Archive for the ‘Yaşayan mekanlar’ Category

Zeytin Ağacı Gibi Yaşlanmak

Cumartesi, Mart 2nd, 2019

img_10941

“Madem yaşlanacağız, zeytin ağacı gibi yaşlanmaya çalışmalı” demişti.

Enine kesilmiş ağaç parçaları üzerine yakarak yazdığı yazılar ile doldurduğu tezgâhı ilgimi çekmişti. Yazlıkçılar için açılan pazar yerinde Dostoyevski’den Yunus Emre’ye pek çok özlü sözün yer aldığı tezgâhı inceliyordum. O ise; tezgâhın ardında oturmuş elinin altındaki ahşabı yazı ile buluşturmaya çabalıyordu. Seyrek kır saçları ve yüzündeki çizgilerin derinliği yaşını gizlemiyordu.

Tezgâhın altında duran üzeri yazısız ağaç parçalarını işaret edip yazı yazdırmak istediğimi söyledim. Yazılmasını istediğim yazıyı ve seçtiğim ağaç parçasını kenara alıp elindeki işi bitirmesi gerektiğini bir saat kadar sonra gelip alabileceğimi söyledi. Ücreti peşin aldı.

Bir süre pazarı turlayıp bizimkinin yanına döndüm. Elindeki işi bitirmiş siparişime yeni başlamıştı. Onu izlediğimi görünce tezgâhın önünün kapatmamam için yanına çağırdı.

Önce nereden geldiğimi, ne iş yaptığımı, orada ne aradığımı sordu. Sonra ben ona sordum. 37 yıl demiryolu teşkilatında memur olarak çalışıp yaş haddi ile emekli olduğunu, hobi olarak başladığı güzel yazı yazma işini zamanla geliştirdiğini anlattı. Çalıştığı kurumda teşekkür, tebrik, katılım gibi belgelerin üstlerini yazdığını ancak bu işi o zamanlar para kazanmak için yapmadığından söz etti. Yaş sınırına gelip emekli edilince belediyede çalışan bir arkadaşının yardımı ve desteği ile bu tezgâhta ahşaba yazı yazarak el sanatını sürdürmeye çalıştığından söz etti. Bir ara durup ortalıktaki yanık ahşap kokusunun ve dumanın geçmesi için kafasını kaldırdı. Elindeki havya ile yazmakta olduğu yazıyı işaret ederek “Gerçi güzel yazı sanatı diye bir şey de kalmadı. Bilgisayarlar sayesinde hepsi yazıcıdan çıkar oldu. Güzel yazmak emek ve sanat olmaktan çıktı. Böyle giderse yakında şiir ve roman da yazdırırlar bilgisayarlara diye korkuyorum.”Dedi.

Yine de ahşabın cazibesinin yazıyı güzel gösterdiğini düşündüğümü söyleyince dudağını büküp; “İyi de insanlar yazıya değil ahşaba para verdiklerini düşündükleri için ne kadar güzel yazarsan yaz ödedikleri gözlerine batıyor.” Diye cevap verdi.

İyi ki az önce pazarlık yapmamışım diye geçirdim içimden. Gözlüğünü yerleştirip tekrar işine döndü. Tezgâhın üzerinde kenarda duran daha koyu sarı renkli ve hayli damarlı birkaç ağaç parçası dikkatimi çekti. Ne ağacı olduğunu sordum. Gözlüğünün üstünden hızlıca bir göz atıp zeytin ağacı olduğunu söyledi. Keşke benim yazıyı buna yazsaydık diye söylenince kafasını kaldırdı. “Zeytin ağacının yazısı kendindendir. Üstüne yazı yazılmaz, yazsan da anlamı olmaz.” diye cevap verdi.

- Anlamadım. Bu ağacın diğerlerinden farkı nedir?

img_2361Eline aldığı yuvarlak ağaç parçasının üzerindeki yaş halkalarını gösterip her bir halkanın yaşanmış yıllara denk geldiğini zeytin ağacında ise halkalarına bakarak yaşı bulmanın çok zor olduğunu anlattı. Anlamamış gibi bakmış olacağım ki hafiften sinirlenip “Yani yaşlanacaksan zeytin ağacı gibi yaşlanacaksın” dedi.

- Zeytin ağacına boşuna ölümsüz ağaç demezler. Kayın, kavak veya çam gibi ağaçların yaş halkalarına bakıp kaç yıl yaşamış, nasıl yaşamış çözebilirsin. Ama zeytin öyle değildir. Zeytinde halkalar öyle iç içe geçer ki yaşlandığını anlasalar da yaşını veya ne yaşadığını kestiremezler. O yüzden yaşlanacaksan zeytin gibi yaşlanmalısın.

- Nasıl yani?

- Çizgileri okumaya çalışırsan anlarsın. Her şeyi iç içe yaşar bu ağaç. Çocukluğundan bir anı gelir yaşlılığındaki bir an ile örtüşür sonra hepsi birden bir başka yaşanmışlığa bulanır. Ağaç yaşlandıkça hayatın ağırlığında ezilir büzülür ama ayakta kalır. Rahmetli ninem “zeytin gibi yaşlan ki, 70′inde çocuk ol, 45′inde delikanlı, 15′inde ağır abi gibi görün.”  Diye severdi beni. Bu ağaç gibi her yaşındaki kendini diğer yaşanmışlıklarına bulamayı başarırsan zeytin ağacı gibi uzun bir ömrün olur.

Zeytin ağacı parçasını eline alıp yüzeyindeki çizgileri parmakları ile okşadı.

- Zeytin ağacı hayatın yükü altında bir hamur gibi ezilmiş görünür ama acılarını içinde tutmaz. Zeytinlerine aktarır. Zeytinin acısı bundandır derler. Yaş alıp gövde kalınlaşır dallar zayıflar. Gösterişi de sevmez. Hatta umuru bile değildir. O yüzden hiçbir zeytin ağacı diğerine benzemez. Hayatı alır yoğurur içinde harmanlar, acısını zeytinleri ile döker gelen geçen kibirli hayatlara inat hepsini gömer yine de ayakta kalır.

- Yani?

- Yani zeytin ağacı gibi yaşa, hayatın sadece sana ait olsun. Diğerlerine benzemesin. Varsın başkaları beğenmesin. Tutma acıları içinde, sen zeytin ağacı gibi yaşlan.

- İyi de, siz bu dediklerinizi yapabildiniz mi?

- Beni boş ver. Bildiğim; yaşadığın acıların izleri içinde kalsa da acısını meyvelerin ile döküp inadına yaşamak gerektiği. Yanlış anlama acılarını unut demiyorum. Yaşadıkların içindeki çizgilerde duracak, unutmayacaksın. Yaşadığın her bir acı gövdeni biraz daha bükecek geçmişteki bir başka acının çizgisiyle kesişecek. Sen ne yapıp edip acını zeytinlerine aktarıp yaşlanacaksın.

- İyi de beceremez diğer ağaçlar gibi olursak?

- Yapabilirsen her bir zeytin ağacı gibi tekil bir hayatın olur. Üstelik başkasının hayatını değil kendi seçtiğin istediğin hayatı yaşamış olacaksın.

- Peki ya sonra?

- Sonra günü gelecek sen de gideceksin. Yaşadıkların bir ağaç parçasının üstünde kalacak birileri eline alıp bakacak, bunca yaşanmışlığa saygı duyup üstüne yazı yazmanın anlamsızlığından söz edecek. Geriye dilden dile aktarılan birkaç söz kalacak. O söz seni anlatacak. O yüzden, madem yaşlanacağız, zeytin ağacı gibi yaşlanmaya çalışmalı.

Elindeki işi bitirip düzeltmeleri yaptı. Üzeri yazılı ahşabı bana uzattı. Üzerinde yazı olmayan zeytin ağacı parçasını da satın almak istediğimi söyledim. Hediyem olsun dedi. Ücret istemedi.

“Hadi git artık, beni meşgul etme, şu siparişi yetiştirmem gerekiyor” dedi. Ayağa kalkıp elimi uzattım. El sıkışırken “Peki ya siz? Siz bu dediklerinizi yapabildiniz mi?” Diye tekrar sordum. “Ne görüyorsan o, haydi git artık”dedi.

Gözlüklerini takıp, işinin başına döndü.

Mehmet Uhri

Not: Bu öykü Zeytindostu derneğince düzenlenen kültürümüzde zeytin edebiyatı 2019 öykü yarışmasında 2.lik ödülü kazanmıştır.

Ölümsüz Ağaç Dedikleri

Cumartesi, Şubat 23rd, 2019

cefce07f-aa05-4214-a739-a623b9688b63

Ege’ye doğru yola koyulmuştum. Arabada yalnızdım. Acelem de yoktu.

Ücretli yola para kaptırmamak için eski dağ yolunu tutmasam o bilge köylü ve konuşkan eşini hiç tanımayacaktım.

Şiddetli yağmur yağıyordu. Yaşlı kadını ve ondan da yaşlı adamı o yağmurda dağ başında yol kenarında görünce yanlarında durup gidecekleri yere bırakabileceğimi söyledim. Üstleri hayli ıslanmış olduğu için çekindiklerini görünce ısrar ettim. Adam ön koltuğa, sonradan  hanımı olduğunu öğreneceğim kadın ise arka koltuğa oturdu.

Bu dağ başında ne aradıklarını ve nereye gitmekte olduklarını sordum. Adam cevap vermedi. Kadın yakınlardaki köyde oturduklarını, gece yağan yağmur ve fırtınanın diktikleri zeytin fidanlarına zarar verip vermediğine bakmaya gittiklerini, bu arada kocasının delice bir zeytin ağacını aşılama çabası yüzünden gecikip yağmura yakalandıklarını anlattı.

Adam elindeki torbadan çıkardığı dağ çileklerini uzatıp “Ye de ağzın tatlansın oğul, bunun dırdırı bitmez” dedi. Bu sözler üzerine kadın bir süre daha söylendi.

Her ikisinin de hayli yaşlı olmasına karşın zeytin fidanı dikiyor olması ilgimi çekmişti.

-          Bildiğim kadarıyla zeytin fidanları yavaş büyür, umarım diktiğiniz fidanların meyvesini görürsünüz.

-          Orasını Allah bilir. Ben o zeytinleri torunum için dikiyorum. O fidanları, torunumla topladığımız delice zeytinlerden filizlendirip götürüp birlikte ektik.

-          Yani bunca zahmet delice zeytinler için mi? Aşılı fidan alıp dikilse daha kolay olmaz mıydı?

Kadın arkadan lafa girip “Konuş oğul, konuş. Beni dinlemiyor belki seni dinler” diyerek sözlerime destek verdi. Bizimki bir süre sustuktan sonra eliyle direksiyonu işaret edip; “Direksiyona oturunca hayat hızlanıyor. Her şey çabucak olsun istiyorsun. Köy yerinde acelemiz yok ki. Zeytini ben dikerim, torunum aşılar ondan sonra gelenler de toplar. Bu hep böyledir. Ölümsüz ağaç dedikleri de bundan öte” diye yanıt verdi.

Kadın ise kocasının hep dağ bayır gezip yabani zeytin ağaçlarını aşıladığından yakındı. Bizimki dağ çileği dolu torbayı açıp “Dedim ya bitmez dırdırı, al da ağzın tatlansın” deyince kadın yine söylendi.

92e00719-d677-40c1-a6cb-7228475e989c

Bir ara adama dönüp “İyi de neden zeytin? Neden ceviz, badem veya meyvesi daha iyi para eden başka ağaç değil de bunca çaba neden zeytin için?” diye sordum. Kadın bu sözlerime de “konuş oğul konuş. Beni dinlemiyor, sen söyleyince dinler belki” diye destek verince gülmemek için kendimi zor tuttum.

Bizimki ise cebinden çıkardığı küçük zeytin tanesini bana gösterip “Bu soruyu rahmetli dedeme sorduğumda bana bir zeytin tanesi gösterip zeytinin insan gözüne benzediğini, geçmişte yaşamış ölmüş gitmiş ancak hayata doyamamış insanların ruhuna göz olduğunu anlatmıştı. Bir zeytin tanesini filizlendirip büyütüyor ağaç ediyorsun. O büyüttüğün ağacın zeytinleri ruhuna göz olup ardında bıraktığın dünyayı görmeni sağlıyor. O ağacın zeytinlerini toplayıp başka yerlere ekiyorsun. O ektiğin ağaçlar da gün gelip meyve veriyor ruhuna göz oluyor. Hayatın tükense de yetiştirdiğin ağaçlar sayesinde gözlerin dünyada kalıyor. Daha ne olsun?” diye yanıt verdi.

Karısı arkadan “Bizim beye yaşlanınca bir haller oldu. Ölecem diye korkuyor, bu aralar hep böyle garip konuşuyor” dedi.

Bizimki yine cevap vermedi.

Yağmur hafiflemiş köye yaklaşmıştık. Adam eliyle işaret edip “yol ayrımında inelim” dedi. Eve kadar götürebileceğimi söylesem de yağmur yüzünden köy içi toprak yolun araba için uygun olmadığını söyleyip istemedi. Israr etmedim. İnmeden cebinden çıkardığı bir avuç delice zeytin tanesini avucuma bıraktı.

-          Bak oğul, şimdi sen de biliyorsun bedenin gitse de ruhuna göz olan zeytinin hikmetini, bu ağaca neden ölümsüz ağaç dediklerini ve üç kuruş para için başka ağaç dikmenin anlamsızlığını. Bu delice zeytinler sende kalsın. Belki günün birinde sen de bir zeytin ağacın olsun istersin.

-          İyi de neden özellikle delice zeytin, normal zeytin ekilse olmaz mı?

-          Hala anlamadın mı? Önemli olan zeytinin yabani olup olmadığı değil. Bırak diktiğin ağaç bizler gibi yabani zeytin olarak büyüsün. Gün gelir elbet biri aşılar olgunlaştırır. Hayat da böyle değil mi? Yabani bir zeytin gibi dünyaya yalnız gelsek de birbirimizi aşılayıp adam etmiyor muyuz?

Hanımı araya girip “Sorma oğul, bizim bey bu yüzden dağda bayırda dolaşıp bulduğu delice zeytinleri aşılar. Bir gün kalacak oralarda, umuru değil” dedikten sonra kocasının koluna girip “Hadi bey, yağmur indirmeden gidelim” diye söylendi. Bizimki yine cevap vermedi.

Elindeki dağ çileği torbasını “Hakkını helal et evlat. Bizden bir damak tadı kalsın, yolun açık olsun” diyerek ön koltuğa bıraktı.

Bir süre orada durup onları izledim. Kadın adamın koluna girmiş yine bir şeyler anlatıyor, adam ise sesini çıkarmadan köye doğru ağır adımlarla yürümeyi sürdürüyordu. Avucuma bıraktığı delice zeytin taneleri ise sanki “seninle küçük bir işimiz var” dercesine bana bakıyordu.

Mehmet Uhri

Doğa Sesleniyor

Pazartesi, Aralık 17th, 2018

hurma-zeytin

2018 yılı Ege Bölgesi zeytin hasadında ?Hurma Zeytin? neredeyse hiç olmadı.

Doğa, bir şeylerin kontrolden çıkmakta olduğuna dair mesajını gönderdi.

Yeryüzünde Urla Karaburun ve Foça bölgesinde yaşanan özel bir doğa olayı iklim şartlarındaki değişiklik nedeniyle bu yıl yaşanmadı.

Hurma zeytin veya bölgede bilinen adıyla Karaburun Hurması, özel iklim şartlarıyla zeytin ağaçlarında kısa süreliğine belirip zeytin tanesine acılığını veren olearupein maddesini parçalayan zararsız bir mantar türü sayesinde oluşmaktadır. Mantarın oluşabilmesi özel iklim şartlarına bağlıdır.

Her yıl Kasım ve Aralık aylarında sıcaklığın 10 C derece civarında olduğu gece denizden esen rüzgâr ile ağaçlardaki zeytin tanelerinin üzeri nemlenir. Bu nem ve sıcaklık zararsız bir mantar türü olan Phomo Olea mantarının üremesi ve tanelerdeki olearupein maddesini parçalaması için uygun fermantasyon ortamı sağlar. Bir gece içinde ağaçlardaki zeytinler bu mantar sayesinde fermente olarak acılığını kaybeder. Sabah açan güneş ile nem azalır ve fermantasyon durur. Bu mucizevî doğa olayı sayesinde zeytin taneleri hurma gibi dalında olgunlaşmış olur.

İşte, yüzyıllardır bilinen ve Evliya Çelebi?nin seyahatnamesinde bile anılan Karaburun hurması bu yıl hiç oluşmadı. Bölgenin önemli geçim kaynaklarından olan hurma zeytini kime sorarsanız ?bu yıl hiç olmadı, hiç satmadık? yanıtını alıyorsunuz. Hurma olmayı bekleyen zeytinler ise ne yazık ki geç hasat yağ elde edilmek üzere toplanıyor. Zeytin sezonu bu yıl hurma zeytin olmadan kapanıyor.

Sıcaklıkların yeterince düşmemesi, gece sıcaklıklarının ortalamanın hayli üzerinde kalması nedeniyle doğa bu yıl zeytinleri fermente edecek ortamı sağlayamadı.

Sesleri pek işitilmese de küresel ısınma bu yıl Karaburun zeytin üreticilerini vurdu. 2018 yılı Ege Bölgesi zeytin hasadında ?Hurma Zeytin? neredeyse hiç olmadı.

Doğa, bir şeylerin kontrolden çıkmakta olduğuna, önlem alınması gerektiğine dair mesajını gönderdi. Daha ne yapsın?

Mehmet Uhri

Bakla Bahane

Çarşamba, Kasım 7th, 2018

img_1727

O sıcak yaz günü kitaplarımla baş başa kalabilmek için çay bahçesinde bulabildiğim ilk boş masaya yayılmıştım. Okurken arada küçük notlar alıyor, çevreyle ilgilenmiyordum. Bir süre sonra orta yaşı geçkin şapkalı ve iyi giyimli beyefendi boş sandalyelerden birini işaret ederek masama ilişmek için izin istedi. Doğrusu masamı paylaşmaya hiç hevesli değildim. Çay bahçesinin yükünü almış neredeyse masaların dolmuş olduğunu bu sözlerden sonra fark ettim. Sesimi çıkarmadan oturması için yer açtım.

Az sonra garsonun yanımıza gelip “her zamankinden mi?” diye sormasından çay bahçesinin müdavimlerinden olduğunu anladım. Az sonra iri bir bardak içinde gelen adaçayını yudumlamaya başladı. Konuşmak için fırsat kolladığını fark edip iyice kitabıma gömüldüm. Okumakta olduğum kitaba baktıktan sonra masa üzerindeki diğer kitapları eline alıp evirdi, çevirdi. Gözlüğünü takıp sayfalarını karıştırdı. Bir süre sonra almış olduğum notlara bakmaya başlayınca dayanamayıp “kitaplar ilginizi çekti sanırım” dedim. Elindeki kitabı masaya bırakıp “Çay bahçesinde yer bulamayıp bir süre bakınınca sizi fark ettim. Okuyor ve durup notlar alıyordunuz. Merakımı mazur görün yazar filan mısınız?” diye sordu. Öykü yazarı olduğumu, insanların içinde bulunup elimden geldiğince öykü malzemesi toplamaya çalıştığımı, kitapları da bu amaçla kullandığımı anlatıp tekrar kitabıma dönmek için izin istedim.

Bir süre suskun kalıp öylece durdu. Sonra kafasını kaldırıp gözlerimin içine bakarak “Size öykü malzemesi olabilecek yaşanmış bir anı aktarabileceğimi söylesem, ilginizi çeker mi?” diye üsteledi. Gevezenin birine çattığımı düşünmeden edemedim. Kurtulacak gibi görünmüyordum. Pek ümitli olmasam da anlatacaklarını merak etmiştim. Kitabımı kapatıp gözlüğümü kılıfına yerleştirdim ve “sizi dinliyorum” dedim.

O ise arkasına yaslanıp şapkasını çıkardı. Eliyle ağarmış seyrek saçlarını düzeltip ada çayından bir yudum aldı ve anlatmaya başladı.

“Size metro yolculuğu sırasında tanıştığım ve bir daha karşılaşmadığım birinden söz edeceğim. Dediğim gibi o yaşlı beyefendi ile metro yolculuğu sırasında tanışmıştık. Elinde gitarı ile metroya binmiş tesadüfen yan yana oturmuştuk. Bir süre sonra metronun kalabalığına ve sıkışıklığına aldırmadan oturduğu yerden gitarını çalmaya başladı. Kalabalık nedeniyle pek rahat hareket edemese de gitardan yükselen müzik kısa sürede ilgiyi üzerimize çekmişti. Çalarken gitarın tellerine veya perdelerine bakma gereği duymuyor, kendini ilgi ile izleyenlere bakıp gülümsüyor ve selam veriyordu.

Yan yana oturma düzeni içinde gitar çalınıyor olmasının doğurduğu hareketlilik başlangıçta biraz rahatsızlık verse de çıkan ezgi ve o ezgiler ile birlikte oluşan iklim hepimizin hoşuna gitmişti. İlgi ile ihtiyarı izliyordum. Ancak diğer yanında oturan asık suratlı yaşlı adam dayanamayıp “Kes şu zırıltıyı, gâvur parçaları çalıyor bizi de günaha sokuyorsun, kafamı şişirdin. Hem elin ayağın da rahat durmuyor. Edebinle otur şurada” diye yüksek sesle söylenince az önceki iklim hemen kayboldu. Kısa bir sessizlikten sonra sorunun büyümesini önlemek için yer değiştirmeyi teklif ettim. Gitar çalan ile yerlerimizi değiştirdik. Bizimki az önce söylenen sözlere aldırmadan çalmayı sürdürünce bu kez suratsız adam ikimize de söylenmeye hatta sövmeye başladı. Cevap vermedim. Umursamaz görünüp müziğe eşlik ediyormuş gibi davrandım.

Adam omzumu dürtüp “Sana söylüyorum, söyle şuna gürültü yapmasın” dedi. Elimle susmasını işaret edip “Bu şarkıyı çok severim, güzel çalıyor” dedim.  Daha da öfkelendi. Çevresine bakınıp kendine destek olacak birilerini arandı, göremeyince sustu. Olayın kapandığını sanıyordum ancak adam ilk durakta inip yanında güvenlik memuru ile tekrar bindi. Metro bir sonraki durağa doğru hareket etmişti. Az önceki suratsız adam eliyle bizimkini işaret edip “işte memur bey. Bu dilenci yüzünden rahat yolculuk edemiyorum, uyardım, anlamadılar. Lütfen gereğini yapın” dedi. Güvenlik görevlisi adamın yanına gelip ilk durakta inip kendisiyle gelmesini rica etti.

Tüm bunlar yaşanırken çalmayı sürdüren yaşlı adam müziğe ara verip güvenlik görevlisine cebinden çıkardığı kimliğini uzatarak kendini tanıttı. Kimliği inceleyen güvenlik görevlisi ise metro alanlarında işportacı veya dilencilerin bulunmasının yasak olduğunu söyleyince bizimki her hangi bir şey satmadığını, ortalıkta şapka veya benzeri bir bahşiş toplama aracı da olmadığını işaret ederek “Dilenci veya satıcı değilim. Müzik yapıyor ve kendimi eğlendiriyorum memur bey. Bu bana yetiyor. Kimseye rahatsızlık verdiğimi de düşünmüyorum. Yaptığım sadece müzik” dedi.  Ben ve birkaç yolcu daha bu sözleri destekler tarzda konuşunca güvenlik görevlisi yelkenleri indirdi. Yine de rahatsız olan yolcuların yakınmasını dikkate alıp yolculuğa müzik yapmadan devam etmesi gerektiğini bildirdi. Suratsız beyefendi kazandığı zaferden memnun görünüyordu.

İçimden “bu kadar mı? Bu mu yani, aktaracağın anı?” diye düşünmeye başlamıştım. Meşgul ettiği için de içerliyordum. O ise ada çayından bir yudum daha alıp şapkasını masanın üstüne koydu. Eliyle alnını kuruladı ve anlatmayı sürdürdü.

Yolculuğun sonrası kısa ama benim için hayata dair hayli uzun bir yolculuktu. Az önce yaşananlar nedeniyle canı sıkılmıştı. Gitarını kılıfına yerleştirdi. Bir şeyler söyleyip teselliye çalıştım şaşkın ve biraz da kızgın gözlerle yüzüme bakıp “bu yaşımdan sonra kendimi tanımak için gitara başladım ona bile karışıyorlar” diye söylendi. “Kendini tanımak mı?” diye sorunca 33 yıl devlet memurluğu yapıp emekli olduğunu. Gitar çalmaya emekli olduktan sonra başladığından söz etti. Anlatmayı sürdürdü;

- Hayatım boyunca hep insanların içindeydim. Sorunlu biri de değildim. Valla değildim. Hep çevremdekilerin istediği gibi biri olmaya çabaladım. Söz dinleyen sorunsuz biriydim. İstediğimin bu olup olmadığını hiç sormadım kendime. Kendim olmak, kendi istediğim gibi yaşamak aklıma bile gelmedi. Sanırım başkalarından farklı olmaktan ürktüm. Ancak ne oldu? Bir süre önce eşimi, hayat arkadaşımı yitirdim. İki oğlum da peş peşe evlenip gitti. Üstüne emeklilik geldi. Bir de baktım yalnızım.

- Peki ya sonra? Bu gitar işi nasıl oldu?

- Baktım kendimle baş başayım. Ama kendimi tanımıyor kendim için bir şey istemeye bile çekiniyorum. Hatta kendimle konuşmayı bile beceremediğimi fark ettim. Kimseye derdimi anlatamadım. Şimdi bile anlatabildiğimden emin değilim.

- Yalnızlığınızı gidermek için gitar çalmaya mı başladınız?

- Tahmin ettiğim gibi, siz de anlamadınız. Dedim ya kimse anlamadı. Bunca sene hep başkalarının istediği gibi biri olmak yüzünden kendimi hiç tanımamış olduğumu fark ettim. Sonrası benim için hayli ıstıraplı bir dönemdi. Şehrin sokaklarında amaçsızca yürürken karşıma çıkan ve “falına bakayım mı?” diye soran o çingene kadın sayesinde oldu, tüm bunlar.

- Nasıl yani? Çingene kadın size gitar çalmayı mı öğretti?

- Yok öyle olmadı. Falıma bakmak istediğini söyleyince “Kimin falına bakacaksın ki, ben kendimi nasıl bulacağım onu söyle?” Diye üsteleyince avucuma tutuşturduğu baklaları yere atmamı söyledi. Dediğini yapıp önündeki mendilin üzerine baklaları bıraktım. Bir süre dağılmış halde duran baklalara baktı sonra içlerinden birini seçip bana uzattı. “Bu sende kalsın. Başkalarındaki kendini bulmaya çalışmalısın. Yapacaksın, korkma” dedi. Anlamadığımı görünce “Aradığını başkalarında bulacaksın. Senin aradığın aynada gördüğün değil, başkalarının sana bakınca gördüğü de değil, başkalarında bıraktığın kendini arıyorsun. Bulduğunda kendini de bulacaksın” dedi. Bunun için ne yapmam gerektiğini sorduğumda onu benim bulmam gerektiğini söyledi. “Başkalarının seni fark etmesini sağlayacak ve hayatlarına katmasına fırsat verecek bir şeyler yapmak iyi bir başlangıç olabilir. Ben öyle yapıyorum. Bakla bahane” dedi. Falıma bakmayacak mısın diye sorduğumda bundan sonrası için fala ihtiyacım olmadığını söyledi. Para da almadı.

- Peki, ya sonra?

- Rahmetli babam mandolin çalardı. Çocukken bana da öğretmişti. İkinci el bir gitar satın alıp kendi kendime çalışarak iyi kötü müzik yapmayı öğrendim. Az önce yaptığım gibi metroya binip çalmaya başlıyorum. İnsanların ilgisini çekip beni görmesini, bir nebze de olsa hayatlarına güzellik katabilmeyi amaçlıyorum. İşte bu sırada onlara bakıp onların gözündeki kendimi görebiliyorum. Hani o hiç tanımadığım kendimi, küçük dokunuş ve yaşanmışlıklarla geri dönen anlamlı bakışlarda görebilmeye çalışıyorum.

img_1726Masadaki boşları almaya gelen garsona aynı cezveden çıkmış iki sade kahve getirmesini rica ettim. Bu arada kısa bir süre soluklanmasını istedim. Kalemi kâğıdı alıp anlattıkları ile ilgili kısa notlar almaya başladım. Çay bahçesinin kalabalığı daha da artmıştı. Bizimki sabırla not almamın bitmesini bekledikten sonra metro yolculuğu sırasında yaşadıklarını içtenlik ve heyecanla anlatmayı sürdürdü.

“Yolculuk bitmesini istemediğim bir muhabbete dönüşmüştü. Öyle ki, ineceğim durağı geçmiş olduğumu çok sonra fark ettim. Metro veya benzeri sosyal ortamlarda gitar çalarken insanları izlediğini, bahşiş beklemediğini ama veren olursa geri çevirmediğini söyledi. Amacının kendiyle ilgilenen o tanımadığı insanların gözündeki kendini görmek, onu bulmak olduğunu tekrar vurguladı. Sonra dönüp yüzüme baktı;

- Beni biraz çatlak bulmuş olabilirsin ama işin gerçeği bu. Başkalarının hayatından kendimi bulmaya, onu görmeye çabalıyorum.

- Peki, aradığınızı bulabildiniz mi? Dahası bulduğunuzdan memnun musunuz?

- Benim ki arayış, bir tür yolculuk. Şimdiye kadar bulduğuma bakıp “eh işte idare eder” diyebilirim.

- Peki, nasıl yapıyorsunuz bunu? İnsanların bir kısmı sizinle hiç ilgilenmiyor bazıları ise az önceki gibi rahatsız bile olabiliyor?

- Metroda yolculuk ederken oturur insanları izlerim. Dediğin gibi insanlar da tip tip. Metronun özelliği oturduğun zaman karşındaki insanı ve onun ardındaki camdan yansıyan kendi görüntünü izlersin. Bazıları kimseyle yüz yüze gelmemek ve camdan yansıyan kendi görüntülerini de görmemek için oturmaz, ayakta durur. Oturanların bir kısmı cep telefonları ile ilgilenip kafalarını kaldırmaz. Onlar benim için cep telefondaki görüntüler gibi sanal tiplerdir. Kadınlar ise nedense oturup genellikle ortamdaki diğer kadınları süzerler. Camdan yansıyan görüntülerine ise bakmamaya çalışırlar. Bazen sarmaş dolaş çiftler gelir. Dünya umurlarında değildir. Onlara bakanlar ise genellikle ya kız veya oğlan tarafı olma eğilimine girerler. Bir zamanlar benim yaptığım gibi başkaları için yaşayanlar ise sadece camdan yansıyan kendi görüntülerine bakarlar. Başkalarının gözünde nasıl göründükleri onlar için her şeyden önemlidir.

- Başka?

- Çocuklar? En çok onların gözünden kendimi tanıyabiliyorum. Çünkü çocuklar kendilerini gizlemiyorlar. Müziği beğendiyse tempo tutup dans eden veya söyleyen bile oluyor. Nadiren de olsa benim gibi başkalarının üzerinden kendini bulmaya, tanımaya çalışanlarla da karşılaştım. Sayıları az ama tanımaya değer olduklarını düşünüyorum. Sıradan tiplerdir ve mükemmel olmak gibi kaygıları yoktur. Sonuç olarak insanların üzerinden kişiliğimdeki geveze, uyuşuk, sevecen, nobran, pinti gibi karakter kırıntılarıyla yüzleştikçe yalnızlığımdan kurtuluyor kendime yakınlaşıyorum.

- Aradığınız yakınlaşma aile içinde veya akrabalar arasında bulunamaz mıydı?

- Çok zor. Bilirsin, akrabalar senin seçimin değildir. O ortamın içine doğarsın. Farklılıkların törpülendiği, birbirine benzemeye başlanılan ilk yer ailedir. Yani akrabalar birbirine ayna olamıyor. Çünkü farklılıkların sülale içinde eritilip yok edilmesi isteniyor. Yine de akrabaların zor dönemlerde insanın sığınacağı rıhtımlar gibi olduğunu düşünürüm.

Yolculuğun sona ermesine az kalmıştı. Anlattıkları için teşekkür edip “Tüm bunların bir bakla falıyla başladığına inanamıyorum.” Dedim. Gülümsedi. Elini cebine atıp çıkardığı kuru baklayı gösterdi. “Kendine yolculuk yapmak istiyorsan başkalarında bıraktığın kendini bulmaya çalışmalısın, bakla bahane” Demişti falcı kadın” dedi.

Son durakta birlikte indik. Az önceki tatsız olayda verdiğim destek için teşekkür etti. Gitarı ile birlikte ters yöne giden metroya yönelip gözden kayboldu.”


img_1728

Sözlerini bitirdikten sonra kahvesinin kalan son yudumunu alıp sandalyesinde arkasına yaslandı. Not almamı bitirmemi bekledikten sonra “umarım öyküye dönüşebilecek bir şeyler anlatmışımdır” dedi. Ben ise notlarımı gözden geçirip yazmayı unuttuğum bir şey olup olmadığı telaşındaydım. Bir süre daha sessizce oturduktan sonra gitmek için izin istedi. Kendisine anlattıkları için teşekkür edip masanın misafiri olduğunu hesabı ödemek istediğimi nazik ancak kararlı bir ifadeyle bildirdim. İtiraz etmedi. Ayağa kalktı. Şapkası ile selam verdi. Arkasından “Peki ya siz? Gitar çalan o yaşlı adamın anlattığı hangi tipe giriyorsunuz?” diye sordum.

Belli belirsiz bir göz kırptı ve “Gitar çalamasam da insanların beni görmesini ve onlarda bıraktığım izler üzerinden kendimi bulabilmenin bir yolunu bulduğumu düşünüyorum. Eh, bu da bana yetiyor” diye yanıtladı. Ağır adımlarla çay bahçesinin kalabalığında gözden kayboldu.

Ben ise tekrar notlarıma dalmış anlatılanları toparlama telaşındaydım. Bir süre sonra garsonu çağırıp konuştuğum bey efendinin kim olduğunu sordum. İsmini bilmeseler de düzenli gelenlerden olduğunu ve az önce olduğu gibi genellikle birilerinin masasına oturup sohbet ettiğini anlattı.

Giderken, kaşla göz arasında masanın hesabını da ödemişti.

Mehmet Uhri

Not: Bu yazıda kullanılan görseller Eren Eyüboğlu imzalıdır.

Gözyaşı Mahpusluğu

Pazar, Eylül 9th, 2018

img_0794

Ayrılırken “Beni dert etme, benimki sadece bir anıyı misafir eden hayatlardan.” demişti.

Bir sürü rastlantı sonucu aynı meyhane masasında kadeh kaldırıp, gece boyu Neşe’ye kadeh tokuşturmuştuk.

Daha önce öyle birini hiç tanımamıştım.

En iyisi baştan anlatayım;

Aynı şehirde yaşadığımız halde yıllardır görüşemediğim askerlik arkadaşımla meyhanede buluşmak için sözleşmiş ancak son anda çıkan acil iş yüzünden arkadaşım katılamamıştı. Birkaç yıl önce kaybettiğimiz ortak dostumuzun anısına kadeh kaldırıp eski günlerden konuşmayı planlamıştık, ancak olmadı. Heyecanla meyhaneye gidip masaya kurulmuştum.

Masaların çoğu boştu. Bir süre sonra gelen ilk mesaj gece ile ilgili beklentilerin değişeceğinin habercisi gibiydi. Arkadaşım, işler yüzünden gecikeceğini bildiriyordu.

Yandaki marketten bir gazete alıp gelip masaya döndüm. Sipariş vermeden bir süre gazete ile vakit geçirdim. Ne kadar zaman geçti bilemiyorum ama gazeteden kafamı kaldırdığımda meyhanede tüm masaların dolmuş olduğunu gördüm. Dört kişilik bir masayı sipariş vermeden işgal ediyor olmanın ezikliği ile arkadaşıma ulaşmaya çalıştım ancak telefonu kapalıydı.

img_0795

Biraz meze ve rakı sipariş ettim. Bu arada gelen birkaç müşterinin yer olmadığı gerekçesiyle geri çevrildiğini, gelenlerin de masamdaki boş koltuklarda gözü olduğunu görünce tedirginliğim arttı.

Bir süre sonra arkadaşıma ulaştığımda  özür dileyerek gelemeyeceğini söyleyince gecenin şekli değişti.

Yüzümün asıldığından durumu anlayan meyhaneci elinde kadehi ile masama gelip “Görünen o ki, yalnızsınız. İzniniz olursa ağabeyimle birlikte masanıza katılmak ve size eşlik etmek isteriz.” Dedi. Yıllardır yüzünü görmediğim arkadaşımla paylaşmayı düşlediğim masayı meyhaneci ve abisiyle paylaşmak zorunda kalmaya pek hazır olmasam da sesimi çıkarmadım.

İlk kadehleri kaldırırken “Neşe’ye” dediler. Eşlik ettim. Sonraki kadehleri de hep aynı biçimde kaldırmaları üzerine “Burada şerefe içilmiyor mu?” diye takıldım. Meğer Neşe genç yaşta trafik kazasında yitirdikleri kız kardeşlerinin adıymış. O akşam da rahmetlinin doğum günüymüş.

Meyhaneci arada kalkıp müşteriler ile ilgileniyor, mutfağı kontrol ediyor, kısa süre otursa da masaya pek eşlik edemiyordu.

Karşımdaki acılı ağabeyle başladığımız sohbette babadan kalma fotoğrafhane işlettiğini kardeşinin ise meyhanecilikle geçindiğini anlattı. İşlerin eski tadı olmasa da nişan, düğün fotoğrafları ile iyi kötü ayakta durmaya çalıştıklarından söz etti. Cüzdanından çıkardığı kız kardeşinin fotoğrafını masadaki bardaklardan birine yaslayıp kardeşini anlatmaya başladı.

- En küçüğümüzdü. Emanet gibiydi. İkimiz de üzerine titrerdik. Elimizle evlendirdik. Mutlu bir aile kurdu. Ancak o güzelim aile büyük kızları ile birlikte bir kaç yıl önce aptal bir kamyonun altında kaldı. O kadar ani oldu ki acımızı bile hissedemedik. İnsan yalnızlığını, kardeşini kaybedince anlıyormuş. Hayatta kalan bebeklerini kendi aileme kattım. Acımız hiç eksilmedi. O günden beri, bebeğini ve ondan kalan hayatı, anıları ayakta tutmaya çabalıyorum.

“Peki bu hep böyle mi gidecek?” diye sorduğumda kadehini masaya hışımla bırakıp gözümün içine baktı ve “Ben bir anıyı misafir eden, ağırlayan hayatlardanım. Bu benim seçimim” Dedi.

Kısa bir sessizlikten sonra hiddetlendiği için özür dilercesine kadehini uzattı. Kadehlerimizi tokuşturduk. Hüzünlenmişti. Anlatırken gözleri dolsa da hayatını ölen kız kardeşinin anısını yaşatmaya ve onun emaneti olan yeğenini büyütmeye adadığını, bunun ona iyi geldiğini söyledi.

Bu arada meyhaneci masaya yaklaşıp kadehini bizim kadehlerle tokuşturup kuvvetli bir yudum aldı. Boş kadehi doldurması için ağabeyinin önüne bırakırken “Muhabbet iyi galiba” diye ortaya bir laf attı. Cevap vermemizi beklemeden müşterileri ile ilgilenmeye koyuldu.

- Bayılıyorum bu hallerine. Ben hiç bunun gibi dışbükey bir adam olamadım. Baksana herkese her şeye yetişiyor, üstelik herkes onu görüyor ve varlığı herkese iyi geliyor. Tam bir meyhaneci oldu çıktı. Benim gibi iç bükey birinin nasıl böyle bir kardeşi oluyor, anlamıyorum.

Yüzüne anlamamış gibi bakmış olacağım ki, kardeşinin bardağını doldururken açıklama yapma gereği duydu.

- Mesleğimiz fotoğrafçılık olunca benzetmeler de ona göre oluyor. Bilirsin iç bükey, dış bükey daha çok aynalar için kullanılır. Benim gibi içbükey tipler uzaktan ters görüntü sunduğu için pek bulaşılmak istenmez. Sevimsiz bulunurlar. Yanlış anlama bu durumdan rahatsız filan değilim. Böyle gayet iyi. Yakından bakmalarına izin verdiklerim ise içbükey aynalarda olduğu gibi kendilerini olduklarından daha büyük görür mutlu olurlar. Onlara iyi gelirim. Yani kısaca içbükey tipin biriyim. Kardeşim ise tam tersi. Herkes olduğunca mutlu. Daha ne olsun?

- Yanlış anlamadıysam kendi hayatınız yerine ölen kardeşinizin anılarını yaşamaya çabalayan bir hayatı yaşadığınızdan söz ettiniz. Hatta belki biraz da bu nedenle kendinizi iç bükey olarak tanımlıyorsunuz. Kendinize ve sizi sevenlere haksızlık etmiş olmuyor musunuz?

dsc_06621

Cevap vermeden rakı kadehini elinde bir süre çevirdi. Sonra cevap vermek istemediğini anlatırcasına tokuşturmak için uzattı. Kadehimi uzatmayıp “cevap vermediniz” diye üsteledim. Kadehi masaya bıraktı ve hafiften yüzünü ekşitti. Uzaktan durumu gören meyhaneci hemen masaya oturup kadehini ikimiz de kadehine vurup “Unutmayın Neşe’ye içiyoruz bu akşam, somurtmak yok” diyerek havayı yumuşattı.

Hesap isteyen bir müşteri için kasaya yönelmek zorunda kalınca kadehimi uzatıp “Neşe’ye” dedim. Eşlik etti. Sonra kafasını kaldırıp uzaklara, çok uzaklara bakar gibi dalgın bir bakış atıp “Kendimi, gövdesiyle ağlayan üzeri damla damla donmuş göz yaşı dolu bir ağaç gibi hissediyorum. O donmuş gözyaşları ve içinde barındırdıklarıyla bir acıyı misafir eden hayatlardanım. Gözyaşı mahpusluğu gibi bir şey işte.” dedi.

Sonra bana dönüp eliyle bedenini gösterdi. “Bu bedenlere sığdırdığımız ömürler kimi için yüktür, kimi için ödül veya bende olduğu gibi sadece donmuş bir anı. Ölen kardeşimin ve ailesinin anısını taşıyor, onların anısını ayakta tutmak için yaşıyorum. Bu bana iyi geliyor. Yalnızlığımı unutuyorum. Tarifi zor. Eğrisini doğrusunu bilemem ama iyi geliyor” diyerek kız kardeşinin fotoğrafına doğru kadehini kaldırdı.

dsc_06562

Ömür dediğimizin aslında bedenin yükü olduğunu, bazılarına ağır gelse de taşımak zorunda olduğumuzu, bazılarına hayatın zor gelip taşıttıracak birilerini bulma telaşıyla koca bir ömür tükettiklerini, altında ezilse bile yüküne ses etmeyip hayatı direniş olarak yaşayanlara saygı duyduğundan söz etti.

Bazıları ise hayatı bir misafir gibi ağırlar. Misafir dediğime bakma; misafirin istenmeyeni, beklenmeyeni, sevilmeyeni de olur ama benimki öyle değil. Hayatı misafir eder ağırlarım. Yorulsam da serzenişte bulunmam.” dedi.

Masaya neşeli bir kahkahayla gelen meyhaneci tokuşturduğu bardağını hızlıca yudumlayıp bir iki çatal mezeyi ağzına attı. Tekrar mutfağa doğru koştururken “Peki ya kardeşiniz, o bu konuda sizi anlıyor mu?” Diye sordum. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. “Görüyorsunuz işte. Benzemesek de anlarız birbirimizi. O yükünü yayar dağıtır, bulaştırır başka hayatları da katıp paçal yapar öyle bir hayat yaşar. Biraz kendi, çokça başkası olur. Baksana ikimizi birbirine katıp şu masa başında paçal yapmayı bile başardı. O da onun seçimi.” Diye yanıtladı.

- Hayatı yük bilip aklınca kurnazlık eden hayat tembellerini hiç anlayamadım. Öyle çok var ki onlardan. Kendilerini taşıttaracak birilerini buldular mı onlardan mutlusu yok. Sorsan mutluluğun ne olduğunu bile anlatamazlar. Halbuki mutluluk emek ister, yürek ister, çaba ister ve bedel ister. Gerçek mutluluğun insanı nasıl ağır ağır demleyen bir keyif ve güzelliği olduğunu hiç bir zaman bilemezler. Kurnaz geçinseler de hayatın tüm yükünü sırtlandığı halde gerçekten mutlu olanlara bakıp hayatlarında bir şeyin eksik olduğunu düşünür ama eksiğin ne olduğunu tarif bile edemezler.

Masaya gelen meyhaneci kadehini eline alıp tüm salona yüksek sesle “Bu akşam Neşe’ye içiyoruz arkadaşlar” diye seslendi. Salondan yükselen “Neşe’ye” sesiyle kadehler bir kez daha kalktı. Bizimki kardeşinin kolundan çekip abartmaması için uyarsa da meyhaneci ağabeyinin iki yanağını parmaklarıyla sıkıp “canım abim benim” diyerek mutfağa yöneldi.

Az sonra elinde dumanı tüten ciğer ızgara ile gelip masaya kuruldu. Bir süre sessizce demlendik. Yine bir hesap için yanımızdan kalktığında bizimki kardeşini işaret edip “Görüyorsun işte. İnsan öyle de mutlu oluyor, böyle de. Hepsi hayatın içinde” dedi.

Sonrasında beni sordu, kendimi anlatmamı istedi. Öyle derinlemesine anlatacak bir hayatım olmadığını düşünüp geçiştirmeye çalıştım. Yutmadı. Halime güldü. Ben de güldüm. Meyhaneci halimize bakıp “önce acı mezelerden yiyip ağlaştınız şimdi de ağzınızın tadı yerine mi geldi?” diye uzaktan takıldı.

Daha çok güldük.

Gecenin ilerleyen saatlerine kadar sohbet ettik. Neşe’ye içtik. Meyhane tenhalaşıp garsonlar masaları toplamaya başlayınca ayağa kalktık. Hayli içmiş olmasına karşın iyi görünüyordu.

Yenilen içilenlere göre komik bir hesap geldiğini görünce eziklik hissettirmeden kendilerince jest yaptıklarını anladım. Bahşişle dengelemeye çalıştım. Meyhaneden çıkarken ikisinin de elini sıkıp güzel bir gece olduğunu anlatmaya çalışan bir şeyler geveledim.

Halime güldüler. Ben de güldüm.

Bizimki kulağıma eğilip “Kafana çok takma, dedim ya; benimki bir anıyı yaşatan, misafir eden hayatlardan. Başkalarının ne düşündüğü ne dediği umurumda değil. Bugün masanı bize açıp birlikte Neşe’ye içtik. Sen de o anının parçası oldun. Hepimizin hayatı zenginleşti. Gerisi bildiğin hayat işte” dedi.

Sokağa gecenin sessizliği çökmüştü. Bir kaç adım attıktan sonra iki kardeşin kapının önünde arkamdan baktıklarını görünce durup alabildiğince yüksek sesle “Neşe’ye” diye bağırdım. Sesim, çöpten fırlayan kedinin tıngırtısı ile birlikte yankılandı.

Sonra ortalık yine gecenin sessizliğine büründü.

Dr. Mehmet Uhri

Zamanın Mandalları

Çarşamba, Aralık 6th, 2017

img_9860

Divriği esnaf çarşısı zamanda kaybolmuş hali ve her günkü dinginliği ile günü yarılamıştı. Yaz sıcağının iyice hissedildiği çarşı hayli durağan günlerinden birini daha yaşıyordu. Cemal dayının saatçi dükkânını ise fotoğraf makinem için uygun pil ararken sora sora bulmuştum. Çarşı içinde birkaç metrekarelik ufacık yerde kendi gibi yaşlı, bildiğimiz kurmalı saatlerin tamiri ile uğraşıyordu. Aradığım pili gösterip ümitsizce olup olmadığını sordum. Elindeki Serkisof marka köstekli saati masaya bırakıp pili eline aldı. Gözündeki lupa yaklaştırıp üstündeki yazıları okumaya çalıştı. Pili masaya koyup köstekli saati eline alıp tamire devam etti. Tüm bu süreç içinde hiç konuşmamış ve soruma cevap vermemiş olması canımı sıkmıştı.  Pili alıp çıkmaya davrandığımda ?bekle hele selamsız? diye seslendi. Sağ gözünden lupu indirmeden kafasını kaldırıp bana baktı.

- Dükkâna destursuz, selamsız girdiğine göre buralardan değilsin. Otur, az bekle?

- Aradığım pil elinizde var mı?

- Bakmam lazım. Sanırım bir tane olacak. Lakin elimdekinin zembereği dağılmadan vidalarını sıkıştırmam gerek. İşin aceleyse sonra gel diyeceğim ama bu gün erken kapatacağım. Beklemende fayda var.

img_9856Tezgâhın önündeki tabureye oturup sessizce dükkânı izlemeye başladım. Camekânın içi kurmalı kol saatleri ve köstekli saatlerle doluydu. Ustanın arkasında ise çoğu antika sayılabilecek duvar saatleri asılıydı. Sokaktan gelen geçen Cemal dayıya selam ettikçe kafasını kaldırıp eliyle selama karşılık veriyor sonra tekrar işine dönüyordu. Bir süre sonra yüzünü ekşitip elindeki köstekli saati tezgâha bıraktı. ?Bu da benim gibi yaşlandıkça ayar tutmayanlardan. Uğraştıracak anlaşılan. Daha fazla bekletmeyeyim seni. Ne de olsa yolcusun.? Diyerek çekmecelerini karıştırmaya başladı. Bu arada dışarıdan geçen çaycı çırağına iki çay siparişi verdi. Aramayı sürdürürken nereden gelip nereye gitmekte olduğumu, ne iş yaptığımı sordu. Hekim olduğumu söyleyince gülümseyerek ?içeriye selamsız girmenden anlamış, doktor veya avukat olduğunu düşünmüştüm? dedi. Açıklama beklediğimi görünce ?Bazı meslekler adamın ayarını bozar. Hekimlik ve avukatlık gibi meslekler hep derdi sıkıntısı olan ile uğraştığı için selama sabaha gerek duymaz. Kaptırırsan her yerde öyle davranmaya başlarsın? diyerek açıkladı.

Çaylarımızı yudumlarken 57 yıldır aynı çarşıda saat tamirciliği yaptığını, telefon idaresinden emekli olduğunu, dükkânın yerini birkaç kez değiştirse de saatçiliği bırakmadığını anlattı. Bu saatlerin artık kullanılmadığını hatta cep telefonları yüzünden saat kullanımının da azaldığını vurgulayıp kurmalı saatlerin alıcısı olup olmadığını sordum.

- Haklısın, her şey gibi saatler de değişti. Ama saatler değişse de insan kolay değişmiyor. Bir kere saatsiz insan olmaz. Buradan bakınca içeriden saatli ve dışarıdan saatli olmak üzere iki tip insan olduğunu söyleyebilirim.

- Sizce ben hangilerinden oluyorum?

- Kolunda saat olmadığına göre saati içinde olanlardansın. Onlar kendi zamanlarını yaratıp yönetme derdindedir. Sabırsız olurlar. Zaten o yüzden elimdeki işi bıraktım.

- Peki ya saati dışarıda olanlar?

- Zamanın kendilerini yönetmesine ses çıkarmayanlardır. Zaman onları yönetir. Ellerinden tutar büyütür, gezdirir. Herkesçe daha çok kabul gören onlardır. Zamanın ruhuna uygun yaşarlar. Diğerlerine göre hayli kalabalık olduklarını söyleyebilirim.

- Çok farklı görünüyorlar. Bu iki tip insan anlaşabilir mi?

- Görünüşte anlaşıyor sanırsın. Ama anlaşmaları zordur. Birinciler günde beş vakit bağıra çağıra camiye çağrılıyor olmaktan rahatsız olup çoğunlukla gitmezler. Diğerleri için ise bu bir sorun değildir. Kolunda saat taşımaktan haz etmeyenlerin derdi kendine ait zaman bulabilmektir. Telaşla işini bitirip kendine ait zaman yaratma derdinde oldukları için çalışkan ve becerikli görünürler. Kurmalı saatlerin meraklısı da onlardır. Ancak kendi kurup çalıştırdıkları, ayarını kendi yaptıkları saatleri kullanabilirler.

- Peki ya siz? Siz hangi tip olduğunuza karar verebildiniz mi?

- Eskiden sorsan kendi zamanına hapsolmayı seçenlerdenim diye cevap verirdim.

Duvarda asılı duran hayli eski irice duvar saatini işaret etti;

- Anladım ki; hayat şu saatin ding dongları arasına sığdırdığımız anlardan oluşuyor. Onları öncelik sonralık sırasına koymamız için zamanı kullanıyoruz.

- Nasıl yani?

- Şöyle anlatayım; Bence zaman bir çamaşır ipinden farksız. İpe dizdiğimiz anılarımız da ıslak giysilerimiz. Islakken ağır oldukları için iyi hatırlıyoruz. Kuruyan çamaşırlar gibi anılar da hafifliyor. Unutup başka  şeylere dönüştürüyor sonra geriye bakıp ne yaşadım diye kendimizle hesaplaşıyoruz. Üstelik mandalın yettiğince anı biriktirip saklamayı başarıyoruz. Mandalın yoksa anılar da uçup gidiyor, kayboluyor.

- İyi de o zaman neden zamanı kovalıyoruz? Her tarafı saat dolu bu dükkân bu çaba, boşuna mı?

- Yahu anlamadın mı? Kendi zamanını bulabilirsen, ipin mandalın varsa hayatını belki bir düzene koyabilirsin. Yoksa hep onun bunun ipine, o ipe asıp kuruttuklarına bakar seyirci olursun. Hep başkalarının zamanını kovalarsın. Zembereğini kendi kurduğun, çalıştırdığın, ayar verdiğin bir hayat yerine hiç bilmediğin birilerinin hayatını yaşar geçer gidersin. Seçim sana kalmış.

img_9854

Bu arada çekmeceleri karıştırmayı sürdürdü. Sonra aniden ayağa kalkıp arkasındaki vitrine yöneldi. ?Tabii ya. Kaybederim diye kösteklilerin yanına ayırmıştım. İyi mandallamayınca unutuveriyor insan. Gözün aydın aradığın pil bulundu? dedi. Pili fotoğraf makineme yerleştirip iznini alarak birkaç fotoğrafını çektim. Beklediğimin çok altında fiyat söyleyince ön yargılarımdan utandım. Çay ve muhabbet için teşekkür edip izin istedim.  Ayağa kalkıp elimi sıktı. ?Hadi git artık. Ha bir de hep o kameranın ardına saklanma. Arada kendin de kameranın önüne geç. Fotoğraflayıp saklayacakların arasında kendinden de bir şeyler olsun.? Dedi. Oturup köstekli saati yeniden eline aldı. Sağ gözüne lupunu takıp tamire koyuldu. Kafam karışmıştı. Dışarı çıkıp dükkâna bir kez daha baktım. Bizimki kafasını kaldırıp gülümserken eliyle hadi git dercesine bir işaret yaptı. Sonra tekrar işine döndü.

Mehmet Uhri

Azmakbaşı

Salı, Ağustos 1st, 2017

20140719_101612

“Komutanım, beni hatırladın mı? Ben Şeref, 71/1 Şeref” diye seslenerek karşıma çıktı.

Sıcağın kavurduğu bir günün akşamına doğru Bodrum barlar sokağına açılan dar sokaklardan birinde karşılaşmıştık. İlk şaşkınlığı atlatınca yıllar önce Trakya’da askerliğim sırasında tanıştığım Cizreli “delikanlıyla” sarılıp kucaklaştık.

Aradan geçen onca yıl yaşlandırmış olsa da birbirimize hiç değişmemişsin yalanını söylemeyi seçip gülüştük. O yıllarda Askeri hastanede Tabip Asteğmen olarak görev yapıyor orduevinde kalıyordum. Şeref ise orduevinde er olarak askerliğini yapıyor garsonluk ve temizlik işlerine bakıyor akşamları da orduevi gazinosunda canlı müzik yapıyordu. İkimiz de askerlik yapmaktan memnun değildik, dertleşir dururduk. Beyaz önlük yerine asker üniforması ve üzerinde silah taşıyarak hekimlik yapmanın çelişkisi yetmezmiş gibi garnizon sınırlarını terk edememenin verdiği yarı açık cezaevi hissinden dem vurduğumda bana kızardı. Onun derdi daha büyüktü. Cizreli ve Kürt olduğu için ne yaparsa yapsın ona güvenmediklerinden yakınırdı.

Ülkenin kaygı ve üzüntü dolu yıllarıydı.  90′lı yılların başında Güneydoğuda ilan edilmemiş bir savaş yaşanıyordu. O yıllarda kimse Güneydoğuya gitmek istemiyor zorunlu hizmet nedeniyle giden meslektaşlarım kurtulabilmek için askerliğe yazılmaya bile razı oluyordu. Kullanımı yasak sözcüklerin başında “Kürt” sözcüğü geliyor devlet idaresi zorda kaldığı durumlarda “yerel halk” veya Peşmerge sözcüğünü tercih ediyordu. Kürt kökenliler ise askerlik dağıtımlarında özellikle Doğu ve Güneydoğudan uzak tutuluyor bir anlamda potansiyel hain muamelesi yapılıyordu. Dahası ellerine silah vermemek için cephe gerisi görevlerde çalıştırılıyorlardı. Şeref ise tüm bunlara şaşırdığını ifade edip kendine neden güvenilmediğini anlayamıyordu. Kimseyle bir dalaşı, sürtüşmesi de olmamıştı. Bir araya geldiğimizde kısa süreli de olsa dertleşirdik. Onun derdi büyüktü.

Tanışıklığımız uzun sürememişti. O sıralar genelkurmay karargahında emir erlerinden biri ile ilgili zehirli kahve söylentisi çıkınca Kürt kökenlileri hizmet birimlerinden de çekme kararı alınmış Şeref ile birlikte güneydoğu kökenli kim varsa orduevinden tabura gönderilmişti.

Yıllar sonra rastlantıyla da olsa Şeref ile tekrar karşılaşmıştık.

Bodrum’da Azmakbaşı denen bölgede bir bar ve pansiyon işletiyorlardı. Kahve ikramını kıramayıp ailecek barlarının yolunu tuttuk. İçeride müşteri olmasa da gece için hazırlıklar sürüyordu. Duvar kenarında taburede sırtını duvara vermiş oturan hayli yaşlı dedesine bizleri tanıttı. İhtiyar kafasını kaldırıp bir süre bana ve aileme baktı aralarında Kürtçe bir şeyler konuştular.  Sonra eliyle buyur etti. Masanın başına geçip sandalyelere oturduk. O ise taburesinde oturmayı sürdürdü.

azb3

Şeref kahve yapmak için ayrılınca dedesi tarafından kısa süreli sorguya çekildik. Nereliyiz, ne iş yaparız, nerede yaşarız gibi soruları sorunsuz atlatmış olacağız ki tablasından çıkarıp sardığı sigarayı uzattı. Kullanmadığımı söyleyince önce inanmamış gibi sert bir bakış attı sonra yakıp derin bir nefes alıp dumanını havaya savurdu. Kısa süre sonra elinde kahvelerle Şeref de yanımıza geldi.

Oturup bir süre lafladık.

Askerlikten sonra Cizre’ye dönememiş. Yaşadığı köyler boşaltılıp şehre inmeye zorlanınca göç edip batıya gelmişlerdi. Bir akrabaları sayesinde Bodrum’a yerleşip inşaatlarda ırgatlık yapıp geçinmeye çalışmışlar. O yıllarda canlı müzik ve garsonluk yapmayı sürdürüp buraya tutunmuşlar. Zamanla köyde kalan ne varsa satıp savıp bu eski binayı almışlar. Onca nüfus üst katta barınıp altta lokanta işletip tutunmuşlar. Anlattığına göre işleri iyiymiş Cizre’ye geri dönmeyi de düşünmüyorlarmış.

Az önce dedesi ile aralarında ne konuştuklarını sordum biraz mahcup dedesine baktı. Dedesi bize dönüp “torunuma günebakanlardan olup olmadığınızı sordum” dedi. Anlayamadığımı söyleyince sigarasını tellendirerek konuşmaya başladı.

- Biz buralara kendi isteğimizle gelmedik. Köyümüzü boşaltıp yıktılar. Hayvanlarımız telef oldu. Can derdiyle yola koyulduk. Günebakan bitkisini ilk kez buralarda gördüm. Biz bilmezdik. Baktık ki tarlalar boyunca bütün çiçekler güneşe bakar başka bir şey görmez şaşırdık kaldık. Sonra baktık buraların insanı da böyle hep güneşe bakmaktan çevresinde olanı biteni acı çeken insanları görmekten uzak öylece mutlu mesut yaşıyor. O yüzden torunuma günebakanlardan olup olmadığınızı sordum.

- O ne cevap verdi?

- Günebakanlardan olmadığınızı söyledi. Bu kez ceviz mi? incir mi? Diye sordum. Az ceviz çokça incir olduğunuzu söyledi.

Bakışlarımı Şeref’e doğrultup açıklama istedim. “Siz dedeme bakmayın, çok acı çekti, ihtiyarladı. Kimseye de güvenmiyor.” Diye durumu toparlamaya çalışınca ihtiyar öfkelendi.

- Sen kime ihtiyar diyorsun? Yaşım ilerlemiş olabilir ama sapasağlam ayaktayım. Bu devlet çocuklarımı heder etti. Kimse dönüp yüzümüze bakmadı. Burada herkes eğlenirken acıma katlanıp ses etmeden sizleri büyüttüm. İnsanları burada tanıdım. Kimin neye benzediğini iyi bilirim.

- İyi o zaman nedir bu incir ceviz meselesi? Bizi de ilgilendirdiğine göre anlat hele, senden dinleyelim.

- Cizre kırsalında ağacımız azdır. Bildiğim birkaç büyük ceviz ağacı vardı. Bizler cevize benzetiriz kendimizi. Bizim gencimiz yaş ceviz gibidir. Kimse yüzüne bakmaz. Acıdır, değersizdir. İstenen olgunluğa geldiğinde ise koca bir gençlik gitmiş kabuğun sertleşmiş için de boşalıp hafiflemiştir. Kabuğunu kırar içinde kalan ne varsa alır bir kenara atarlar. Dedim ya kendimizi cevize benzetiriz. Gencimizi kimse istemez kuruyup güçten düşmemiz içimiz boşalsın istenir. Öyle olunca makbul oluruz bizler.

- Peki ya incir?

- İncir ağacını da burada gördük, tanıdık. Buranın adamı ceviz gibi değil. İncire benziyor. O da başlangıçta yeşil ama hem yeşili hem de kurusu makbul. Üstelik ceviz gibi eziyet görmeden öylece buruşup ihtiyarlıyor. Buraların insanı incir gibi, her haliyle değerli her haliyle makbul…

- Günebakanlar ne oluyor öyleyse?

- Onlar da bu toprağın insanı ama incir kadar bile dik duramıyor gözünü güneşten ayırmadan hiçbir şey görmeden yaşadığını sanıp geçip gidiveriyorlar. Üstelik çok kalabalıklar. Her yerdeler. Kendileri ve gücüne güvendikleri güneş dışında başka bir hayat olabileceğine inanmıyorlar. Başlangıçta nasıl bu kadar sağır ve vicdansız olabildiklerine şaşardım. Bunca Suriyeli göçmen gözümüzün önünde telef oldu yıllar önce bizim başımıza gelenleri seyrettikleri gibi kıllarını bile kıpırdatmadan öylece durdular.

İhtiyarın bu sözleri söylerken giderek öfkelendiğini, hırslandığını hissediyordum.

Bu arada Şeref sözü alıp babası ve amcalarının 90 lı yıllarda kaybolduğunu, bir daha haber alınamadığını, askerden döndükten sonra orduya hizmet ettiği için köyde de duramadığını, ne yapsa kimseye yaranamadığını canlarını zor kurtardıklarını anlattı. Evlenip çoluk çocuk sahibi olunca suya sabuna karışmadan evini geçindirme telaşıyla gün geçirdiğini yine de Kürt olduğu için her fırsatta ayrımcılık gördüğünden yakındı. “Çocuklarım burada doğdu. Onlar benim gibi doğduğu yer yüzünden utansın istemiyorum. Onlar bizlerin ne yaşadığını hiç bilmiyor. Yanlarında konuşmamaya dikkat ediyoruz” dedi.

Kahvelerimizi içip izin istedik. Ancak Şeref’in dedesi izin vermedi.

- Burası Azmakbaşı. Suların birleştiği yerdesiniz. Oturun hele. Daha anlatacaklarım bitmedi.

-Eşim araya girip bulunduğumuz yere neden Azmakbaşı dendiğini, bu ismin nereden geldiğini sordu. Dumanından rahatsız olduğumuzu anlayıp bitirmeden sigirasını söndürdü. Sonra o delip geçici bakışlarıyla eşime ve bana baktı.

- Küçük dereler burada birleşip alttan gidiyor ve az ilerde denize dökülüyor. Sanırım o nedenle bu adı almış. Burası dereler gibi insanların da karışıp kaynaştığı bir yer. Başlangıçta hiç anlam verememiştim. Barlar sokağına her türden insan geliyordu. Ne oluyor, nasıl oluyorsa, burada bir araya gelip başkalarına karışabiliyor, ayrılırken biraz da olsa farklı bir şey olup gidiyorlardı. Çoğu farkında bile değildi. Anlayana elbet…

- Nasıl oluyor bu?

Elini torununun omuzuna koydu.

- Şeref iyi bilir. Geldiğimiz yerde de bir azmakbaşı vardı. Suyu yönlendirip kaçırmasınlar diye az subaşı beklemedik. Azmakbaşı farklı yerlerden gelen suların karışıp hemhal olduğu bir yerdir. Dağ başından, yamaçtan veya düzden ovadan akan sular orada birleşir. Gelen sular birbirine hiç benzemezdi. Düzden gelen suyun acelesi yoktur, yavaş akar ılık ve bulanıktır. Dağdan gelen su ise hem çok soğuktur hem de acelesi olanlar gibi coşkun akar. Dağdan gelen suyun sürükleyecek toprağı da yoktur, berraktır. Yamaçtan gelen su ise mevsimine göre değişkenlik gösterir. Sular da insana benzer. Huyu suyu kuşu ağacı böceği bitkisi hep farklıdır. Azmakbaşında birleşirler. Sonrası hep bir akar. Sanırsın hepsi aynı sudur.

- O zaman burası da…

- Evet burası da bizim köydeki azmakbaşı gibi her türden insanın gelip kaynaştığı, hem hal olup değişerek devam ettiği bir yer. O yüzden burayı sevdik ayrılamadık. Burada suların birleştiği yerde hissediyorum kendimi. Düzden gelen, yamaçtan akan, dağdan çağlayan hatta burada doğup kaynaktan katılan ne varsa bir araya gelip karışıyor.  İnsanları da öyle. Öyle bir karışıyorlar ki kim olduğunun önemi kalmıyor. İyi de oluyor.

azb1

Kahvenin üstüne ikram edilen çaylarımızı da içtikten sonra izin istedik. Dede bu kez ayağa kalkıp hepimizin elini sıktı. Yol açıklığı diledi. Şeref kapıya kadar eşlik ederken bana alışkanlıkla komutanım diye hitap edince kızım ve eşim gülmeye başladı. Hep birlikte halimize güldük.

Şerefle el sıkışırken “komutanım beni unutmamışsın” dedi. Bir kez daha sarıldık.

Sokak hafiften hareketlenmeye başlamış gibiydi. Ayrılıp bir kaç adım attıktan sonra köşede geri dönüp hep birlikte Şeref’e bir kez daha el salladık. Kapının iki yanına o daracık kaldırıma dikilmiş incir ve ceviz ağaçlarını o zaman fark ettim.

Şeref gülümsüyordu…

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu anlatı Türk dilinin büyük ozanı Yaşar Kemal’in aziz anısına saygıyla ithaf olunmuştur.

Huykesen Ağacı

Salı, Temmuz 18th, 2017

img_7566

“Dileğin yoksa neden buradasın? Yoksa sen de dileğini seçemeyen kafası karışıklardan mısın?” diye seslendi.

Konuşan Bayburt yakınlarında Bayraktar köyü merasında yaşını almış asırlık ardıç ağacıydı. Civarda Huykesen ağacı diye biliniyor, çoğunlukla adağı, dileği olanları ağırlıyordu. Çoruh vadisine bakan yüksekçe bir düzlükte üzeri renk renk çaputlarla dolu halde tek başına öylece duruyordu.

Ağaca sırtımı vermiş bir yandan köyü ve vadiyi seyrediyor bir yandan da cebimdeki bisküvileri ufalayıp kuşların heyecanla beslenmelerini izliyordum. Ses ağaçtan geliyordu. Emin olmak için gövdesine yaklaşıp “Bana mı seslendiniz?” diye sordum.

- Sana ya… Başka kimse var mı burada?

- Şey… Huykesen ağacı dediler merak edip geldim. Ağaç deyince kuş da vardır elim boş gitmeyeyim istedim. Üzerinde yeterince dilek adak taşıdığını görünce belki beni buraya getiren kuşların dileğiydi diye düşünüp adağımı kendime sakladım.

- Haklısın. Yaşlandım. Kuşlara yetecek kadar meyve veremiyorum. Buraya kadar gelip benimle değil de kuşlarla ilgilendiğini görünce ses etmeden duramadım. Gariplerim aç kalsalar da dallarımdan ayrılmazlar. İnsan gibi kaypak değildir, bırakıp gitmezler.

- Sana ulaşmak için dağ tepe tırmansalar da insanlardan pek haz etmiyorsun anlaşılan.

- Bana mı geliyorlar? Dileği, tasası, adağı olmasa yüzüme bile bakmazlar. İsteklerinin sonu yok ama biraz zoru gördüler mi ya kaçıyor ya da teslim oluyorlar. Sonra gelip burada dileği adağı için bağladığı kumaş parçasından medet umuyorlar.  Kafası karışık, ne istediğini bilmeyen şu insanları sanırım hiç bir zaman anlayamayacağım. Birbirlerinden farkları yok ama yine de kendilerini çok önemsiyorlar. Olmayacak şeyler dileyip unutuveriyorlar. Hatta kendilerine saklasalar da çoğunun dileğinin benzer olduğunu söyleyebilirim. Bak şu alttaki kalın dala sardıkları kırmızı ve beyaz uzunca çaputlar farklı zamanda gelenlere ait olsa da dilekler aynı. İkisi de uzun yaşamayı istediler. Nasıl yaşayacakları onlar için önemli değildi. Sadece uzun yaşamak istiyorlardı.

- Ne var bunda?

- Benim gibi yalnız başına birkaç yüz yıl yaşasalar akran, tanıdık, yaşıt, çoluk çocuklar da dahil hepsi ölse gitse, yaşadıklarını paylaşacak iki laf edeceğin seni anlayan kimse kalmasa, yaşa dilediğin kadar da göreyim. Dertleri kendileriyle. Yaşamadıklarına yanıyor, diğerlerinden önce ölmek istemiyor ama kendilerine bile söyleyemiyorlar.

- İnsanların ne dilemesini isterdin?

- Anlamıyorsun değil mi? Dilemekle olmaz. Yaşıyorsan ilk öğrenmen gereken direnmek olmalı. Yalnız olsan ve kazanamayacağını bilsen de direnmeli, ayakta kalmalısın. Yoksa buraların yağmuru ve rüzgarı öyle güçlüdür ki toprağını götürdüğü gibi insanını da önüne katar götürür. Mücadele etmeyi, direnmeyi bilmezsen ne dilersen dile. Bak köyün çobanları bunu iyi bilir. Sabah hocadan evvel sürüyü otlatmaya çıkarır, çoban yıldızı görünmeden de dönmezler. Dağda önlerine kurt çakal ne çıksa korkup kaçmaz, sürüyü yalnız bırakmazlar. Burada her şey bir mücadeledir.Üstelik onların kendileri için dileği de yoktur. Analarının babalarının sağlığını ister, onu dilerler.

fullsizerender_2

Güneşin buluta girmesi ile şiddetlenen rüzgarın etkisini azaltmak için ağacın geniş gövdesini siper etme çabam pek işe yaramamıştı. Artan serinliğe karşın rüzgar kuşları etkilemiş görünmüyordu. Savurduğum bisküvileri kapışıyor, ürkek de olsa ayağımın ucuna yaklaşıyorlardı. Ardıç ağacı çocukların huysuz olmamalarını sağladığı için adının Huykesen ağacı olduğunu anlattı. İnanışa göre huysuzluğunun giderilmesi istenen çocuk anne veya babası tarafından ağacın çevresinde üç tur atar. Sonra ilk önlerine gelen kişiden çocuğun boynundaki otlardan yapılma Kem denen bağı koparması istenirmiş. Böylelikle çocuğun huysuzluktan arınacağına inanılırmış. Bağı koparan kişiye de yanlarında getirdikleri peynir verilirmiş. “Peki sen bunların işe yaradığına inanıyor musun?” diye sordum. Cevabı almak için uzunca bir süre o rüzgarda üşüyerek beklemek zorunda kaldım. “Buraya gelip dilek dilemedin, kuşların karnını doyurdun ve duymak istediğin bir cevap için direndin, inatla bekledin. Dinle öyleyse” diyerek anlatmaya başladı.

- Burada hayat zordur. Kışın yağışlar, baharda ise sert esen rüzgar toprağı alır götürür. Bir önceki senenin toprağını yerinde bulamazsın. Eksilen toprağı tamamlayabilmek için her yıl tarladan taş ayıklar bir kenara yığarlar. O taşlar hiç eksilmez, toprak akar gider. Bir sene bakmasan taşlı tarlayla baş başa kalırsın. Burada toprak akışkan iklim serttir. İnsanları da toprağına benzer. Akıp gidiverirler. Baktılar olmuyor terk edip gurbete giderler. Bu hep böyledir. Geriye şu karşı tarlanın taşları gibi kaba saba ama direnmeyi bilenler kalır. Onlar gitmez ve beklerler. Gidenlere iyilik, sağlık, sabır diler ve beklerler. Benim gibi bir ağaçtan keramet bekler, direnirler. Elindekiyle yetinir ama beklemekten vazgeçmezler. Dallarıma bağladıkları çaput ise kendilerine yazdıkları mektup gibidir. Kendine bile söyleyemediklerini çaputa okur getirip dallarıma bağlarlar. Konuşup yüreklerini açarlar. Bu onlara iyi gelir. Dağ başındayız daha ne olsun?

- Gerçekleşen adağı veya dileği için teşekküre gelen olmaz mı?

- Direnmek ve mücadele etmek yerine elim elim üstünde oturup, bağladığı çaputtan medet umanlar mı hatırlayacak dileğini? Güldürme beni. Çoğu ne dilediğini bile unutur.

- Hiç mi tekrar ziyaretine gelen olmuyor?

- Çok seyrek. Bazılarına dileğiyle yıllar sonra yüzleşmek sanırım zor geliyor. Geçenlerde gelen yaşlıca bir kadın senin gibi uzun süre yanımda kaldı. Dileğinden vazgeçmeye, yıllar önce bağladığı çaputu sökmeye gelmişti. Aradığı çaputu bulamadı ama gün batana kadar yanımdan ayrılmadı. Sessizce ağladı.

- Onunla da benimle olduğu gibi konuştun mu?

- Konuşsa konuşurdum. Giderken usulca gövdemi okşayıp “Kabahat bende, senden istediklerim için beni bağışla” dedi. Sanırım yine kendiyle konuşuyordu.

fullsizerender-2

Ufku kaplayan koyu renkli bulutlar güneşi de beraberinde götürmüş yaylanın serinliği iyice hissedilir olmuştu. Kuşlar bisküvi kırıntılarının büyük kısmını temizlemiş ağacın dallarına geri dönmüştü. Yakamı kaldırıp önümü ilikledim. Gitmeye davrandığımı anlayınca “Bir dileğin yok mu? Emin misin?” diye üsteledi. Gövdesine sarılıp “sağlığın” dedim.

Patikayı takip edip köye inerken durdum. Alacakaranlıkta tepedeki düzlükte silueti görünen Huykesen ağacına el salladım. Sert esen rüzgar, yaklaşmakta olan yağmurun serinliğini ve kokusunu taşıyordu. Bayraktar köyünün ışıkları yanmış sakinleri ise çoktan evlerine çekilmişti.

Mehmet Uhri

Nuh’un Denizaltısı

Salı, Temmuz 4th, 2017

slider-home-3

Nuh’un gemisi oluyor da denizaltısı neden olmasın? Dağ başında karaya vurmuş bir denizaltıyım. Bulunduğum yere ve kendime bakıp “bu bir rüya olmalı” diyorum. Hatta birinin rüyasının içinde olduğumu, uyanınca her şeyin kaybolacağını düşünüyorum. Her yanı dökülen bu hantal paslı halimle dağ başında başka ne işim olabilirdi? Zaman geçtikçe bitmeyen bir rüyanın içinde kaybolmuş olabileceğimi bile düşünmeye başladım. Bir rüyanın parçası olmak kulağa hoş gelse de mevsimler geçiyor, bir şeyler değişiyor çürüyen gövdemle terk edilmiş hissine kapılıyorum. Gözlerini üzerimden ayırmayan şu kavak ağaçları da olmasa iyiden iyiye yalnızlık çekeceğim. Yine de ağacın gözü sürekli üzerimde olduğu için işkillenmeden de edemiyorum. Yaklaşıp benimle dertleşmeye çalışan 0 yalnız insanlar gibi hissediyorum kendimi. Onlar da benim gibi bu dünyada ne aradıklarını sorgulayıp anlam arıyorlar. Uzun süredir bu dağ başında üstelik kavağın göz hapsinde öylece duran bir denizaltı üzerine iki laf eden olur ümidiyle bekliyorum ama gelenler hep kendi dertleriyle meşgul. Öyle meşguller ki; bazıları farkıma bile varmıyor . Onlar için paslı bir demir yığınından öte değilim.

Her tarafım dökülüyor, gövdem delik deşik. Çoruh vadisine bakan tepede öylece duruyor ve bekliyorum. Kimsenin ilgisini çektiğimi de düşünmüyorum. Paslı görüntüm yüzünden insanlar uzak duruyor, anneler çocuklarını yanıma bile yaklaştırmıyor. Yalnız olmaya alışkın olsam da birilerini ürkütüyor görünmekten, bostan korkuluğu muamelesi yapılmasından hiç memnun değilim.

Bayburt yakınlarında denizden 1500 metre yüksekte Baksı köyü yakınlarında bir yerdeyim. Müze neyin bir şeylerden söz ediyorlar ama ben görmedim. Olduğum yerden sadece Çoruh nehrinin yön değiştirdiği bir vadi görünüyor. Buradan bakınca gün gelir Çoruh nehri tüm vadiyi kaplayacak kadar yükselir taşarsa Nuh?un gemisinin küçük bir örneği olarak hazırda bekletildiğim düşünülebilir. Açıkçası bu her yanı dökülen halimle onları hayal kırıklığına uğratacağımı düşünüyorum. Yine de birilerinin rüyasında bile olsa işe yarayacağını düşünmek iyi geliyor doğrusu.

img_7552Bulunduğum yerde birkaç titrek kavak ağacı dışında bitki örtüsü cılız sayılır. Bahar geldiğinde ortalık kısa süreli yeşile bürünse de hızla sararıp bozarıyor. Denizden bu kadar yüksekte olunca iklim hayli zor ve sert oluyormuş. Yılın büyük kısmını kar altında ışığa hasret geçiriyorum. Kar yağışının yağmura dönmesi ile baharın yaklaştığını hissetsem de hava ısınmıyor. Kar yığınının ağırlığı altında ezildiğim de, cabası. Kar eriyip ışığı görünce her seferinde kavak ağaçları ile göz göze geliyorum. Onlar için de burada yaşamak zor, anlıyorum ama o göz göz bakan gövdeleri yok mu? Huylanmadan edemiyorum. Bahar ile birlikte günler uzayınca ağaçların gölgesi de değişiyor. Yaprak açıp üzerime düşen güneşi engellemeseler sesimi çıkarmayacağım. Isınan hava ile doğa hareketlense kuşlar, kelebekler tırtıllar ortaya çıksa da kısa sürüyor. Sonra yaylanın sıcağı ile birleşen kuru ve sert rüzgârlar hızla bitki örtüsünü kurutup sarartıyor. Uzaktan tek tük görünen ağaçlar dışında yeşile hasret kalıyoruz. Baharda coşkun akan Çoruh nehri bile gücünü yitiriyor. Sonrasında sonbaharı bile görmeden hızla kış geliyor. El ayak çekiliyor yapraklarını yitiren kavak ağaçları ile baş başa kalıyoruz.

akkavak

Kavak ağaçları da benim gibi dertli. Su kenarı beklerken bu dağ başında tutunmaya çabalamak için yeterince güçlü değiller. Ancak direniyorlar. Gençten küçük fidan halinde dikilenleri yaşama gayreti ile toprağa sıkıca tutunup sağlam kök saldılar. Boyunu posunu almış olanlar ise büyük saksılarında azıcık aşım kaygısız başım diyerek yıllarca yayıp oturmaya alışmış olduklarından gençlerin gösterdiği gayreti gösteremedi. Bir kısmı kısa sürede kurudu kalanlar için ise buralara tutunmak hiç kolay olmadı. Gençten ekilenler hızla diğerlerinin boyuna ulaştı diğerleri ise  inatla sosyetik takılmaya devam ediyor.

fullsizerender_21

Biraz da dedikodu yapayım. Bizleri burada bir araya getiren ve gölgelerimizi buluşturanlar konuşurken duydum. Bu kavak ağaçlarının geçmişte yaşamış ancak dünyaya doyamamış insanların gözlerini barındırdığından söz ediyorlardı. Dünya değiştirseler de kavak ağaçlarının gövdelerindeki gözleriyle geride bıraktıkları hayatı izlemeyi sürdürürlermiş. Bana sorarsanız bu ağaçlar kimlerin ruhunu taşıyorsa pek şanslı değillermiş. Dağ başında Çoruh vadisi ve benim gibi demir yığını dışında pek seyredecek bir şey bulabildiklerini sanmıyorum. Demek ki hayata doymayıp erken gittiğini düşünenler dağ başında bile olsa bir göz bakışa razı olabiliyormuş. Eh yalan da değil. Bakmayın öyle söylenip durduğuma. Çürüyüp toprağa karışana kadar burada kalmaya çoktan razıyım. Bunların hepsi rüya bile olsa bitsin istemiyorum.

Size bir de sır vereyim. Geçen gün şu genç kavak ağacı birileri konuşurlarken duymuş; beni buraya yerleştiren adama denizaltının burada ne işi var diye sormuşlar ?o benim uzay gemim? diye yanıt vermiş. Dediğine göre hayat insanın üstüne öyle geliyor ve öyle çok şey istiyormuş ki kaçacak yer bırakmıyor tüm zamanını alıyormuş. O yüzden kaçıp çocukluğuna ve çocukluğunun geçtiği bu köye sığınmayı seçmiş. Neyi var neyi yoksa satıp savıp dağ başına müze inşa etmiş. Daha da üstüme gelirlerse bir tahlisiye filikası işlevi görsün diye de beni yani bir denizaltıyı getirip dağ başına yerleştirmiş. Burada da rahat vermezlerse benimle birlikte gökyüzüne çıkıp uzaya kaçmayı hayal edermiş.

Nasıl? Kulağa hoş geliyor değil mi? Bir de bana sorun. Buradan daha öteye kımıldayacak ne mecalim ne de niyetim var. Özgür olma uğruna kendinden bile kaçmak isteyenleri anlıyorum ama buna benim gücüm yetmez. Dönüp şu genç kavaklar gibi direnmeyi, toprağa tutunup mücadele etmeyi deneseler bence daha iyi ederler.

Bir de buralara kadar gelip müze ve çevresini görünce kafası iyice karışanlar var ki, en çok onlarla eğleniyorum. Gelenler hayli meraklı. Bitmeyen bir arayış içindeler. Ancak ne aradıkları konusunda kafaları bulanık görünüyor. Oturup sırtını yaslayan, vadiyi seyreden, benimle konuşur gibi kendiyle muhabbet eden, kavakların gövdesindeki gözlerden rahatsız olup yer değiştiren, sonra kendine gülüp yine dertleşmeyi sürdüren pek çok insan tanıdım. Hepsinin kendince önemsediği birbirine benzeyen dertleri vardı. Bazıları dertlerini kendilerine bile söyleyemiyor hep başkalarını suçluyordu. Ayrılırken el sallayan, teşekkür eden hatta şu paslı gövdeme sarılan bile oldu. Valla oldu. Kavağın gözleri her şeyi gördü. İnanmıyorsanız sorun, anlatsın.

Her neyse bu dağ başında karaya vurmuş pejmürde bir denizaltı için fazla gevezelik ettim. Nuh?un denizaltısı olarak buradayım. Gerçek olup olmadığımı inanın ben de bilmiyorum. Önemi olduğunu da sanmıyorum. Dilden dile aktarılmaya değecek bazı rüyalar gibi azıcık gerçeğe bulanarak zaman içinde paslanıp eriyecek ve sanırım insanlar gibi toprağa karışacağım.

Her şey iyi hoş da şu kavak ağacının gözleri sürekli üstümde olmasa…

Mehmet Uhri

Not: Katkılarından dolayı Bayburt BAKSI müzesinin kurucusu Sayın Hüsamettin KOÇAN’a, Kemal Tufan ve Ezgi ATAY’a teşekkür ediyorum.

Kozalak Zamanı

Salı, Haziran 13th, 2017

15122122

Ailecek Altınova’dan Bergama’ya yolculuk ediyorduk. Kızım susadım demese o çeşme başında durmayacak, o insanları hiç tanımayacaktık. Yaz sıcakları yükünü almış, rüzgarlar sonbaharı koklamaya başlamıştı. Yol kenarında bizimle birlikte iki araba daha durmuştu. Çeşmeden doldurdukları su bidonlarını ailecek bagaja yükleme telaşındaydı. Araya girip su içip serinledik. Bizim önümüzden su içip saçını ıslatan ve elindeki pet şişeye su dolduran ufak tefek yaşlıca adam ilk anda dikkatimizi çekmedi. Susuzluğumuzu giderdikten sonra arabaya bakınıp bulabildiğim boş pet şişelere su doldurmaya çalıştım. O dağ başında hayli yaşlı bir top çamın gölgesinde serinleyip bir süre vadiye bakındık. Yola koyulmak için arabaya yöneldiğimizde az önce su içen yaşlıca adam yanımıza gelip. yer varsa az ilerideki yol çatısına bırakmamızı istedi.

Yola koyulduğumuzda yavaşlayan esinti ile güneşin sıcaklığı daha da fazla hissediliyordu. Bu sıcakta o dağ başına ne aradığını, nasıl geldiğini sordum. Yürüyerek geldiğini söyledi. Bir süre sessizce durup mendiliyle alnını tekrar kuruladı ve  “Ben de sizin gibi su içmeye gelmiştim” dedi.

- Nasıl yani sizin köyde su yok mu?

- Olmaz olur mu? Ama bu suyun lezzeti hiçbir yerde yok.

- O kadar yolu bu sıcakta su içmek için yürüdüğünü mü söylüyorsunuz?

Elindeki içi su dolu irice pet şişeyi gösterip “Bir de bu var. Hanımım bu çeşmenin suyundan yapılan çayı çok beğenir. O da nasipleniyor” dedi. Az sonra Yerlitahtacı köyünün yol ayrımı göründü. İnmek için izin istedi. Navigasyon cihazı köye ulaşmak için geldiğimiz yol kadar daha yol gidilmesi gerektiğini gösteriyordu. Köye kadar götürebileceğimi acelem olmadığını söyleyince yüzü güldü. Az sonra çam ormanına yaslanmış zeytin ağaçları arasında tek katlı evlerden oluşan o küçük şirin köyün meydanındaydık. Bizimki arabadan inmeden “madem geldiniz aceleniz de yok, şu çayın tadına bakmadan bırakmam” diyerek evine davet etti. Niyetimiz yoktu ama gelmezseniz arabadan inmem diye inat edince sesimizi çıkaramadık.

bergama

Çoğu birbirine benzeyen yan yana sıralanmış evlerden birinin kapısını çaldı. Yaşlıca bir kadın kapıyı açıp elinde su şişesiyle eşini karşısında görünce yüzü aydınlandı. Bizlere el edip “gelin hele çekinmeyin” diyerek iki göz odadan oluşan evlerine aldılar. Kapının önünde köy meydanına bakan yerde naylon brandalar üzerine yığılmış kozalaklar kızımın dikkatini çekmiş bir tanesini de eline almıştı. Son derece mütevazı bir köy evindeydik. İki divandan birine biz iliştik diğerine ise Ali Aga oturdu. Hanımı içeri geçip çay yapma telaşındaydı.

Nereli olduğumuz, ne iş yaptığımız ve orada ne aradığımız sorularıyla sorguya çekildikten sonra yanımıza gelen hanımı da aynı soruları sordu. Bu arada kızım elindeki kozalağı atıp tutarken “aaaa içinden bişey çıktı” diyerek diğer elindeki kabuklu fıstığı gösterdi. Ali ağa fıstığı alıp iki parmağı arasında sertçe ezerek kırdı. İçinden çıkan çam fıstığını kızıma uzattı. Kızımın çekindiğini görünce “tadına bak bakalım güzel mi?” diyerek yüreklendirdim. Kızımın tadını beğendiğini söylemesi üzerine Ali Aganın hanımı “bu kız ağzının tadını biliyor, cilveli çayı hak etti” diyerek çayları koymak için mutfağa yöneldi. Az sonra içeriden kavrulmuş fıstık kokuları ile birlikte çaylar geldi. Sahanda kavurduğu fıstıkları çaylara serpiştirip ikram etti. Karıkoca köyde yaşıyor topladıkları kozalakları ayıklayıp sattıkları fıstıklarla geçiniyorlardı. Çay o kadar lezzetliydi ki ikincileri içmeden kalkmak istemedik.

- Haklıymışsın çay çok lezzetli geldi.

- Öyledir. Kozağın suyu başkadır. Onca yola değiyor. Neredeyse her gün yürürüm o yolu. Bazen sizin gibi arabasına alan da oluyor.

- Köy yerinde başka yapacak iş olmuyor mu? Bir su için neredeyse günün yarısı gidiyor.

Kızımın sehpaya bıraktığı kozalağı avucunun içine yerleştirip bizlere doğru uzattı.

- Kozakta yaşıyorsan  böyledir. Burada hayat kozalağı gözleyip açılmasını beklemekle geçer. Bekleriz ki içi açılsın meyvesini bize sunsun. İnsanlar gibi?

- Nasıl yani?

- Nasıl olacak şunun şurasında tanışalı bir saat oldu. Şimdi karşılıklı çay içiyoruz. İkimiz de kapalı kozalaklar gibi öylece duruyorduk. Sonra konuştukça birbirimize ısındık. Güneşe durup açılan kozalaklar gibi içimizden geçenleri söyleyip konuşmaya başladık. Güneşin kozalaklara yaptığını insanlar da konuşarak yapar. Yeter ki yüreğinde dökecek bir şeyler olsun. Sadece sabırlı olmak gerekiyor.

- Kozalakların boş çıktığı da oluyor mu?

- Olmaz mı? Onlar da insan gibi. Görünüşüne bakarsan içinin dolu olduğunu düşünürsün. Bakarsın ki boş. Ne edeceksin. Hayat işte.

Fıstık çamının geç yetiştiğinden ancak zahmetinin az olduğundan söz etti. Zamanı geldiğinde kozalakları meydana güneşin altına yığıp yavaş yavaş açılmasını beklemekten başka işleri olmadığını, kozalakların çıtırtısının gece bile devam edip içlerindeki fıstıkları döktüklerini anlattı. Beraber kapı önüne çıkıp kozalak yığınının yanına gittik. Kozalak yığınına elini daldırıp biraz karıştırdı. Kozalakların çıtırtısı arttı.

- Sanırsın kozalaklar da aralarında konuşuyor. Konuştukça içlerini döküp rahatlıyorlar. Dedim ya, bizim işimiz beklemek. Sabırla beklemek. Yani burada zaman beklemekle geçer. Gün ışıldar uyanır beklersin, suya gider gelir iki çay içer beklersin. Kimi zaman laflar kimi zaman susar oturur beklersin.

Bir süre daha kozalakların güneşe durup açılırken çıkardığı sesi dinledim. Hayli yavaş akan bir zamanın içinde kaybolmuş saatin tik takları gibiydi. Kozalakların ayinine eşim ve kızım da bir süre eşlik etti. Mendil içine sardıkları bir miktar ayıklanmış çam fıstığını kızıma hediye etmişlerdi. Vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp uğurladılar.

bergama02

Yol boyunca Ali Aga ve hanımını, yaşadıkları köyü düşündük. Çayın lezzeti damağımızdaydı. Kızım arka koltukta uyuklamaya başlamıştı. Eşim “iyi ki onları tanıdık” dedi. Boşalan çay bardaklarını mutfağa götürdüğünde hanımı ile beylerin dedikodusunu yaptıklarından söz etti.

- Ali aganın hanımı şanslı olduğumu söyledi. Buralarda koca dediğin ya zeytinci ya da fıstıkçı olurmuş. Zeytinciler çalışkanlıkları ile fıstıkçılar ise miskinlikleri ile anılırmış. Dediğine göre Ali Aga miskin miskin kozalakların açılmasını bekleyenlerdenmiş. Aganın miskinliğini kırmak için çay bahanesiyle her gün suya yolladığını yoksa kozalakların başına oturup onlarla muhabbet etmekten başka bir şey yapmayacağını anlattı.

- Sen niye şanslıymışsın?

- Zeytinciye benziyormuşsun. Miskin değilmişsin. Öyle dedi hanımı.

Gülüştük. Tatil günlerinde evden çıkmayıp miskinlik yapmak için direnen biri olarak hiç fena bir övgü değildi.

Düzlüğe indikçe çam ağaçları yerini zeytinliklere bıraktı. Sıcak daha çok hissediliyor, uzaktan Bergama’nın silüeti görünüyordu.

Mehmet Uhri