Sessizce yağan kar hayatı yavaşlatmaya yetmişti. Kar ve soğuktan kaçabilmek için ilk gelen belediye otobüsüne atmıştım, kendimi. Biletim de yoktu. Yolculardan bilet için yardım istedim. Pek kimse oralı olmadı. Şoför kararlı görünüyordu. Arkalardan yaşlıca bir bey bilet uzatmasa inmem gerekecekti, otobüsten. Bileti atıp cebimdeki bozukluklardan denkleştirdiğim bilet ücretini uzattım, elimi geri itti.
- Bana borcun yok delikanlı.
- Ama nasıl olur. Kabul edemem. Zaten bilet vererek
yeterince yardımcı oldunuz.
- Ben de senin gibi biletsiz olduğum bir gün birinden aldığım
biletin borcunu ödüyorum, delikanlı. O kişi de ücret almamış, gün
gelir sen de birine bilet verirsen ödeşiriz demişti. Sanırım o da
başkasına olan bilet borcunu bana intikal ettirmişti.
- Eeeeee
- Bana borcun yok ama bu borcun olmadığı anlamına gelmiyor.
Gün gelir sen de otobüse biletsiz binen birine yardımcı olur
ödersin elbet borcunu. Fena mı?
Yan yana oturmuştuk. Yolculuk uzun sürecek gibi görünüyordu. Trafik hayli sıkışıktı, kar yağmaya devam ediyordu. Elimdeki gazeteyi okumaya çalışıyordum ama bizimki gazetedeki haberi gösterip ?Kar nedeniyle okulları tatil ettiler. Torunuma bakmaya kızımın yanına gidiyorum? dedi. Daha sonra tekel tütün fabrikasından emekli olduğundan, iki çocuğundan söz etti. Çocuğum olup olmadığını sordu. Sonra devam etti;
- Aslında çocuğum olmasından hep korkmuş hiç istememiştim.
Hanımım ısrar etmese bu dünyaya çocuk getirilmez diye
düşünenlerdendim.
- Neden böyle düşünmüştünüz? Nedir bu karamsarlık?
- Ailecek göç yaşamış, küçük yaşta gelmişiz buralara.
Korkmamak elde mi? Onlara bakamamaktan, koruyamamaktan
korkuyordum, azizim. Biraz da çocuk yüzünden özgürlüğümden
olmaktan ürküyordum sanırım.
- Şimdi pek öyle düşünmüyor gibisiniz?
- Gençlik işte, özgürlük hayatın önünde gider sanıyorduk.
Yaşlanınca insan duruluyor, değişiyor. Olgunlaşmak filan diyorlar
ama inanma, insan kırkından sonra ölümlü olduğunu anlıyor. Hele
yaşıtlarından bir ikisini toprağa versin, özgür olmaktansa güvenli,
sağlıklı, huzurlu ortamda olmayı düşlüyor, ona çabalıyor.
Camdan dışarı baktık bir süre. Trafik biraz rahatlamıştı. Boğaz sahili boyunca ilerliyorduk. Kar olanca sessizliği ile boğazın dalgalı sularına düşüyordu. Kuruçeşme adası beyaz örtü ile örtülmüş, terk edilmiş gibi görünüyordu. Otobüsün sert freni ile irkildik. Yolculardan bir ikisi şoföre çıkıştı. Şoför trafiği bahane ederek yanıt verdi. Bizimki bu tartışmayı önemsemedi. Dışarı bakmayı sürdürdü. Boğazın üstünde uçuşan martıları göstererek, ?karlı günlerde, aç kalmasınlar diye torunumla martılara ekmek atarız? dedi.
- Torununuza bakmak zor gelmiyor anlaşılan.
- Ne diyorsun? Torunuma arkadaşlık etmek, onun benim
yanımda kendini güvende hissetmesi o kadar hoşuma gidiyor ki,
çocuklarımdan esirgediğim özgürlüğü ona veriyorum. Hatta kızım
şımarttığımdan bile yakınıyor.
Cüzdanını açıp torununun resmini gösterirken bile gözleri buğulanmıştı. ?Mutluluk dedikleri bu olmalı? diyecek oldum.
- Saadet, huzur olmadan mutluluk olmaz, delikanlı. Ben
torunumun yanımda, kızımın evinde huzur buluyorum. Onların
saadeti beni de mutlu ediyor. Bu bana yetiyor.
- Anlayamadım. Mutluluk, saadetten farklı mı oluyor bu
durumda?
Gülümsedi. Bir süre camdan dışarı baktı. Bebek koyunda demirli yatlar da kar altında martılara ev sahipliği yapıyordu.
- Beyim zaman değişti, anlaması, anlatması zorlaştı. Sağlıklı
nefes aldığına, sevdiklerinle birlikte yaşadığına şükretmeyi unuttu
yeni nesiller. Halbuki esas huzur, saadet buradaydı. Elindekilerin
farkında olmaktaydı, saadet.
- Mutluluk neydi o zaman?
- Kıvılcım gibi bir şey, mutluluk dedikleri. Bir şeyin biran için
elinde olduğunu sanmak, sanki. Salakça bir şey yani. Üstelik
elindekilerin farkında değilsen, huzurun, saadetin yoksa mutlu da
olamaz insan ve neden olamadığını da anlamaz, pek çoğumuz
gibi. Televizyonlarda, eğlence mekanlarında hep mutluluğu
kovalayan insanları görüyor, üzülüyorum. Mutlu olabilmek için acı
çekiyorlar. Çocuklarına saadet ismini bile çok görüyorlar.
Otobüsümüz Emirgan?a varmıştı. Kar yağışı durmuş, yüzünü gösteren güneş boğaz sırtlarında gölge oyunları yapıyordu. Beyefendi inmek için izin istedi. Ayağa kalktı. Kapıya doğru ilerledi sonra durdu ve geri döndü. ?Delikanlı, bana olan bilet borcunu unutma sakın. Ne de olsa gönül borcu, nakde çeviremezsin? dedi ve indi. Arkasından el salladım. Otobüsün hareketi ile birlikte binen yolculardan birinin ?fazla bileti olan var mı?? sesi yükseldi.
Mehmet Uhri
Not: Bu anlatıdan sayın Mesut Günsev tarafından üretilen ve ada tv de yayınlanan program kaydına ulaşmak için
http://www.youtube.com/watch?v=6Way164wLYA
linkini kullanabilirsiniz.
Cok tesekkurler Mehmet,
Yazını okuyunca aklıma İzmir’deki öğrencilik günlerim geldi. Her yere belediye otobüsü ile giderdik, Bornova’dan Alsancak’a, Garajdan Bornova’ya, Bornova’dan Fahrettin Altay’a, Karşıyaka’ya. Otobüsler genellikle hınca hınç dolu olurdu, ilerleyelim beyler lafları hala kulaklarımda. Ote yandan, genelde aksamlari ingilizce kurs çıkışlarında ise alabildiğine sessiz, tek tuk bir kaç kişiyle dönerdik Alsancak’tan Bornova’daki yurdumuza. Şimdi bakıyorum da kendi arabamızla Erzurum’dan kalkıp İstanbul’a gitmek bile aynı tadı vermiyor insana. İnsan ne güzel günlermiş demeden edemiyor.
Hey ne yapiyorum ben ya, sana mi ozendim ne. Sadece harika bir yazı daha yazmışşın, teşekkürler diyecektim, bak nelerden sözettim şimdi.
Yazılarını bazen yorum yazamasamda ilgiyle okudugumu bilmeni isterim. Gruba düzenli olarak yollayarak sıkmadan okuma fırsatı verdiğin için de ayrıca teşekkürler.
Mustafa Gül
sevgili muhri, yine döktürmüşsün, nasıl ince bir duygusallık var öykünde, nasıl hafifçe, sanki peri kanadı gibi dokunuyor insana, öyle çarpmadan savurmadan. ellerine sağlık be kardeşim. ellerine sağlık