Archive for Mart, 2009

Gölgeyi Yitirmeden

Çarşamba, Mart 18th, 2009

golgeEmektar fotoğraf makinemde sorun çıkmasa İzmir?in şirin ilçesi Bergama?da fotoğrafçı Mustafa?yı tanımamış olacaktım. Bergama’nın eski ve dar sokaklarını gezip fotoğraf çekiyordum. Fotoğraf makinemde filmin takılması üzerine sorunu gidermek için fotoğrafçı aramaya başladım.  ?Karadut dibini sor, Kulaksız Camiinden sağa dön, Hacıyamak sokak üzerinde bulursun? dediler. Tarifte geçen isimlerin ilginçliğine takılmış halde sora sora buldum, fotoğrafçı Mustafa?yı.  

Mavi ahşap çerçeveli vitrininde siyah beyaz resimlerin yanı sıra tek tük renkli fotoğrafların da asılı olduğu eski zaman fotoğrafhanelerindendi. İçeri girdim. Daha sonra adının Mustafa olduğunu öğreneceğim kır saçlı gözlüklü yaşlı bey fotoğraf negatifi  üzerinde rötuş yapıyordu. Kafasını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden bana baktı.

-         Ne istemiştiniz?

-         Şey, fotoğraf makinemde film sıkıştı, çıkartamıyorum. Yardım rica ediyorum.

Makinemi eline aldı evirip çevirdi. Oturmamı işaret ederek, arkadaki karanlık odaya yöneldi. İç içe üç küçük odadan oluşan fotoğrafhanenin duvarları eski fotoğraflar ile doluydu. Evlilik, nişan, askerlik fotoğraflarının arasında neşeli bebek fotoğrafları göze çarpıyordu. Bir kısmı sararmıştı, çoğu eski görünüyordu. Biraz sonra elinde fotoğraf makinem ve film ile dışarı çıktı. Elindeki film bobinini gösterip ?Siyah beyaz film çeken kalmadı sanıyordum. Banyo etmemi ister misin?? diye sordu. Filmi alıp tekrar karanlık odaya girdi. Beklerken Mustafa beyin kendine ait eski aile fotoğrafının negatifi üzerinde rötuş yapmakta olduğu dikkatimi çekti. Yakından bakarken yanıma geldi. ?Merak etme makinende bir sorun yok. Filmini de banyoya attım yarım saat içinde kurutur veririm? dedi. Rötuş yaptığı fotoğrafı sordum. Eski aile fotoğrafı olduğunu, sağlık sorunları nedeniyle sigarayı bırakmak zorunda kaldığını, torunlarına kötü örnek olmamak için eski fotoğraflardan da elindeki sigarayı rötuş ile kaldırmaya çabaladığını anlattı.

-         Dedelerini eli sigaralı hatırlamasınlar istiyorum. Bu aralar pek iş de yok. Eski fotoğraflar ile vakit geçiriyorum.

-         İşler kötü desenize.

-         Beyim herkesin elinde kameralı cep telefonları, dijital makineler var görmüyor musun? Kimse senin gibi film alıp baskı için fotoğraf çekmiyor. Stüdyo fotoğrafçılığı da azaldı. Meslek otomatik makineler bilgisayar kullanıcılarının eline geçti. Bizim gibilere gerek kalmadı. 

Çay ikram etti. 55 Yıldır baba mesleği olan fotoğrafçılık yaptığından ilçenin en eski fotoğrafçısı olduğundan mahallenin nişan, evlilik, doğum gibi özel günlerinde yıllar boyu fotoğraf çektiğinden söz etti. Duvarındaki yan yana duran üç resmi gösterdi, soldaki hayli sararmıştı.

-         Bunların tüm düğün resimlerini ben çektim. Şu resimlerde üç kuşağın evlilik resimleri var. Sağdaki resimde yer alan delikanlı soldakinin torunu oluyor.

Çayını yudumladı. Fotoğraf makinemi elinde evirdi çevirdi. Beğendiğini belirten bir jest yaptı. 

-         Dükkanın pejmürde hali seni yanıltmasın zamanında şu gördüğün vitrine kimin fotoğrafının asıldığı haber olur, konuşulurdu. Beğendiğim fotoğrafı büyütür vitrinime asar, arada sırada değiştirirdim. Fotoğrafı asılanlar şişinir, asılmayanlar sitem ederdi. Yine de kırmazdı kimse kimseyi, o zamanlar.

-         Şimdilerde pek rağbet kalmadı sanırım sizin gibi fotoğrafçılara.

-         Dedim ya herkes fotoğrafçı oldu. Hele dijital makineler ve kameralı cep telefonları yüzünden tümden bittik.

golge-2Tekrar karanlık odaya girdi. Elinde film banyo kabı ile geri geldi. ?Teknolojinin ilerlemesine sözüm yok. Dijital makineler işi çok kolaylaştırdı. Ama fotoğrafların elle tutulur halden çıkmasına alışamadım. Hiç olmazsa fotoğrafların negatifleri elde kalsaydı? dedi. Eline aldığı bir kaç eski manzara fotoğrafını gösterdi.

-         Fotoğraf çekmeyi aydınlıktaki nesnelerin görüntülenmesi sanıyorlar. Patlatıyorlar flaşı, basıyorlar deklanşöre. Işığı bol olursa fotoğraf iyi olacak sanıyorlar. Halbuki fotoğraf aydınlığın yanı sıra gölgeleri de görüntüler. ?Fotoğraf çekerken ışıkla gölgenin dengesini kuramazsan güzel fotoğraf çekemezsin? derdi rahmetli babam. Çektiğimiz fotoğrafta gölgenin yetmediği durumlarda şu elimdeki banyoda veya kağıda basarken metol ile hidrokinonun oranını düşürüp kontrastı artırırdık.

-         Yani?

-         Karanlık oda mutfağımızdı. Fotoğrafı çeker, mutfakta pişirir lezzetine getirir süslerdik. Şimdi hepsi aynı mutfakta pişen hazır fabrika yemeği gibi oldu. Amaç karın doyurmaysa eyvallah ama lezzet ve güzellik arıyorsan hep bir şeyler eksik.

golge-4Bardağında kalan çayı bitirip tekrar karanlık odaya girdi. Elinde film ile dışarı çıktı. Çektiğim resimlere göz attı. Camın kenarındaki ipe mandal ile tutturdu. ?Birkaç dakika içinde kurur? merak etme dedi. Kurumakta olan negatif filmi göstererek; ?Bilgisayarlarda görüntülerle oynanabilir olduğundan beri elimde negatifi yoksa çekilen görüntünün gerçek olduğuna inanmak da gelmiyor içimden? dedi. Arkasındaki büyük demir dolabın kapağını açtı. Kutularda duran özenle yerleştirilmiş eski negatifleri gösterdi. Bir tanesini eline aldı.

-         Bak bunlar gerçek, hepsinin gölgeleri var. Bu resimdekiler yaşadı. Kanıtı da bu negatifler. Bilgisayar ekranındaki hayali görüntülerden değil. Gerektiğinde gelip istiyorlar, basıp veriyorum. Onlar henüz gölgelerini yitirmediler.

Kuruyan filmi sarıp bana uzattı. Borcumu sordum. ?Boş ver, önemli değil? dedi. Israr ettim. Gülümsedi. Banyo ettiği filmi gösterdi; ?Emektar makineni bırakamamandan ve çektiğin fotoğraflardan gölgeyi kovalayanlardan olduğunu tahmin etmek zor değil. Yani bizden sayılırsın. Hadi git şimdi. Güneş yükselip gölgeler ufalmadan çekebildiğini çek? dedi. Gözlüğünü takıp rötuş yaptığı filmin başına döndü.

Mehmet Uhri

Gönül Borcu

Çarşamba, Mart 18th, 2009

gonul-borcu-1Sessizce yağan kar hayatı yavaşlatmaya yetmişti. Kar ve soğuktan kaçabilmek için ilk gelen belediye otobüsüne atmıştım, kendimi. Biletim de yoktu. Yolculardan bilet için yardım istedim. Pek kimse oralı olmadı. Şoför kararlı görünüyordu. Arkalardan yaşlıca bir bey bilet uzatmasa inmem gerekecekti, otobüsten. Bileti atıp cebimdeki bozukluklardan denkleştirdiğim bilet ücretini uzattım, elimi geri itti.

-          Bana borcun yok delikanlı.

-          Ama nasıl olur. Kabul edemem. Zaten bilet vererek 

yeterince yardımcı oldunuz.

-          Ben de senin gibi biletsiz olduğum bir gün birinden aldığım

biletin borcunu ödüyorum, delikanlı. O kişi de ücret almamış, gün

gelir sen de birine bilet verirsen ödeşiriz demişti. Sanırım o da 

başkasına olan bilet borcunu bana intikal ettirmişti.

-          Eeeeee

-        Bana borcun yok ama bu borcun olmadığı anlamına gelmiyor.

Gün gelir sen de otobüse biletsiz binen birine yardımcı olur

ödersin elbet borcunu. Fena mı?

Yan yana oturmuştuk. Yolculuk uzun sürecek gibi görünüyordu. Trafik hayli sıkışıktı, kar yağmaya devam ediyordu. Elimdeki gazeteyi okumaya çalışıyordum ama bizimki gazetedeki haberi gösterip ?Kar nedeniyle okulları tatil ettiler. Torunuma bakmaya kızımın yanına gidiyorum? dedi. Daha sonra tekel tütün fabrikasından emekli olduğundan, iki çocuğundan söz etti. Çocuğum olup olmadığını sordu. Sonra devam etti;

-       Aslında çocuğum olmasından hep korkmuş hiç istememiştim.

Hanımım ısrar etmese bu dünyaya çocuk getirilmez diye

düşünenlerdendim.

-       Neden böyle düşünmüştünüz? Nedir bu karamsarlık?

-        Ailecek göç yaşamış, küçük yaşta gelmişiz buralara.

Korkmamak elde mi? Onlara bakamamaktan, koruyamamaktan

korkuyordum, azizim. Biraz da çocuk yüzünden özgürlüğümden

olmaktan ürküyordum sanırım.

-        Şimdi pek öyle düşünmüyor gibisiniz?

-        Gençlik işte, özgürlük hayatın önünde gider sanıyorduk.

Yaşlanınca insan duruluyor, değişiyor. Olgunlaşmak filan diyorlar

ama inanma, insan kırkından sonra ölümlü olduğunu anlıyor. Hele

yaşıtlarından bir ikisini toprağa versin, özgür olmaktansa güvenli,

sağlıklı, huzurlu ortamda olmayı düşlüyor, ona çabalıyor.

gonul-borcu-2Camdan dışarı baktık bir süre. Trafik biraz rahatlamıştı. Boğaz sahili boyunca ilerliyorduk. Kar olanca sessizliği ile boğazın dalgalı sularına düşüyordu. Kuruçeşme adası beyaz örtü ile örtülmüş, terk edilmiş gibi görünüyordu. Otobüsün sert freni ile irkildik. Yolculardan bir ikisi şoföre çıkıştı. Şoför trafiği bahane ederek yanıt verdi. Bizimki bu tartışmayı önemsemedi. Dışarı bakmayı sürdürdü. Boğazın üstünde uçuşan martıları göstererek, ?karlı günlerde, aç kalmasınlar diye torunumla martılara ekmek atarız? dedi.

-        Torununuza bakmak zor gelmiyor anlaşılan.

-        Ne diyorsun? Torunuma arkadaşlık etmek, onun benim

yanımda kendini güvende hissetmesi o kadar hoşuma gidiyor ki,

çocuklarımdan esirgediğim özgürlüğü ona veriyorum. Hatta kızım

şımarttığımdan bile yakınıyor.

Cüzdanını açıp torununun resmini gösterirken bile gözleri buğulanmıştı. ?Mutluluk dedikleri bu olmalı? diyecek oldum.

-        Saadet, huzur olmadan mutluluk olmaz, delikanlı. Ben

torunumun yanımda, kızımın evinde huzur buluyorum. Onların

saadeti beni de mutlu ediyor. Bu bana yetiyor.

-      Anlayamadım. Mutluluk, saadetten farklı mı oluyor bu

durumda?

Gülümsedi. Bir süre camdan dışarı baktı. Bebek koyunda demirli yatlar da kar altında martılara ev sahipliği yapıyordu.

-        Beyim zaman değişti, anlaması, anlatması zorlaştı. Sağlıklı

nefes aldığına, sevdiklerinle birlikte yaşadığına şükretmeyi unuttu

yeni nesiller. Halbuki esas huzur, saadet buradaydı. Elindekilerin

farkında olmaktaydı, saadet.

-        Mutluluk neydi o zaman?

-        Kıvılcım gibi bir şey, mutluluk dedikleri. Bir şeyin biran için

elinde olduğunu sanmak, sanki. Salakça bir şey yani. Üstelik

elindekilerin farkında değilsen, huzurun, saadetin yoksa mutlu da

olamaz insan ve neden olamadığını da anlamaz, pek çoğumuz

gibi. Televizyonlarda, eğlence mekanlarında hep mutluluğu

kovalayan insanları görüyor, üzülüyorum. Mutlu olabilmek için acı

çekiyorlar. Çocuklarına saadet ismini bile çok görüyorlar. 

Otobüsümüz Emirgan?a varmıştı. Kar yağışı durmuş, yüzünü gösteren güneş boğaz sırtlarında gölge oyunları yapıyordu. Beyefendi inmek için izin istedi. Ayağa kalktı. Kapıya doğru ilerledi sonra durdu ve geri döndü. ?Delikanlı, bana olan bilet borcunu unutma sakın. Ne de olsa gönül borcu, nakde çeviremezsin? dedi ve indi. Arkasından el salladım. Otobüsün hareketi ile birlikte binen yolculardan birinin ?fazla bileti olan var mı?? sesi yükseldi.

 

Mehmet Uhri

 

Not: Bu anlatıdan sayın Mesut Günsev tarafından üretilen ve ada tv de yayınlanan program kaydına ulaşmak için

 http://www.youtube.com/watch?v=6Way164wLYA

linkini kullanabilirsiniz.

Gerçek Acıtıyor Güldünya

Çarşamba, Mart 18th, 2009

fft16_mf134405Hastaneye getirildiğinde ağır yaralıydın.


Ağabeyleri vurmuş, namus meselesi, aile içi hesaplaşma dediler. Durumun ağırdı ama yaşamak istiyordun, elimizi tuttun, Güldünya.


Ağabeylerinin almak istediği canı yerinde tutmaya çabalıyorduk. Direndin, direndik. Senin direncindi, bizi umutlandıran. İlk saatler aksilik olmadı hastanede, işler umduğumuzdan iyi gitti. Bizimle kaldın, Güldünya.

Bir ara gözlerini açtın, bir şeyler söylemek istedin, çırpındın. Ama sesin çıkmadı. Ameliyat bittiğinde de baygındın ama bizimleydin.


Hastaneye getirildiğinde yaşattığın umutsuzluk, sevince dönmüştü.

O gece de bizimle kaldın Güldünya, ağabeylerin çıkıp gelene kadar.

Bizler el birliği ile görevimizi yaptığımızı düşünürken, başladıkları işi bitirme sevdasındaki ağabeylerin iş başındaydı.

Ziyarete geldiler. Müjde verelim, Güldünya yaşıyor diyelim derken oldu, her şey. Yattığın odaya gelip mermilerini hediye bıraktılar. El birliği ile çıkmasına izin vermediğimiz canı söküp aldılar, bedeninden.


Giderken servis hemşiresine “neden yaşattınız sanki?” diye bağırdılar.

Sustuk, Güldünya.

Suçluluk duyduk, seni yaşattığımız için, iki kere ölmene neden olduğumuz için. Ağabeylerine “Ne yaptığınızın farkında mısınız?” diyemediğimiz için. Dahası konu namus meselesi olunca “Böyle olması gerektiği için mi yaşandı bunlar?” diye düşünüp sustuğumuz için suçluyuz, Güldünya.

O gece, hastaneye gelen yeni yaralıların hastaların telaşında unutmaya çalıştık, işimiz ile oyalandık, sanki her şey olağanmış gibi. Gerçeğin acısını hastalarımız ile unutmaya çabaladık.


Unutamadık, Güldünya.


On aylık bebeğin olduğu haberi geldi. Yıkıldık, ağlaştık, bir süre yattığın odaya giremedik.

Sustuk Güldünya.


Sessizce ağlayan hemşiremize sarıldı, hastalarımızdan biri. “Ağla kızım, sesin çıksın. Avazın çıktığı kadar ağla. Belki şimdi duyarlar sesimizi” dedi.

Sonra yine sustuk, Güldünya.


Seni gazetelerdeki resimlerinle adına yazılan yazılar, şarkılar ile hatırlamayı, uzakta olmanı, oralarda kalmanı tercih ediyor, çoğumuz. Masal kahramanı olmanı istiyoruz.


Gerçek acıtıyor Güldünya.


Meğerse kazanamayacağımız bir maça çıkmışız birlikte. Sürpriz yapıp ilk yarıyı önde kapamamız sonucu değiştirmedi.

Yenildik, Güldünya.


Ne yazık ki, hayat sensiz de devam ediyor. Şimdi o maçı unutup önümüze bakmamızı bekliyorlar.

Sen geride kaldın, Güldünya.


Şunu bil ki; Seninle birlikte hepimiz yenildik. Kazansaydın, bizimle kalabilseydin belki sen yine kaybedecektin ama insanlık bu yarayı almayacaktı.

İnsanlar bedenlerini tedavi ettirmek için hastaneye yine geliyor. Yattığın oda hasta ağırlamaya devam ediyor. Her şey doğalmış gibi sürüyor, hayat.

Ağabeylerinin sana yaşattıkları, ruhlarımızda açtığı yaralar ise kanamaya devam ediyor.

Unutmaya çabalıyor, susuyoruz Güldünya.


Ağzımızı açtığımızda çığlığın olmaktan, insanlığımızdan utandığımızı her seferinde hatırlatmandan, bebeğinin yüzüne bakamamaktan korkuyor ve susuyoruz.

Gerçek acıtıyor, Güldünya.


Not: Bu yazı 25 Şubat 2004′ te görev yapmakta olduğum Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesine yaralı olarak getirilen ve hasta yatağında kardeşleri tarafından vurularak töre cinayetine kurban giden Güldünya Tören’in anısı içindir.

Peynirin Tuzu

Çarşamba, Mart 18th, 2009

yagmur7nw8Günlerdir neredeyse aralıksız devam eden yağmur hepimizin ruhunu daraltmıştı. Grinin egemen olduğu o renksiz günler, yağmur nedeniyle kapalı kalmanın getirdiği iç sıkıntısı ve kötü hava şartlarına karşın hastanenin giderek artan hasta yükü enerjimizi soğuruyordu.  

O sabah yine bu ruh hali içinde hastalarımız ile ilgilenirken servis hemşiresi hastalarımızdan birinin yatağında olmadığını, serviste de bulamadığını bildirdi. Kısa süre sonra yaşlı kadın hastamızın kocasıyla birlikte bahçede olduğu haberi geldi. Hastamız, iyileşmek bilmeyen hastalığı nedeniyle eşinin refakatinde uzun süredir yatmaktaydı, servisimizde.

Bahçeye çıkıp yanlarına gittim. Sağanak halinde yağan yağmurun altındaydılar. Hayli ıslanmışlardı. Karı koca yağan yağmura ellerini yüzlerini açıp yıkanıyorlardı, sanki. ?Ne yapıyorsunuz bu yağmurun altında? Üşütüp hasta olacaksınız, girin artık içeri? diye seslendim. Yaşlı beyefendi elindeki yağmur damlalarını eşinin yanaklarına sürüp ?doktor bey yağmurda yıkanalım, arınalım istedik. Merak etme, az kaldı birazdan gireriz içeri? diye yanıtladı. Servise döndüğümüzde fena halde ıslanmıştık. Yaşananlar nedeniyle içerlemiş olduğumu gören hastamız kocasının tavsiyesi nedeniyle bahçeye çıktığını söyleyip özür diledi. Kocasına dönüp çıkıştım.

-         Bu yaptığınız iş mi? Eşinizin bunca hastalığına bir de soğuk algınlığı mı eklemek mi istiyorsunuz?

-         İşinizi aksattığım için kusura kalma doktor bey oğlum. Lakin faydam dokunsun istemiştim.

Üşümüşlerdi. İki çay söyleyip yanlarına oturdum. Bir daha sormadan böyle işlere kalkışmamalarını rica ettim. Çaylarımızı içip ısınırken beyefendi baba mesleği olan peynircilik yaptığından hayatını peynirden kazandığından, peynir imal edip sattığından ve peynirin nasıl yapıldığından söz etti. 

-         Sütü mayalarsın peynir olur zannederler ama olan taze peynirdir. Yumuşak ve lezzetsizdir. Sonra, beklersin olgunlaşsın. Bekledikçe olgunlaşır sertleşir kıvama gelir, peynir. Biraz insana benzer. Olgunlaşması zaman alır sabır ister.

-         Sonra da rakıya meze ederler, değil mi?   

-         Orasına karışmam, olgunlaşan peyniri bozulmaması için salamura dediğimiz tuzlu suya yatırırız. Salamura bozulmasını önler ama peyniri daha da sertleştirir. Eskiyip yaşlandıkça dışı iyice sertleşir, kalıba girmez olur, peynir. Hani insan da yaşlanınca söz dinlemez, inatçı olur ya, onun gibi.

?Yok mu bunun çaresi?? diye sordum. Çayından bir yudum daha aldı gülümsedi;

-         Olmaz olur mu? Baktık ki tuzlu su peyniri iyice sertleştirdi, acılaştırdı yağmura çıkarır tuzu gidene kadar yağmur suyunda yıkar bekletiriz. Yağmur suyunda yıkanan peynir çok direnmez, yumuşar, gençleşir.

-         Onun için mi yağmurun altına çıkardın hanımını?

-         Doktor bey günlerdir hastanedeyiz ve hanımım onca tedaviye ilaca rağmen bir türlü iyileşmiyor, siz de görüyorsunuz. Geçen gün hemşire hanımdan eşimin kolundaki serumun içinde tuzlu su olduğunu öğrenince ninemden kalma bu yöntem geldi aklıma. İlaçların etki edebilmesi, gençleşebilmesi için yağmurda yıkanıp arınmasının iyi geleceğini düşündüm.

?İşe yarayacak mı dersin??diye sordum. Bardağında kalan son yudum çayı da içip sevgi dolu gözlerle hanımına baktı.

-         Bunca gündür hava kapalı, hep yağmur, hep yağmur. Elbet bir gün güneşin yüzünü göstereceğini bilmesek sabırla bekler miyiz sanıyorsun? Bizim hanım için de elbet güneş bir gün yüzünü gösterecek. Dilerim birlikte görürüz o güneşi.

 ?Çocuklarınız yok mu?? diye sordum. Pek gelen gidenleri yoktu. Hanımı ile göz göze geldi, elini tuttu.

-         Vardı, doktor bey oğlum. İki oğlumuz vardı.

-         Ne oldu onlara?

-         Büyük oğlumu anarşi zamanında solcu diye vurdular. Küçük oğlum da ağabeyinin intikamını almak için gitti, vuranları vurdu. Şimdi biri mezarda, diğeri hapiste. Yani yoklar.

O zamana kadar konuşmayan hastamız yatağında doğruldu. Gözleri yaşlanmıştı. Kocasının koluna sarıldı. Bey amcanın da gözleri dolmuştu.

      - O zamandan beri yas tutuyoruz, doktor bey oğlum. Tuttuğumuz yas salamuramız oldu, sanki. Bizi

         sertleştirdi, o sayede ayakta duruyoruz.

      - Keşke küçük oğlunuz da sizin gibi yapabilse, yanınızda kalsaydı.

      - Küçük oğlumuz yas tutmak istemedi. Kolay yolu seçti. İntikam almakla yas tutmaktan kurtulacağını

         sandı. Gençten tüketti kendini.

Hüzünlenmişlerdi. Karı koca biri birilerine bakıp sustular. Hastamızın tedavisini düzenleyip odadan çıktım. Servisin penceresinden dışarıya baktım bir süre. Yağmur hafiflemeye başlamış, ortalık biraz aydınlanmıştı. Renkler geri geliyor gibiydi. Güneş, yüzünü göstermeye hazırlanıyordu, sanki.

Atın Gözünde

Çarşamba, Mart 18th, 2009

atin-gozu?Yakınına git kızım korkma, uzaktan anlayamazsın atları? diye seslendi. Şehrin dışında piknik alanındaydık. Kızımla annemize çiçek topluyorduk. Piknik alanı çevresinde at kiralayan yaşlıca seyis uzaktan böyle seslendi bize. Gerçekten ikimiz de korkarak yaklaşmıştık, ata. Üstüne binmeyi aklımızdan bile geçirmemiştik. Bizim yaşlı seyis atın yularını tutarak yanımıza geldi. Kızıma atın yanaklarını ve burnunun üstünü okşamayı gösterdi. ?Bakma sen heybetli olduğuna kedi gibi uysaldır, atlar. Okşansın, sevilsin ilgilenilsin isterler? dedi. Binmek isteyip istemediğini sordu.

Doğrusu kızım benden cesaretliydi. Biraz sonra atın sırtında piknik alanının çevresinde seyis ile birlikte yürüyorlardı. Atın üstünde mutluluk çığlıkları atıyor, annesine uzaktan el sallıyordu. O yıl sonbahar uzun sürmüştü. Nefis bir pastırma yazı yaşıyorduk. Yürürken laflamaya başladık. Otoriter havası vardı, bizim seyisin. Önce o beni sorguya çekti. Memleketimden, ne iş yaptığımdan hangi semtte oturduğuma kadar ifade verdim. Sonra, Çerkez kökenli olduğunu sülalesinin kuşaklar boyu atçılık ile uğraştığını anlattı. Dedesinin padişahın süvari alayının atlarına baktığından biraz da övünerek söz etti. Bir süre yürüdükten sonra durdu, atın koşumlarını kontrol etti. Sonra kafasına kaldırıp ?Saraçhane diye bir semt vardır, İstanbul´da. Adı nereden gelir bilir misin?? diye sordu. ?Semti biliyorum ama adının anlamını bilmiyorum? diye yanıtladım.

Sessizce bir süre daha yürüdük. Atlar ve arabalar ile ilgili koşumları yapıp satanlara saraç dendiğini, Saraçhane semtinin eskiden o mesleğin ustaları ile dolu olduğunu anlattı.

Kederli bir ifade ile ?insanlar atlardan uzaklaştıkça bu meslek de unutuldu. Asıl mesleğim saraçlıktı ama bir iki dükkan dışında koca İstanbul´da saraç kalmadı. Güneşi gören kar gibi eridi gitti, ata mesleği? dedi.

-         Yine de vazgeçmemişsin atlardan.

-         Nasıl vazgeçeyim beyim. Onlar dünyanın en güzel canlıları. Onlar insana benzemez, dürüst, sadık, insan canlısıdır. Gözünden anlarsın ne hissettiklerini.

-         İnsanlar öyle değil mi?

-         Belki eskiden öyleydi. Ama şimdi herkes kendi gemisini yürütme, kimseye bulaşmama muhtaç olmama sevdasında. İçi dışı bir insan makbul değil artık. Atlar da yok ki hayatlarında onlara dürüstlüğü göstersin.

Gerçekten de eskiden hayatın parçası olan atların ortalıkta hemen hiç kalmadığını fark ederek sordum;

-         Ne oldu bu atlara? Neden artık görünmüyorlar?

-         Bildiğin hikaye. Atlar can dostuydu insanların ama esasında ulaşım aracıydı. Hayat hızlanınca atlar eşlik etmek istemediler bu saçmalığa. Turistik faytonlar dışında at ve ilgili ne varsa gündelik hayattan çıktı, gitti.  

At ile ilgili deyimler geldi aklıma. Doludizgin gitmek, dizginlerinden boşanmak, gemi azıya almak, şaha kalkmak, topuklamak gibi deyimleri günlük hayatta sık kullanıyorduk, ama atları unutmuştuk. Bizimkinin yarasını deşmiştim, biraz öfkeyle sürdürdü sözlerini;     

-         Şimdi varsa yoksa arabalar. Eskiden insanlar atlarının güzelliği, doruluğu ile övünürdü şimdi bu işi arabalar görüyor. Bilmem kaç beygir motor olduğundan tut markasına modeline kadar konuşuluyor, arabalar.

?Zaman değişiyor, uyum göstermek gerekiyor herhalde? diyecek oldum. Yüzüme baktı, gülümsedi, atın gözünü işaret ederek;  

-         Zaman değişiyor diye her şey mi değişti? Kendini kandırıyor insanlar. Eskiden herkes kendi boyuna posuna, huyuna göre at seçer, ona binerdi. Şimdi onun yerini arabalar aldı ama kimse kendine bakmadan her tür araca binebileceğini sanıyor.

-         Nasıl yani?

-         ?At binicisine göre kişner? derlerdi eskiden. Şimdi herkes her arabaya binebileceğini sanıyor. Ondan sonra gelsin trafik kazaları.

Bu arada atın sırtındaki kızımdan şen kahkahalar yükseliyordu. Bizim seyis atı işaret ederek;

-         Beyim hiç atın gözüne baktın mı, sen?

-         Ne varmış atın gözünde?

-         Sana öyle bir bakar ki, kendini görürsün. Kendine bakmaktan korkanlar bakmazlar atın gözüne. Gördükleri rahatsız eder onları. Atın hüznü de neşesi de gözüne yansır. Çocuklar daha kolay anlar bunu.

Hafızamı biraz zorladım. Ne yazık ki ben de atın gözüne bakmaya çekinenlerdendim. 

-         Dahası, gözlük takarlar atlara. Hep ileri baksın, hep ileri gitsin diye taktıklarını söylerler ama kendilerinden kurtulmak için yaparlar bunu. Atın gözünde gördükleri rahat bırakmaz onları.  

?Ama hayatın hızlanması da bir gerçek. İnsanlar daha hızlı ulaşım olanaklarını kullanmak istiyor. Hızın yarattığı rüzgardan korunmak için de arabaya gereksinim var. Bunlar hayatın gerçeği? diye üsteleyecek oldum. Güldü. Kızımın attan inmesine yardımcı oldu.

Kızımın elini atın terli sırtında gezdirdi.

-         Neresi hızlanmış hayatın, kendini kandırıyor insanlar. Kalbi aynı atmıyor mu? Her gün aynı kap yemeği yemiyor mu? Daha mı az uyuyor insanlar. Bırak Allah aşkına. Kafalar hızlandı ama bedenler değişmedi. 

-         Yani?

-         Kendilerini kandırıyorlar. Bak, bak şu atın gözüne ve kendini gör. Kafalarda ne olursan ol atın gözünde sen busun, oradaki sensin. İyi bak. Gerisi hikaye.

Sustu, daha konuşmadı, bizim seyis. Bu arada kızım, topladığı yeşil otları ata yedirmeye çabalıyordu. Ne zaman ki annesi için topladığı çiçekleri de yemeğe kalktı, bozuştular. ?Yeme onları, onlar annemin? diyerek koşarak yanıma geldi. Teşekkür ettim. Başıyla selamladı. Atın yularından tutarak yanımızdan uzaklaştı.

Telvenin Cini

Çarşamba, Mart 18th, 2009

1069Dökülen sonbahar yapraklarından boğazın incisi Ortaköy? de nasibini almıştı. Havanın kararsızlığı tercihini yağmurdan yana kullanacak gibi görünüyordu. Rüzgarla gelen gri bulutların gökyüzünü kaplamasıyla inceden bir yağmur başladı, Ortaköy?de. Önce kimse umursamadı, yağan yağmuru. Meydanın kedileri yağmur damlaları ile huysuzlanıp ağaç altına kaçıştı. Sarı siyah bol tüylü olanı daha çelimsiz tekir kediye tırmık atarak yanından uzaklaştırdı. İkindi ezanı okunuyordu. 

Biraz sonra hızlanan yağmur meydandakileri ıslanmamak için kaçacak yer arama telaşına düşürdü. Büyük şemsiyelerden biri rüzgarla devrildi. Meydana bakan çay bahçelerinden birine sığınıp yağan yağmur ve rüzgarda uçuşan yapraklar eşliğinde boğazı seyretmeye koyuldum. Rıhtımdaki sarmaş dolaş çift oturdukları banktan kalkmayıp inadına ıslanmayı sürdürdü. Yağmur arttıkça  sırılsıklam aşık sözüne nazire yaparcasında sokuldular birbirilerine. Ezanın bitimiyle arkamızdaki kilisenin çanı çalmaya başladı.  

Sığındığım çay bahçesi yağmurdan kaçanlar ile dolmuştu. Yan masada orta yaşlı, başı bağlı kadın üniversite öğrencisi olduğunu tahmin ettiğim iki kıza kahve falı bakıyordu. Dikkatle onları izlediğimi görünce falcı kadın ile göz göze geldik. Kaşlarını kaldırdı;

?Sakın çay isteme. Kahve iste senin de bir falına bakayım? dedi. Sonra içeriye ?beye bir sade kahve? diye kahveciye seslendi.  Bakmakta olduğu fala geri döndü. Biraz sonra üzerinde kalın köpüğü ve buram buram kokusu ile kahve gelmişti. İçip fincanı ters çevirdim. Oldum olası inanmazdım bu fal işine. Ama falcı kadın o kadar otoriter konuşmuştu ki itiraz edemedim. Yağmurun azizliği diye düşünerek beklemeye başladım. Biraz sonra masama gelen falcı kadına sormadan edemedim;

-         Kahve içeceğimi, hatta kahveyi sade tercih ettiğimi nereden bildin?

-         Falcılık diyelim veya sen boş attı tutturdu de. Ne fark eder. Şu fincanı uzat da çıkaralım telvenin cinini.

Fincanı açtı, silkeledi. Dikkatle incelemeye başladı. Bildik bir iki laftan sonra kendimi sanki psikanaliz seansında gibi hissetmeye başladım.

-         Farklı olduğunu düşünüyorsun ama bunu belli etmekten kaçınıyorsun. Elini yıkarken akan kirli suların kimse tarafından görülmesini istemeyenlerdensin. Herkesin eli kirlenir bilirsin ama yine de elinin kirini gizleyenlerdensin. Seni tanıyanlar, sevenler için bunun önemi yok halbuki.

-         Başka ne görüyorsun?

-         İnsanlara yakın olmak istiyorsun ama onları aramaya cesaret edemiyorsun. Bir dostuna telefon edip iki çalışta vazgeçip telefonu kapatanlardansın sanırım. Dahası çalan telefona cevap vermek bile bazen zul geliyor olmalı sana. Halbuki aranmak çok hoşuna gidiyor. Anlayacağın, bir gelip bir gidiyorsun seni sevenlerin gözünde.

-         Peki ne olacak benim bu halim?

-         Bir şey olmayacak. Yağmurdan sonra açan güneşle insanın içine bir çoşku yerleşir koşup çoşmak ister ya insan, sen de öyle bir açıp bir kapayıp devam edeceksin, yoluna. Hiçbir işin kolay olmayacak, çoğumuzun hayatında olduğu gibi. 

Bir iki bilinen laftan sonra fal bakmayı bitirdi. Bu arada ötedeki bir masayı da bağlamıştı fal için. Teşekkür ettim. Borcumu sordum. ?Ne verirsen? dedi. Ödeme yaparken ?Gerçekten nereden bildin kahve istediğimi, dahası kahveyi sade içtiğimi? diye üsteledim. Gülümsedi.

-         Yağmurda ıslanmışların canı kahve ister, kokusundan mıdır nedir bilemem, bir de senin tipindekiler genellikle kahveyi sade içerler yani falcılık ile alakası yok? dedi.

Kahveyi sade içenlerle aynı tipte olduğuma sevineyim mi üzüleyim mi bilememiştim doğrusu. ?Peki çay ile fal bakılamıyor mu?? diye sordum.  

-         Çay falı olur diyenlere inanma, yok öyle şey.

-         Neden?

-         Aslında çay ile kahve fahişe gibidir insanlara kendini sunup zevk verirler. Ama çay, sokak fahişesidir. Bardaklara doldurulup servise çıkar artık kime hangi çay bardağı denk gelirse ona sunar kendini. Kahve ise telekız gibidir. Adamına göre sipariş edilir, isme özel gönderilir. Bırak şekerini, köpüğü bile adamına göredir.

-         Yani?

-         Kahve kişiye özel yapıldığı için telvesi de içene aittir. Telvenin cinini çıkarıp konuşturmak da bize düşer. O yüzdendir kahvenin fala bulanması.

?Peki nedir bu telvenin cini dedikleri? diyecek oldum. Bir süre düşündü, yüzünü ekşitti. ?Biraz ayna tutmak gibi insanlara. Ne bileyim? Falın falına da bakacak halim yok ya? dedi. Bekleyen müşterisini gösterip izin istedi.

Masadan uzaklaşırken dönüp ?bir de yağmursuz havada gel, belki göremediklerim vardır falında? dedi ve diğer masaya ilişip kapanmış kahve fincanına uzandı. 

Nergis ve Frezya

Çarşamba, Mart 18th, 2009

Gri, soğuk bir kış günüydü. Caddeden geçen aracın sıçrattığı su yüzünden üstüm başım çamur olmuş, ıslanmıştım. Dahası sıçrayan sudan kaçabilmek için yaptığım hamle kaldırımdaki çiçekçi tezgahını devirmeme neden olmuştu. Bir yandan üstümü temizlemeye bir yandan da çiçekçi teyzenin devrilen çiçeklerini toparlamaya uğraşıyordum. Hem öfkeli hem de mahcuptum. Çiçekçi teyzemiz Bakırköy çarşısında yeni yapılan büyük alışveriş merkezinin karşı köşesinde senelerdir küçük tezgahında çiçek satardı. Çarşının çiçekçi teyzesiydi. Bildim bileli oradaydı. Onun da canı sıkılmıştı bu aksilik için ama yine de teselli etmeye çalışıyordu, beni. Dinç görünse de yüzündeki kırışıklıklar yaşını gizlemesine engel oluyordu.

Öfkeli halde etrafa saçılan çiçekleri tekrar kovalarına yerleştirmeye çabalıyordum. O ise belli belirsiz şarkı mırıldanarak sakin tavırlar ile çiçeklerini yerden alıyor yapraklarını ayıklıyor, temizliyor severek okşayarak yerleştiriyordu, yerlerine. Kısa sürede devrilen tezgah rengarenk görüntüsüne kavuşmuştu. Çiçekçi tezgahının ne denli güzel olduğunu o güne kadar fark etmediğimi düşünürken öfkem de yatışmaya başlamıştı, sanki.

Çiçekçi hanım bir demet nergis uzattı. ?Umarım çiçek hediye edecek birilerin vardır?? dedi. Şaşırmıştım.

-         Niçin sordunuz?

-         Ne bileyim. İnsanlar çiçek almaz oldu. Çiçek götürecek kimseleri bile olmayan çok kişi var ortalıkta. Garip bir yalnızlık sanki.

Teşekkür edip uzattığı nergis demetini aldım. Nergisler kokusu ve canlılığı ile boynuma sarıldılar sanki. Cebimdeki ıslak paralardan birini uzattım. Bozuk para çıkmayınca çırağını verdiğim parayı bozdurmaya gönderdi. Bu arada üstümü kurulamaya çalışıyordum. Çiçekçi kadın söylendiğimi görünce dayanamadı;

-         Hiç söylenme beyim. Vardır, her işte bir hayır.

-         Daha ne hayır olsun. Görmüyor musun halimi?

-         O araba çamur sıçratmasa çarpıp devirdiğin bu güzelim çiçek tezgahını göremeyecek, aldığın bir demet çiçek ile sevdiğini mutlu edemeyecektin. Ben de evdeki hasta eşime ekmek götüremeyecektim.

Yirmi yıldır o köşede çiçek sattığını, eskiden evinin bahçesinde yetiştirip sattığı çiçekler yerine artık hazır çiçek alıp sattığından söz etti. Yaşlandığından soğuklara tahammül edemediğinden ama hasta kocasına da baktığı için çalışmak zorunda olduğundan dem vurdu.

Bu arada bizim para bir türlü bozulamamıştı, çırak dolaşmaya devam ediyordu. Gelip geçenlerin ise o çiçekçiyi ve güzelim çiçeklerini gerçekten görmediklerini fark ettim. Önünden geçip gidiyorlardı ama hep telaşları varmış gibi hiçbir yere bakmıyorlardı. Elinde cep telefonu ile konuşan iri yarı siyah paltolu olan beyefendi ile az daha çarpışıyorduk. Elimdeki nergislerin kokusu ise biraz önceki öfkemi alıp götürmüştü sanki.

Eşini sordum. Bakırköy çarşısının eski esnaflarından olduğunu, büyük alışveriş merkezinin açılması ile birlikte çarşıda kapanan pek çok esnaf dükkanı gibi dükkanını kapatmak zorunda kaldığından. O üzüntü ve sıkıntı nedeniyle kocasının felç geçirdiğini anlattı.

-         Her şey bu alışveriş merkezi açıldıktan sonra geldi başımıza. Bu çarşının yerinde eskiden yağ fabrikası vardı. Bakırköy´ün gözbebeğiydi. İşçileri, onların aileleri ve tüm Bakırköy esnafını geçindirirdi, o fabrika. Bırak çalışan işçilerini kocam dahil tüm Bakırköy esnafı o fabrika için hayatlarını verirlerdi.

-         Yani?

-         Anlamıyor musun? Burada eskiden fabrika vardı. Üretir ve kazanırdık. Herkes buradan geçinirdi. Bir keresinde sel bastı buraları. Fabrikanın işçileri, aileleri ve tüm esnaf yardıma koştu.

-         Sonra ne oldu?

-         Fabrika kapandı. İşçiler dağıldı. Esnaf zor günler yaşadı ama direndi. Ne zaman fabrikanın yerine alışveriş merkezi yaptılar o günden sonra çarşıda hayat bitti. Susuz kalmış çiçekler gibi yılların esnafları tek tek kapatıp terk ettiler çarşıyı.

-         Peki şu anda durum nedir?

-         Ne olsun? Bakma sen bu insan kalabalığına çarşıda kimse dolaşmaz oldu, herkes alışveriş merkezine gidiyor artık. Bu sokaklar öldü sanki. O güzelim fabrikayı alışveriş merkezine çevirenler çok insanın ahını aldı. Gün gelir onlardan da çıkar bunun acısı.

Çırak parayı bozdurup gelmiş para üstünü denkleştirmiştik. ?Yine de böyle bir alışveriş merkezi Bakırköy için kazanç değil mi?? diye üsteledim. Gülümsedi. Tezgahından uzanıp aldığı bir demet frezyayı elimdeki nergis demetine ekledi.

-         Bu da benim hediyem olsun. Nergisin kokusuna frezyanın kokusu karışınca  çok daha güzel olur. Burası zamanında bu nergis ve frezya gibi insanlar ile güzeldi. Bakırköy insanı bu fabrikanın üzerine titrerdi. Gururuydu, Bakırköy?ün.

-         Şimdi öyle değil mi?

-         Şimdi bu alışveriş merkezi yansa, yıkılsa kimsenin umuru değil. Onu seven, kollayan üzerine titreyen insanlar olmayınca ne yapayım ben böyle güzelliği. Ayrıldı artık nergis ile frezya.

Derin bir iç çekti ve dönüp tezgahı ile ilgilenmeye koyuldu. Kafamı kaldırıp önce alışveriş merkezinin gösterişli ışıklarına sonra az önce devirdiğim rengarenk çiçekçi tezgahına baktım. Hava kararıyordu. İnce bir yağmur başlamıştı. Tezgahtaki çiçekler ile ilgilenen küçük kız çocuğuna tek tek çiçeklerin isimlerini sayıyordu, bizimki. Teşekkür edip yanlarından uzaklaştım. Elimdeki nergis ve frezyanın güzelliği, kokusu az sonra bindiğim kalabalık minibüsteki insanları da etkilemişti sanki. Yağmur giderek hızlanıyordu.

Mor Öküz

Çarşamba, Mart 18th, 2009

Metal sektörünün tanınmış fabrikatör ve iş adamlarındandı. Hastanemizde yatıyordu ve  hastane ortamına alıştığı pek söylenemezdi. İşinin başında olamamaktan yakınıyordu, sürekli. Yanında getirdiği diz üstü bilgisayarını arada sırada çıkarıp çalışıyor telefon ile emirler gönderiyordu. Hastalığı nedeniyle istirahat etmesi gerektiğini vurgulamamıza karşın söz dinlemiyordu.

Baktık olmuyor, kalp ritmini takip edebilmemizi sağlayan cihazı olumsuz etkilediğini söyleyerek cep telefonunu ve diz üstü bilgisayarını elinden aldık.

Hayli söylendi. Ama sonra durumu kabullendi. Bir gün baktım baş ucunda ?Mor İnek Olmak? ve ?Mor İnek Nasıl Büyüsün? isimli iki kitap duruyor. Takılmadan edemedim.

-          Muammer bey hayrola, nereden çıktı bu ?mor inek? konusu?

-          Sorma doktor bey. Oğlum getirdi bıraktı okumam gerekiyormuş.

Daha sonra oğlunun yurt dışında üniversite öğrenimi gördüğünden, ülkeye dönüp işin başına geçtiğinden, gerçekte fabrikaları oğlunun yönettiğinden söz etti. Dahası oğlunun şirkette kendine göre yenilikler yapmasından rahatsız olduğunu, sık sık tartıştıklarını aktardı.

-          Tutturmuşlar ?mor inek? diye bir şey gidiyor.

-          Sahi, nedir bu mor inek hikayesi?

-          Neymiş efendim iyi kötü herkes benzer malları üretip satıyormuş. Pazarlama alanında üretilen malın farklı bir özelliği olması gerekiyormuş. Herkesin ineği siyah beyaz renklerde iken sen ineğini mora boyayıp farklı kılarsan daha kolay satarmışsın.

?Pazarlama anlamında fena fikir değil. Boşuna mı bu millet ?kırmızı olsun, beş kuruş fazla olsun? diye arabanın kırmızısını isterler. Demek ki işe yarıyor? diyecek oldum. Dudağını büktü.

-          Yeni bir şey değil ki bu . Eskilerde de vardı. Biz buna ?kuş kondurmak? veya ?kulp takmak? derdik. Herkes küp yapardı eskiden ama sağlam kulbu olan küpler daha makbuldü. Anlayacağın, ustalık isterdi kulp takmak. Şimdi kulp takma yerine ?mor inek? olmaktan söz ediyorlar.

Kitabı açıp altını çizdiği bir iki yeri okudu. Yeni bir şeyler yapmak geliştirmek uğruna klasik olmuş sağlamlığı kanıtlanmış yöntemleri terk etmenin kumar olduğunu oğluna anlatamadığından yakındı.

-          Oğlum dinozor olduğumu, modası geçmiş yöntemler kullandığımı düşünüyor. Hep tartışıyoruz. Fabrika ne kadar modern olursa olsun ülke gerçeklerinin değişmediğini vurguluyorum anlaşamıyoruz.

-          Yani?

-          O bindiği geminin modern sağlam en son teknoloji ile donanımlı olmasına güvenip sınırlarını zorlamak istiyor ben ise geminin yüzdüğü denizi ve havayı iyi tanımadığını, fırtınaya tutulabileceğini veya karaya oturabileceğini anlatmaya çabalıyorum.

Konu ilgimi çekmişti. Oğlunun mor inek olmak uğruna neler yaptığını sordum. Ciddi sermaye yatırımları ile üretim bandını yenilediğinden aynı işi yapan ama daha estetik görünümlü ürünler üretmeyi başardığından söz etti.

-          Başarmış işte oğlunuz daha ne istiyorsunuz?

-          Doktor bey, başarmasına başardı, farklılığı olan ürünü ortaya çıkardı ama satışlar istediğimiz gibi değil.

-          Beklediğinizi bulamadınız mı?

-          Bizim mor inek olmasını beklediğimiz ürün mor olmasına mor oldu ama inek olamadı. Herkesin inek aradığı ortamda biz mor öküz ürettik. Bizim öküz ne süt verir, ne doğurur bir işe yaramaz öylece durur.

Birlikte güldük bir süre. Mor inek yerine mor öküz diye dalga geçtikçe oğlunun sinirlenip daha da hırslandığından söz ederek ?neyse ki siz doktorlar bu kafada değilsiniz? dedi. Merakla sözün devamını beklediğimi görünce;

?Benim oğlan gibi, klasik yöntemleri bir kenara bırakıp yeni tedavi yöntemlerini her hastaya uygulamaya kalkarsa bu doktor milleti, kopacak gümbürtüyü düşünemiyorum doğrusu? dedi.

Bir kez daha güldük karşılıklı. İzin istedim. Odadan çıkarken, hastamız gözlüklerini takmış  ?Mor İnek Nasıl Büyüsün? kitabını okumaya dalmıştı.

 

Yelken Tutkusu

Çarşamba, Mart 18th, 2009

Kuzey Ege?nin şirin kasabalarındandır, Dikili. Liman kahvesinde çayımı yudumlayıp Midilli üzerinde batan güneşin yaşattığı görsel şöleni ve limandaki balıkçı teknelerini izliyordum. Benimle birlikte pek çok günbatımı tutkunu sessizce giden günü uğurluyordu. Orta yaşlıca bir çift oturacak yer olmadığı için masama ilişmek için izin istediler ve onlar da katıldı bu akşam ayinine. Dikkatli bakınca az önce yelkeni ile süzülerek limana yanaşan küçük teknenin sakinleri olduğunu fark ettim, masamı paylaşanların. Çay ikram etmek için izin istedim. Konuşmalarından anladığım kadarıyla teknelerinde sorun olmuştu ve biri birilerini suçluyorlardı. Kadın biraz da sitemkar ifade ile ?Senin bu yelken tutkun yüzünden bir gün canımızdan olacağız. Poyraz sert estiği halde neden motoru çalıştırmayıp yelkende ısrar ettin sanki? Şimdiye varmıştık İstanbul?a? dedi. Adam hiç üzerine alınmadı. ?Bak güneş ne güzel batıyor burada, tadını çıkarmaya bak? dedi ve bana dönerek ?öyle değil mi?? diye destek istedi. ?Burada güneş hep güzel batar, Ege?nin en güzel gurubu buralarda izlenir? dedim.Bir süre sustular, sessizce gurubun renklerine baktılar. Sonra adam bana dönerek;

-         Burada gün batımını güzel kılan, karşımızdaki Midilli adası. Eşim ve ben çok severiz adayı. Siz bir de adadaki Mittilini kentinde gün doğumunun güzelliğini bilseniz. Gün Dikili?nin üzerinden yükselip öyle güzel selamlar ki adayı?

Daha sonra karı koca yelken tutkunu olduklarından, tekne ile Akdeniz limanlarını dolaştıklarından söz etti. ?Gerçi eşiniz durumundan şikayetçi görünüyor? diyecek oldum. Adam sevgi dolu gözler ile eşine bakıp gülümseyerek; ?ben yelken tutkunuyum o ise fotoğraf çekmeyi, gidilen limanları, gezilen mekanları tanıyıp anlamayı daha çok seviyor. Pek anlaştığımız söylenemez ama yine de kırmayız biri birimizi? dedi.

-         Eşinizin ilgisini anladım sanırım ama sizin bu yelken tutkunuzu anladığımı söyleyemeyeceğim. Gidilen limanlar sizin ilginizi çekmiyor mu? Ne için yolculuk ediyorsunuz o zaman, denizde?

Adam bir süre karısına sonra denize baktı, çayından yudum aldı.

-         Beyim, sen satranç oynamayı daha çok seven birine benziyorsun, tavlanın daha keyif verici bir oyun olduğuna seni nasıl ikna edebilirim ki?

Şaşırma sası bendeydi. Şaşkınlığımı görünce açıklamasına devam etti.

-         Çoğumuz bir satranç oyuncusu gibi bakmıyor muyuz hayata? Oyunu kendimiz kuruyor tüm hamleleri önceden kestirip oyunu kendi kontrolümüzde tutmaya çabalıyoruz. Okul hayatından beri insanlara hep bir sonraki hamle üzerine kafa yorması öğretiliyor.

-         Eeeeee

-         İşte onlar için deniz yolculuğu diğer her hangi bir hamleden farklı değil. Olabildiğince kısa yoldan belirlenen hedefe ulaşmak zorunda hissediyorlar kendilerini, sizin de az önce buyurduğunuz gibi. Yelkenli yerine güçlü motorlara sahip tekne alırlar 3 günlük yolu yarım günde almaya çabalar bundan mutlu olurlar. Önceden uzun uzun düşünüp hazırlık yapar ve karar verildiğinde vezirin bir kareden diğer kareye gidişi kadar kısa bir hamle ile yolculuğu tamamlamak ister böyleleri.

-         Siz ise tavla tutkunu olduğunuzdan söz ettiniz.

-         Evet. Ben iyi bir tavla oyuncusuyum. Ne önceden kurulmuş hamlelerim ne de acelem var. O lanet olası motorun gürültüsünü duymaktansa denizin ve yelkenlerin sessizliğinde yolculuk etmekten keyif alırım. Motor gürültüsü duymamak denizin ve yelkenin keyfini çıkarmak uğruna rüzgarsız havada bile yelken açıp yürüme hızında yolculuk etmeyi tercih ederim. Benim için yolculuktur, hayat. Rüzgar ise tavlada atılan zardır. Bazen işlerini kolaylaştırır bazen zorlaştırır.

-         Yani biraz tavla oynamaya mı benzer bu yelken sevdası?

-         Biraz değil, neredeyse ta kendisi. Öyle uzun uzun planlar yapamazsın. Gelen zara göre oynayabileceğin en iyi oyunu seçer o anın tadını çıkarırsın. İşte o yüzden buradayız ya.

Burada eşi devreye girip yelken tutkusu yüzünden eşinin rüzgar kovaladığını, İstanbul?a dönüşlerinin gecikmeye uğradığını anlattı. Gerçi söyleniyordu ama yine de halinden mutsuz görünmüyordu. Adam eşinin elini tutup bir öpücük kondurdu.

-         Bu kez, hep gele attım be güzelim. Hem de bir sürü açık kapı varken. Rüzgar ne işiniz var İstanbul?da geri dönün diyerek hep kuzeyden esiyorsa, vardır elbet bildiği.

Gurubun renkleri bordodan mora dönmeye yüz tutmuştu. Ortalık alacakaranlığa teslim ediyordu, kendini. Kahveci çayları tazeledi. Bu arada kadın limanda ağlarını onaran balıkçıları fotoğraflamaya başlamıştı. Adam biraz hayranlık biraz kıskançlık ile baktı eşine. ?Bu fotoğraf tutkusunu da anlayamadım insanların? dedi.

-         Ne varmış fotoğraf çekmede, zamanı dondurup ileride hatırlamamızı kolaylaştırıyor bence yararlı uğraş.

-         Yararlı olmasına yararlı ama bu günü ıskalattırıyor insana. Bulunduğumuz yerde batan güneşi, balıkçıları, ayaklarımızın çevresinde dolaşan kedileri her neyse tüm bu güzelliklerin tadını çıkarmak yerine fotoğraflamaya çabalayıp ileride bir gün tadını çıkaracağını zannediyor, fotoğraf tutkunları. Hiç dondurulmuş balık ile taze balık bir olur mu?

-         Eşinizin sizi bırakıp fotoğraf ile ilgilenmesini kıskandığınızı hissediyorum. Yanılıyor muyum?

-         Kıskanıyorum tabii. Bugün benimle paylaşmayıp fotoğrafladığı o görüntüleri kim bilir günün birinde kiminle paylaşacak.

Bu arada kadın fotoğraf çekmeyi bitirip yanımıza dönmüştü. ?Kusura bakmayın eşim biraz gevezedir. Üstelik zor bir insandır. Sanırım sizin de yeterince başınızı ağrıttı, ne olsa tavlacılar biraz da çeneleriyle oynar? diyerek eşine gülümsedi. Ayağa kalktılar çay için teşekkür ettiler. Balıkçıların ve balık ağlarının arasından el ele teknelerine yürüdüler.

Cennetteki Gözyaşları

Çarşamba, Mart 18th, 2009

2078306203_4a9e602e4b1Beyoğlu?nda Tünele bakan cafelerden birini seçmiştim, kitap okumak için. Güneş batmıştı. Hava karardıkça meydanın kalabalığı artıyordu. Kaldırımdaki masalardan birindeydim. Çalmaya başlayan müzik ile irkildim. Hemen arkamda kaldırım üzerinde üç delikanlı gitarları ile hem çalıp hem söylüyorlardı. Cafenin sahibi durumdan rahatsız görünüyordu. Uzaklaştırmak istedi ama tınmadı, delikanlılar. Güzel çalıyorlardı. Genellikle bilinen batı müziği parçaları çalıp gelen geçenden para topluyorlardı. Dinleyici çoktu ama bir şey kazandıkları da söylenemezdi. Kitabı kapatıp izlemeye başladım. İlgilendiğimi görünce istek parçam olup olmadığını sordular. Eric Clapton? dan ?Tears in Heaven? isimli parçayı rica ettim. Keyifle okudular. Programı bitirip sanırım başka yerde tekrar tezgah açmak için davrandıklarında masama davet edip kahve teklif ettim. Kabul ettiler.

Üniversite öğrenicisiydiler. Farklı bölümlerde olsalar da aynı yurtta biri birilerini bulan müzik tutkunları olduklarından söz ettiler. Yurtta kalıyor, hafta sonları da Beyoğlu?nda iş bulabilirlerse barlarda cafelerde, bulamazlarsa sokaklarda müzik yapıp harçlıklarını çıkarıyorlardı. ?Ailelerinizin bu yaptıklarınızdan haberi var mı?? diye sormamdan biraz rahatsız oldular. İçlerinden uzun kıvırcık saçlı, kulağında küpe olanı yüzüme bakmaya çekinerek ?Ailelerimizin haberi yok. Olmasını da istemiyoruz. Çünkü onlar bizi bu halde görmeye dayanamazlar? dedi.

Daha sonra anne ve babasının Boğaziçi Üniversitesi mezunu olduğundan, Bursa?da yaşayıp çalıştıklarından, kendinin de Bursa?da doğup büyüdüğünden söz etti.

- Annem ve babam için hayat başarı üzerine kuruludur. Hep başarılı öğrenci olmuşlar, girdikleri sınavlarda hep yüksek puan almışlardır. Beni de böyle yetiştirdiler. Onların istediği gibi hep başarılı öğrenciydim.

- Bu durum seni rahatsız edermiş gibi konuşuyorsun.

- Evet, aynen öyle. Özelikle annemin benim için çizdiği kulvarda, onların istediği gibi, kendileri gibi biri olmak üzere yetiştirildiğimi düşünüyorum.

- Olabilir, ne var bunda? Her çocuk anne ve babasını örnek alır.

?Siz de anlamıyorsunuz. Neden anlatıyorum ki?? diyerek sustu. Bir süre gitarının akordu ile ilgilenip kahvesini yudumladı. Sonra sürdürdü sözlerini;

- Anlattıklarına göre Babam ve annem gerçekten çok başarılıymış. Girdikleri sınavlarda hep en iyi dereceleri almışlar. Ne kadar çalışırsam çalışayım onlar kadar başarılı öğrenci olamıyorum. Derslerimi veriyor ama onlara yetmiyor. Çocukluğumdan beri en yüksek notu alamadığım için anneme hesap vermek zorunda kalıyorum.

- Ama onlar senin için iyi şeyler diliyorlar sanırım.

- Onlar kendi hayatlarına bakıp benim de kendileri gibi olmamı istiyorlar. Kendilerince haklılar. Ama bu beni daraltıyor. Annemin salon bitkileri gibi hissediyorum, kendimi. Özgürce büyüyüp gelişmelerine izin vermemiştir annem, o çiçeklerin. Çok iyi bakar çiçeklerine ama kendi istediği biçimde büyümeleri için budar durur, hep.

- Yapmak istediklerini engellediği için anneni suçlamak biraz abartılı olmuyor mu?

- Anneme göre müzik ile uğraşacaksam piyano çalmalıymışım. Müzik piyanoda öğrenilirmiş. Küçüklüğümden beri piyano dersleri aldırıp solfej öğrettiler. Hiçbir zaman sevemedim piyanoyu. Onların gönlü olsun diye çaldım. Annemler başkalarının yanında piyano çaldırıp ona buna hava atıyorlar diye de kızıyordum.

- Sanırım gitar çalmak istiyordun.

- Müziği seviyordum ama her şeyini de öğrenmek istemiyordum. Gitar çalıp burada yaptığımız gibi arkadaşlarımla birlikte sevdiğimiz basit parçalar çıkarabilmekti amacım. Gitar gibi her yerde çalınabilen, insana arkadaş kazandırabilen enstrümanı çalmamı istemedi annem ve babam. Gitar almadılar, bana. Harçlığımdan biriktirdiklerimle aldım bu gitarı.

Sonra gitarını eline aldı. Tellerini okşadı. Arkadaşları da onun gibi düşünüyordu. ?Ama yine de gitar çalmana engel olamamışlar? diyecek oldum. Gözlüklü olanı lafa atladı;

- Bizler benzer ailelerden geliyoruz. Ailenin hayalindeki çocuk olmaktansa kendimiz olabilmek için onlardan biraz uzak durmak gerektiğini yeni fark ettik. Ziyaretimize kolay gelemesinler diye özellikle ev tutmuyor, yurtta kalıyoruz.

- Şikayet ediyorlardır herhalde.

- Başlangıçta yadırgadılar ama alıştılar. Onları seviyoruz, fırsat buldukça gidiyoruz ana ocağına. Ama çok kalamıyoruz. Karışmaya başlıyorlar her şeyine.

?Pek anlamadım doğrusu? dememle o ana kadar konuşmaya katılmayan sarışın olanı sözü aldı. Diğerlerinden daha hırçın ve öfkeli üslupla konuşuyordu.

- Anlamazsınız. Hayat onların, sizin yaşadığınız hayat değil artık. O zamanlar insanlar okur mühendis, doktor olur veya okumaz çöpçü olurmuş. Mühendis, doktor dediğin saygın, değerli adammış. Şimdi öyle değil. Ne kadar okursan oku aslında çok bir şey olamıyorsun. Kaç paralık adam olduğuna, kaç paralık iş yaptığına kaç para kazandırdığına bakıyorlar.

- Yani bunun anlamı nedir?

- ?Çalışırsan kazanırsın, çok çalışırsan çok kazanırsın? diye kandırıyor, yalan söylüyorlar. Bu güne kadar üniversite sınavlarında dereceye girmiş birilerinin gerçekten toplum için, bilim için yararlı adı sanı duyulan biri olduğunu duydunuz mu? Her sene sınav yapıyorlar. Kazananı kutluyor istediği üniversiteye gönderiyorlar. Ondan sonra o kişinin adı bir daha duyulmuyor. Çok başarılı bile olsan sonuçta sadece kaç paralık işte çalıştığınla anılıyorsun. Bunca emeğe, kendinden ettiğin fedakarlığa değmiyor.

Garsonun kahve fincanlarını toplamaya gelmesiyle sustular. Gitarlarını kılıfına yerleştirip izin istediler. ?Yaşamak istediğiniz hayat sokaklarda böyle pejmürde dolaşmak mı? diye üsteledim. Kıvırcık saçlı olanı gülümsedi;

- Genciz işte. Kendimizi ve hayatı tanımaya çalışıyoruz. Şimdilik ne olmak istemediğimizi biliyoruz. Yetmez mi?

?Peki ya müzik?? diye sordum. Kıvırcık saçlı olanı gülümsedi, arkadaşlarına baktı ?Müziğin bir şeyleri değiştireceğine inanmıyorum ama kötü giden bir günü unutturacak fırsatlar da yaratmıyor değil, bu gün olduğu gibi? dedi.

Kahve için teşekkür ettiler. Gitarları omuzlarında Beyoğlu?nun kalabalığı artan karanlık sokaklarına karışıp gözden kayboldular.