?

-         Çok güzel kokar ama koklatmaz kendini, manolya. Çiçeğini kokladığında solar ve kararır. ?Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam? şarkısını hatırlarsın. Boşuna değildir bu sözler.

Sinan usta çayları tazelerken kızım sevimli kedi biçimindeki oyuncağı gözüne kestirmiş, elinden bırakmıyordu. Geziye birlikte çıktığımız grup meydanda toplanmaya başlamıştı. Hareket saatimiz yaklaşıyordu. İkinci çayı hızlıca içerken dışarıdaki yaseminleri işaret ederek ?Yaseminleriniz de çok güzel. Kokusuyla bizi yanına çağırdı sanki. Bunlar da sizin için özel olsa gerek? diye üsteledim. Kederlendi, hüzün çöktü yüzüne. Eliyle anlatması uzun sürer gibi hareket yaptı.

-         Ülkeden kaçtığımda ayrıldığım ve bir daha haber alamadığım sevgilimin adıdır, Yasemin. O da benim gibi ülke dışına kaçmak zoruna kaldı. Bir daha görüşüp, kavuşamadık. Manolyayı onun sayesinde tanımış onunla sevmiştim. Çok severdi, manolya ağacını seyretmeyi. Burada yanımda olsun, bu güzelim manolyaları seyretsin diye ektim o yaseminleri.

-         Hiç haber almadınız mı, sevgilinizden?

Ayağa kalkıp camın önüne yaseminlere doğru yürüdü. İç çekerek, ?Kim bilir neredesin, kimlesin koklamaya kıyamadığım?? diyerek öylece bir süre durdu, Sinan usta. Sanırım gözleri dolmuştu ve böyle görünmek istemiyordu. Sonra kızımın yanına gidip elindeki oyuncağı işaret ederek ?bu küçük kedicik seni çok sevmiş, seninle kalmak, oynamak istiyor. İzin verir misin? diye sordu. Kızımın gözleri parladı. Ücret teklif ettim, almadı. Dükkandan ayrılırken Sinan ustanın teybin düğmesine uzanıp ?Kimseye etmem şikayet, ağlarım ben halime? şarkısını yeniden başlattığını duydum. Kapıdaki yaseminlerin kokusu sevgi dolu uğurlama gibiydi, sanki. Girona kenti sıcak bir yaza daha hazırlanıyordu.

 

Perdesiz Evler

Çarşamba, Mart 18th, 2009

c9124_mega_evleri_kagithane_de_330_bin_tl_ye_3_1___04_11_2010__16_53_25Kavşakta trafik ışığının kırmızıya dönmesi ile yavaşlayarak durdum. Arkamdaki araç ise duramadı ve çarpıştık. İlk şaşkınlığı atlattıktan sonra motoru durdurup aşağı indim. Arka tamponum kırılmıştı. Çarpan araçta ise hasar büyük görünüyordu. Aracın şoförü iyi giyimli yaşlı beyefendi heyecanlanmıştı. Telaşla arabasından indi. Bu arada yanımızdan akmaya devam eden trafikte az daha bir aracın altında kalıyordu. Beti benzi atmıştı. Koluna girip kaldırıma çıkarmamla yere yığıldı. Gömleğini açıp kemerini gevşettim. Ayaklarını yukarı kaldırıp nabzını kontrol ettim. Kısa sürede toparladı. Ayağa kalkmaya çalıştı. Koluna girip yol kenarındaki çay bahçesine kadar eşlik ettim. Bir bardak su içti. Konuşmadan, öylece arabasına baktı. Haber verip polis beklemeye başladık. Bu arada sigorta şirketlerimizi aradık. Yakınlarına haber vermek istedim ?gerek yok telaşlandırmayalım bizimkileri? diyerek engel oldu. Beyazlamış saçları, birkaç günlük sakalı ve yüzündeki derin kırışıkları ile hayatı dolu yaşamış birine benziyordu. Kaza nedeniyle ilk anda yaşadığım korku, şaşkınlık ve işlerimden geri kalmamın verdiği sıkıntı çay bahçesinde içtiğimiz ilk çaylar ile kaybolmuştu. Biraz konuşturup gevşemesini, rahatlamasını sağlamaya uğraşıyordum. Söze o başladı;

- Kusura bakmayın, çok üzgünüm sizi de işinizden ettim. Acele edeyim derken kazaya sebep oldum.

- Hepimize geçmiş olsun. Daha kötüsü olmadığına şükretmemiz gerekiyor. Sahi neydi size bu denli telaş ettiren, sakıncası yoksa öğrenebilir miyim?

Belli belirsiz gülümsedi. Çayını yudumladı.

- Bizim mahallenin ilkokulunun basketbol ve voleybol takımına forma sözüm vardı. Onları yetiştirmem gerekiyordu. Çocuklar maça çıkacak, forma bekliyorlar.

Daha sonra doğma büyüme İstanbul Şehreminili olduğunu, perdecilik yaptığını, işleri oğluna devredip emekli olduğunu anlattı. Birkaç yıl önce şehrin lüks semtlerinden birinde yeni yapılmış siteye taşındığından, ancak eski mahallesini bırakamadığından dem vurdu. Arada sırada gittiği mahalle kahvesinde ilkokulun spor malzemesi gereksinimi olduğunu öğrenince yardımcı olmak isteyip yaptırdığı forma ve eşofmanları yetiştirme telaşında olduğundan söz etti.

- Madem bu kadar özlüyorsunuz mahallenizi, neden taşındınız o zaman?

- Hiç sormayın. Önce eşim, sonra çocuklar ısrarla taşınmak istediler. Evin mutfağı küçükmüş, otoparkı yokmuş, muhit iyi değilmiş, kendilerini güvende hissetmiyorlarmış, nefes alacak yeri yokmuş diyerek yıllarca kafamın etini yediler. En sonunda gönüllerine göre ev aldırdılar. Gün geldi taşındık güzelim mahallemizden.

- Taşındığınız yerden pek memnun değilmiş gibi konuşuyorsunuz.

Cevap vermeden önce bardağında kalan çayı yudumlayıp bitirdi. Az önceki solgun halinden eser kalmamış rengi yerine gelmişti. Kazanın şokunu atlatmış görünüyordu. Gelen ikinci çayın şekerini karıştırırken kaşlarını çatıp uzaklara, çok uzaklara bakıp konuşmayı sürdürdü.

- Bizimkiler çok mutlu. Sitenin her şeyi var. Manzarası, özel güvenliği, spor salonu, havuzu, seçkin insanları, yürüyüş alanları velhasıl istedikleri her şey. Bir tek perde yok.

- Ne güzel işte. Neyi yadırgadığınızı anlamadım doğrusu.

- Perde yok diyorum, evlerde perde yok.

- Bu ne anlama geliyor?

- Bir evde perde yoksa eğer, ya seni görebilecek insan yok veya kendini teşhir etme gereği duyuyorsun demektir, anlamıyor musun? Bizim site için her ikisi de geçerli. İnsan az, binalar hem uzak hem de birbirini görmüyor, garip bir yalnızlık hissediyorum. Böyle bir sitede yaşayanlar kendini farklı, özel hissetmeye çabalıyor, ona buna kendi hayatını göstermeyi de ihmal etmiyorlar. Satarken ev değil yaşam biçimi sattıklarını söyleyerek boyamışlardı gözlerimizi. Dünyanın parasını ödedik bu yalnızlığa. Şimdi konu komşudan vazgeçtim, aynı bina içinde birbirine görmeden yaşayan aileler olduk. Bir koşuşturmadır gidiyor, herkes meşgul, bir o kadar da yalnız.

- Siz alışamamışsınız bu hayata anlaşılan.

- Nasıl alışayım? Perdesiz ev mi olur? Hayatında diğer insanlara yer varsa araya perde koyarsın. Yalnızsan perdeye de ihtiyaç duymazsın. Çocukluğunun mahallesini, insanlarını görmeden, onların dertlerini sevinçlerini bilmeden nasıl mutlu olur insan? Onlar orada eksikli iken nasıl rahat nefes alır? İsimleri yazılı tertemiz forma ile maça çıkmanın gururunu o çocukların gözlerinde görmekten daha büyük mutluluk yok benim için. Geç kalmamam gerekiyor.

untitledBu arada gelen trafik polisi kaza zaptını tutmamıza yardımcı oldu. Çaylarımız bitirip çekicinin işini bitirmesini bekledik. Evine bırakmayı teklif ettim, kabul etmedi. Aklına koyduğunu yapmaya kararlı görünüyordu. Yoldan çevirdiğimiz taksiye bagajındaki formaları yüklemesine yardımcı oldum. Kazayı unutmuştu, gözleri parlıyor ?çocuklar formalarını bekliyor, maça çıkmadan yetiştirmem gerekiyor? diyordu.

Beyefendi ile tekrar karşılaşma fırsatım olmadı. O güne kadar özendiğim o görkemli sitelerin önünden geçerken hep o perdesiz evlere bakıyorum. Perdesiz olmanın anlamını, yalnızlığını bilmeyen o özel ama yalnız insanlara ve yaşadıkları lüks sitelere baktıkça bitmek bilmeyen kışa mahkum edilmiş ormanların suskunluğu geliyor gözlerimin önüne.

Mehmet Uhri

Pişti

Çarşamba, Mart 18th, 2009

pisti

Üç hekim arkadaş Ankara?ya gitmek için gece 23.30 da Haydarpaşa garından kalkan Fatih ekspresine binmiştik. Arkadaşlıklarımızın eskiliği ve uzun süredir bir araya gelememenin etkisi ile kimsenin uykusu yoktu. Yemekli vagondaydık. Hayat hepimiz için farklı yönlere akmıştı.

Öğrencilik yıllarında kaldığımız yerden muhabbete devam ediyor olabilmek hepimize mutluluk vermişti. Ortak noktalarımız azalmış olacak ki bir süre sonra muhabbet bitti. Daha İzmit?e bile varmamıştık.

Arkadaşım cebinden bir deste oyun kâğıdı çıkardı. Üç kişiydik ve dördüncü bulamazsak öğrencilik yıllarımızda gibi briç oynayamayacaktık.

Şöyle çevreme bakındım. İki masa ötemde kitap okuyan iyi giyimli yaşlı beyefendiyi gözüme kestirip briç oyunu için dördüncü olup olamayacağını sordum. Önce çekindi ama sanırım o da yolculuktan sıkılmıştı. Israr edince sevinerek kabul etti. Eski briç oyuncularındandı. Deklarasyonda zorlansak da oyunculuğu iyiydi. Bu arada beyefendinin yüksek yargıdan emekli olduğunu, İstanbul?da oturan oğlunu ziyaretten döndüğünü öğrendik.

Arifiye?ye yaklaştığımızda oyunda iki robber sonunda beraberlik vardı. Gecenin 01.30 u olmasına karşın kimsenin uykusu gelmemişti. Oyuna ara verdiğimizde emekli hâkim olan beyefendiye hukuk konusunda sorular sormaya dahası hukuk sisteminin hekimlik ve uygulamaları konusunda giderek daha çok hekimlerin üzerine geldiğinden yakındık.

Bizimki sesini çıkarmadan yakınmalarımızı dinledi.

Sonra elindeki oyun kâğıtlarını masaya bırakıp ?Yüzümüz batıya döndü ama hukukumuzu Batılılaştıramadık. Dahası hukuku ticarileştirmeye de başladık. Bütün bu sıkıntılar kaçınılmaz görünüyor? dedi. Hukuk anlayışının insanların vicdanındaki adalet beklentisi ile ortaya çıktığını, özgürlükler ile birlikte geliştiğini anlattı.

- Her toplum kendi yapısına ve özgürlükleri kazanma biçimine göre hukuk sistemini oluşturur. Bizler bu noktada Batı toplumlarından farklıyız.

- Sözünü ettiğiniz nasıl bir fark? Batının her türlü gerecini, kültürünü sahipleniyoruz da hukukuna yabancıyız, öyle mi?

Başını sallayarak ?aynen öyle? dedi. Sonra ?Belki şöyle anlatabilirim? diyerek masadaki oyun kâğıtlarını gösterdi.

- Her ülkenin geleneksel kâğıt oyunu farklıdır. Poker İngilizlerin oyunudur. Briç oyunu ise Fransızlar tarafından sahiplenilmiştir. Pokerde en değerli kâğıt kraliyet kalkanını ve kraliyeti simgeleyen kupadır. Sonra askerleri ve askeri gücü simgeleyen ok ucuna benzeyen simgesi ile Maça gelir. Kuzey Avrupa ticarethanelerinin kiremitleri ile simgelenen Karo üçüncü önemli kâğıttır ve ticari burjuvaziyi simgeler. Sinek en değersiz kâğıt olup üç yapraklı yonca ile simgelenen tarım kesiminde çalışanların karşılığıdır. Oyundaki isimleri de buradan gelir. Oyun bunlar arasında oynanır ve toplumun hukuk düzeni de bu anlayış üzerinde şekillenir.

- Fransa?da durum daha mı farklı?

- Fransızların geleneksel oyunu briçtir ve briçte de aynı sıralama geçerlidir. Sadece Fransız ihtilali ile askerler kraliyet temsilcilerini alaşağı etmiş kendileri üst sıraya geçmiştir. Bu nedenle Maça, briç oyununda Kupadan daha değerledir. Sinek her dönem en değersiz kâğıttır. Fransızların demokrasi geleneği bu oyunda daha belirgindir. Pokerin blöf geleneğinin tersine oyuncular ellerindeki kâğıdın gücünü konuşarak ifade ederler. Hukuk düzenleri de bu anlayış üzerine şekillenmiştir.

- Peki ya bizde durum neden farklı?

- Bir düşünün bakalım bizim geleneksel kâğıt oyunumuz nedir?

Birbirimize baktık. Tren Arifiye istasyonunda durduğunda ortalığa gecenin sessizliği çökmüştü. Yemekli vagon kapandığı için oyuna ve sohbete devam etmek için pulman bölümüne geçtik.

Bizimki oyun kâğıtlarını eline alıp sürdürdü sözlerini;

- Bu toprakların geleneksel kâğıt oyunu piştidir. Pişti oyununda kâğıtların cinsinin hiç önemi yoktur. Her kâğıt, oyunda pişti yapıp değerli hale gelebilir. Sınıflı olmayan toplumların oyunudur Pişti. Hukuk anlayışı, toplum yapısı da ona göredir.

- Nasıl yani?

- Bu toplumda herkes her mevkide görev alabilir. Bir çiftçi çocuğu bakan, başbakan hatta Cumhurbaşkanı olabilir. Hukuk anlayışı da sosyal statüden bağımsız olarak duruma yere zamana göre değişkenlik gösterebilir. Adamına göre hukuk, adamına göre ceza verilebilir. Bugün suç kabul edilen ertesi gün yüceltilebilir.

Çok eksiği olsa bile Batı hukuku yine de kendi norm ve formlarını oluşturmuştur. Öyle kolay esneyip bükülmez. Bizler bu hukuk anlayışımız ile nasıl AB ülkesi olacağız bilemiyorum.

Kafamız karışmıştı. Bir süre durup düşündük. Oyun kâğıtlarını çıkaran arkadaşım sözü aldı ve ?O zaman Batı toplumları hukuk sorunlarını çözmüş mü oluyor?? diye üsteledi. Bizim emekli hâkim oyuna geri dönelim gibilerinden işaret yaptı.

- Dedim ya, toplumlar özgürlükleri için ödedikleri bedele göre hukuk anlayışlarını geliştiriyorlar. Birkaç kuşak sonra özgürlüğün bedeli olduğunu unutup geri döndükleri de çok oluyor. Savaşlar da bu nedenle çıkıyor ya.

- Yani?

- Gördüğüm kadarıyla Batıdakiler tüketim toplumu olmanın da etkisiyle özgürlüğün bedel ödenmeden kendilerine sunulmuş hizmet olduğu sanısıyla yaşıyor. Bu yüzden de yaşanan her olumsuz durumda kendilerini çocuksu bir masumiyet, sorumsuzluk içinde hissediyorlar. Başlarına bir şey geldiğinde de bu kez kurban olduklarını düşünüp yine pasif duruş sergiliyorlar. Çabalamıyor, her şartta masumiyetin çekiciliğine, pasifliğine sığınıyorlar. Böylesi masumiyetin insan gerçeği ile bağdaşmadığını bile bile onların hukukçuları da oturup seyrediyor. Bu gidişleri de pek gidiş gibi gelmiyor bana. Her neyse, derin konular bunlar biz oyunumuza bakalım.

- Hukukun ticarileşmesi demiştiniz az önce. O ne demek?

- Siz hekimler daha iyi bilirsiniz bu sorunun yanıtını. Sağlık nasıl ticari meta haline geldiyse haklar da alınır satılır hale gelebilir ve geliyor demek. Adalet arayışı yerini ticari beklentilere bırakıyor demek. Konuşturmayın beni artık.

Oyuna geri döndüğümüzde hepimizin aklı karışmıştı. O gece neredeyse sabaha kadar sürdü oyunumuz. Şafağın alacası belirlemeye başladığında Polatlı?daydık. Bizim emekli hâkim yorulduğunu dinlenmek istediğini belirterek izin istedi, oyun için teşekkür etti.

Sincan yakınlarında doğan güneşi selamlayan siren sesi ile uyandım. Bizim ekip uyuyordu. Oyun kâğıtları ise ortalığa saçılmış yeni oyuncularını bekliyor gibiydi.

Mehmet Uhri

Papatyalar da gitti

Çarşamba, Mart 18th, 2009

papatyaO bahar sabahı boğaz havası almak isteyen pek çok İstanbullu gibi biz de trafiğe yakalanmıştık. Keşmekeşten kurtulmak için arabamızı Yeniköy?de bırakıp gelen ilk vapura atladık. Bindiğimiz vapur Rumeli ve Anadolu Kavaklarına gidiyordu. Güverte kenarına dışarıya oturmuştuk. Vapur henüz kalkmamıştı. Esen rüzgar kızımın şapkasını denize uçurdu. Kızımın söylenmesine fırsat bırakmadan yanımızdaki yaşlı beyefendi oltası ile uzanıp usta bir hareketle şapkayı sudan çıkardı ve uzattı. Teşekkür ettik.

Yeniköy sahili boyunca Sarıyer?e doğru yol alırken kızım, şapkasını sudan çıkaran beyefendinin kovasında yüzen balıklarla ilgileniyordu. Beyefendi kızımın az önce yol kenarından kopardığı iki tek papatyayı göstererek ?Papatyalar da gitti, terk etti buraları. Kolay bulunmuyor artık? dedi. Daha sonra İstanbul?un yerlisi olduğunu Ömerli yakınlarında mandracılık yaptığını, şehirde oturan oğlunu ve torununu ziyaretten döndüğünü anlattı. İstanbul?un son elli yılda inanılmaz büyüdüğünden yakındı.

-        Elli yıldır bekliyoruz, şehir köyümüze gelsin ve bizi de kalkındırsın, şehirli olalım diye.

-        Gelmedi mi şehir sizin oralara?

-        Geldi gelmesine ama beklediklerimizi vermedi ki, bize. Hep biz verdik kendimizden.

Sarıyer iskelesine yanaşıyorduk. İnen ve binenlerin gürültüsü telaşı oldu. Bizimki bir süre sustuktan sonra sürdürdü sözlerini;

-        Şehir büyüyüp köyümüzü de içine alsın diye beklerken hep kendimizden verdik. Önce ?Kıbrıs sorunu, şehirde karışıklık çıktı? dediler köyümüzün Rumları göçtü gitti. Şehirleşiyoruz, gelişiyoruz diye susup oturduk. Kaç yıllık komşularımızın gidişine ses çıkarmadık. Sonra gelip arazilerimizi satın aldılar. Ekip dikecek alan azaldı. Gençler iş bulmak için şehre yöneldi. Çocuklarımızı da elimizden aldı bu şehir.

-         Sonra?

-        Şehir gelecek, köylülükten kurtulup kentli olacağız diye hep sustuk. Devlet yol geçireceğim, baraj yapacağım diye arazilerimizi kamulaştırdı. Otlaklar da azaldı. Baba mesleği yoğurtçuluğu bırakmak zorunda kaldım.

-        Ama şehir sizin köye geldi değil mi?

-        Şehirli gelmesine geldi ama şehir geldi mi bilemem. Kendini duvarlar içine hapseden garip siteler kurdular köyün ötesinde. Kendi ağaçlarını bitkilerini getirip ektiler. Bu arada bizim köy kendinden vermeye devam etti. Yüzyıllık çeşmemiz kurudu. Hesabını bile soramadık.

Vapurumuz Sarıyer?den kıyı kıyı Rumeli kavağına doğru yönelince rüzgar sert esti. Paltolarımızın önünü ilikledik. ?Peki papatyalara ne oldu?? diye soracak oldum. Uzun uzun karşı tepelere baktı.

-        Gittiler beyim, hepsi gitti. Papatyanın Rumca ?koyun gözü? anlamına geldiğini komşumuz Vasil?in babasından öğrenmiştim. Önce Rumlar sonra koyunlar gitti. Sıra papatyalara geldi, herhalde. 

-        Hiç mi bulunmuyor?

-        Biraz var elbet. Ama eskiden şu karşı tepelerde diz boyu papatya biterdi. Böyle iki tek boynu bükük değil, sağlıklı papatyalardı. Rumlar gelin çiçeği olarak kullanır, gelinlere taç yapardı.

Sustu, gözleri buğulandı. ?Tazeyken ne de güzel kokar, papatyalar? diyecek oldum. Yüzünde acı bir gülümseme belirdi.

-        Ah beyim, kimse bilmez papatyanın neden koktuğunu. Dalında toprağında kokmaz bu papatya. Ne zaman ki koparırsın toprağından o zaman alırsın o kokuyu. Ölümün, can çekişmenin kokusudur, o. Köyümüze gelen şehir de sanki öylesi bir koku getirdi beraberinde.

Bir süre sustu, boğaza bakındı. Vapur, Rumeli Kavağına yanaşıp yolcusunu aldı ve Anadolu kavağına doğru hareket etti. Kavaktaki hafta sonu kalabalığını gösterdi, bizimki.

-        Al işte, şehir geldi. Her yer şehir oldu. Kimse farkında değil, papatyaların gittiğinin. Kimseyi üzmüyor, rahatsız etmiyor onların yokluğu. Benden sonra onlar için üzülen de kalmayacak, sanırım. Belki de vadem doldu, papatyalardan sonra sıra bana geldi, kim bilir?

Vapurdan birlikte indik. Kavağın sokakları hayli kalabalıktı. Bizimki kızımın saçlarını okşadı ?sen yine de annen için papatya toplamayı ihmal etme, kenarda köşede bile olsa ara onları? dedi. Kovasını ve olta takımını yüklenip köyün yolunu tuttu.

Tutulma

Çarşamba, Mart 18th, 2009

imag0045

Hastamız yaşını almış din adamıydı.

Uzun süredir hastanemizde yatıyor ve bir süre daha da yatacak gibi görünüyordu.

Namaz saatlerinde hastanenin mescidine gitmek istemesi yüzünden bazen serviste sorun yaşanıyor, anlayış göstermeye çalışıyorduk. Kır saçları, tümüyle beyazlamış sakalı ve her zaman gülümseyen aydınlık yüzüyle yattığı koğuşa huzur getirdiği söylenebilirdi.

Bazı akşamlar hastalarımızı koğuşunda onunla muhabbet ederken buluyorduk. Hastalığı ilerlemişti. Durumun farkındaydı ve bu gerçeği kabullenmiş görünüyordu. O sabah odasında halini hatırını sorup dosyasına notlar alırken kolumu tuttu;


- Doktor bey, daha ne kadar sürecek bu çile?

- Elimizden geleni yapıyoruz, Allah’tan ümit kesilmez. Durumu biliyorsunuz.

- Biliyorum doktor bey. Biliyorum. Zamanında gayet iyi anlattınız. Kaçınılmaz gerçeği yaşamanın, üzerinde konuşmaktan çok daha zor olduğunu anca anladım, kusura bakmayın.

Derin bir iç çekti. Gözlüğünü takıp gazetesine döndü. Aynı günün akşamı nöbetçiydim. Odasına uğradığımda  hasta ve yakınlarından oluşan cemaatiyle yine muhabbetteydi. İzin isteyip yataklardan birine iliştim.

Hastalarımızdan biri toplumda doğruluk, dürüstlük, namus gibi erdemlerin terk edildiğinden söz ediyordu. Toplumun kirlendiğinden, bataklığa saplandığından, yeni neslin kaybedildiğinden yakındı. Bizimki sözünü kesmeden bekledi, sonra elini hastamızın omzuna koyup;

- Sizinle aynı fikirdeyim. Suyumuz kirlendi, çamura, batağa gömüldük. “Ne yapmalı? Neye tutunmalı?” diye ben de çok sordum kendime.

- Eeee, ne öneriyorsunuz?

- Bendeniz sorularımın yanıtını nilüfer çiçeğinde buldum. Nilüferi bilirsiniz, bataklık içinde, pis sularda yetişir ama her daim temiz, gururludur. Zamanı geldiğinde açar, sonra yerini diğerine bırakır. Her şeye rağmen nilüfer gibi temiz kalabilmek gerektiğini düşledim, istedim.

Odadakilerin suskunluğunu görünce sürdürdü sözlerini;

- Ortamın kirliliğini bahane edip üzerindeki çamuru temizlemek yerine, mazeret uydurmayı, çamura bulanıp kamufle olmayı, görünmemeyi seçenlere ne demeli? Önce bizler nilüfer çiçeği olabilmek için çalışmalıyız. Armut dibine düşer misali o beğenmediğin davranışları gençler kimden görüp uyguluyor zannediyorsun?

Az önce gençlerden, kirlenmeden yakınan hastamız “Peki ya din, din elden gitmiyor mu? Gençlerin bu hale gelmesinde dini unutmalarının, ibadeti terk etmelerinin rolü yok mu?” diye üsteledi.

Bizimki yüzündeki aydınlık ifade ile odadakilere baktı.

- Bu yaşa geldim, hayatımı dine adadım. Bu gözler, güzelliklerin yanı sıra din uğruna insanlara ne acılar çektirildiğini de gördü. Bugünkü halimize şükretmek gerekiyor ama yine de içim rahat değil.

- Ne yani, koskoca din adamı olarak dini gerçekleri beğenmiyor musun? Onları savunmayacak mısın?

- Beyim eskiden Allah’ın gerçek olduğuna inanır, bunu anlatırdım cemaate.

Bu sözler üzerine odada bulunanların irkildiğini, yüzlerinin asıldığını görebiliyordum. Birisi üsteledi;

- Ne yani gerçek olduğuna şimdi inanmıyor musun? Tövbe, tövbe…

- İnanıyorum elbet. Allah’ın gerçek olduğu kadar gerçeklerin de Allah olduğuna inanıyorum. Özellikle hastalanınca bunu dahi iyi anladım. Gerçek olmayanlar üzerine söylenen, kurgulanan, dayatılanların insanlara acı verdiğini, Allah’ın gerçeklerle birlikte olduğunu gördüm.

Kafalar karışmış görünüyordu. Sessizliğin uzun sürmesi üzerine açıklama gereksinimi duydu bizimki;

- Hepimiz hastalandığımız için buradayız. Bu bizim gerçeğimiz ve biraz da kaderimiz. Allah’a şükürler olsun ki bizi bu muhabbette bir araya getirdi. Kendi gerçeğimiz ile onu görüp, anlamaya çabalıyoruz. Her şeyi istediğimiz gibi yapamayacağımızı biliyoruz, ama bu durum gerçeklerin ardındaki Allah’ı unuttuğumuz anlamına da gelmemeli.

Odadaki görece daha genç hastalardan biri “Peki ama neden Allah insanlardan uzaklaşmış gibi görünüyor öyleyse?” diye üsteledi. Bizimki gülümsemekle yetindi. Camdan dışarıyı gökyüzünü gösterdi.

- Geçenlerde güneş tutulması yaşandı, hepimiz gördük. Tutulan güneş miydi gerçekten? Güneş olduğu yerde duruyordu. Sorun güneşle gözümüzün arasında bir yerlerdeydi. O senin ifade etmeye çalıştıkların da böylesi bir tutulmayı andırıyor olmasın? Korkma, sabırla bekle her tutulmada olduğu gibi bu da gelir geçer.

Bu sözlerin ardından bana bakıp “?Umarım o günü hepimiz görürüz” dedi. Odadaki sessizliği elinde ilaçlarla odaya giren hemşire hanım bozdu. İzin isteyip yanlarından ayrıldım. Servise akşamın sessizliği çökmüştü. O akşam nasıl geçti hatırlamıyorum. Sabah pırıl pırıl güneş ile başlayan gün geride kalanlardan daha aydınlık bir güne başladığımızı işaret ediyor gibiydi.

Çerçevesiz

Çarşamba, Mart 18th, 2009

galeri2

 

Yaşlı bayan hastamız ve ona refakat eden kocası uzun süre hastanemizde tedavi görmüştü. İyi anlaşmıştık. Karı kocanın hastane ortamındaki dayanışması, sevgisi hepimizi olumlu etkilemişti. Emekli resim öğretmeni olduklarını, Üsküdar?da resim atölyesi ve çerçeveci dükkanı işlettiklerinden söz edip adres bırakmışlardı.

Üsküdar Ahmediye ara sokaklarında sora sora buldum söz ettikleri dükkanı. Elimde çerçevesi eskimiş iki resim ile dükkana girdiğimde hemen tanıdılar. Dükkanda her yer resim ve çerçeve malzemeleri ile doluydu. Ortada duran eski ahşap koltuğa oturdum. Kendileri de tabure çektiler. Sıcak davrandılar. Hal hatır sorup hastalıklarının durumu ile ilgilendim. Elimdeki resimlerin çerçevelerini tamir etmek veya yenilemek istediğimi söyledim. ?Tamam bakarız, biraz otur hele ? diyerek resimleri incelemeye koyuldular.

Sağlıkları yerindeydi birbirlerine olan sevgileri yine fark ediliyordu. Beyefendi ?çayları koyuyorum? diyerek kalktı. Köşede duran semavere uzandı. Semaverin yanında yerde eski bir gramofon ve taş plaklar gözüme çarptı. Hazırladığı çay bardaklarına porselen demlikten süzdüğü çayı koyup ikram etti. Semaverin tüten buharı, ortamın resimlere bürünmüş karmaşası, köşede şövalyesinde duran üstü örtülü muhtemelen bitmemiş resim, öbür yanda gramofonun varlığı bu sevgi dolu insanların kendi tarihleri ile birlikte yaşadığını düşündürüyordu.

Hanımefendi getirdiğim resimlerden birini inceleyip çerçevesinin tamir olamayacak kadar eskidiğini, yenilemek gerektiğini anlatarak uygun çerçeve aramaya yöneldi.

Beyefendi getirdiğim diğer resmi inceleyip beğendiğini belirten jest yaptı.

-         Resim güzel olmasına güzel ama çerçeve uymamış doğrusu.

-         Değiştirmek gerekecek o zaman çerçeveyi?

-         Bence hiç çerçeve olmasa daha iyi ama bir şeyler yapacağız artık.

Şaşkınlıkla ?çerçevesiz resim olur mu? O zaman aç kalırsınız? diye mırıldandım. Gülümsedi. Elindeki resmi göstererek;

-         Ressam zaten anlatmak istediklerini çerçeve ile sınırlamış, gayet de güzel olmuş. Çerçeveye gereksinim kalmamış ki. O senin sorunun.

-         O zaman resimleri neden çerçeveletiyor insanlar?

-         Güzel soru sordun. Şimdi bir de yanıtını vermeyi dene bakalım.

Ne de olsa emekli öğretmendi ve kendimi sınava tutulmuş gibi hissediyordum. Güzel görünsün, çıplak durmasın, resmi satın alan kendinden bir şeyler katsın gibi nedenler sıraladım. Başını olumlama anlamında salladı.

-         Çerçeve Farsça?dan dilimize girmiştir. ?Dört çubuk? anlamına gelir. Çerçevelemek ise dört tarafını çevirip kontrole almak, sahiplenmektir özünde.

-         Yani?

-         Yani, insanların o gizli muhafazakarlığını yansıtır. Hani o en ilerici geçinenlerde bile yeri geldiğinde ortaya çıkan tutuculuk var ya işte ondan söz ediyorum. Kimi sahiplenmek için çerçeveler resimlerini, kimi ise ressamın hayal gücünün duvarlara taşıp odaya yayılmasını önlemek için kullanır, çerçeveyi. Özünde hep korku, korunma ve sahiplenme vardır. Bir tür muhafazakarlık, işte.

-         Nedir bu gizli muhafazakarlık dediğiniz?

-         Farkında olmadan yaptığımız bir davranıştan söz ediyorum. Nedeni belirsiz korku, kendini güvende hissetme arayışı, belirsizliklerden kaçınma, değişime direnç ve bazen hoşgörüsüzlük. Her insanda az veya çok görmüyor muyuz bu davranışları?

Olumlama anlamında başımı sallayıp sustum. Çayımı yudumladım. ?Hep böyle muhafazakar mıydı insanoğlu?? diye üsteledim. Yerdeki taş plaklardan birini aldı ve üstünde yazanları okumamı rica etti. Plağın üstünde ?Mazi kalbimde bir yaradır. Okuyan Seyyan Hanım? yazıyordu. Anlamadığımı görünce taş plağı gramofona koyup kurdu ve çalmaya başladı. Sonra dönüp;

-         Yapıtın ne bestecisi, ne söz yazarı ne müzisyenleri tanıtılmamış. Sadece adı ve okuyanı önemliymiş o zamanlar. Kimse sahiplenme, çerçeveyi belirleme telaşında değilmiş. Bırakırlarmış müziğin nameleri gidebildiği yere kadar gitsin. Kimseyi ürkütmez, rahatsız da etmezmiş bu durum.

-         Sonra ne oldu da bugünlere geldik?

-         Zenginleştik. Zenginleştikçe korkularımız arttı. Sahiplenmenin sınırını koyamadık. Dışımız zenginleştikçe içimiz mi boşaldı ne? Bu yüzden, herkes birbirinden korkar oldu. Çerçevesiz yaşayamıyoruz artık. Herkesin bir çerçevesi var. Kiminin ki gönlünce geniş, kiminin ki dar, ama hep var.

Çayları doldurmak için tekrar semavere uzandı. İkinci çayları taş plağın arka yüzündeki yine Seyyan Hanım?dan ?Karşıyakalı? şarkısı eşliğinde içtik. Bu arada çerçevenin biri hazırlanmıştı. ?Beklersen diğerini de onarırız? dediler. Acelem olduğunu söyleyip çıktım. Bir kez daha o dükkana gelebilmek için küçük bir yalanı kendime çok görmedim doğrusu.  

Sahile indiğimde Güneş, tarihi yarımada üzerinde batmaya başlamıştı. Gün batımının o çerçevesiz güzelliğine dalıp gitmek geldi içimden. Sonra, esen poyrazın serinliğini, işlerimi bahane ettim, kalamadım orada. Kendi çerçeveme takıldım sanırım.   

Sahipsiz Makas

Çarşamba, Mart 18th, 2009

img_0450-450x337Israrla taburcu olup gitmek istiyordu, hastamız. ?Beni neden getirdiniz buraya, beni doktoruma geri götürün? diye kızına ve karısına söyleniyordu. Huysuz görünse de servisteki diğer hastalar ile ilişkilerinden öyle biri olmadığı anlaşılıyordu. Servis şefimiz iki gün daha kalması için zor ikna edebilmişti.

O akşamüstü hastamızı odasında bulamayınca kaçıp gitmesinden endişe edip telaşlandım. Bir süre sonra bahçede olduğu haberi geldi. Yanına gittiğimde hastanemizin bahçıvanı ile laflıyordu. Güneş batmış, hava kararmaya yüz tutmuştu. Serin olmadan içeri girmeyi teklif ettim. İtiraz etmedi. Bahçıvan ile el sıkışırken ?Dediğimi yapacaksın değil mi?? dedi. Bahçıvanımız hastanın omzuna dokunup; ?Merak etme, beyim. Bu benim işim? diye yanıtladı.

Bahçeden binaya girerken hastamızın dönemin tanınmış sosyete terzilerinden olduğunu ve servis şefimiz ile çocukluk arkadaşı olduklarını öğrendim. Seri giysi üretimleri ile birlikte terzilik mesleğinin sonunun geldiğinden, dükkanın masraflarını bile zor çıkardığından söz etti.

-         ?Çok çalıştın, biraz dinlen” dendiğinde, dinlenmek için ayağa kalkan aykırı bir meslek grubuydu, terziler. Ölçü alması, kesmesi, dikişi, telası, astarı provası hepsinden anlardık.

-         Sonra ne oldu?

-         Seri giysi üretimi ile bizim meslek öldü. Şimdi yine aynı ürünler yapılıyor ama o ürünü yapan fabrikalarda çalışanlar terzi olmaktan çıktı. Kullandıkları makine ile anılan yaratıklara döndüler. Makaslar sahipsiz kaldı, anlayacağın.

terziKoridoru yürümüş, asansörün gelmesini bekliyorduk. Ceketimi eliyle yokladı. Kumaşına, astarına baktı. ?Kumaşı gösteren astar ile arasına konan teladır. Ceketinin kumaşı iyi ama telası tutmamış, doktor bey. Eskinin usta terzileri böyle bir ceketi giydirmektense zararı göze alır, yeniden dikerdi? dedi.  

Bozulduğumu görünce sırtımı sıvazladı. Koluma girdi, asansöre bindik. Servise çıkana kadar konuşmadı. Servisin kapısında durup biraz soluklanmak istedi. Memleketimi, kaç yıllık hekim olduğumu sorguladı. Bir süre camdan dışarı baktı.

-         Sizin meslek de terzilik gibi yavaş yavaş yok oluyor, doktor bey.

-         Doktorluk için mi söylüyorsunuz?

-         Evet, doktorluk da terzilik gibi seri üretim ile kaybolup gidiyor, görmüyor musunuz?

Anlamamış gibi yüzüne bakmış olacağım ki, açıklama gereksinimi duydu.

-         Eskiden hekim dediğin insana bütün olarak bakar, teşhisini koyar tedavisini verirdi. Hastaneye yatsa bile hep aynı hekim ile muhatap olurdu. Hekim dediğin insana bakardı. Şimdilerde ise hastaneler fabrikaya döndü. Hekimler de hekimliği unutup kullandıkları cihaz ile anılır hale geldi.

-         Bu kanıya nasıl vardınız?

-         Örnek mi istiyorsun? Geçen gün mideme boru sokup bakan doktora ayağımdaki tırnak batmasını gösterdim. ?Kusura bakmayın yardımcı olamayacağım, ben endoskopistim? yanıtını aldım. Daha bir sürü örnek verebilirim. O yüzden durmak istemiyorum hastanenizde. Beni tanıyan bilen doktoruma gitmek, ondan gelecek şifayla yetinmek istiyorum.

?Ama burası çok daha gelişmiş sağlık hizmeti veriyor. En ileri teknolojiyi kullanıyor, haksızlık ediyorsunuz? diye üsteledim. Yüzünü ekşitip, ceketimi gösterdi.

-         Ceketinin kumaşı, astarı, kesimi, dikimi iyi görünüyor ama ekipten biri telayı düzgün yapamayınca ortaya çıkan ürün böyle çirkin oluyor. Herkes kendine düşen işi iyi yaptığı için üstüne alınmıyor, telayı kötü yapan da bir mazeret buluyor elbet. İşte sizin hastane de böyle çalışıyor. Ben de telacıya haksızlık etmiş oluyorum öyle mi?

-         Peki siz ne istiyorsunuz?

-         Ben terziyim. Diktiğim ürün ne olursa olsun başından sonuna ne yaptığımı bilir, önce kendime beğendirir öyle sunarım müşterime. Hekimimi de öyle isterim. Ama devrin değiştiğini de görüyorum. Yaptıklarım size teslimiyet, mağlubiyeti kabullenmek, teknolojiyi inkar gibi gelebilir ama bu bedeni bütün olarak sahiplenip tedavi etmeye çalışacak hekim arıyorum. Hala eski usul kıyafet diktiren, terzisini bırakmayan müşterilerim gibi olmak istiyorum. Var mı ötesi?

Odasına vardığımızda halsizleşmişti. Terliklerini çıkarıp uzanmasına yardımcı oldum. Teşekkür etti. Odadan çıkarken geri dönüp ?merakımı bağışlayın, az önce  bahçıvanımızdan ne istemiştiniz?? diye sordum. Biraz mahcup ifadeyle gülümsedi. Bahçeyi gösterip ?Bu mevsim Erguvan mevsimi. Bahçenizde Erguvan ağacı olmadığını gördüm. Olsaydı çiçekleriyle hastaların ruhunu aydınlatırdı. Bahçıvana erguvan fidesi alıp bahçeye ekmesi için biraz para verip ricacı oldum? dedi. İki gün sonra kendi isteği ile taburcu oldu, hastamız.

Yıllar geçti, onu bir daha görmedik. Telasını beğenmediği ceketi o günden beri giymiyorum. Ama, bu yıl bahçemizin bodur erguvanları her zamankinden daha erken durdu, çiçeğe. Nedense bahar erken geldi, bu yıl.   

Vazgeçebilmek

Çarşamba, Mart 18th, 2009

Derinden gelen Latin müziklerine takılıp bakındığımı görünce kafenin sahibesi ?aradığınız yer burası olmasın? diye sordu. O Pazar sabahı kafenin tahta masa ve sandalyeler ile dolu bahçesinde çayını yudumlayıp gazetesini okuyordu. ?Nereyi aradığımı bilmiyorum. Biraz dolaşmak istemiştim? diye yanıtladım.

Bahara hazırlanıyordu, Ankara. O sabah pussuz güneşli havayı görünce yollara vurmuştum. Denizin olmadığı, göz alabildiğine denizin görülmediği yerlerde hep aynı hisse kapılırdım. Tarifi zor tutsaklık, sıkıntı, gitmek isteyip de gidememe, bir tür yarı açık cezaevi eziyeti, sanki. Gerçi, tatil günleri gidilen alışveriş merkezlerinde de çok kez aynı hisse kapıldığım olmuştur.

?Dinlemeyi arzu ettiğiniz bir müzik varsa yardımcı olalım? dedi kafenin sahibesi. Kapının az ilerisinde duran dolabı gösterdi. Yüzlere ?CD? den oluşan koleksiyon vardı, dolapta. ?Charlie Haden, Missouri Sky albümü var mı?? diye sordum.

Birkaç dakika sonra istediğim namelerle kahvemi yudumluyor, kitabımı yanıma almadığıma hayıflanıyordum. Kafenin bahçesindeki çam ağacının güneşle yaptığı gölge oyunlarına dalmıştım. Yanımdaki masada üniversiteli olduğunu zannettiğim çift az önce çıktıkları film üzerine yüksek sesle tartışıyorlardı. Kız her fırsatta filmde yaşananlar ile ilişkileri arasında benzerlik kurmaya çabalıyordu. Delikanlı ise durumdan rahatsızlığını hissettirerek ?beni bu işe karıştırma, bu filmi görmeyi sen istedin? dedi. Sustular. Tatsızlık çıkacak gibi görünüyordu.  

Arka masada dört kişilik aile oturuyordu. Baba gazeteye, anne ise gazetenin ekine dalmıştı. Çocukların biri biriyle dalaşması olmasa ortalığa sessizlik hakim olacaktı.

Masadaki vazonun içinden yüzünü gösteren frezyanın kokusu geldi, esintiyle beraber. Kesilmiş olmasına rağmen canlı ama ecelini bekler hali vardı, frezyanın. Yine de tahta masalar, sandalyeler, çam ağacının görkemli gövdesi o frezyanın canlılığı kadar gerçek değildi sanki.  

Kanser hastalığı tanısı almış bir hastanın yakınının sözlerini anımsadım. ?Desene doktor bey, ağabeyim kesme çiçek gibi oldu. Vazoda tutup suyunu değiştireceksiniz. Gittiği kadar gidecek öyle mi?? demişti. Birilerine kesme çiçek hediye etmekten hep ürktüğümü düşündüm.

Frezyası, masaları, ağacı, müziği insanları ile sanki sahil kasabasında olduğum hissine kapılmıştım. Kafe sahibesini Ankara?nın içinde bu denli sahil ortamı oluşturabildiği için kutladım. Gülümsedi ve kafenin girişindeki ?Tenedos Music Shop? yazan tabelalarını gösterdi. Bozcaada?nın mitolojik adını Ankara?da görmek şaşırtıcıydı. Hanımefendi eşiyle beraber Bozcaada tutkunu olduklarını, ada ortamını yapay da olsa beraberlerinde getirdiklerini anlattı.

-         Burası bizim adamız. Ancak sera bitkisi gibi narin, köklenemiyor bir türlü. Malum, buraların havası karasal iklim. Bu iklimin insanı da karasal oluyor pek anlamıyorlar adalı olmaktan.

-         Bu karasal insan dediğiniz nasıl oluyor?

-         Hani denizin kıyısında yürür, bazen açılır gider veya açılıp gideceğini bilirsin de gitmezsin ya. Buraların insanında o yok. Kendini bırakıp açılmayı, uzaktan dışarıdan yaşamayı bilmiyor, aramıyorlar. Olanın çevresinde dolanıp sahipleniyor, vazgeçmeyi de bilmiyorlar. Karasallık böyle bir şey işte.

-         Peki ya Bozcaada. Oranın insanları nasıl?

-         Oraya zaten vazgeçmişler geliyor. Kendini ana karada bırakıp özgür ruhlarını gezdirmeye çıkaranların mekanı, Bozcaada. Kimse kimseyle uğraşmaz oralarda.

Bir kahve daha rica ettim. Yan masada oğlanla kız az önceki suskunluğu sevgiye dönüştürmüş el ele, yüz yüze bakışıyordu. Yanlarına sokulan tekir kedi kuyruğunu kızın sandalyesine sürtüp ilgi çekmeye çabalıyordu. Arka masada çocukların afacanlıkları ile artan hareketlilik hissediliyordu. En azından gazeteler kenara bırakılmıştı.  

Güneşin buluta girmesi ile esinti hızlandı. Masadaki frezyanın kokusu yine ada esintisi gibi yükseldi sonra kayboldu. Başlayan Nisan yağmurundan kaçıp kapalı alana doluştuk. Bir tek kızla oğlan kaldı dışarıda bir de masalardaki Frezyalar. El ele öylece durdular, yağmurda. O gün, vazgeçebilenler için adaya bahar gelmişti.   

Aşka Dair

Çarşamba, Mart 18th, 2009

Hastanenin kalabalık koridorunda hastalarımızdan birinin diğerine ?aşk dediğin şeyi bu kadar gözünde büyütmemelisin. Aşk bu dünyaya ait bir şey değil görmüyor musun? diye bağırdığını duydum. Sevdiğinden ayrıldığı için ilaç içerek intihar girişiminde bulunan, midesi yıkanarak kurtarılan genç kızı, yaşlı bayan hastamız hastane koridorunda bu sözler ile teselli etmeye çabalıyordu. Kız ağlamaya başlayınca saçını okşayıp ?daha yaşanacak çok şey var. Bu kadar çabuk vazgeçmemelisin? diyerek koluna girdi ve odalarına yöneldiler.

Hastanenin kalabalığı  ve keşmekeşi arasında bu sözleri daha önce de duyduğumu hatırladım. Tıp fakültesi son sınıfındaydım. 90 yaşını geçmiş emekli dahiliye uzmanı doktor ağabeyimiz rahatsızlığı nedeniyle üniversite hastanesine gelmişti. O yaşta biri için hastane koridorlarında gezinmek, tahlil, tetkik yaptırmak hayli güçtü. Servislerden birinden ödünç aldığım tekerli sandalye ile yardımcı olmaya çalışıyordum. Kan tahlilleri, röntgen, tomografi derken hastanenin bir ucundan diğerine koşturmuştuk.

Dahiliye servisine dönmüş tahlillerin sonuçlarını bekliyorduk. Doktor ağabeyimizi nüktedan, hoş sohbet biri olarak tanıyordum. Yorulmuştu. İlgime teşekkür etti. Bir süre dinlendikten sonra sorular sormaya, başladı. Kimlerden olduğumu, mezun olduğum okulu, neden doktor olmak istediğimi, ileride ne yapmayı planladığımı sorguladı. Öğrencilik ve gençliğin verdiği ateşlilik ile ilerisi için iddialı planlar sunmuş olacağım ki, elimi tuttu. Susturdu. Beni karşısına alıp gözlerimin içine baktı. ?Hayatı bu denli ciddiye almamalısın. Tamam yaşın genç, ideallerin olmalı ama hayatın da farkında olmalısın? dedi.

-         Siz ne tavsiye edersiniz?

-         Öğüt vermenin kimseye faydası yok. Nasıl olsa kimse dinlemez. Şimdiki aklım olsa gereksiz yere insanlarla veya kendimle uğraşmak yerine daha hoşgörülü daha boş vermiş olurdum. Yer, içer, gezer ve seks yapardım.

-         Bunlar için para kazanmak gerekmez mi?

-         Gerekir elbet ama olmasa da dert değil. Dünyada herkese yetecek kadar para var, görmüyor musun?

-         Yani?

-         Ye, iç, gez ve seks yap. Gerisini de boş ver.

Sustu. İkna edip etmediğini anlamak için gözlerime baktı. Açıkçası ikna olmamış, işin kolayına kaçtığını düşünüyordum. O sırada birlikte olduğum ve aşık olduğumu düşündüğüm kız arkadaşımdan da ayrılmıştım. Gönlüm yaralıydı. ?Peki ya aşk, aşk da mı olmamalı?? diye üsteledim. Gülümseyerek omzumu okşadı.

-         Aşk dediğin bu dünyaya ait değil ki. Biz onu öteki dünyadan devşirmişiz. Öte dünyaya göçtüğümüzde bunu daha iyi anlayacağız elbet.

-         Nasıl yani?

-         Aşk bu dünyaya ait değil diyorum. Hiçbir yere, konuma yerleşmiyor, her yerde sorun çıkarıyor görüyorsun. Aşkı bizler öte dünyadan devşirdik. Sen önerilerime kulak ver. Yapmak istediklerin için hayatı ertelemek yerine yaşanılması gerekenin peşine düş. Merak etme, aşk bir yerlerde bulacaktır seni. Ama ötede, ama beride.   

Kafamı karıştırmıştı bu sözler. O yıllarda tam olarak anlamamıştım. Açıkçası bana biraz tuhaf görünmüştü bu fikirler. Üstünde durmadım. O güne kadar da unuttuğumu sanıyordum.

O gün, yaşlı bayan hasta intihar girişiminde bulunan genç kızın ?Aşıktım, çok seviyordum? sözlerine saçlarını okşayarak ?aşk bu dünyaya ait değil, görmüyor musun?? diyerek yanıt veriyordu.

Çoktan rahmetli olan dahiliye uzmanı doktor ağabeyimizin sözleri, anlatmaya çabaladıkları geldi gözümün önüne. ?Hayatı ertelemek yerine, yaşanılması gerekenin peşine düş. Aşk bir yerlerde bulacaktır, seni. Ama ötede, ama beride? demişti.

Hastanenin kalabalık koridorunda genç kız, yaşlı bayan hastamızın kolunda odaya giderken başını omzuna koymuş sessizce iç çekiyor diğeri saçlarını okşayarak teselli etmeyi sürdürüyordu. Teselliye çabalayan bayan hastamızın ilerlemiş hastalığı bir yana, aşk yine ortalığı karıştırmış ve yine kendine bir yer bulamamıştı, anlaşılan.

Lodosun Gözyaşları

Çarşamba, Mart 18th, 2009

69aefc7faade94c9755eb6775506cc53Nöbeti devretmiş kendimi hastane dışına atmıştım. Kapalı, yağışlı kış günlerinin ardından o sabah güneşin sıcak yüzü baharı anımsatıyordu. Nöbetin etkisini üzerimden atabilmek ve temiz hava almak için sahil yolundan Florya?ya gittim. Arabamı bırakıp Menekşe sahilinde yürüyüşe çıktım. Sahili döven dalgalar çevreye ıslak yosun kokusu yayıyordu. Geçen zamanı unutmuştum.  

Hızlanan rüzgar ile hava kapadı, kısa süre sonra sağanak yağış başladı. Arabam hayli geride kalmıştı. Mecburen Menekşe sahilinin balıkçı barınağına sığındım. Islanmıştım. Balıkçılar halimi anladılar buyur ettiler. Çay ikram ettiler. Kaptanları olduğunu öğrendiğim Bekir kaptan ?Beyim, Lodosu koklamadın mı? Otur biraz soluklan. Bu yağmur uzun sürecek gibi duruyor? dedi. Anlamamış gözlerle bakmış olacağım ki gülümsedi;

-          Lodos diyorum beyim. ?Lodosun gözü yaşlıdır? derler. Havayı ısıtır, insanı sokağa çıkartır, sonra sana yaptığı gibi yağmura tutar bu lodos.  

-          Haklısınız. Havaya aldanıp yürüyüş yapmak istemiştim. İstanbul?un havasına güven olmaz derlerdi de inanmazdım.

-          Sen yine de inanma beyim. İstanbul?u tanımayanlar söyler o lafı. Gerçeği bizim gibi buranın eskileri bilir. İstanbul?un yazı kışı yoktur. İstanbul?un lodosu veya poyrazı vardır. Hangi mevsimde olursan ol poyraz estiğinde üşür, lodos estiğinde sıcaklarsın. Dahası insanı da böyledir, buraların.

-          Nasıl yani?

-          Görmüyor musun? Buranın insanı da esen rüzgara göre bir öyle, bir böyle olur. Değişkendir, işte.

Çayları tazelediler. Yağmur şiddetini arttırmıştı. O tahta barınakta 6 kişiydiler. En yaşlıları sesi çıkmadan arkası dönük oturan Sinan kaptandı. Doktor olduğumu öğrenince sağlık sorunları ile ilgili bir iki şey sordular. Dilim döndüğünce yardımcı olmaya çalıştım. Kimine ilaç, kimine tahlil önerdim. Balıkçılıktan, geçim sıkıntısından dem vurdular. Balığı mevsimine göre yemek gerektiğinden söz ettiler. Fırsat bulmuşken Karadeniz hamsisinin Marmara hamsisinden neden daha değerli olduğunu soracak oldum o ana kadar arkası dönük oturan Sinan kaptan döndü ?olmaz öyle şey, hamsi hamsidir? diye söylendi. Sonra sürdürdü sözlerini;

-          Beyim hamsi her yerde hamsidir. Hamsi Marmara?da yumurtlar, Karadeniz?e çıkar semirir, yağlanır.

-          Öyle demiyorlar ama. Karadeniz hamsisini daha fiyatlı satıyorlar, her yerde.

-          Satarlar tabi. O uzaktan geliyor yol parasını da ödüyorsun. İnsanoğlu işte, elindekini, yakındakini hor görür uzaktaki hep değerlidir. Hamsileri de kendileri gibi sanıyorlar.

-          Nasıl oluyor yani?

-          Hani Etiler, Levent?te oturanlar Esenlerde oturanlardan daha mühim görür ya kendilerini, balıkları da öyle zannediyorlar. Karadeniz hamsisinin, Marmara hamsisini görünce şişindiğini filan sanıyorlar.

-          Yani

-          Ağzının tadı yerindeyse, sevdiklerinle berabersen, yediğin balık lezzetlidir. Ağzının tadı yoksa balık isterse aydan gelsin, nafile.

8bad2ce4d406910df1c6523d14a86874Bu sözlerden sonra tekrar arkasını döndü. Sıkıntılıydı Sinan kaptan. Saatine baktı ?ben gidiyorum? dedi ve kalktı. Diğerleri yağmuru bahane edip oturmasını söyledilerse de çekmeceden çıkardığı katlanmış Türk bayrağını kazağının altına yerleştirip ?bayrağı değiştirmem lazım? diyerek barakadan çıktı. Odada sessizlik oldu. Sinan kaptanın hayattaki tek varlığı olan oğlunun Güneydoğudaki savaşta şehit olduğunu, oğlundan geriye koluna taktığı saat dışında bir şey kalmadığını anlattılar. Rahmetli oğluyla birlikte balıkçılık yaptığından, beraberlerken sık kavga ettiklerinden, askere giderken bile kırgın ayrıldıklarını anlattı, Bekir kaptan.

-          Anladığım kadarıyla vicdan azabı çekiyor bu Sinan kaptan.

-          İntihar edecek diye korktuk. Oğlunu yukarıdaki mezarlığa defnettikten sonra mezarın başına direk dikerek bayrak çekti. Her fırtınadan sonra bayrak yıpranmış mı diye bakar ve yenisiyle değiştirir. 

-          Siz ne yaptınız, yardım edebildiniz mi?

-          Oğlundan geriye, tabur komutanının hediyesi olan kolundaki saat kalmıştı. Saate bakıp ?oğlumdan geriye çalışır durumda bir bu saat kaldı, o durunca ben de duracağım? deyip bizi de korkutuyordu.

-          Eeeeee

-          Ne yapalım. Arada sırada içirip iyice sarhoş ediyoruz. Sızınca, birimiz saati kolundan çıkarıp çarşıda pilini değiştirip yerine takıyor. İdare ediyoruz, işte.

Barınağı sessizlik ve hüzün kaplamıştı. Yağmurun sesi kesilmişti. Çay için teşekkür ettim. Biraz balık almak istedim, kendileri için ayırdıkları istavritlerden torbaya koyup uzattılar. Para da kabul etmediler.  

Dışarı çıktım. Güneş yüzünü tekrar göstermişti. Sahilde martılar tekir bir kedinin ağzındaki balığı kapmak için uçuşuyor, kedi ise balığı kaptırmamak için temkinli davranıyordu. Balıkçı barınağını geride bırakıp yürüdüm. Dalgalar sahili dövüyordu. Lodosun gözü yaşlıydı.