Archive for Mart, 2009

Oltanın Kısmeti

Çarşamba, Mart 18th, 2009

bogaz-140O sıcak yaz günü Kandilli sahilinde boğaza olta savuranların arasındaydım. Hava çok güzeldi. Martılar da en az sahildeki balıkçılar kadar hevesli görünüyordu. Hemen önümde denize dalan ve gagasında çırpınan balık ile yükselmeye çalışan irice martı, balığı gagasında tutmayı başaramayıp suya düşürdü. Diğerleri düşen balığın peşine hücum ettiler ama sanırım balık kaçmayı başardı.

Çevremdeki balıkçılara göre, az önceki martı gibi pek kısmetli olduğum söylenemezdi. Bir iki istavrit ve kraça dışında kovam boş kalmıştı. Hemen yanı başımda uzun boylu, saçı sakalı ağarmış, görünüşünden boğazın tecrübeli balıkçılarından olduğu anlaşılan yaşlı adam ise her seferinde üçer beşer istavrit çekiyordu. Ona yardım eden ve sonradan balıkçının liseye giden kızı olduğunu öğrendiğim genç kız ise tutulan balıkları oltadan çıkarmaya yetişemiyordu, sanki. Kıskanmamak mümkün değildi. Dahası, oltamı kıyının kayalıklarına taktırınca balık tutma hevesim de kaçmaya başlamıştı. Sıkıldığımı görünce yaşlı adam bana dönüp ?Sıkma canını, oltanın kısmetidir bu. Her zaman sen tutacak değilsin, bazen deniz de seni tutar? diyerek oltasını kızına bırakıp yardıma geldi. Misinayı gevşetip bir süre kendi ağırlığınca bıraktı. Sonra sarıp misinayı gerdi ve hızla asıldı. Bir iki denemeden sonra oltam kurtulmuştu. Teşekkür ettim.

Ayak üstü başlayan sohbetimizde Haliç tersanesinden emekli olduğunu, tersanenin kapatılması ile arkadaşlarının dağıldığını, yıllarını gemilere ve denizciliğe verdiğini, emeklilikten sonra çok aramasına rağmen iş bulamadığını, boş oturmaktansa boğazda balık tuttuğunu anlattı. Son zamanlarda ciddi sağlık sorunları olduğu için de çocuklarının sokağa yalnız bırakmadığından yakındı.

Balık tutma ile ilgili yaşadığım aksilikler bitmemiş bu kez de kıyıda toplanan misinamı karıştırmıştım. Sıkıntı içinde dolaşan misinamı açmaya uğraşıyordum. Bizim ki gülümseyerek tekrar yanıma geldi ve ?misinayı ıslatmadan düğümünü çözemezsin, beyim? diyerek dolaşan misina üzerine kovasından biraz su döktü. Bu sırada çırpınan iki balık kovadan yere düştü. Balıkları eline alıp okşayıp boğazın sularına geri bıraktı. Balıklar biraz duralayıp sonra hızla derine dalıp gözden kayboldu. Şaşırmıştım.

-         Madem bırakacaktınız niye balık tutuyorsunuz? Kaç saattir balık tutmak için cebelleşiyorum. Görüyorsunuz, çektiğim sıkıntıyı.

-         Haklısın beyim. Eskiden ben de senin gibi düşünürdüm. Yaşlanıp yolun sonu yaklaştığında bir de ölüm korkusu yaşayınca fikrini değiştiriyor insan.

-         Nasıl oldu bu?

-         Bir gün marketten elim kolum dolu eve dönüyordum. Sokakta kalbim tekledi. Olduğum yere yığılmışım. Hastaneye kaldırmışlar. Dediklerine göre kalbim iki kez durmuş. Şok vererek çalıştırmışlar. Ben bir şey hatırlamıyorum. Uyanıp kendime geldiğimde hastabakıcılar ?geçmiş olsun, öteki dünyaya gidip geldin. Ne gördün oralarda?? diye soruyorlardı. Doğrusu bu soruya verilecek yanıtım yoktu. Hayli aydınlık, ışıktan hiç bir şeyin seçilemedi rüya görmüş gibiydim. Diğer rüyalardan pek farklı da değildi, doğrusu.

-         Geçmiş olsun, büyük badire atlatmışsınız. İyi ama bunların balıklara ne ilgisi var?

Dolaşan oltamı sakin sakin açma uğraşıyordu. Dönüp yüzüme baktı. Gözlerinde biraz ümitsizlik biraz keder vardı, sanki.

-         Beyim ölüm korkusu bir kere aklına girmişse, dahası ölümü görüp geri gelmişsen öteki dünyanın var olduğuna daha çok inanmak istiyor, insan. O hasta yatağımda kurban gibi ölümü beklerken bunları düşündüm ve tuttuğum balıklar geldi gözümün önüne.

-         Yani?

-         Belki de onlar için suyun ötesi öteki dünyaydı. Oltaya yakalandıklarında öteki dünyayı görüp geri dönebilsinler, arkadaşlarına öteki dünyayı anlatsınlar diye o günden beri tuttuğum balıkların bazılarını denize geri bırakıyorum. Ne görürler, ne anlatırlar bilemem ama farklı bir dünya olduğundan söz etsinler yeter. 

 

Misinanın düğümü çözülmüştü. Yardım için tekrar teşekkür ettim. ?Önemli değil? der gibi bir el işareti yaptıktan sonra oltasını boğaza savurdu. Kısa süre sonra neredeyse tüm iğneleri istavrit ve kraça ile dolu oltasını kıyıya çıkardı. Kızı, neşeyle balıkları iğnelerinden ustalıkla çıkarıp kovaya atıyordu. Oltamın kısmetime ise sadece iri bir istavrit düşmüştü. Usulca iğneden çıkarıp ışığa tuttum. Pullarını okşadım ve ?arkadaşların seni bekliyor, anlatacakların olmalı? diyerek boğazın serin sularına bıraktım. Bu arada bizim ihtiyar balıkçı ile göz göze geldim. Oltasını sarıyordu. Gülümsedi, göz kırptı. ?Allah uzun ömürler versin beyim. Şimdi senin de torunlarına anlatacak bir şeylerin oldu. Haydi rast gele? diyerek oltasını tekrar boğaza doğru savurdu.

 

Yorgan Yüzü

Çarşamba, Mart 18th, 2009

yorganci1Başını önüne eğip yüzünü astı ve ?Bitti beyim. Baba mesleği yorgancılık bitti, buralarda? dedi. İzmir?in tarihi ilçelerinden Bergama?nın kendi kadar eski Arasta çarşısındaydım. Çarşının dükkanlarının yarıya yakını boştu, çalışmıyordu. Eskinin canlı günlerini arar olmuştu, çarşı esnafı. Adres sormak için yorgancı dükkanında ayak üstü başlayan muhabbet yorgancının bu sözleri ile sürmüştü. Dertliydi yorgancı. Çarşıda sayıları yirmiyi bulan yorgancılardan sadece üç dükkan kalmıştı. Onların da ellerinde pek iş yoktu, boş oturuyorlardı.

Dükkan duvarlarında ve vitrinde renkli parlak satenleri ve işlemeli yüzleri ile farklı boyutlarda yorganlar asılıydı. Yorgancı günlerdir siftah yapmadan dükkan kapattığından yakınıyordu. Yorganlarından birini eline alıp;

-         Beyim yorgan deyip geçme. Pamuğu buraların pamuğu, kumaşı bizim Sümerbank?ın kumaşıdır. Gerçi şimdilerde 70 yıllık Bergama Sümerbank fabrikasını kapattılar, pamuk tarlaları da azaldı ama mal yine bizim malımız.

-         Yorgana talep azaldı sanırım. Evler kaloriferli olunca insanlar pek yorgan örtünmüyorlar artık.

-         Biraz öyle oldu ama Bergama?yı ve insanını değiştiren yanı başımızda Ovacık?taki altın madeni oldu, beyim. Millet altın madeni ile kolay para kazanmayı öğrendi. Araziler kıymetlendi, tuhaf bir zenginlik oldu. İnsanlar kendi tarlalarında ırgatlık yapmaktansa madende çalışmaya koştu. Tarlada bağda çalışacak adam kalmadı. Esnaf yetiştirecek çırak bile bulamaz oldu.

-         İyi ama Bergamalıların o altın madenine karşı olduklarını okuyoruz hep.

-         Onlar bir avuç insan, beyim. Sesleri çıktığı kadarıyla okuyorsunuz gazetelerde. Sen asıl sesini çıkarmayanlardan kork. Millet kolay parayı görünce sustu. Karşı çıkanları da yalnız bıraktılar. Ama, zaman onları haklı çıkardı. Kaybeden de pek farkında olmasalar da Bergamalılar oldu.

Ayağa kalktı yorganlardan kırmızı olanı eline aldı. Üzerindeki çiçek işlemesini göstererek;

-         Bu yorganı komşu kızının çeyizi için sipariş etmişlerdi. Kızcağız desenini bile eliyle çizip vermiş, kırmızı saten kumaşını de kendi getirmişti. Çok özenmişti. Nişanlısı madende iş bulup kolay parayı görünce hovardalığa başladı. Düğünden vazgeçildi. Yorgan da elimde kaldı. Şimdi pek alıcısı da yok.

-         Neden öyle?

-         Dediğin gibi, kalorifer sayesinde evler iyi ısınır oldu. Sonra nevresim belası çıktı başımıza. Eskiden yorganların saten yüzü görünür, yorgancının el emeği de belli olurdu. Yorgan dediğin insana benzer azıcık, yüzüne bakar anlarsın ne mal olduğunu. Şimdilerde yorganları nevresime tıkıyorlar. Yüzünü gizleyenden fayda gelir mi hiç? Üstelik yorgan da nevresimin içinde toplanır durur, nesini severler anlamam.

Bezgin ve kederli bir ifadeyle yorganlara eskiden yorgan iğnesiyle nasıl patiska kaplandığını, düğmeli yorganlar ile bu zahmetli işin kolaylaştırıldığını ama yine de insanlara nevresim kullanmanın daha kolay geldiğini anlattı. Dahası sentetik hafif yastık ve yorganların çıkması ile işlerin iyice azaldığından yakındı.

Hava sıcaktı susamıştım. Yandaki çay ocağından içecek bir şeyler ısmarlamak istediğimi söyleyince ?bari limonata al, bu sıcakta iyi gelir? dedi. Limonataları alıp geldiğimde yorgancı elindeki yastığa pamuk tıkmakla uğraşıyordu. Limonatasını iki yudumda içip

?Ölmüşlerinin ruhuna değsin, beyim? diyerek elindeki işe döndü. Bu arada yastık ve yorganın insan hayatında önemli yer tuttuğunu, kışın soğuk günlerinde yorganın sıcaklığı ve sarmalaması olmasa huzurlu uyku uyunamayacağını anlattı. Yetişkin iki oğlunun baba mesleği yorgancılık ile ilgilenmek yerine altın madeninde çalışmayı seçtiğinden yakındı. ?Paranın yüzü sıcaktır derler? diye üsteledim. Boş ver dercesine elini salladı.

-         Para çoğaldığında zenginlik olur diyorlar ama para azken el emeği daha değerliydi, beyim. Ne zaman para bollaştı, para kazanmak da kolaylaştı. Zaman ve sabır isteyen el emeği, göz nuru gerektiren bizim işler ucuzladı. Ev geçindirmez oldu. Para bollaştı ya, herkeste bir telaş ucuza rağbet arttı. Ne olacaksa?

Cebinden çıkardığı madeni paraları gösterdi.

-         Bak bu paralara. Hepsi biri birinin aynı. Para girdiği yerde her şeyi kendine benzetiyor. Bu paralar ile biri birinin aynı yorgan ve yastık alıyor, insanlar. İnsanlar bile bu paralar gibi biri birine benzer hale geliyor, ucuzluyorlar. Bozdur bozdur harca. Ne yapayım ben böyle zenginliği?

Dertlenmiş ve biraz da öfkelenmiş gibiydi. Pamukları yastığın içine daha bir hırsla tıkıyordu, sanki. Keyifli muhabbet için teşekkür edip izin istedim. Çarşı tenha ve sıcak günlerinden birini daha yaşıyordu. Birkaç adım atmıştım ki bizim yorgancının dükkanın kapısına çıktığını ve arkamdan ?beyim bir dahaki sefere limonatalar benden olsun, yine gel. Bu kez belki bir el de tavla atarız malum pek iş de yok, biliyorsun? diye seslendiğini duydum. El sallayıp uzaklaştım.

Şarabın Rengi

Çarşamba, Mart 18th, 2009

adakarasiOkul arkadaşıydık. Adı sanı duyulmuş özel sektör şirketlerinde üst düzey yöneticilik yapmıştı. Tanınıyordu. Kendi işini, şirketini kurar diye beklerken her şeyi bırakıp Tekirdağ yakınlarında aldığı bağ ile şarapçılığa başlamıştı. Üstelik ailesini de beraberinde sürüklemişti. Bir tür kaçış, inzivaya çekilme gibi düşünmüş orta yaş bunalımı olarak yorumlamıştık. Birkaç yıl haber alamadık. Unutturmuştu kendini. Hastanemizde yatan bir yakınının sağlık sorunu için aramasa, ısrarla davet etmese belki tatile giderken yolumuzu Tekirdağ?dan geçirip uğramayacaktık. Bir gece konaklayıp yolumuza devam etme sözü alarak öğlene doğru bağ evine ulaştık. Hasret giderdik. Eşlerimiz, çocuklar hepimiz mutlu olmuştuk, bu karşılaşmadan.

Bahçede yürüyüşe çıktık. Bağlarını gezdirdi, üzümlerini tanıttı. Farklı üzüm çeşitleri olduğunu söylese de henüz koruk halindeydiler ve hepsi biri birine benziyordu. Özellikle kınalı yapıncak adlı üzümün yöreye has olduğunu, soyu tükenmek üzereyken üretip çoğalttığını heyecan içinde anlattı. Bu üzümün yöre insanı gibi biraz yabani, kavruk ve sert kabuklu olduğunu güneşi ve rüzgarı yedikçe lezzetlenen kokulu küçük taneli üzüme dönüştüğünden söz etti.

Sonra şaraphaneyi gezdik. Üzümün şarap haline gelene kadar hangi aşamalardan geçtiğini anlattı. Konu çocukların ilgisini çekmemiş dışarıda oyuna dalmışlardı.

İş ortamında gayet ciddi ve resmi olan arkadaşımın şarap ve üzüm konusunu anlatırken çocuksu neşe içinde olduğunu görmek, şaşırtıcıydı doğrusu. Bilinen İtalyan markalarından giyinmeye özen gösteren, her gün taktığı farklı kravat ile ilgi çeken arkadaşım gitmiş yerine eski bir gömlek ve şort ile gayet pejmürde görünen biri gelmişti. Evinde hizmetçiler çalıştıran o adamın yerinde kendi işlerini yapan ve hatta konu komşunun işlerine de el atan farklı biri vardı sanki. Bir ara durdurdum ve ?tüm bunlar neden?? diye sordum. Gülümsedi. Eliyle göğsünü işaret edip çok stresli geçen bir günün akşamı geçirdiği kalp krizinin hayata bakışını değiştirdiğini, krizden sonra kendini çok zorlamadan yaşama kararı aldığını anlattı. Verdiği yanıtı pek yeterli bulmadığımı, aynı iş ortamında daha az yorularak da çalışabileceğini söylemem üzerine mahzene inip birkaç şarap şişesi ile geri döndü. Birinci şişeyi açıp tadına bakmamı istedi. Son derece lezzetli, taze üzüm kokusu dahi alabildiğiniz hafif buruk bir kırmızı şaraptı. Beğendiğimi görünce ikinci bir şişe daha açtı. Bu kez daha az kokulu, ekşimsi bir beyaz şaraptı, açtığı.

-         Kırmızı çok daha kokulu lezzetliydi, beyaz olanı ise pek beğenmedim.

-         Ben de ayni fikirdeyim. Kırmızının lezzeti beyaz şarapta yok. Ama ikisi de aynı bağın üzümünden elde ediliyor.

-         Nasıl oluyor bu?

-         Bilmeyenler kırmızı üzümden kırmızı şarap, beyaz üzümden beyaz şarap yapıldığını sanırlar. Halbuki hangi renk olursa olsun üzümü toplayıp fazla ezmeden sadece suyunu çıkarır fermente edersen şarap beyaz olur. Eğer üzümün suyunu çıkarırken iyice ezip kabuğunu, çerini çöpünü, çekirdeğini işe dahil edersen elde ettiğin şarap kırmızı olur. O beğendiğin kırmızı şaraba lezzetini kokusunu veren de üzüm ile birlikte ezilen çeri, çöpü, çekirdeği, kabuğudur.

Kadehlere tekrar kırmızı şarap doldurdu;

-         Bilirsin, şarapçılık ile eskiden beri hobi olarak ilgileniyordum. Kalp krizi geçirip hastanede yatarken önceleri aynı yaşta bir çok arkadaşımın başına böyle bir olay gelmediği için isyan ettim. Sonraları durumu kabullenip daha soğukkanlı baktıkça şaraplar geldi aklıma.

-         Nasıl yani?

-         Beni bilirsin. En iyi okullardan en iyi dereceler ile mezun oldum. Kapasitemin farkındaydım ve hep onu zorlayacak işler ile uğraştım. Başarılı olduğum söylenebilir ama hep yapabileceğimin en iyisini yapmaya uğraşmıştım. Çevremdekiler de böyle istiyordu, alkış tutuyorlardı. Hatta çocuklarım için de aynı tarz yaşamın doğru olduğuna inanıyordum. Ama kendimi çok zorladım ve kalbim erkenden tekledi.

-         Eeeee?

-         Anlamıyor musun? Hepimiz aynı bağın üzümüydük. Kimimiz kendini çok sıktırmadan beyaz şarap olmaya yöneldi. Ben ise kendimi iyice sıktırıp ezdirip kırmızı şarap olmaya çabalıyordum. Şarabımın lezzetli olması beğeniliyor ama hayata bir kez geliyoruz. Bu kadar sıkılmaya değmez diye düşündüm.  

-         Sen de kendini bu kadar zorlamaktan vazgeçip buralara kaçtın, öyle mi?

-         En azından kendimi biraz daha az sıktırıp beyaz veya roze şarap olmayı istedim. Onun için buradayım. Dahası çocuklarımın da bunun farkında olmalarını, hayatı başarıya indeksli yarış olarak görmemeleri için bu kararı aldım. Baştan yadırgasa da eşim de katıldı buraların hayatına. Köyün ilkokulunda çocuklara resim ve drama dersleri veriyor. Ben de satranç öğretiyorum. Çocuklarım da o okuldalar.

-         Umarım mutlusundur.

-         Bilirsin, hızlı yaşardım. Mutluluğu hızda arayanlardandım. Eskiden olsa hiç açmazdı beni buralar. Buraya gelince anladım ki beklentilerini azaltınca hayat sana mutluluğu kendi elleriyle sunuyormuş. Gerisi koşuşturmakmış.

pinot20chardonnay2Kadehini kaldırdı. ?Hayata ve dostluğa? diyerek tokuşturduk.

Şaraphaneden çıktığımızda bahçede çocuklarımızın neşe içinde oyuna dalmış olduğunu gördük. Ertesi gün yola çıkarken ?beğenmiştin? diyerek birkaç şişe kırmızı şarap hediye etti. Eylül?de bağ bozumuna beklediklerini söyleyerek ailecek uğurladılar.

Bir daha Tekirdağ tarafına yolumuz düşmedi uğrayamadık, bağlarına. Hediye ettikleri şarapları açıp içmeye de kıyamadık. Dost hatırası olarak duruyorlar, büfede.

Sofra Bezi

Çarşamba, Mart 18th, 2009

sofra-beziYaşlı kadın hastamız, geçirdiği kısmi felç nedeniyle hastanemizde yatıyordu. Vücudunun sağ yanı tutmayan ve konuşma yetisini yitiren hastamıza orta yaşlı kızı refakat ediyordu. Anne kızın sevgi dolu ilişkisi, kızının annesine olan düşkünlüğü hepimizin dikkatini çekmişti. O sabah hastaları dolaşırken servis şefimiz hastamızın dosyasını inceleyip ?beyin kanaması böyle sinsi hastalıktır arkadaşlar. Öncü belirti vermeden aniden ortaya çıkar? dedi. Bir sessizlik anında hastamızın kızı araya girip;

-         Öyle diyorsunuz ama annem hastalanacağını anlamıştı, doktor bey. Felç gelmeden bir hafta önce kendini iyi hissetmediğini, doktora gitmek istediğini söyleyip durdu. Hatta gidip muayene ve tahliller de yaptırdık. Bulgular yaşına göre normal sınırlarda kabul edilip uyku düzenleyici  ilaç vererek evine gönderdiler. Ama annem ikna olmamıştı.

Bu sırada hastamız yatağında olayı doğrulayan gözlerle bizlere bakıyor, hafifçe kafasını sallıyordu.

-         Annenizin yakınması neydi?

-         Doktor bey, annem kendini iyi hissettiği zamanlarda kendi kendine şarkılar mırıldanırdı. Son günlerde hiç keyfi olmadığını, içinden şarkı okumak gelmediğini, kendini zorlayarak okumak istediği şarkıların da makamlarını karıştırdığından, sözlerini hatırlamakta güçlük çektiğinden yakınıyordu.

Hastamızın kızı etajerin çekmecesinden çıkardığı kulaklıklı küçük müzik aletini gösterip annesinin hastane ortamlarından hoşlanmadığını, ona sevdiği şarkılar dinleterek ortama biraz olsun alıştırmaya sevdirmeye çalıştığını anlattı. Hastamıza kızından başka refakat eden de yoktu. Öğleye doğru gidiyor akşama tekrar hastamızın yanına geliyordu.

O akşam üstü gelirken servis çalışanları için evden limonlu kek yapıp getirmişti. Biz de ona çay ikram ettik. Keki iştahla yediğimizi görünce;

-         Annemin en sevdiği kektir. ?Lezzet dilde değil, burunda başlar? der annem. O yüzden özellikle bu güzel kokulu keki yapıp getiriyorum. Pek iştahı yok, konuşamıyor ama yine de gözleri ile teşekkür ettiğini görüyorum.

Hemşire hanımlar kekin tarifini isteyip not aldıktan sonra hastamızın çok temiz ve titiz olduğundan, odayı çok temiz tuttuklarından, hatta annesine yemek yedirirken sofra bezi açtığından söz etti. Bizimkinin gözleri doldu;  

-         Annem için çok önemliydi sofra bezi. Sofra bezi olmadan yemeğe oturmazdı. Dökülen kırıntıları atmaz, ıslatıp yumuşattığı bayat ekmeklerle beraber kuşlara verirdi. Onlar kıtlık görmüşlerdi. Bir de, nasıl anlatsam bilemiyorum.

Bir süre durdu. Yutkundu. Ağlamamak için zorladı kendini.

-         Bir de, aileyi bir arada tutanın sofra bezi olduğunu, sofrada aynı sofra bezi üzerinde yemek yemenin önemini anlatır dururdu, annem. O zamanlar güler geçer pek anlamazdım.

-         Neden özellikle sofra bezi? Sofra olsa yetmez mi?

-         Bu soruyu ben de sordum, ona. O bana sofra bezinin arkasının önünün aynı olduğunu gösterip aynı sofra bezinde yemeği paylaşıp yiyenler arasında gizli saklı olamayacağını, bunun da aileyi bir arada tutacağını söylerdi, annem. Amerikan servisler, peçeteler hatta sofra bezi olmadan kullanılan çıplak masalardan hiç hoşlanmazdı. Özellikle Amerikan servislerin aileyi biri birinden uzaklaştırdığına inanırdı.

Sustu bir süre. Hemşire hanım sırtını okşayıp yanına oturdu, elini tuttu ?peki ya o beyaz sabunlar, onlar ne için? diye sordu. Bizimki gülümsedi, bizlere baktı.

-         Çekmecelerdeki, etajerin üstünde ve yastığın kenarındaki sabunları soruyorsunuz sanırım. Anlayın artık. Temizlik düşkünü iseniz. Evinizden başka yerde hele ki hastane köşesinde rahat edemiyorsanız, ortamın evinizdeki gibi temiz kokması için beyaz sabundan başka çözümünüz olamaz ki.

-         Neden özellikle beyaz sabun?

-         Unuttuk sanırım. Eskiden yoktu böyle deterjanlar. Yerleri arap sabunu ile çamaşırları da beyaz sabun ile yıkardık. Beyaz sabunla yıkanmış tertemiz bir çarşafın üstünde yatmayalı unuttuk o sabun kokusunu. Annem ?güzel kokanla temiz kokanı ayırt edemiyor bu yeni nesil? diye söylenirdi. Hele bu sıvı sabunlara ifrit olurdu.

z005Kekin kalan parçalarını tabağa aktarıp, kendi tabağını eline aldı. Saatine baktı. Çay için teşekkür etti. Annesine dinlemesi için yeni sanat müziği CD leri getirdiğini söyleyip izin istedi. Hastamızı birkaç gün sonra biraz da onların ısrarı ile taburcu ettik. Kısmi felç hali devam ediyor ve hayli zor günler onları bekliyordu.  

Ertesi hafta servisimizde lavaboların kenarındaki sıvı sabunlara ek olarak kalıp beyaz sabunların konulmuş olmasına servis şefimiz pek anlam verememişti ama itiraz da etmemişti, doğrusu.

Biz Niye Böyleyiz?

Çarşamba, Mart 18th, 2009

dsc_00411

Üyesi olduğum uzmanlık derneği emekli psikiyatri profesörü hocamıza çalışmaları ve mesleğe katkıları nedeniyle onur plaketi verme amacıyla davet düzenlemişti. Hocamız ilerlemiş yaşına karşın hayli dinç ve sağlıklı görünüyordu. Konuşmalar ve plaket töreni ardından yemek faslına geçildi.

Hazırlanan büyük masada hocamızın teşekkür konuşmasını dinledik. Sonra üniversite ile ilgili mesleki bir iki konu tartışıldı. Ortamın samimiyetinden de cesaret alarak bir sessizlik anını fırsat bilip sorumu sordum;


- Hocam, bu bizim millet niye böyle? Niye kitaplarda yazanlardan farklıyız? Niye hep bir şeyler eksikmiş hissine kapılıyoruz. Biz niye böyleyiz?

Yüzüme bakıp gülümsedi. Masadakiler de bakışlarını hocamıza yöneltip sessizce verilecek yanıtı bekledi.

- Ne sormak istediğini sanırım anladım. Kaçamak yanıt yerine doğrudan tatminkar yanıt istiyorsun. Peki öyleyse.

Daha sonra, insanların toplum içinde üstlendikleri sosyal roller olduğunu, sağlıklı ruh halinden söz edebilmek için kişinin toplumda üstlendiği bu rolleri tam olarak yerine getirmesinin şart olduğunu, bu rollerin (hekim, avukat, öğretmen, anne, baba vb.) hakkını vererek oynanmaması halinde sağlıklı ruh yapısından söz edilemeyeceğini anlattı. Tam olarak yerine getirilemeyen sosyal rollerin ruh sağlığını olumsuz etkilediğini vurguladı. Sonra bana bakarak;

- Bu sosyal rollerin tam olarak uygulanabilmesi için üç unsurun bir arada olması gerekiyor. Birincisi oynadığınız sosyal rolün gerektirdiği bilgi birikimine sahip olmak, ikincisi o rolün gerektirdiği sorumlukların idrakinde olmak ve üçüncüsü de oynanan rolün gerektirdiği ahlaki olgunluk ve donanımda bulunmak.

Masadakiler sessizce dinliyor, merakla sözün geleceği yeri bekliyordu.

- Bizim insanlarımız sosyal rollerini oynarken genellikle bu üç öğenin bir yada ikisi eksik oluyor. Hepimiz görüyoruz. Bakıyorsunuz alanında bilgili donanımlı iyi bir hekim, öğretim üyesi ama kazanç elde etmek uğruna sorumluluklarını bırakıp üniversitedeki görevini aksatabiliyor. Veya bilgili ve donanımlı bir hekim olmasına, ahlaklı davranmasına karşın hastaları rahatsız etmesinler diye akşamları telefonunu kapatacak kadar sorumluluk kaçkını olabiliyoruz. Her meslekte her durumda yaşıyoruz bunları. İyi aile babası veya annesi olarak tanınan birinin donanımlı, bilgili ve ahlaklı olmasına karşın sorumluklarından kaçabildiği veya ahlaksızlıkları ile anıldığını magazin basınından hep okuyoruz. Bu üç ögenin bir araya gelmemesi toplumun genelinde gözlenen ve “biz neden böyleyiz?” diye sorma ihtiyacı duyduğun sağlıklı olmayan ruh halinin yaygınlığını gösteriyor bizlere, delikanlı.

- Peki bu hale nasıl geldik?

Hocamız bardağından bir yudum su aldı, gülümseyerek masadakilere baktı ve sürdürdü sözlerini;

- Halkın kendini yönetmesi demek olan demokrasi geleneği yaşadığımız topraklarda pek yoktu veya zayıftı. Böylesi bir toplumun birden özgürlük ve demokrasi ile karşılaşması demokrasinin özünde olan hoşgörü kavramının yanlış algılanması sonucunu doğurdu. İnsanlar birbirilerine tahammül gösterip kendinden farklı olana hoşgörü göstereceğine kendilerindeki eksik veya yanlışların hoş görülmesini bekler hale geldi. Demokrasi ve özgürlük bireyin kendi eksik ve hatalarının hoş görülmesi biçiminde yanlış algılandı ve algılanmaya devam ediyor. Bilmem hangi belediye başkanı için “Çaldı çırptı ama iyi icraatlar da yaptı”denmesini ve bunun toplumda kabul görmesini başka nasıl açıklarız? Sosyal rollerini hakkıyla yerine getirmeyen, üstelik bunun farkında olup hoş görülmeyi bekleyen insanlar olduk. Bence biz bunun için böyleyiz.

Masadaki diğer öğretim üyelerinden biri hocamıza dönerek;

- Hocam belirttiğiniz sosyal rolleri hakkıyla oynamayı başaran, sözünü ettiğiniz üç öğeyi bir araya getiren insanlar hiç mi yok, aramızda?

- Olmaz mı? Nevrotik psikiyatri hastalarının büyük kısmını onlar teşkil ediyor. Biz psikiyatrlar ekmeğimizi onlardan kazanıyoruz. İşlerini hakkıyla yerine getirdikleri için acı çekiyorlar biz de onların böyle bir topluma uyum göstermemelerini normal kabul edeceğimize tedavi etmekle uğraşıyor, akıntıya kürek çekiyoruz.

Hocamızın yanında oturan hanım “Peki bunu düzeltmenin bir çaresi yok mu?” diye sorunca hocamız ona dönerek;

- Bu konuda karamsarım. Büyük emek, zaman ve sabır gerekiyor. Başarıya indeksli tüketim toplumu olduk. Kimsenin buna ne zamanı ne de tahammülü var. Herkese genç, güzel, yakışıklı ve başarılı olmaları, tüketerek yaşamaları öğretiliyor. Bunları yapabilenlerin sağlıklı ve mutlu yapamayanların ise mutsuz, huzursuz olacağı mesajı veriliyor. Dahası biz psikiyatrlar da ne yapacağımızı, neyi tedavi edeceğimizi şaşırdık sanırım. Azınlıktaki sağlıklıları acı çekmesinler diye çoğunluktakilere uydurmaya uğraşıyoruz diye kaygılanıyorum.

img_0924

Masada uzun süren bir süre sessizlik oldu. Hocamız dernek başkanına plaket için teşekkür etti. Sonra göz göze geldiğimizde bana dönerek “Soruna yanıt oldu mu, bilemem delikanlı ama benim de dertleşmem gerekiyormuş anlaşılan” dedi. İzin isteyip ayrıldı.

Davet çıkışı şehrin kalabalık trafiğinde ilerlerken garip bir suçluluk duygusu içindeydim. Rolünü düzgün oynamaya çalışan tanıdığım az sayıda insan için önyargılarım ve kendi sosyal rollerimdeki eksiklerim geliyordu aklıma. Dahası bu eksiklerin hoş görülmesi için kendimi ve çevremdekileri ikna etme çabalarım daha da çok rahatsız etmeye başlamıştı.

Şu lanet trafik de bir türlü açılmak bilmiyordu.

.

Not: Bu yazı değerli hocam Prof. Dr. Özcan Köknel’e ithaf olunmuştur.

Şehirler ve Kentler

Çarşamba, Mart 18th, 2009

emirganda kahvaltı ile ilgili görsel sonucu

Kongreye konuşmacı olarak davet edilen Arkeoloji profesörünü karşılama ve eşlik etme görevi bana verilmişti. Ankara?dan geliyordu. Havaalanında karşıladığımda ilk sözü saatini gösterip ?özellikle erken geldim, zamanımız varken Emirgan?da kahvaltı yapmak istiyorum? oldu.

Emirgan çınaraltı sakin sabahlarından birindeydi. Konuğum ?buraya her ne kadar çınaraltı deseler de biz ıhlamur ağacının altına oturalım? diyerek köşeye yöneldi. Çay bahçesindeki ağaçlardan birinin ıhlamur ağacı olduğunu o güne kadar fark etmediğimi düşündüm. Boğazın esintisi ile ıhlamur çiçeklerinin kokusu duyuluyordu. Arkeoloji profesörü gelen kahvaltıyı atıştırırken bir yandan da konuşma metnine göz atıyordu. Bir ara notlarından kafasını kaldırıp boğaza, geçen küçük teknelere baktı.

- Hey gidi İstanbul, şehir dedin böyle olur. Ankara?dan gelince insan daha iyi anlıyor.

- Bence biraz haksızlık ediyorsunuz. Ankara sonuçta başkent değil mi?

- Evet, Ankara bir kent, hatta başkent ama şehir değil.

Şaşırdığımı görünce açıklama gereksinimi duydu.

- İnsanların önce köyler kurduğunu, bunların büyüyerek kasaba ve şehirlere dönüştüğü zannedilir. Arkeolojik olarak bu doğru değil. Bazı yerleşimler başlangıcından itibaren şehir olarak kuruluyor. Örneğin Çatalhöyük, Troia, Efes şehir olarak kurulmuştur. İstanbul da başlangıcından itibaren çevresinde köyleri olan kocaman bir şehirdir.

- Peki ya Ankara?

- Ankara kasabadan kente dönüşmüştür. Bu nedenle her daim kasaba kültürünü barındırır ve onu yansıtır. Planlı kentleşme mantığı ile modern şehircilik örneğidir ama şehrin rastlantısallığını barındırmaz. Ankara?da her şey olabildiğince planlı ve programlıdır.

- Böylesi daha iyi değil mi?

- Kimine göre öyle ama bana göre değil. Mısır çarşısına, Tahtakale?ye özelliğini veren kahveci, kunduracı, aktar ve düğmecinin bir arada olmasıdır. Planlı kentleşmede meslek grupları ayrı yerlerde toplanmıştır. Tarih boyunca şehirler farklılıkları bir arada bulundurarak var olmuş, zenginleşmiştir. İnsanları da böyledir. Her tür insanı içine alır, harmanlar ve kendine benzetir.

- Yani şehir ve kent farklı kavramlar, öyle mi?

- Kesinlikle. Bir yerleşim yeri barındırdığı farklılıklar ve rastlantısallıklar ile şehir olur. Kendine özgü canlılığı, hoşgörüsü vardır. Kentler ise insanoğlunun kurgusudur, görece yapaydır. Bu yüzden kentlerde şehrin canlılığını bulamazsın.

Kahvaltıyı bitirmiş, kahvelerimizi sipariş etmiştik. Garson masamızı toplarken bir süre daha hayranlıkla boğaza baktı. ?Ama Ankara ve benzeri kentler büyüyor ve büyümeye devam ediyor? diyerek üsteledim. Gülümsedi;

- Olabilir. Şehirler şehir olarak kentler kent olarak büyür. İstanbul?un yeni yerleşim yerleri Bahçeşehir, Ataşehir diye adlandırılırken Ankara?da bunların karşılığı olarak Bilkent veya Batıkent olması rastlantı mı sanıyorsun?

Kahvesini yudumlayıp sürdürdü sözlerini.

- Ankara?da böyle bir çay bahçesine sabah 08.00 de gidersen neredeyse tek tip giyinmiş memurları, 10.00 da gidersen esnaf grubunu, 12.00 den sonra gidersen üniversite öğrencilerini görürsün. İstanbul?da ise; sözgelimi oturduğumuz şu çay bahçesinde günün her saati her türden insanı görebilirsin. Şehri şehir yapan da bu rastlantısallıktır. Dahası kentlerde altında oturmak için böyle ıhlamur ağacını da zor bulursun. Modern kentleşme kültüründe polenleriyle alerji yapabileceği ileri sürülerek çiçek açan ağaç dikimi tercih edilmez.

- Peki, ama canlılığını yitiren şehir yok mu? Sanırım tarihte böyle örnekler de var.

- Var elbet. Orada durum daha da trajiktir. Bir şehrin ölümü özündeki farklılıkları elemeye, kendini saflaştırma çabasına girmesiyle yaşanıyor. Son derece acılı bir süreçten sonra o çok istedikleri tek tip insana ulaşınca da şehir canlılığını yitiriyor. Tarihte defalarca yaşanmış örnekleri olmasına karşın insanoğlu yine de içindeki farklıları, ötekileri arayıp elemekten uzak duramıyor. Hatuşa gibi bin yılı aşan başkentlerden geriye neredeyse hiçbir yaşanmışlık kalmayabiliyor.

Masamızın ucuna konan serçeye baktık bir süre. Kalan ekmeği ufalayıp önüne attık. Diğerleri de geldi. Bir süre daha konuşmadan bakındı boğaza ve martılara. Sonra eliyle boğazı gösterdi.

- Ama İstanbul gibi bazı şehirler var ki; her daim yaşıyor. İnsanların tek tipleştirilmesi çabasına direnip başka insanlarla da olsa canlılığını, farklılığını ve hoş görüsünü sürdürüyor. İmparatorluklar, uygarlıklar yok oluyor. Şehir yine canlı kalabiliyor. O yüzden biraz erken gelip kahvaltımı bu görkemli şehre bakarak yapmak istedim.

Kahvelerimizi bitirip eşyalarımızı topladık. Boğazdan gelen esinti ıhlamur çiçeklerinin kokusunu hissettirdi. Notlarını toplayıp çantasına yerleştirdi. Yol boyunca konuşmadan boğazı ve şehri izledi. Kongre alanına vardığımızda kayıt işlemleri için de yardımcı oldum. Kongre alanına girişte durup keyifli kahvaltı ve sohbet için teşekkür etti. Kartını takdim edip elimi sıktı. Sakin adımlarla dinleyicilerin arasına karıştı.

Mehmet Uhri

Kilimin Düğümü

Çarşamba, Mart 18th, 2009

sirince11O gün ayağımı burkmasaydım hiç tanıyamayacaktım, Nazmiye nineyi. İzmir?in Selçuk ilçesine bağlı mübadele köylerinden Şirince köyündeydik. Lozan anlaşmasından sonra Rumların göç ettiği Kırkınca veya Çirkince köyüne çoğunluğu Selanik ve çevresinden gelen Türklerin yerleşmesiyle oluşmuş, Şirince adını almıştı. Dar sokakları, eskinin mimarisi yüksek tavanlı uzun pencereli evleri ve sıcak insanları ile günümüzün turistik yöreleri arasında adı geçer olmuştu. Zeytincilik, Bağcılık ve ev şarapçılığı ile tanınmıştı. Şimdilerde müzeye dönüştürülmüş olan köyün kilisesinin bahçesinde fotoğraf çekmeye çabalarken ayak bileğimi burkmuş birlikte gezdiğim grubu bırakıp evlerden birinin önündeki sandalyeye oturmak zorunda kalmıştım. Gezip göremediğim sokakları düşündükçe içim içimi yiyor ayağımın ağrısı ise kalkmama engel oluyordu. Oturduğum evin önümdeki tezgahta anne ile kızı kendi imalatı ev şarapları, sabun, zeytin, zeytin yağı ve adını bilmediğim otlar satıyordu.

Ayağımı burktuğumu ve oturmak zorunda olduğumu görünce hemen yer vermişlerdi. Kadın evin üst katına annesine seslendi.  Ağır adımlar ile beyaz tenli, mavi gözlü, beyaz saçlarını aynı beyazlıkta tülbent ile örten hayli yaşlı hanım yanıma geldi. Bir şey söylemeden ayak bileğime baktı. Torununa tülbent ile dolaptan soğuk su getirmesini söyledi. ?Bileğini kötü burkmuşsun? diyerek tülbenti ayağıma sıkıca sardı ve üzerine soğuk su döktü. Tüm bunları ben bir şey söylemeden, talep etmeden yapmıştı. Şaşırmıştım. Adının Nazmiye olduğunu,  çocuk yaşta mübadele ile Selanik yakınlarındaki  Vraşno köyünden geldiğini anlattı. Arada eliyle bileğimi yoklayıp üzerine soğuk su dökmeye devam ediyordu. Kızı ve torunu ile Şirince?de yaşadığından burada ölmek ve gömülmek istediğinden söz etti. Ayağımın ağrısının hafiflediğini hissediyordum.

?Yunan ile Türk o kadar savaştıktan sonra bir arada yaşamak mümkün değildi, mübadele kaçınılmazdı sanırım? diyecek oldum, hadi oradan der gibi bir el işareti yaptı.

-         Oğlum biz savaş nedir bilmeyiz. Vraşno?yu terk edeli yıllar oldu ama rahmetli annem ve babamın aklı hep orada, doğduğu topraklardaydı. Rum?u Türk?ü bir arada yaşardık orada. Savaş neyin uğramamıştı.

Bileğimi bir kere daha yoklayıp biraz daha soğuk su döktü tülbentin üzerine. Sonra torununa sandığın üzerindeki kilimi getirmesini söyledi. Oldukça eski olmasına karşın renkleri canlı kalmış küçük bir kilimdi, torunun getirdiği.

-         Bu kilimi dokuduğumda 12 yaşındaydım. Vraşno?da komşumuzun kızı Dora ile birlikte dokumuştuk. Aynı yaştaydık Dora ile ailesi Rum?du. Biz kilim derdik Rumlar kalimma derdi. Mübadele sırasında yanımıza fazla bir şey alamamışız. Israrım üzerine oyuncağımı bırakıp bu kilimi getirmişiz.

-         Çok güzelmiş.

-         Güzeldir ya. Bizler de bu kilim gibiydik oğlum. Kimimiz atkısıydı bu kilimin, kimimiz çözgüsü kimisi de düğümüydü. Ayırdılar söktüler bizi, mübadele diyerek. Aynı suyu, aynı toprağı, gökyüzünü, gölgeyi kullanırdık. Birileri beğenmedi bu dokumayı, söküp başka şey örmeye kalktı. Geldik buralara.

Eliyle kilimi ve içindeki desenleri gösterip;

-         Komşumuz Dora ile topladığımız dağ lavantasını ve unutmabeni çiçeğini kaynatıp yapmıştık bu yeşil rengi. Ağaca birlikte çıkıp topladığımız taze cevizin kabuğundan elde etmiştik bu kızıl kahveyi. Hardal otunu ve kimyonu birlikte öğütüp yapmıştık bu sarı rengi. Yaparken çok eğlenmiş, beğenerek dokumuştuk bu kilimi.

-         Ama barış olsun, insanlar barış içinde yaşasın diye yapılmadı mı, mübadele?

-         Barış hep vardı be oğlum. Bir arada olmamızı istemediler. Söktüler bizi buralara kadar geldik. Rahmetli anam geride bıraktığı evini ve bahçesindeki çiçeklerini sayıklar, ağlardı. Dahası ?gavur tohumu? dediler bize, buralarda. Köyden dışarı da çıkamadık.

-         Her ne olduysa olmuş acılar çekilmiş ama kızın ve torunun mutlu görünüyorlar. Buna da şükretmek gerekiyor.

-         Şükretmesine ediyorum da, insanları bir kere ayırmaya başladılar mı durmazlar,  bize gavur tohumu diyenler burada da istemez diye korkuyorum.

siriniceli-nazmiyeKederlenmişti. Eliyle ayak bileğimi yokladı. Ağrımın hafiflediğini söyleyince tülbenti açtı. Bileğimin şişliği azalmıştı. Tezgahtan aldığı kekik yağını bileğime sürdü, birkaç defne yaprağını da üzerine koyup tülbenti sıkıca tekrar sardı, Nazmiye nine. Kekik yağı şişesini uzatıp akşama bir kere daha sürmemin iyi geleceğini söyledi. Borcumu sordum. Gülümsedi. ?Bir şey istemem. Okumuş birine benziyorsun. Torunum bu yıl okula başlıyor. Onunla konuşup okula heveslendirecek iki laf edersen iyi olur. Haytalık eder diye korkuyorum? dedi. Torununa kitap gönderme sözü verip adreslerini aldım.

Daha fazla konuşmadı, kilimi omzuna atıp eve girip gözden kayboldu. Ayağımın ağrısı dinmiş, rahatlıkla üzerine basabilir hale gelmiştim. Köye gezmeye gelenler güneşin batmasına yakın dönüş yolunu tutmuştu. Şirince evlerinin camlarından yansıyan güneşin son ışıkları ile köy, akşamın sakinliği ile kucaklaşmaya hazırlanıyordu.

Davetli Listesi

Çarşamba, Mart 18th, 2009

resim-198

İstinye burnundaki çay bahçesi sakin günlerinden birindeydi. Sabahın serinliği, yükselen güneş ile birlikte yerini yaz sıcağına bırakacak gibi görünüyordu. Ufalayıp yere bıraktığım simit parçalarını güvercinlerden önce kapmaya çalışan serçelerin telaşlı kanat çırpışlarını izliyordum. Boğazdan geçen tankerin yarattığı dalgalar giderek şiddetlendi. Sahile yakın duran birkaç masa ile birlikte gelen dalgadan ben de nasibimi aldım. Yan masada oturan iyi giyimli beyefendi telaş içinde masasındaki ıslanan kitap ve defteri kurulayacak bir şeyler arıyordu. Kağıt mendil uzattım. Yetmedi çaycıdan peçete rica ettik. Beyefendi yardımcı olduğum için teşekkür ediyor bir yandan da gelen dalgayı görmesine karşın önlem almadığı için kendine kızıyordu. ?Sakin olun, hava sıcak şimdi kurur bunlar. Sıkmayın canınızı? diyerek teselli etmeye çalıştım. Kitabı masanın üzerine açarak kurumaya bıraktı. Islanan defteri ise elinden bırakmıyor, sevgiyle okşuyordu.

- Defteriniz bu kadar kıymetli olduğuna göre günlük tutuyorsunuz.

- Günlük değil. Ama benim için çok değerli. Bu defter benim davetli listelerimi barındırıyor.

- Davetli listeleri mi? Ne demek oluyor bu?

Cevap vermedi. Bir süre elindeki deftere ve az önce dalgaları ile bizi ıslatan giden gemiye bakındı. Sonra, birlikte arkadaki kuru bir masaya geçtik. Kendini tanıttı. Emekli vali olduğunu yaşının seksene yaklaştığını  emekliliğinde İstanbul’a yerleştiğini, havayı iyi gördüğünde hep bu çay bahçesine geldiğini anlattı. Elindeki defteri gösterdi. Sayfalarının çoğu numaralandırılmış isimlerle dolu kalın ciltli sert kapaklı eskice yıpranmış bir defterdi.

- Mülkiyeyi dereceyle bitirdiğim için rahmeti hocam hediye etmişti bu defteri. ?İçine ne yazmamı istiyorsunuz? diye sorduğumda da ?birkaç yılda bir bugün düğünün olsa davet edeceklerinin listesini yazmanı istiyorum? diye yanıtlamıştı.

- Siz de yazdınız herhalde.

- Yazdım ama hocamın ne yapmak istediğini anlamamıştım. Birkaç yıl sonra hocamın emeklilik töreni için yanına gittiğimde defterin anlamını sordum. Gülümseyerek ?mülkiye mezunları kaymakam olur vali olur önemli insanlar olarak anılır. Değeri olan insanları ise kendin arar bulursun. Düğününe davet edeceklerini de senin için önemli olanlar veya değerli olanlar arasından seçersin. Bir kaç yılda bir listeyi yenilersen ne demek istediğimi daha iyi anlarsın? diye yanıtladı. O günden beri aklıma geldikçe düğün davetli listemi gözden geçirir yeniden yazarım.

- Affedin ama bir şey anlamadım. Biraz açıklayabilir misiniz?

- Başlangıçta ben de anlamamıştım. Seneler içinde listenin değiştiğini zamanında önemli görünen sürüyle şahsiyeti bugün hatırlamakta bile zorlandığımı gördüm. Dahası başlangıçtaki o uzun liste yerini giderek daha az sayıda davetliye bırakıyordu. Ölenleri, gidenleri saysan bile sayı azalıyor daha seçici oluyordum. Gençken kendi değerini bulabilmek uğruna başkalarına hak ettiğinden fazla değer veriyor, yaş ilerleyince onurunu giderek daha az şeye değişir hale geliyoruz sanırım.

- Yani?

- Anlamıyor musunuz? Listeye başlangıçta hep önemli olduğunu düşündüğüm insanları yazıyor, değişen koşullar ile önemi azalanları çıkarıp yenilerini ekliyordum. Önemli şahsiyetleri davet etmekle düğünün ve kendi önemimin artacağını sanıyordum. Kendi değerimi başkalarında bulmaya çabalıyordum. Benim için değerli olanlar ise toplasan iki elin parmağının sayısını aşmıyor sayıları ise artacağına her sene giderek azalıyordu. Mülkiyenin vali gibi, kaymakam gibi kendini önemli sayan insanlar yetiştirdiğini ancak değerli olanı kendimizin arayıp bulmamız gerektiğini göstermek için vermişti hocam bu defteri.

- Peki, davetli listenizin son durumunu öğrenebilir miyim?

Defterin yazılı olan son sayfasını açtı. Yirmi kadar isim yazılıydı.

- Bu kadar kaldı. Yaşlandık, haliyle göçüp gidenler oldu. Ama listenin ilk sıraları son yirmi yıldır neredeyse hiç değişmedi. Listede, kala kala bunlar, benim değerli dostlarım kaldı. Öyle tanınmış önemli insanlar değiller ama benim için çok değerliler.

resim-200

Defter kurudukça sayfalarında belirginleşen kırışıklığı eliyle düzeltmeye çabalıyordu. Hafif esinti başlamıştı. Garson çaylarımızı tazelerken ?Peki siz kimseye böyle bir defter hediye ettiniz mi? diye sordum. Kesme şekeri kırıp dilinin altına attı, çayından kuvvetli bir yudum alıp arkasına yaslandı. Boğaza ve gözden kaybolmakta olan gemiye bakıp konuşmasını sürdürdü.

- Üniversiteyi bitirdiklerinde çocuklarıma hediye ettim. Anlatmaya da çabaladım ama sanırım anlamadılar. Günümüzde her şey o kadar bol ve kolay elde ediliyor ki yeni nesil sanırım değerli olmanın anlamını bilmeden yetişiyor. Üstelik önemli biri olmak için atmayacakları takla yok. Değerli olmak ise emek istiyor, zaman istiyor. Gençlerin ise buna vakti yok. Onların hep acelesi var.

Çayını bitirip, kalkmak için izin istedi. Yardımım için teşekkür etti. Boğazdan gelen ılık esinti eşliğinde ağır adımlarla çay bahçesinden ayrıldı. Kuşlar simit parçalarını bitirmiş, yenileri için çevremde dolanıyordu. Sahile vuran dalganın ıslattığı yer ise çoktan kurumuştu.


Mehmet Uhri

Enginar ve Gelincik

Çarşamba, Mart 18th, 2009

eg1İzmir?in şirin ilçesi Urla?ya tarladan taze enginar satın alabilmek için uğramıştık. Eskinin enginar bahçeleri azalmış yıllar içinde yerini konutlara ve sitelere bırakmıştı. Zeytinlik ve narenciye bahçelerinden sonra yarımadanın enginar bahçeleri de şehrin istilasına boyun eğiyordu. İlk baktığımız bahçenin sahibi satılacak enginarı olmadığı söyledi. Bir sonrakinden de aynı yanıtı aldık. Ümitsizce çaldığımız üçüncü kapı da aynı yanıtı verdi. Ama bahçesinde tek tük enginarların olduğunu görüyorduk. Enginarları gösterip ısrar edince bahçe sahibi eliyle bahçesini işaret edip ?İsterseniz alabilirsiniz. Para da istemem. Ama o enginarlara gelincik sürtündü. Artık zor pişer pek tadı olmaz? dedi. Ne olursa olsun birkaç tane toplamak için bahçeye daldık. Bu arada eşim merakla ?Nedir bu gelinciğe sürtünme meselesi?? diye sordu. Bahçe sahibi tarlasındaki gelinciklerinden birini koparıp eline aldı;

-         Gelincik çıktığında enginar lezzetini yitirir derler buralarda. Aynı toprakta yetişirler. Gelincik mayıs ayında açar, o zamana kadar kalan enginarları da tohumluk ayırır yemeyiz.

-         Sizden önce uğradığımız bahçe sahipleri de o yüzden vermek istemedi demek bize enginarlarını.

-         Beyim burası Ege. Hepimiz az çok efeleniriz, öyle eğilip bükülmeye gelmeyiz. Dediğimiz olsun isteriz. Bakmayın sizi bahçeye saldığıma işinize yaramaz bu enginarlar ama neyse.

eg2Bir yandan bahçeyi dolaşıp tazeliğini yitirmemiş enginar bulmaya, bir yandan da yaprakların ucundaki dikenlerden uzak durmaya çabalıyorduk. Kızım ise gelincik toplamaya dalmıştı. Kısa sürede iki düzine enginar toplamış gitmek için izin istemiştik. Bahçe sahibi İstanbul?dan geldiğimizi öğrenince bırakmadı. ?Bizim hanım çay demlemişti. Bir çayımı için de öyle gidin? diyerek alıkoydu. Babadan kalma tarlasını ekip geçindiğini ama komşularının birer ikişer tarlalarını müteahhitlere ev yapmak için satıp gittiğinden giderek yalnız kaldıklarından yakındı. Biraz da iç çekerek;

-         Her yerde villalar bitiyor, gelincik çiçekleri gibi. Bizim bahçelerse gelinciği gören enginarlar gibi boynunu büküp kenara çekiliyor. Kalanlarımızın da tadı kalmadı. Baharı yitirdik, anlayacağın. Şehir olup başımıza dikildi buraların yazı, güzü.

-         Direnmeye de pek niyetiniz yok anlaşılan.

-         Direnen direniyor da sonuç pek değişmiyor. Gelen şehir ile birlikte insanı da yumuşadı buraların. O eskinin efelerini ara ki bulasın.

-         Efe dediğiniz de sonuçta sizin bizim gibi insan değil mi?

Bu sözler üzerine topladığımız enginarlardan birini eline aldı. Yapraklarını gösterdi.

-         İnsan olmasına insan da Egenin insanı biraz bu enginara benzer. Öyle eğip bükemezsin. Sert adamlardır.

-         Nasıl yani?

-         Enginara burada pusula çiçeği de derler. Yaprakları serttir güneşe dönemez. Yapraklarını hep doğudan batıya uzatır. Güneş yakmasın diye yapar bunu. Enginara bakıp yönünü kestirebilirsin. Buranın insanı da böyledir. Köklüdür enginar gibi, söküp atamazsın. Bir de öyle şehir insanı gibi güneşe rüzgara göre boyun kırmaz, değişmez. Harmandalı oynayan efeler gibi açar kollarını doğudan batıya, öylece durur.

-         Peki ya gelincik?

-         Gelinciğin suçu yok. O yabanidir. Sırasını bekler. Sırası geldiğindeenginarın yerini alacağını bilir. Ama dayanıksızdır. Rüzgara güneşe gelemez, çabuk hasta olur. Şehir insanına benzer biraz. Toplamaya da gelmez. Büker boynunu. Ama arsızca yayılır. Şafak vaktinde gelincik tarlaları kan tarlasına dönüşür. Şafakta, bu gördüğün sitelerin kırmızı çatıları da aynı hissi veriyor insana. Ürküyorum.

eg3Sustu bir süre. Hanımı çaylarımızı tazeledi. Bahçesinden köklediği marulu da ?gidince salata yapar, bizi anarsınız? diyerek enginarların arasına kattı. Topladıklarımızın ücretini ödemek için ısrar ettik ?çay içtik muhabbet ettik daha ne olsun? diyerek almadı. Israr edince hanımı araya girip ?bizim beyi efelendirmeyin? diyerek konuyu kapattı. Teşekkür edip ayrıldık.

Yola koyulduğumuzda kızımın topladığı gelincikler çoktan boynunu bükmüştü. İzmir sıcak bir yaza daha hazırlanıyor, yaklaştıkça şehrin sıcağı giderek daha çok hissediliyordu.

 

Mehmet Uhri

Sandık Odası

Çarşamba, Mart 18th, 2009

20090827ay228734_06-200x200Yaşlı hanımefendi kapkaççı terörü yüzünden yaralı halde acil servise getirilmişti.

İlerlemiş yaşına karşın dinç görünüyordu, bilinci açıktı. Omzunda çıkık, el bileğinde çatlak ve çantası ile birlikte sürüklenme yüzünden vücudunda bereler oluşmuştu.

Direnmiş, bağırmış, sürüklenmiş ama çantasını kaptırmamıştı. Acil serviste de çantasını karnına bastırmış sıkı sıkı tutuyordu. Olayın şokunu henüz atlatamamış, öfke ile söyleniyordu. Muayene sırasında da söylenmeyi sürdürünce servis şefimiz dayanamadı. Hastamızın röntgen filmlerine bakıp;

- Hanımefendi söylenmeyin artık. Olan olmuş. Bıraksaydın çantayı, başına bunlar gelmezdi. Direnince olmuş bu çatlak ve çıkık. Ameliyat gerekecek sanırım.

- Doktor bey sen ne dediğinin farkında mısın? Bunca yaşananlara rağmen suçlu ben mi oldum şimdi?

- Öyle demek istemedim. Çantayı kaptırmadın belki ama bedeli ağır oldu. İnsan “Çantanın içindekiler bu bedeli karşılar mıydı?” diye düşünmeden edemiyor.

Karnına bastırdığı çantasını sessizce açtı. Pek bir şey görünmüyordu. Cüzdanını çıkardı, içinde fazla para da yoktu. Cüzdanın fermuarlı kısmını açarak çıkardığı fotoğrafa önce kendisi baktı sonra bizlere gösterdi.

- Fotoğraftaki oğlum, yanındaki de ben. Oğlumu bir süre önce trafik kazasında kaybettim. Son zamanlarda birbirimize küsmüştük. Kırgın ayrıldık. Öldüğü gün cüzdanında ne eşinin, ne çocukların fotoğrafı çıktı. Bu fotoğraf vardı oğlumun yanında. O günden beri yanımda taşıyorum.

Sustu, soluklandı bir süre. Sonra bizlere fotoğrafı tekrar gösterdi ve buğulu gözlerle bakarak göğsüne yasladı.

- Nasıl bırakırım bunu o çapulcuların eline. Onun için direndim. Bırakmadım çantamı. Gerçi siz de haksız sayılmazsınız. Oğlum hayatta olsaydı çok kızardı bu yaptığıma. Ana yüreği be doktor bey oğlum. Yanmaya görsün.


Susmuştuk hepimiz. Yaralarına pansuman yapılıp el bileği alçıya alındıktan sonra omuzdaki çıkık için ameliyathaneye aldık yaşlı hanımefendiyi.

Sakinleşmiş görünüyordu. Başına gelenleri kabullenmiş gibiydi.

Oğlunun fotoğrafını ameliyathaneye girene kadar elinden bırakmamıştı. Yakınları hastaneye gelmiş olmasına karşın çantasını ilk müdahaleyi yapan hemşire hanıma emanet etti.


Ameliyathane girdiğinde sessizce yapılan hazırlıkları, aramızdaki şakalaşmaları izledi. Sonra servis şefimize dönerek “burası sandık odanız oluyor galiba?” diye sordu.

Şaşkın gözlerle baktığımızı görmüş olacak ki eliyle odadaki genç ekibi işaret ederek;

- Gençler sandık odasının ne olduğunu bilmezler ama siz ne demek istediğimi anladınız değil mi, doktor bey oğlum?

Servis şefimiz hastamızın elini tutup “Sanırım anladım, ancak gençlere de anlatmanızı rica ediyorum” dedi. Olduğu yerden hafifçe doğruldu. Yüzüne renk gelmişti sanki.

- Sandık odası diyorum çocuklar. Eskiden her evde vardı. Evin karanlık küçük bir odası sandık odası olarak kullanılır, çocukların çeyizi, eski karneleri, fotoğraflar ve daha pek çok kişisel önemi olan eşya orada saklanırdı. Kilitliydi. Odaya öyle herkes giremezdi. Zamanı gelince hatırlanacak gizli saklı şeyler de dururdu.

Hemşire hanım dayanamadı “o zaman sandık odasının ameliyathaneyle ne benzerliği var?” diye sordu.

- Şimdilerde herkes her şeyini ortaya döktüğü için siz gençlerin anlaması zor ama sandık odaları insanların kendilerine sakladıkları gizli yüzlerini barındırırdı. Dışarıya gösterdiğimiz tanınan bilinen yüzümüzün yanı sıra kimsenin bilmediği, bilmesini de pek istemediğimiz yanımızı barındırırdı, o sandık odaları. Sizlerin de ameliyathaneye girdikten sonra dışarıdaki o ciddi, asık suratlı görev peşinde koşan insanlar yerine bambaşka insanlar olduğunuzu görünce anladım buranın sandık odası olduğunu.

Soruyu soran hemşire hanım teyzemizin elini tuttu, gülümsedi “Doğru söylüyorsunuz. Ameliyathanede ne yaşanırsa yaşansın burada kalır. Burada yaşananlar sırdır, dışarı çıkmaz” dedi. Hanımefendinin yüzüne sıkıntı ve hüznün yayıldığını gördük. “Ama şimdilerde kimsenin evinde sandık odası yok. Evler eşyayla doldu, insana yer kalmadı” dedi.

Sustu, yorulmuştu. Servis şefimiz “Rahmetli oğlunun evinde var mıydı, sandık odası?” diye sordu.

Kederli gözlerle bizlere baktı;

- Yoktu, doktor bey oğlum. Evler küçüldü, eşyalar çoğaldı. Kimsenin evinde sandık odası kalmadı. Sandık odaları ufaldı ama yok olmadı. Oğlumun sandık odası da sanırım cüzdanında taşıdığı birlikte çektirdiğimiz o fotoğraftı. Bir de yıllar önce doğum gününde hediye ettiğim halde hiç üzerinde görmediğim ama gelinimden duyduğum kadarıyla dolabında hep gözünün önünde duran kırmızı kazaktı, oğlumun sandık odası.

Anlattıkları hepimizi etkilemişti. Durduğumuzu görünce ameliyat masasına uzandı. “Haydi artık, sizi lafa tuttum. Omuzum için ne yapacaksanız yapın, torunlarımı kucaklayabilmem için bu kollar bana lazım” dedi. Ameliyathaneden çıkışta gelini ve torunları karşıladı hastamızı.

Birkaç gün sonra da şifa ile taburcu oldu. Giderken servis hemşiresine bıraktığı çiçekleri atmaya kıyamadık. Bir tanesini kurutup ameliyathane defterinin arasına, sandık odamıza, eskilerin yanına kattık.

Mehmet Uhri