Archive for the ‘Balıkçının Merası’ Category

Bilgi Çağı Savaşları

Pazartesi, Mart 31st, 2014

bc1

Antropolojik veriler insanlığın M.Ö. 10 binlerde tarım devrimi (neolitik devrim) ile yerleşik tarım toplumlarını oluşturmaya başladığını, 17. Yüzyıl sonlarından başlayarak sanayi devrimini gerçekleştirip sanayi toplumlarına yöneldiğini işaret etmektedir. Sosyolojik verilere bakıldığında büyük olasılıkla içinde bulunduğumuz yüzyıl insanlığın bilişim iletişim devrimini gerçekleştirerek bilgi toplumuna yöneldiği dönem olarak adlandırılacaktır.

Tarım toplumlarında temel gereksinim toprak olduğu için dünya tarihi toprak paylaşımı üzerinde şekillenirken sanayi toplumlarında paylaşım kavgası enerji ve hammadde kaynaklarına yönelik olmaktadır. Bilişim iletişim devrimi ile ortaya çıkan bilgi toplumlarında ise temel kavganın bilginin üretimi ve paylaşımı üzerinde olması beklenmelidir.

Bilgi toplumları ülke ve sınır tanımaksızın bilgi üreten, sorgulayan, işleyen, depolayan ve dağıtan yeni bir insanlık organizasyonudur. Sözgelimi AİDS hastalığının tanımlanması, etkeninin bulunması, korunma ve gereken ilaçların üretilip pazarlanması sürecinde dünya çapında yapılan işbirliği bilgi toplumunun eseridir. Fark edileceği üzere bilgi toplumlarında genellikle ulusal sınırlar milli kimlik vb. alışılmış sosyal ölçütler yoktur. İnsanları bir araya getirip bilgi toplumuna dönüştüren, ortak sorun etrafında bilginin yeşermesini sağlamaya yönelik düşünce ve davranış ortaklığıdır.

Bilgi toplumları bilgi üretir, bilgi satar, bilgiye yeni uygulama alanları açar. Tarım toplumunda üretim, ekilebilecek tarım alanları ile sınırlıdır. Sanayi toplumunda ise üretim, emek, hammadde, enerji ve sermaye miktarı ile sınırlıdır. Bilgi toplumunda üretim sınırsızdır. Bilgi bilgiyi üretir ve üretilen bilgi yeni kullanım alanları yaratarak dönüşür, bir kısmı tüketime sunulur.

Bilgi elle tutulur bir şey değildir. İnsan önce algılar, algıladıkları üzerinden sorular sorar. Bilginin kökeni algılama ve soru sormadır. Sorulan soruyu yanıtlama çabası sırasında bilginin ortaya çıktığını görüyoruz. Bilginin doğru ya da yanlış olması doğru algılama yapılmasına ve doğru soru sorulmasına bağlıdır. Bu nedenle bilgi önü ve arkası olan bir ırmak gibi akıcı özelliktedir. İnsanlığın bilgi birikimini göz önüne getirdiğimizde bu ırmağın boyutlarını ve debisini hatta giderek hızlandığını daha iyi anlayabiliriz.

Bilgi toplumu, insanlığın bilgi birikimi üzerinden yeni bilgiler üreterek varlığını sürdürmeye çalışır.  Kullandığı bilgi erişilebilir, sorgulanabilir, depolanabilir ve iletilebilir olmalıdır.

Bu dört temel öğenin aktif çalıştığı toplumlara bilgi toplumu denir. Bu dört unsurun hepsini içermeyen toplumlar ise bilgiyi ithal edip kullanan ancak yeni bilgi üretemeyen ve/veya sorgulamayanlar olarak pazar olmaya mahkûmdur. Bilgi toplumları varlığını sürdürebilmek için üretilen bilgi ve teknolojinin kullanıcısı  pazarlara gereksinim duymakta bu amaçla bilginin bazı bileşenlerine kısıtlamalar getirip üstü örtülü ambargo uygulayabilmektedir. Böylelikle bilgiyi üreten ile bilgiyi kullanan arasındaki arz talep dengesi korunmaya çalışılmaktadır.

bc2

Bilgi satın alıp kullanan görece daha az gelişmiş bir ülke iseniz yeni bilgi üretseniz bile onu iletebilmek için bilgi toplumlarının iletişim yollarına mahkûmsunuz. Bilginin bileşenlerinden olan iletilebilirliğin önü dil, yazılım, siber ağlar vb araçlarla kolaylıkla kesilebilmekte ya da kontrol altında tutulmaktadır. Yeni üretilen bir bilgi ancak bilgi toplumu üzerinden pazarlanabilmektedir. Kısaca bilginin iletilebilirliği bilgi toplumları tarafından kontrol altında tutulmaktadır.

Kendi başınıza bilgi üretip satmanızı önlemenin bir diğer yolu da bilgiyi sorgulanabilir olmaktan çıkarmaktır. Gelişmiş toplumların gelişmekte olan toplumların eğitim sistemleri ile yakından ilgilenmesinin nedeni budur. Ülkemizin de dahil olduğu gelişmekte olan ülkelerde sorgulayıcı, analize ve senteze dayalı eğitim yerine ezbere dayalı, sadece bilgi edinme ve kullanma amacına yönelik eğitim modeli rastlantı değildir. Uygulanan sınavlar da modele uygun olarak sadece bilgiye sahip olanı seçmektedir. Araştırıcı sorgulayıcı eğitim unutturulmuştur. Diploma sahibi olanların sorgulama yapmaksızın sadece bilgiye ulaşıp onu kullanabilen bir anlamda nitelikli teknik eleman olarak ortaya çıkması da tüm bunların sonucudur.

İnsanların büyük kısmının bilgi toplumunun pazarı olarak kalabilmeleri için bilginin iki bileşenine ? iletilebilirlik ve sorgulanabilirlik - ambargo konulması yeterli olmuştur.

Geleceğe baktığımızda ise, insanlığın bu yeni yapılanmasının ülkeler ve coğrafyaları anlamsızlaştırdığını, bilgi koridorları üzerinden yeni biraradalıklar ile siber topluma doğru gidildiğini söyleyebiliriz. Geçtiğimiz yüzyılda yaşanan dünya savaşlarının enerji ve hammadde kaynakları üzerinden ticari hesaplaşma ve paylaşma temelli olduğunu düşünecek olursak bundan sonraki ticari hesaplaşmanın ülkeler arasında değil insanlar arasında ve hatta aynı ülke insanları arasında bilgi toplumunun üyesi olup olmamaya göre şekilleneceğini öngörmek zorundayız. Üstelik kimsenin tarafsız kalamayacağı böylesi bir hesaplaşmanın sonuçlarına aynı atmosferi soluyanlar olarak birlikte katlanmak zorunda kalacağız. Umarım kendi bilgi ırmağımızda boğulmayız…

Dr. Mehmet Uhri

Gazetecinin Aynası

Pazartesi, Mart 17th, 2014

karpuzcu

Lise yıllarından beri arkadaşlığımız aralıklarla da olsa sürmüştü. Kariyer planlarken genellikle tıp veya mühendislik arasında seçim yapılırken o ısrarla gazeteciliğe yönelmişti. Ailesi hiç olmazsa hukuk okuması için zorlasa da bizimki inatçı çıkmıştı. Mesleğinde istediği noktaya gelip gelmediğini bilemem ama kalemi ile tanınan gazetecilerden olmuştu. Ortak bir arkadaşımızın cenazesinde karşılaştığımızda hasretle birbirimize sarıldık. Cenaze sonrası kahve içip konuşmak üzere sözleştik.

Sıkıntılı görünüyordu. O konuşkan arkadaşım gitmiş sanki her an kavga çıkaracak kadar öfkeli tanımadığım biri vardı, karşımda. Başlangıçta cenazeden etkilenmiş olduğunu düşündüm. Ama yine de bir tutarsızlık vardı. Nasılsın diye sorduğumda ?bilmiyorum, kendimi tanıyamıyorum, aynaya bakmak zul geliyor? diye yanıtladı. Anlatmak ister misin dememi beklemeden garsona kahve siparişini verip anlatmaya başladı.

- Hatırlarsın, lise son sınıfta mesleki tanıtım amacıyla okulumuza gelen konuşmacı sayesinde gazetecilik yolunda ilerlemeye karar vermiştim. Sınav başarımın daha fazla talep gören mesleklere yetiyor olmasına ve ailemin karşı çıkmasına rağmen gazeteciliğe yöneldim. O gün okulumuza gelen gazeteci kafamdaki soruları yanıtlamış ve peşine düşmem gereken soruları da önüme sermişti. Gazeteciliği tanımlarken ?toplumun hafızası olmak? biçiminde bir kavram kullanmıştı. İnsanların unutmak veya hatırlamamak gibi bir zaafı olmasına karşın bilgi birikimini nesilden nesile aktarabilecek mekanizmaları geliştirerek ilerlediğini vurgulayıp gazeteciliğin de benzer hafıza mekanizmalarından biri olduğunu söylemişti. Gazeteciliğin, güncel olayları haberleştirip kayda alan, unutulsa bile günü geldiğinde hatırlatıp güncelleştirebilen bir yapısı olduğunu, bu haliyle pek çok güncel özelliğinin yanı sıra toplumsal bellek olarak da kurgulandığını örnekleriyle anlatmıştı. Anlattıkları, mühendis veya doktor olmayı hedefleyen sizlerin pek ilgisini çekmediği için toplantının bir an önce bitmesini bekleyenlerin itirazına rağmen ayağa kalkıp gazeteciliğin yazarlıktan farkını sormuştum. Zor bir soru sorduğumu söylemiş ve gazetecilerin yazarlar gibi üretken olduklarını kendilerinden bir şeyler katarak olayları edebi anlatımla aktarabilme özellikleri olduğunu ancak haber yaparken bu özelliklerini frenleyip olabildiğince yorumsuz olarak haberleştirmeyi de başarmak zorunda olduklarını vurgulamıştı. Bir yazar kadar becerikli ve bir gazeteci kadar kendini frenleyebilen kişilerin iyi gazeteci olabildiğini aktarmıştı.

- Hatırlıyorum. O yıllarda fotoğraf merakım yüzünden okulun fotoğrafçılık kolunda çalıştığım için ben de ayağa kalkıp ?gazeteler sadece yazılardan oluşmuyor, fotoğraflar da var. Gazetelerdeki fotoğrafların diğer fotoğraflardan farkı nedir?? diye sormuştum. Fotoğrafın da yazı gibi aktarılmak istenen olay veya habere uygun seçildiğinden söz edip yazıda olduğu gibi fotoğrafın sanatsal yanından çok haberi yalın haliyle çarpıtmadan veren görüntülerin tercih edildiğini vurgulamıştı. Fotoğraf sanatçısı olmanın çekilen görüntünün gazeteye basılması için yeterli olmayabileceğini, bu nedenle gazete fotoğrafçısının kendini olabildiğince geri plana alabilenler arasından sivrildiğini anlatmıştı. İnsan o yaşındayken kendini dizginlemek zorunda kalacağı bir işe pek iyi gözle bakamıyor. Bu sözleri bir tür sansür veya yayınlanmayacağı gerekçesiyle gereksiz film harcamama düşüncesiyle çekilmeyen fotoğrafların otosansür doğurduğunu düşünmüştüm.

Kahvelerin gelmesi ve ilk yudumların alınmasıyla başlayan sessizliği ?iyi de şimdi niye böyle meslekten bezmiş haldesin?? diye sorarak bozdum.

- O gün senin sorunun ardından bir kez daha ayağa kalkıp neyin haber olduğuna ve hangi haberin yayınlanıp hangisinin yayınlanmayacağına nasıl karar veriyorsunuz. Bir de yazdığınız haberin gerçeği yansıttığından nasıl emin oluyorsunuz? diye sormuştum. Arkadaşlarım sorumu açık bir eleştiri hatta saldırı olarak görmüştü. Neyse ki konuşmacı gazeteci mesleğinin deneyimlilerindendi. ?Bu soruyu ben de ara sıra kendime sorarım. Sormak da gerekiyor sanırım. Yıllar önce haber kovalarken fotoğrafları da kendim çekiyordum. Sirkeci civarında bir patlama haberi geldiğinde yandaki binanın çatı katına çıkıp fotoğraf çekmiştim. Bulutlu karanlık bir gündü. Işık yeterli gelmeyince uzun süre pozlayarak çektiğim fotoğraflara sonradan baktığımda hareketli olan eşya ve insanların silüet olarak göründüğünü veya görünmediğini, fotoğrafın hareketsiz duran ne varsa onları çektiğini gördüm. Bu haliyle elimde tuttuğum fotoğraf üzerinde hiçbir oynama yapmamış olmama karşın çekildiği andaki gerçeği yansıtmıyordu. O kalabalık meydan fotoğraflarda neredeyse bomboş görünüyor veya hayalet gibi araç ve insanlar izleniyordu. Yani ne yaparsam yapayım çektiğim fotoğraf gerçeği yansıtmıyordu. Bu haliyle yayınlasam o kalabalık meydanı bomboş gösterecek ve okuyucuyu yanıltacaktım. O zaman haberlerim için de bunun olabileceğini düşünüp korktum. Gerçekte olanın ne kadarını aktardığımdan hiçbir zaman emin olamayacağımdan korktum. Bu korkum meslek hayatım boyunca hep peşimden geldi, yakamı hiç bırakmadı? şeklinde yanıtlamıştı.

- O gün seni tanımakta zorlanmıştık. İlk sorumu yanıtlamadınız diye ayağa fırlamış. Yayınlamadığınız haberlerden pişmanlık duyduğunuz hiç olmadı mı diye üstelemiştin. O da ?bu sorunun yanıtı ülkeden ülkeye değişir, bu konuyu dışarıda konuşalım? gibi bir yanıt verip toplantıyı sonlandırmıştı. Sonrasında görüşüp görüşmediğini bile hatırlamıyorum.

gazete

Arkadaşım söylediklerimi başını sallayarak onayladı ve kahvesini yudumlamayı sürdürürken o gün ayak üstü konuşamadığını ama kartını alıp birkaç gün sonra yanına gittiğini, gazeteci olmak istediği için mesleğe yönelik sorularına açık yürekli yanıt beklediğini söyleyip yarım saat kadar konuştuğunu anlattı. Konuşma sırasında ; Gerçek bir gazeteci için haber değeri taşıdığı halde yayınlanmayan haberlerin hep can yakıcı olacağını ve haberler arasında seçim yapanların haklı olup olmadığını zamanın göstereceğini söyleyerek ?Gerçek bir gazeteci haberin yayınlanmasının doğuracağı sonuçları öngöremez, buna ihtiyacı da yoktur. Gerçekler hep birilerini rahatsız etse de haberini yazar editöre teslim eder. Editörün yayınlayıp yayınlamama kararı haberciliğin toplumsal bellek işlevi gereği zaman içinde eleğin üstünde kalıp kalmayacağı ile şekillenir. Otosansür uygulamaya kalkar ve buna kendini ikna edersen aynaya bakacak yüzün kalmaz, delikanlı. Gerçek bir gazeteci olmak istiyorsan her seferinde aynaya bakıp haberi tarafsız ve en gerçek haliyle yazıya döktüğünden emin olup olmadığını kendine sormalısın? diye öğüt verdiğini anlattı.

- İyi de şimdi ne oldu? Bu halin ne?

- Uzunca bir süredir aynaya bakamıyorum. Üstelik tanıdığım bildiğim hemen tüm gazeteciler aynaya bakamaz haldeler. Bu toplumun hafızasını başka şeylerle oyaladığımızı, gerçeklerin kayda geçmesini engellediğimizi ve  bu haliyle mesleğimizi yapamaz hale geldiğimizi düşünüyorum. Başlangıçta erişmek istediğim nokta bu değildi. Kendimi kandırıp ikna ediyor, sonra toplumun hafızası olacak gerçekleri yazmak yerine sabun köpüğü haberlerle günü geçiştiriyorum. Herkesin böyle yapıyor olması da kendimi haklı görmem için yetiyor. Ancak aynaya bakınca yüzümün kızarmasına engel olamıyorum.

- Hekimler uzunca bir süredir hastalarını iyileştirmekten çok hastanelerine para kazandırma ve kazandırdıkları paradan geçinme telaşında. Bu senin söylediğin mesleğe yabancılaşmayı bizler de yaşadık. Buna direniş gösterirken basın yanımızda değildi. Sesimizi yükseltemedik. Şimdi bunları bana niye anlatıyorsun? Sana nasıl yardım edebilirim? Az önce toprağa verdiğimiz arkadaşımız gibi bizler de ölüp gideceğiz. Arkamızdan iyi insandı diyecek olanlar aslında nasıl bir hekim veya gazeteci olduğumuzu iyi bilecekler. Herkesin birbirini kandırdığı bir dünyada kandırılmaya hazır insanlar olarak geçip gideceğiz. Bunca kirlilikten kurtulmak istiyorsan bırak, vazgeç, bağımsız gazeteciler arasına katıl, sosyal medya ve internet üzerinden gerçek haberlerini yazmayı sürdür. Tarihe not düşmek değil miydi, aradığın?

Saatine göz atınca kalkması gerektiğini fark etti. ?Gitmeliyim, yazı işleri daha fazla beklemez? dedi. Hesabı ödeyip ayağa kalktık, sarıldık. Konuşup dertleşmenin iyi geldiğini söyledi.

Ertesi gün sabah erkenden telefonuyla uyandım. Günaydın bile demeden ?Biliyor musun, dün gece rüyamda aynadan sayfalarına haberlerin yazıldığı bir gazete çıkardığımı, herkesin haberleri okurken kendi ile yüzleştiğini, ellerinde aynadan gazeteler ile dolaşan insanların olduğu bir şehirde yaşadığımı gördüm. Bu bana çok iyi geldi. Ne yapacağımı artık biliyorum. Paylaşmak istedim? dedi ve telefonu kapattı.

Dr. Mehmet Uhri

Kapak fotoğrafı, İstanbul Tabip Odası 2014  14 Mart Tıp Haftası Fotoğraf yarışmasında renkli fotoğraf dalında birincilik ödülü alan değerli meslektaşım Dr. Fatih Balkan’a aittir. Gezi olayları sırasında Taksim’de çekilmiştir. Üzerine tıklayarak orijinal boyutlarına ulaşabilirsiniz.

Bu Filmi Gördük

Perşembe, Aralık 26th, 2013

Bu filmi gördük. İnsanlığın hak ve değer saydığı sağlık, eğitim, güvenlik, çevre, hatta su ve hava gibi ?adalet? algısı da piyasa tanrılarına kurban edilmeye hazırlanılıyor. Aynı senaryo daha önce de oynandı.

piyasa1Günümüzde küresel anlamda dünyayı etkisine alan kapitalist üretim ve tüketim sistemi bilindiği gibi krizler ve bu krizlerin doğurduğu fırsatlarla kendine yol bulan yıkıcı ve yeniden yapıcı yol izliyor. Büyümeye ve sürekli gelişmeye odaklı bu sistem, enerji, hammadde veya pazar bulamamaya bağlı krizler üretmekte, kriz dönemlerinde ise yeni hammadde kaynakları, enerji veya pazar arayışına girmektedir. Bu arayışlar sonuçsuz kaldığında dünya savaşları ile toptan bir yıkımın yaşandığını, yeniden yapım süreciyle krizden çıkıldığını tarih bize gösteriyor. 18. Yüzyılda sanayi devrimini yapmış ülkelerin yeni hammadde ve pazar arayışlarının sömürgeciliği doğurduğunu, paylaşımın dünya savaşları ile şekillendiğini, sonrasında ise tüm dünyanın küresel pazara dönüştüğünü söyleyebiliriz. Savaşlar sonrası yaşanan hızlı büyümenin 1970?lerin başında artan enerji maliyetleri ile duraklamak zorunda kalması kapitalizmin yeni krizinin başlangıcı oldu. Özellikle 68 olayları ve Vietnam savaşının estirdiği savaş karşıtı kamuoyu baskısı yeni bir savaşın çıkmasına engel olunca büyüme için pazar arayışı kaçınılmazdı. Küresel pazarı büyütemeyen kapitalizm insanlığın hak ve değerlerini piyasalaştırmaya yöneldi. Önce kolay hedef olan ve küresel anlamda müşterisi hazır görünen eğitim ve güvenlik alanı piyasaya terk edildi. Özel okul ve üniversiteler, profesyonel ordu ve özel güvenlik yapılanmaları dünyaya hızla yayıldı.

Sonra sıra sağlık alanına geldi. Sosyal güvenlik sistemleri ve sosyal devlet anlayışı üzerinden kendini döndüren yapılanmalar önce yatırım yapılmayarak kaderine terk edildi. Devlet yeni sağlık kuruluşları ve hastane yapmak yerine sağlığı küçük işletmelere ve özel sağlık kuruluşlarının insafına terk etti. Denetim de sınırlı kalınca para kazanma telaşı kaliteli sağlık hizmeti üretme kaygılarının önüne geçti. Devlet hastaneleri talebe yanıt veremiyor, çaresiz kalan vatandaş ise özel sağlık işletmelerine verdikleri paranın karşılığında bekledikleri nitelikli sağlık hizmetini alamıyordu. Hastasından doktoruna, hemşiresinden hasta yakınına herkesin yaka silktiği hale gelene kadar devlet hiçbir şey yapmadan öylece bekledi. Sistemin iyice çürüdüğü anlaşıldığında Dünya Bankası önderliğinde sağlığın piyasalaştırılması projesi uygulamaya başlandı. Öyle anlı şanlı, gösterişli başlangıç yaptılar ki etkilenmemek olası değildi. Herkes her türlü sağlık işletmesine para vermeden gidebilecek, zaman içinde her tür sağlık hizmeti kamu özel ortaklığı adı altında özel sağlık işletmelerince üretilecekti. Kamu hastanesi adı altında devlet hastaneleri temel amacı kar etmek büyümek ve daha fazla büyümek olan özel sağlık kuruluşlarına dönüştü.

Sağlık hakkının piyasaya devrediliyor olmasının insanlığın kaybı olduğu yönünde sesini yükseltmeye kalkanlar eski sistemin savunucuları olarak suçlandılar. Senaryo, sistemden herkesin yaka silkmesinin sağlanması sonra devrim yapıyoruz görüntüsü altında piyasaya teslim edilmesi ve itiraz edenlerin çağ dışı eski sistemin savunucusu olarak tu kaka edilmesi biçiminde yazılmıştı. Başarıyla uygulandı. Gelinen noktada vatandaşın sağlık hakkı giderek cebinden daha çok para harcayarak satın alınan meta haline dönüştü. Kamu özel ortaklığı adı altında yapılması planlanan şehir hastanelerinde sermaye sahiplerine hasta sayısı garantisinin veriliyor olması bile kimseyi rahatsız etmedi. Devlet, vatandaşını iyileştirmek yerine, hasta olup sisteme para kazandıran unsurlar olarak görmeye başladı.

Ancak kriz bitmemişti ve kapitalizme yeni pazarlar gerekiyordu.  Bu kez çok daha zorlu bir alana gözlerini diktiler. Adalet ve hukuk sisteminin piyasalaştırılması için aynı senaryonun benzeri sahnelenmeye başladı. Adalet sisteminde yatırımlar azaltılıp kendi haline bırakıldı. Köhneyen ve artan adalet talebine zamanında yanıt veremeyen hukuk sisteminin zamanla tarafsızlığı da sorgulanır hale geldi. Mahkemelerin tarafsızlığının tartışılması adalet beklentisinin de azalmasına yol açtı. Herkesin kendi hukukunu uygulamaya çalıştığına gücü, gücü yetene anlayışının yaygınlaştığına, kadınlar ve sağlık çalışanları başta olmak üzere bir cezalandırma aracı olarak şiddetin toplum geneline yayıldığına şahit olduk. Milletin temsilcilerine güven duyulmadığını, yolsuzluklarının ört bas edilmeye çalışıldığını, devletin içinde kontrol edilemeyen çetelerin yer aldığını, adalet ve kolluk sisteminin bir zamanlar ki sağlık sistemi gibi herkesin yaka silktiği hale dönüştüğünü gördük. Üstelik aynı dönemde neredeyse tüm dünyada hukuk ve adalet sistemi üzerinde benzer bir algı oluşturulmakta olduğunu da izliyoruz.

turkiyede_adalet_terazi_hak_hukuk_guguk__2486850959

Senaryonun son aşaması hiç kuşku yok ki yakında sahneye konulacak. Devrim niteliğinde bir takım kararlar ve belki de bir ?kurtarıcı? önderliğinde adalet ve hukuk sisteminin piyasalaştırılmasının önü açılacak. Piyasanın gizli eli düzenleyici olarak sisteme girecek ve hakların meta haline dönüştürülüp alınır satılır hale geldiği yeni bir adalet sistemine yelken açılacak. Tamamen insana özgü olan adalet algısı, piyasanın insafına bırakılıp iddia ve savunma makamları başta olmak üzere sermayenin kurduğu büyük şirket ve kuruluşlara devredilecek. Kamu özel ortaklığı ile adalet saraylarının yapıldığına ve devletin bu saraylarda belirli sayıda dava garantisi verdiğine şahit olacağız. Avukat ve savcıların da sağlık çalışanları gibi proleterleştiğini, sendikalar kurup hak arama telaşına düştüklerini göreceğiz. Dahası bu dönüşüme itiraz edip reform veya devrim diye sunulanların insanlığın kaybı olduğunu haykıran, ?ücretsiz adalet hakkı? için yollara dökülenlerin köhnemiş eski sistemin savunucuları olarak yaftalandıklarına ve yalnız bırakıldıklarına da şahit olacağız.

Bu filmi gördük. Sonu insanlık için hiç iyi bitmiyor.

Dr. Mehmet Uhri

Direnişin Dili

Cuma, Ağustos 2nd, 2013

Gezi direnişi sessizliğe bürünmüş görünse de ürettiği dili teslim etmedi, direniyor. Gezi parkı eylemleri üzerine konuşurken seçilen ve hemen herkesin kullandığı sözcükler uzlaşılan ortak bilinç hakkında fikir veriyor. Taksim gezi parkının korunması için başlayıp bir tür sosyal direnişe hatta başkaldırıya dönüşen eylem sırasında katılımcılar politik tavır almaktan özenle uzak durup antipolitik denebilecek davranış sergilediler. Buna uygun bir terminoloji kullanmaya da özen gösterdiler. Taksim gezi parkı direnişini yönlendirmeye çalışan sivil toplum örgütleri Taksim Dayanışması veya Taksim Platformu adı altında toplanırken seçilen ?Taksim? sözcüğü geçmişten gelen politik anlamı nedeniyle beklenen ilgiyi görmedi.  Sonuçta platform veya dayanışmanın seçtiği isim yerine eylemciler ?gezi? sözcüğü üzerinde uzlaştı.  Eylemler Taksim direnişinden çok gezi direnişi biçiminde dillere yerleşti. Taksim sözcüğünün politik muhalif çağrışımları ile anılmasının kitlelerin katılımı açısından olumsuz etkisi olacağı kaygısı ön plana çıktı. Eylemcilerin antipolitik ve haklı direnişi politik kamplaşmaların duvarlarını da yıkıp her yönden katılımı arttırdığı gibi iktidar kadar muhalefetin de tepki görmesine yol açtı. Eylemleri bilinen politik ortama çekip ülke geneline taşımaya çalışan muhalif tavrın ürettiği ?Her yer Taksim, her yer direniş? sloganının bile ?her yer maksim her yer gazino? biçimine dönüştürülmüş olmasının anlamı olsa gerek.

tumblr_moa8visboc1svvo5jo1_1280

Dil felsefecisi Ludwig Wittgenstein insanların konuştukları dil ile düşündüklerini ve kullanılan dilin özelliklerinin düşünce sistematiğini belirlediğini vurgulayarak kavramları ifade ederken seçilen sözcüklerin ortak bilinci ele verdiğini vurgular. Seçilen veya dışlanan sözcüklerin Taksim ve Gezi sözcüklerinde olduğu gibi anlattığı bir şeyler vardır. Söylem ise algıyı ortaya koyar ve dönüştürür. Bunun farkında olan iktidarlar dile ve söyleme egemen olarak -ki bunun bir adım sonrası gündemi belirlemedir-  olayları yönetirken algıyı yönlendirmeye çalışır. Bir gün bakarsınız pek çok gazete aynı manşetle çıkıverir veya olaylar her yerde aynı sözcüklerle aktarılır. Amerika?nın Irak operasyonu hiçbir yerde savaş olarak geçmez, operasyon sözcüğünü seçenler algıya hakim olmuştur.

180620131447553970272Ancak bu kez öyle olmadı. Gezi eylemcileri kendi sözcüklerini oluşturarak algı yönetimini iktidara kaptırmadı. Medyanın otosansürü ve büyük kesiminde olayları iktidarı incitmeyecek biçimde gösterme çabasını deşifre etmek ve açığa çıkarmak için bir penguen figürü yetti. Medya çalışanları arasında o penguen kostümünü giymeyi reddedenlerin ayıklandığı süreci yaşıyor olsak da kitlelerin gözünde medya algısı yine eylemcilerin ürettiği penguen ile netleşti.

Olaylar sırasında algıya egemen olmada büyük çekişme yaşandığını da söyleyebiliriz. Algıyı yönetemeyen devletin saldırgan davranıp direnişi sindirmeye çalışan tutumuna mizahı da katarak verilen barışçıl yanıt ve sloganlar eylemin toplum genelinde kabul görmesinin yolunu açtı. İktidarın eylemleri kendine saldırı olarak görüp tutumunu sertleştirmesine, eylemcileri önce çapulcu sonra vandal olarak tanımlayıp ötekileştirme çabasına karşın barışçıl söylem üzerindeki sessiz uzlaşı bozulmadı. Dahası çapulcu örneğinde olduğu gibi iktidarın seçtiği sözcükler kavramsal değişikliğe uğratılıp yeni karşılıkları ile iktidara karşı kullanılır oldu. Eylemciler kendi seçtiği sözcükler ile algıya egemen olmayı sürdürdü.

120620131040349199649_4

Bu kez olayı politik bir isyan olarak göstermeye çalışan İktidar ataerkil aile dinamiklerine gönderme yaparcasına olayları aile içi bir sorun gibi göstermeye çabaladı. Valinin aile büyüğü edasıyla çocuklarınızı alın biçiminde seslenmesinde veya biber gazı kullanımı ile ilgili açıklamalarda ?ağzına biber sürerim? hatırlatacak biçimde algıyı yönlendirme çabası seziliyor olsa da eyleme katılanlar sözcüklerini teslim etme niyetinde değildi. Üstelik iktidarın ılımlı İslam dokusuna da gönderme yaparcasına Duman grubunun bestelediği ?Biberine gazına, copuna sopasına eyvallah? şarkısı ile kolay kolay eyvallah etmeyeceklerini hep birlikte haykırdılar. Günlük konuşmalarında sıkça ?okey? sözcüğünü kullanan gençliğin iktidarın algısını da hedef alan  ?eyvallah? sözcüğünü seçmesinde bile biat kültürüne gönderme seziliyordu. Dahası valinin çocuklarınızı alın söylemine annelerin eyleme katılarak verdiği yanıt yaşananların aile içi küçük bir sorun olduğu algısını da yerle bir etmeye yetti.

Gezi eylemcileri sessizliğe bürünmüş olsalar da dillerini kaptırmadılar. Dayatılan yaşam biçimlerine karşı çıkan bir anlamda arkaik ataerkil dayatmalara da direnen özellikle kadınların ön plana çıktığı direniş sürüyor. Direniş kendi dilini konuştuğu sürece algı yönetimini politik aktörlere ve medyaya kaptırmayacak, gündemi belirlemeye devam edecek gibi görünüyor. Dahası direnişin dili ile konuşan yeni politik aktörler ve onların dili ile yazan özgür yeni medyanın ayak sesleri hissediliyor.

Onlar dillerini teslim etmedi, direniyor.

Mehmet Uhri

Korkmakta Haklısınız

Perşembe, Haziran 13th, 2013

kh2

Çok korktunuz değil mi?

Varlığınızın ve gücünüzün sorgulanmasından o kadar korktunuz ki ülkenin geleceği olan gençleri, o pırıl pırıl insanları böcek gibi ilaçlayıp dağıtmaya ve neredeyse yok etmeye kalktınız. Kendinizi her şeyin merkezi olarak görüp, çoğunluğu ve otoriteyi temsil ettiğinizden o kadar emindiniz ki; gençlerinizi ?marjinal? olarak yaftalayıp halkın gözünde haşarat gibi göstermeye çabalamak hiç zorunuza gitmedi.

Kimsenin ?haksızsınız? demeye cesaret edemediği pasif direnişlerinde üç beş ağaca sahiplenip korumak için şehrin meydanındaki parkı işgal ettiler. Ağaçları korumak uğruna otoritenin dayatmacı, söz dinlemez ve hatta zaman zaman nobran tavrına orantısız mizah ile yanıt verdiler. Mizah dergileri bile ?bundan daha iyisini çizemeyiz? diyerek basınçlı suyun önünde kollarını açıp duran kadının fotoğrafını kapak yaptı. Direnişin toplumdan destek görmesi üzerine geri çekilmek zorunda kalan kolluk güçleri parkı ve meydanı gerçek sahiplerine bıraktı.  Onlar ise omuz omuza vererek şehir merkezinde devletin olmadığı ancak umut, mutluluk, huzur ve hoşgörünün yeşerdiği buram buram özgürlük kokan alan yarattılar. Yurttaşların desteği ile ayakta duran, dayanışma ve omuz omuza verme ruhunu taşıyan gençler biraz utopik görünse de devletin olmadığı özgür bir yaşam alanı olabileceğini gösterdiler. Dayanışma ruhu ile hayatın düzenlenmesi, direnişe destek veren hekimler sayesinde sağlık hizmetlerinin yürütülmesi, devletin güvenlik güçlerine, otoritesine ve  hatta parasına bile gerek duymaksızın bir arada yaşanabileceğini göstermesi birilerini fazlasıyla korkuttu.

kh4

Farklı cenahlardan çok farklı sosyokültürel alanlardan insanların barışçıl ortak amaç ve direniş için bir araya gelip hoşgörüyle omuz omuza durduğu böylesi bir ortamın varlığını sürdürüyor olması, giderek görünür hale gelmesi devletin varlığının sorgulanmasını başlatacağı için özellikle devlet gücünü kullanan kendini devletle özdeşleştirmişlerin dehşete kapılması için yetti.

Bilindiği gibi 6 bin yıl öncesine kadar yeryüzünde devletler yoktu ve öncesinde insanlar milyonlarca yıldır devletsiz yaşayabiliyordu. Devlet, sınırları belirli yeryüzü parçası üzerinde yaşayanların kurduğu sosyal yaşamı organize eden, güvenliği, sağlığı, adaleti ve eğitimi sağlayan bir organizasyondu. Tanımlanmış form ve normlarla temsil ettiği kitlelerin hayatlarını korumak, kolaylaştırmak ve geliştirmek için oluşturulmuştu. Tarih boyunca farklı biçimlerde ve farklı insanlar tarafından kontrol edilse de özünde devlet insanlarını temsil ediyordu. İnsanları için vardı. Ancak tarih bizlere yönetenlerin kullandıkları gücün de etkisi ile devleti kendilerinin temsil ettiğine dair farklı derecelerde hezeyanlara kapılabildiğini de söylüyor. Fransa kralı 14. Louis?nin ?devlet benim? şeklinde açıkça ifade etmesine günümüzde daha az rastlasak da yöneticilerin bu kibirli tutumu devletin kurum ve görevlilerini sahiplenme biçiminde ( benim polisim, benim savcım, benim valim vb.) söylemlere sıkça yansımakta ve kendini devletle özdeşleştirme hezeyanı satır aralarından göz kırpabilmektedir.

kh3

Gün gelip ?birileri? hem de şehrin göbeğinde herkesin görebileceği bir yerde devletin ve kurumlarının olmamasına karşın insanların çok daha huzurlu, umut dolu,  güvenli, hoşgörülü yaşadığı bir ortam yaratıp devletin varlığı sorgulanır hale gelince gerçekten dehşete kapıldılar. İnsanlar, bırakın seçilmiş liderlerini devletin bile varlığının ve gerekliliğinin sorgulanabileceğini, bunun olası olduğunu yaşadılar ve gördüler.

kh1

Korktuğunuz kadar var.

Korkmakta ve dehşete kapılmakta haklısınız. Hatta Spartaküs isyanında olduğu gibi başka devletlerden yardım alarak düzeni sorgulayan bu tür isyanları geçici olarak bastırmayı da başarabilirsiniz. Ne yaparsanız yapın onlar boyun eğmeyecekler. Ülkenin gençleri bize çok önemli bir gerçeği gösterdiler. Başlattıkları süreç kendi yatağını bulana kadar ama sakin ama coşkulu akacak, önünde durmaya çalışan ve kendini muktedir hissedenleri de beraberinde sürükleyecek gibi görünüyor.

Varlığını ve gücünü devletten alanlara sesleniyorum;

Korkmakta haklısınız…

Mehmet Uhri

Ağaçların Ahı

Çarşamba, Mayıs 29th, 2013

aa1Yaşadığı şehirde yeşilin ve ağacın eksikliğini hissedip duyarlık gösteren, torunları ve sonrakiler için şehri ağaçlandıranlara her şeyden önce gönül borcumuz var. Onlar can suyunu verirken ancak gelecekteki görkemli halini hayal edebilmişlerdi. Bizler ise hayallerin de ötesindeki görkemiyle günümüzün asırlık ağaçları ile birlikte aynı şehirde yaşıyoruz. İri gövdesi ve gölgesiyle şehrin parçası olmuş anılarla yüklü ağaçları, şehrimizin o emektar sakinlerini geçmişte de pek çok kez yaptıkları gibi çeşitli gerekçeler ileri sürerek egemen otoritenin de baskısıyla ortadan kaldırmaya çalışıyorlar.

Üstelik yaptıklarının utancı ve alacakları tepki yüzünden savunmasız ağaçları gece yarısından sonra söküp götürmeye çalışırken suçüstü yakalanıyor ve yine utanmadan polisten yardım bekliyorlar. Şehrin sakinlerinin güvenliğinden sorumlu olması gereken polis ise şehrin en eski sakinlerinden olan ağaçları korumak yerine katledilmelerine ses çıkarmıyor aksine bir tür suç ortaklığına kalkışıyor.

229498O ağaçlara ve onları oraya dikip gelecekte ne denli görkemli olacaklarını hayal edenlere kendini borçlu hisseden duyarlı kent sakinlerinin tepkisi ve engelleme çabaları ise otoriteye başkaldırı olarak algılanıyor, acımasızca bastırılmaya çalışılıyor. Geçmişteki pek çok olumsuz örneği hatırlayanlar duruma karşı çıkıyor, ağaçları korumak için sarılıp onların yanından ayrılmamayı, gece gündüz nöbet tutmayı seçiyor. Şehir meydanında torunlarına bırakacak ağaç gölgesi kalmamasından,  şehrin sessiz tanığı olan asırlık ağaçların herkesin anıları ile birlikte devrilip gitmesinden, şehrin kendisini de yutup öğütüp bir beton parçası üzerinde kalan belirsiz bir gölgeye dönüştürmesinden endişe ediyor, direniyorlar.

Ağaçlar ise olanca sessizliği ile çaresizce başına gelecekleri bekliyor. Tıpkı bir zamanlar yaptıkları gibi kendilerine zarar vermeye çalışanlara ?ah ederek? bekliyorlar.

İzmirliler iyi bilir. Konak meydanını Basmane meydanına bağlayan iki bulvardan Gazi Bulvarının ortasındaki asırlık çınar ağaçları sıcak yaz aylarında yeşilliği ve koyu gölgesiyle şehrin sakinlerine soluk aldırırken ona paralel Fevzi Paşa Bulvarı?nda hiç ağaç yoktur. Fevzi Paşa bulvarının ortasındaki çınar ağaçları Demokrat Parti zamanında Başbakan Adnan Menderes?in emriyle kesilerek cadde genişletilmesine kurban edilmiştir. Bu sayede yolun genişleyen kısmı günümüzde ne yazık ki çoğunlukla otopark olarak hizmet vermektedir. İşte zamanında bu olayın tanığı olan İzmirliler ?Fevzi Paşa Bulvarındaki ağaçların ahıdır, Adnan Menderes?in kötü kaderini yaratan? derler.

Şehrin sessiz tanıkları olarak her şeyi görür ve yaşar, ağaçlar. Onları gelecek kuşaklara emanet edenlerin hayallerinin de ötesinde her dönem şiir olur, şarkı olur nükte, renk veya koku olup şehrin sakinlerinin hayatlarına bulaşır. Nazım?ın mısralarında kimselerin hatta polisin bile farkında olmadığı bir ceviz ağacı olur, Gülhane parkında.

aa2Ağaçlar şehrin sessiz tanıklarıdır. Kötülüğü, yokluğu, hiçliği yaratanları iyi bilirler ve İzmirlilerin işaret ettiği gibi yeri gelir ?ah? ederler. Sahiplenip korumaya çalışanlar sayesinde ayakta kalmaya, tutunmaya çabalasalar da kesilen ağaçların ?ahı? yeri geldiğinde şehir söylencelerine dönüşüp muhataplarının canını sıkar. İşte o yüzdendir, bir suçlu gibi gece yarısı kimselere hatta polise bile fark ettirmeden ağaçların ortadan kaldırılma çabası.

Hani gün gelir geçmişin anılarıyla yüklü gövdesiyle yere yığılmış halde görürseniz şehrin sessiz sakinlerinden birini yaklaşın ve dinleyin. Derinden nasıl ?ah? ettiğini duyarsınız, şaşırmayın.

Mehmet Uhri

Labirentler ve Algoritmalar

Salı, Nisan 23rd, 2013

resim5

Bilimin ve özgür düşüncenin kontrol altına alınmaya çalışıldığı bir dönemdir, ortaçağ. İnsanlar özgürce düşünüp araştırmak üretmek yerine dini kurumların da baskısıyla olanla yetinmeye zorlanmış, korkularının esiri olarak kendilerini değişim ve dönüşüme kapatarak yaşamışlardır. Her şeye rağmen araştıran sorgulayan üreten insanlar ise ortaçağ karanlığını aydınlatmaya çabaladıkça dışlanmış cezalandırılmıştır. Dahası, başına gelen her felaketi aklını özgür bırakmaya çabalayan insanlardan bilmiş onları cadılık, büyücülük kisvesi altında imha etme yolunu seçmiştir. Bu konuda başta papalık olmak üzere dini kurumlar başı çekmiş söz gelimi uğursuzluk getirdiğine inanıldığı için kedilerin itlaf edilmesiyle artan fareler yüzünden zamanın Avrupa nüfusunun neredeyse yarısı veba salgını ile yitirilmiştir. Dini kurumlar özgür aklı ve bilimi kendileri için tehdit algılamış ve kontrol altına almaya çalışmıştır. Ortaçağ karanlığı dediğimiz dönem toplumu hayal ettiği biçime dönüştürmeye çabalayan din ve dini kurumların korkuları da kullanarak özgür aklı baskıladığı bir dönemdir. Toplumu istedikleri yaşam tarzına dönüştürüp orada tutmaya çabalayan birileri var oldukça tekrarlanması her zaman olasıdır.

Peki, insanlığın tüketim çılgınlığı ile büyümeye odaklanmış son yüzyılını bunca gürültüye rağmen gelecekte kaleme alacak tarihçiler aynı akıl tutulması ve insanlığın karanlık çağı olarak tanımlayabilirler mi? Bunun olmadığından emin miyiz? Baskıcı dini kurumların yerini alan piyasa tanrılarına teslim olmuş, boyun eğmiş bilim ve bilim insanları ile aklın özgürlüğünden söz edilebilir mi? Çocuklarına problem çözmek diye önceden çözülmüş problemlerin şıklarından doğru olanı bulmayı öğreten, başarıyı buna indeksleyen, bilim ile uğraşmaktan kişisel kariyer, ikbal ve hatta kazanç beklentisi olmadıkça uzak duran insanların özgür iradeleri ile bilim yaptıklarından ne kadar söz edebiliriz?

Bilimin piyasalaşması, üniversitelerin piyasaya beklentilerine göre yeniden yapılandırılması, rant ve kazanç uğruna bilimi ve bilimselliği çarpıtıp kendi doğrusunu dayatanların etkisi ile aklın karanlığa gömüldüğü bir  dünyaya doğru ilerliyoruz.  Bilim ve bilgi günümüzde ne yazık ki kazandırdığı para kadar itibar görüyor, kazanç getirebilecek her şey bilimsellik kisvesine büründürülerek satılabilir hale dönüştürülmeye çalışılıyor. Bilimsel kuşkuculuğun bile piyasa beklentileri gereği kazanç beklentileri karşısında dışlanıp susturulduğuna tanık olabiliyoruz. Sigara kartellerinin sigaranın zararlarını ortaya çıkaran bilimsel araştırmaları engellemelerini, yıllarca baskı altında tutma çabalarını unutmadık. Benzer bir süreç enerji kartelleri üzerinden küresel iklim değişikliği konusunda yaşanıyor. Kentsel dönüşümde veya imar ile ilgili konularda bırakın kamuyu şehir planlamacıları ve mimarların sesi bile duyulmazken diyetinden ilacına satılabilir her şey yeterli bilimsel dayanağı olmasa da piyasanın insafına terk edilebiliyor. Bilim ve bilimsellik binlerce yıllık kuşkucu geleneğini bırakıp çıkmaz sokaklara yöneldikçe insanlığın bilime olan güveninin azalması da kaçınılmaz hale geliyor. Piyasanın o meşhur gizli eli insanlığın binlerce yıllık araştırma geleneğini, kuşkuculuğunu kendine göre biçimlendirmeye kalkıyor. Bilimin piyasalaşması insanlığın ortak değerlerini de erozyona uğratıyor.

Bilim felseficisi Karl Popper (1902-1994) 1938 yılında yayınlanan ?Bilimsel Araştırmaların Mantığı? isimli kitabına ?hiç kuşku yok ki; evrendeki en büyük mucize insanlığın bilgi birikimidir? cümlesiyle başlar. Ortaya koyduğu bilgi kuramına göre kavram ve kuramların bilimsel olabilmesi için doğrulanabilir olması yetmez, sınanabilir ve yanlışlanabilir olması zorunludur. En doğru bilgiye ulaşmamızı da bilginin sınanabilir ve yeni bilgiyle yer değiştirebilir olmasına borçlu olduğumuzu ileri sürer.  Araştırmacıların çoğu kez ulaştıkları bilgi kırıntılarının anlamı konusunda fazlaca fikir sahibi olmadıklarını, bilginin yanlış olup olmadığına odaklandıklarını söyler. Başlangıçta bilgi kırıntılarının tek başına anlamı yokmuş gibi görünse de zaman içinde eklenen yeni bilgiler ile puzzle veya mozaiğin tamamlanıp aranılan anlam olarak şekillendiğini ise yine tarih bize söylemektedir.

Elde edilen bilginin satılabilir olup olmadığıyla ilgilenenler için ise kazanç getirdikten sonra her şey iyidir, yararlıdır. Bir noktadan sonra çok fazla sorgulanmasına da gerek yoktur. (Bakınız kolesterol düşürücü ilaçlar ve yıllardır kullanılan onca ilaca rağmen bir türlü düşürülemeyen  damar sertliğine bağlı ölümler) Yıllarca araştırıldıktan sonra piyasaya sürülen ilaçların aslında öldürücü yan etkilerinin olduğunun anlaşılıp piyasadan toplatılmasına giderek daha fazla şahit olmamız işte bu zihniyetin sonucudur. Gerçekte ise insanlık tarih boyunca dev bir labirentin içinde küçük adımlarla doğru yolu arayanlar sayesinde ilerlemektedir. Bilirsiniz, labirentin içinde hedefe çok yaklaşmış görünmek gidilen yolun doğru olması için yeterli değildir. Pek çok kez yanılıp rota değiştiren ve hiçbir zaman doğru yolu aramaktan vazgeçmeyen bilim insanları sayesinde insanlık yönünü ve yolunu bulmaya çabalar. İnsanoğlu binlerce yıldır labirentler keşfeder, yol haritaları çıkarır ve kuşkuculuğundan vazgeçmeden öğrendiklerini algoritmalar ile kullanır.

resim1Labirent kavramı insanlığın ortak bilincini yansıtan mitolojide yer alır. Grek mitolojisinde kaostan evreni yaratan tanrı Ares Dionisos Labris adı verilen çift taraflı balta ile karanlığı yararak açtığı yolda ilerlerken baltanın diğer keskin yüzü Ares Dionisos?un içindeki aydınlığı açığa çıkarır gidilen yol ve yeryüzü bu şekilde aydınlanır. Çift taraflı balta Labris?in karanlıkta el yordamıyla açtığı zor ve çetrefilli yol günümüzde aynı kökten türeyen labirent kavramı içinde yaşamaktadır. Labris?in açtığı yoldur, labirent. Bilim insanları önce paradigma dediğimiz labirentleri keşfeder gün ışığına çıkarır sonra o labirent içinde doğru yolu işaret etmek için çabalar. Genellikle bir öncü en zor işi yapıp karanlığı parçalamaya çalışarak labirenti görünür kılmakta, peşinden gelenler ise yolun çıkmaz sokaklarını ve yol haritasını ortaya çıkarmada görev almaktadır. Labirentin aydınlatılmasından sonra içinde kaybolmadan bilginin kullanılabilmesi için yol haritaları, akış diyagramları veya algoritmalar oluşturulmaktadır.

resim2Yine grek mitolojisinde Zeus ve Europa?nın üç çocuğundan biri olan Minos Girit tahtına kardeşlerinden daha fazla layık olduğunu kanıtlamak için denizler tanrısı Poseidon?dan yardım ister. Poseidon ona kurban etmesi için denizin köpüğü içinden çıkardığı beyaz boğayı armağan ederek yanıt verir.  Poseidon aracılığıyla gerçekleşen mucize nedeniyle Girit tahtını ele geçiren Minos sözünü tutup boğayı kurban etmez yerine bir başka beyaz boğayı kurban eder. Sözünün tutulmadığını gören Poseidon ise intikamını Kral Minos?un karısı Pasiphae?yı gönderdiği beyaz boğaya aşık ederek alır. Pasiphaenin  boğa ile ilişkisinden başı boğaya gövdesi insana benzeyen kuyruklu bir yaratık olan Minotaurus (Minos boğası) dünyaya gelir. Minotaurus büyüdükçe zaptedilemez ve kral Minos mimar Daidalos?a Minotuarus için çıkamayacağı bir labirent inşa ettirir. Girit kralı her yıl Atina?dan Minotaurus?a kurban edilmek üzere 7 erkek ve 7 genç kız istemektedir. Bu isteklerin sonunun gelmediğini gören Atina kralı Egeus?un oğlu Theseus o yıl babasını ikna edip Minotaurus?u öldürmek için 7 kurban adayından biri olarak gemiye biner. Gemi Girit?e vardığında Kral Minos?un kızı Ariadne ile Theseus birbirlerini görüp aşık olurlar. Ariadne sevgilisine labirentte geri dönüş yolunu bulabilmesi için bir ip yumağı verir. Theseus labirentte ilerleyip Minotaurus?u uykuda yakalar ve öldürür. Kafasını kesip Ariadne?nin verdiği ip sayesinde labirentten çıkmayı başarır. Ariadne?yi de alıp Atina?ya geri döner.

Bakmayın günümüzün piyasalaşan biliminin kendi doğrularını dayatanların hizmetine sunulmuş olmasına. Ortak aklın ürünü olan binlerce yıllık bu mitolojik öykü bile insanlığın sorunlarını çözerken labirentleri ve Ariadne’nin ipi gibi algoritmaları kullandığını fısıldamaktadır.  İnsanlığın bilgi birikimi labirent gibi bir bilinmezin ortaya çıkarılışı, amacı yitirmeden doğru bilgiye ulaşmak için o labirentin içinde yol arayışı ve takip edenler için yol gösteren algoritmalar biçiminde oluşmuştur. Her araştırma her bilgi kırıntısı içinde bulunduğumuz dev labirentin yollarını döşeyen taşlardır.

resim4Günümüzde piyasanın kontrolüne almaya çabaladığı bilim ve bilimin okulları olan üniversitelerin çabuk ve kolay kazanç getirici yol arayışına yönelmelerinin labirentin çıkmazlarında son bulması kaçınılmazken insanlığın binlerce yıllık kuşkucu düşünme yeteneği köreldikçe ödenecek bedelin ağırlaşması kaçınılmazdır. (Bkz. karbondioksit emisyon artışına bağlı küresel iklim değişikliği)

Tüm bu kazanç kaygılarına, para kazanmanın başarı ölçüsü olarak kabul görmesine ve yeteneğini para kazanmak yerine içinde bulunduğu labirenti araştırmaya verdiği için hakir görülseler ve sayıları giderek azalsa da bir avuç bilim insanı binlerce yıllık geleneği sürdürmeye çabalıyor. Kariyer, kazanç veya ikbal beklentileri uğruna eğilip bükülmeksizin bilimsel özgürlüğünden ve kuşkuculuğundan taviz vermeden labirentlerle düşünüp araştırıyor, öğrendiklerini algoritmalar ile kullanıyor. Her daim acelesi olan piyasaya teslim olmayıp ?akılcı? iş yapmamakla suçlansalar, masallardaki gibi geriye dönüp baktıklarında bir arpa boyu yol gitmiş olduklarını görseler de evrendeki en büyük mucizeye katkı sunmaktan vazgeçmiyorlar. Aklın tutulduğu böylesi karanlık çağların geçmişte de yaşandığını, kalıcı olamayacağını biliyor ve vazgeçmiyor, her tür bilgiye olması gerektiği gibi kuşkuyla yaklaşıp yanlışlamaya çabalıyorlar. Sesleri her geçen gün daha az çıksa ve kendilerini özgürce ifade edecek platformlar giderek azalsa da vazgeçmiyorlar. Onlar seslerini duyurmaya çabalıyor. Aklın bu karanlık çağından yine bilimsel kuşkuculuk ve düşüncenin özgür bırakılmasıyla çıkılacağının farkındalar. İnsanlığın içinde bulunduğu dev labirentin yollarını aydınlatan, arkalarından gelenler için ortaya çıkardıkları algoritmalarla Ariadne’nin ipini hazır eden ve hedefe yaklaşmış görünseler de aslında labirentin çıkmaz sokağında hedeften çok uzak bir yerde duraklamak zorunda kalanlar için doğru yolu işaret eden gerçek bilim insanları seslerini duyurmaya çalışıyor. İşitiyor musunuz?

Mehmet Uhri

Not: Bu yazı kariyer, kazanç veya ikbal uğruna eğilip bükülmeyen bilimsel kuşkuculuktan taviz vermeden aklını özgür kılmaya çabalayan gerçek bilim insanlarına ithaf olunmuştur.

Uğurlar Olsun

Perşembe, Şubat 7th, 2013

ub1

Dut ağacı heyecanlıydı. Pupaların açılıp larvaların böceğe dönüşmesini her yıl aynı heyecanla izliyordu. Önceki yıldan ağacın dallarına ve gövdesine bırakılan yumurtalardan çıkan larvalar yeşeren taze yapraklara musallat olan bit ve mantarlarla beslenirken ağacın yaprakları da korunuyordu. Larvalar uğur böceğine dönüşmeden iki aya yakın yapraklarda geziniyor, ortalıktaki zararlılarla beslenip olgunlaşıyor sonra da ördükleri koza içinde pupaya dönüşüyorlardı. Uğur böceklerini beklerken ağacın heyecanı artıyordu. Pupadan çıkan uğur böcekleri yine yaprak bitleri ve mantarlarla beslenip ağacı korumaya yardımcı olacaktı ama larvalardan farklı olarak uğur böcekleri uçabiliyor, özgürce hareket edebiliyordu. Hayat boyu köklerine tutunup yerinden kımıldayamayan bir ağaç için her yıl dallarında olgunlaşan uğur böceklerinin özgürce uçuştuğunu görmenin heyecanı bambaşkaydı. Uğur böceklerini öylesine sahiplenmişti ki; kökleri, yaprakları dalları gibi kendinden biliyordu. Her anne baba gibi sahiplendiği uğur böceklerinin büyüyüp gelişmesinden haz duysa da özgürce uçup gidecek olmalarından endişe etmeden de duramıyordu. Uçup gidecek ve kim bilir hangi ağaca yumurtalarını bırakacaklardı? Yumurtalarını bıraktıkları yer larvalar için gerekli besini sağlayacak doğru yer olacak mıydı?

Bu duygular içindeyken ve pupalar renk değiştirip hafiften hareketlenmeye başlamış uğur böceklerinin ortaya çıkması eli kulağındayken beklenmeyen bir şey oldu. Çevrede sayıları hızla artan yazlık sitelerde yaşayanlar sinekten böcekten rahatsız oldukları için bölge ilaçlandı. Kullanılan ilaç çok güçlüydü. Ortalıktaki tüm haşaratın kökünü kazıdı. İlacın etkiledikleri arasında mantar ve bitlerin yanı sıra ağacın heyecanla beklediği pupalar da vardı.

Pupalardan o yıl hiç uğur böceği çıkmadı.

O yıl özgürce uçup yumurtlayacak uğur böceği görülmedi. Ağacın yalnızlığı o yıl dut verimini etkilemedi. Hatta lezzetli ve bol dut verdiğinden bile söz edildi. Ancak yumurtlayacak uğur böceği olmayınca ertesi yıl larvalar da görülmedi. Larvaların olmayışı baharda açan yapraklarla beslenen yaprak biti ve mantarlar için cennet gibi ortam yarattı. Açan yaprakların büyük kısmı körpelikten kurtulmadan bit ve mantarlarla tahrip oldu. Yaza girerken tekrarlanan ilaçlama haşaratı ortadan kaldırdıysa da iş işten geçmişti. Dahası ilaçlama yüzünden ağacın yalnızlığı artıyor uzaklardan uçup gelebilecek ve ağacı mesken tutacak uğur böceği umudunu da ortadan kaldırıyordu.

Ağaç tüm bu yaşananların hüznüyle kendi yalnızlığına kapandı. Bahar aylarında yapraklarının büyük kısmını kemiren mantar ve bitler yüzünden dut verimi yıldan yıla azaldı.

ub2

Yakınlarda yaşayanlar dallarını kıra döke dutları toplasa da ağacın kederi ve yalnızlığı köklerine kadar yansıdı. Dutların hafif pembeleşmesinin ağacın uğur böceği özlemi ile ilişkili olabileceğini kimse anlamadı. Dahası tarım ilaçlarının gövdesinde biriken kalıntıları yüzünden kuşlar da ağacı terk etti. Yuva yapmak için uzaklara gittiler. Gövdesinde kurdu böceği olmayınca beslenmek için uğrayan kuşlar da ayağı kesti. Ağacın hüznü ve yalnızlığı katmerlendi. Umutları zamanla eridi.

Ağacın feryadı giderek daha çok işitilir oldu. Gelen giden kuşa böceğe heyecanla pupadan çıkmasını beklediği uğur böceklerini ve onları nasıl kaybettiğini, onlarla birlikte yiten umutlarını anlatıp durdu. Karamsar, sıkıcı ve geveze bulunsa da ağaç hayatı paylaştığı o minik dostlarından söz etmeyi sürdürdü. Feryat figan edip onların uğur böceği olduğunu, yokluğuyla uğursuzluğun giderek her yere yayıldığını anlattı. Ekili dikili sulak alanlar da betonlaştıkça bölgede ne sivrisinek ne de kuş veya böcek kaldı. Hal böyle olunca ilaçlamayı önce azaltıp sonra toptan kaldırdılar.

ag1

İlaçlama olmayınca ağaç baştan biraz ümitlense de üzerindeki tarım ilacı kalıntısı yüzünden yalnızlığı birkaç yıl daha sürdü. Sonra zaman içinde kuşlar gelip yuva yapmaya başladı ama beslenecek larva bulamadıkları için pek istekli değillerdi. Sıcak bir yaz günü gölge arayan bir uğur böceğinin uçarak gelmesiyle ağacın umutları tazelenir gibi oldu. Ağaç ona yapraklarının serinliği ve hatta öz suyundan bile sunmaya çalıştı. Sabırla ve sessizce bekledi. Böcek akşam serinliğine kadar keyifle orada yaprakların arasında gezindi. Yıllardan beri tekrarlanan ilaçlama yüzünden yaprak bitlerinin de kökü kırılmıştı. Uğur böceği ağaçta yiyecek pek bir şey bulamayınca akşam serinliğinde hiçbir şey söylemeden kanatlarını çırpıp uzaklaştı. Ağaç uzaklaşan böceğin ardından sessizce göz yaşı döktü.

Ertesi yıl dutların tadı kaçtığı için arılar da uğramaz oldu. Ağacın yalnızlığı özüne yansımış içini kemirmeye başlamıştı. Kaybettiği uğur böceklerini, onlarla birlikte giden heyecan ve umutlarını esen rüzgara anlattı. Rüzgar dut ağacının hüzünlü öyküsünü yüklenip uzaklara, çok uzaklara götürüp sarışın afacan bir çocuğun kulağına üfledi. Çocuk dut ağacının öyküsünü küçük kardeşine masal olarak anlattı. Dut ağacı yerinde duruyor mu bilinmese de hüzünlü öyküsü masallarda dilden dile dolaşmayı sürdürdü.

Bir zamanlar görkemli bir dut ağacı ve onun yapraklarında yaşayan uğur böcekleri varmış. Böcekler ağacı evi, ağaç ise onları çocuğu sayar gözü gibi bakarmış. Her ana baba gibi çocuklarının hem büyümesini ister hem de büyüyüp özgürce uçup gitmelerinden geri gelmeyecek olmalarından endişe edermiş. Masal bu ya gün gelmiş araya insanoğlu, araya ayrılık girmiş. Bir daha kavuşamamışlar. O günden beri dut ağaçları meyveye durdukları zaman ağdalı gözyaşı döker pupadan çıkamayan uğur böceklerine ağlarmış. Uğur böcekleri ise ayrılığa neden olan insanoğlunun hep beklediği, taşıyıcısı olduğuna inandığı “uğurun” hatırına el üstünde tutulur, uğurun ve uğursuzluğun kimde olduğuna ise akıl sır erdiremezmiş.

Mehmet Uhri

Edebiyatın Altın Çağı ve İrlanda Trajedisi ( James Joyce İçin Güzelleme )

Pazar, Ocak 6th, 2013

img_0666

İki ayağı üstünde durabilen ilk primatlardan başlayarak keşif ve icat yeteneğini kullanan insanoğlu önce avcı toplayıcı göçebe yaşam biçimi ile yeryüzüne yayıldı. Birkaç yüz bin yıl alan bu sürece dair elimizdeki veriler sınırlı olsa da doğayı işleme ve dönüştürmeye başlayan insanoğlunun yerleşik tarım toplumlarını oluşturması ise yaklaşık 10 bin yıllık bir süreçte gerçekleşti. Antropolojik anlamda evrimsel sıçrayış olarak görülen tarım devriminin değiştirici dönüştürücü etkisine insanların başlangıçta nasıl tepki verdiğini bilemiyoruz. Ancak günümüzde bile tarih öncesi dönemdeki gibi özgür yaşayan göçebelerin yeryüzünde varlığını sürdürüyor olmaları yaşanan dönüşümün herkesçe kabul görmediğini ve sancılı olduğunu düşündürüyor. Tarım devrimi ile birlikte yaşanan dönüşüm ve kazanımlar yazının bulunmasını da kapsayacak biçimde günümüze kadar ulaşan içinde bulunduğumuz tarihsel süreci kapsıyor.


Tarım toplumlarının gelişip çoğalmasının yanı sıra 16. Yüzyıldaki coğrafi keşifler ile birlikte yeni ticaret yollarının bulunması ve hammadde kaynaklarının artması sanayi devriminin fitilini ateşler. 17. Ve 18. Yüzyıl ile birlikte özellikle orta Avrupa?da sanayi devrimi yaşanmaya başlar. Tarım devriminin 10 bin yıl sürmesine karşın sanayi devriminin bir kaç yüz yıl içinde gerçekleşmiş olması insanlığın bilgi birikimindeki geometrik artışa paralel olarak sürecin hızlanması olarak açıklanmaktadır. Tarım devrimi ile birlikte doğayı kendi gereksinimleri doğrultusunda değiştirip dönüştürmeyi başaran insanoğlu sanayi devrimi ile yeryüzüne ve doğaya hükmetme yoluna girmiştir.


Gerçekleşen sanayi devrimi insanı doğanın parçası olmaktan uzaklaştırılıp yöneticisi, dönüştürücüsü ve giderek hükümdarı algısını beslemektedir. Doğaya hükmeder olduğu algısı günden güne pekişen insanoğlunun bu yeni toplum düzeninde önceden tanımlanan form ve normlar içine tıkılmak zorunda bırakılması uyum göstermeye zorlanması 19. Yüzyıl içinde sanat ve edebiyat ürünlerine farklı biçimlerde yansır. Doğadan, doğasından uzaklaşmakta olan insanlığın değerlerini anlatan ve yitirilmekte olanları görünür kılan sanat akımlarının, edebiyat eserlerinin bu dönemde altın çağını yaşaması rastlantı değildir.


İnsan ve kültürü içinde büyük dönüşüm ve sıçrama yaratan sanayi devrimi gereksindiği yeni toplum ve kültürünü oluşturmak için daha önceki devrimsel sıçramalarda yaşandığı gibi baskıcı olmak zorundaydı. Öyle de oldu. Yaşanan dönüşüme uyum gösterebilen insanlar ve toplumlar öne çıktı, direnenler ve diğerleri geride kaldı. Tüm bunların herkesin gözünün önünde olması ve toplumun baskıcı yeni yapısı herkesi sessizce kabullenmeye zorlasa da sanatçılar ve edebiyatçılar susmadı. Onlar sistemin insanı başka bir şeye dönüştürmekte olduğunu baskı ve sindirmeleri açıkça dile getiremeseler de yazdıkları romanlar ve kullandıkları metaforlar ile anlatmayı sürdürdüler. Hatta bu nedenle bazıları eserlerini yazdıkları dönemde yeterince anlaşılamadılar.


Küçük atölyelerde kol gücü kullanılarak başlayan sanayi devrimi buhar gücünün kullanımı kömür ve demir ile orta Avrupa?da hız kazandı. Modern sanayi toplumları ise ticari burjuvazinin gelişmesiyle önce Batı Avrupa?da sonra Amerika?da ortaya çıktı. Dönem edebiyatçıları yaşanan dönüşümü yansıtan eserler üretmeyi sürdürdüler. Franz Kafka (1884-1924) sanayi toplumunun ortaya çıkışıyla insanın bir böceğe dönüşebileceğini ve bu dönüşüme kendinin bile rıza gösterebileceğini (dönüşüm), bir üst organizasyon olan devletin bürokrasinin ardına saklanıp buharlaşabileceğini (Şato), ötekinin varlığı üzerinden hukukun baskı unsuru haline dönüştürebileceğini (Dava), insanların korkular üzerinden kendiyle yabancılaşıp boyun eğmek zorunda bırakılabileceğini (Dava ve Ceza kolonisi) kaleme aldı. Batı Avrupalı yazarlar ise yaşanan dönüşüme direnmek yerine kaçınılmazlığını ortaya koyan, toplumun farklı kesimlerinde etkilerini anlatan eserler ürettiler. Charles Dickens (1812-1870) sanayi toplumunun gereksinimi olan ucuz işgücü yüzünden kalabalıklaşan şehir insanlarının yaşantısını kaleme alırken (Oliver Twist, İki Şehrin Hikayesi) Honore de Balzac (1799-1850) taşrada kalmada direnen kırsal nüfusun kilisenin kontrolünde olduğunu görünür kılan eserler (Eugenie Grandet, Köylüler) üretiyordu. Sanayileşmenin gereksindiği hammadde için dünyanın kalan yarısını sömürmeyi görev bilen zihniyeti ve onun uzaktaki toplumlara sömürgen bakışını kaleme alma görevi ise Joseph Conrad (1857-1924) ve ardıllarına düşmüştü.


Yazarların çoğu eserlerinin satır aralarında doğanın belirlediği sınırlar ve kendi küçük dünyalarında özgür yaşayan insanın nasıl esaret altına alındığını, doğasından koparılıp ?icat edilmiş? gereksinimler ve ?korkular? kullanılarak yeni toplumun içine hapsedilmekte olduğunu, özgürlük kavramının bile yeniden tanımlandığı üzerine eserler kaleme alırlar. Yazdıkları eserlerde kahramanlar ilk bakışta insandır. Yer, içer, gezer tozar, aşık olurlar. Ancak ne kadar insana benzeseler de aslında yeni toplumun içi boş öznesi olmaktan öteye geçemezler. Romanlarda aktarılan hayatlar içi boş bir kostüm ve oynanan oyundan ibarettir. Kostümün içinde kimin olduğunun çoğu kez önemi bile yoktur. Oyununu oynayıp sahneyi terk eden insanın önemi sınırlandırılmış, birey olarak varlığı gördüğü işleve dönüştürülmüştür.

dd5

Bazı Avrupalı yazarlar sessiz bir başkaldırı biçiminde bazen metaforik anlatımlarla yaşanan süreci görünür kılmaya çabalarken Atlantik ötesi topraklarda Amerika?da Herman Melville (1819-1891) Moby Dick adlı eserini kaleme alıyordu. Kaptan Ahab ile Moby Dick arasındaki çatışma insan ile doğa arasındaki çatışmaya ve insanın doğayı kontrol altına almasına gönderme yaparken gemi mürettebatı ile kaptan Ahab arasındaki çatışmanın birey ile toplum arasındaki ilişkinin yöneticiler lehine nasıl bozulmakta olduğunu görünür kılmaya çabalamaktadır. Melville, yaşanan bu dönüşüme ve yitirilmekte olan insani öze karşı çıkış ve direniş yöntemi olarak Katip Bartleby adlı öyküsünü kaleme alarak metaforik de olsa ilk kez sivil itaatsizlik ve pasif direniş fikrini paylaşmaktadır. Aynı dönemde yine Amerika?da Nathaniel Hawthorne (1804-1864) Kırmızı leke (Scarlet Letter) isimli eseriyle kırsal kesimde kilise üzerinden toplumun nasıl baskı altına alındığına vurgu yapar. Harriet Beecher Stowe (1811-1896) ise ölümü gösterip sıtmaya razı etme benzeri Tom Amcanın Kulubesi adlı eseriyle çalışanlara kölelik düzenini işaret edip işletme sahibinin insafına bırakılmış çalışma hayatına razı olmanın normal olarak algılanmasına katkı sunmaktadır. Yine Walt Whitman (1819?1892) Çimen Yaprakları isimli şiiri ile Amerikan entelektüellerinin yitirilmekte olan özgürlüklerin peşinde koşması gerektiğini haykıran manifestoya imza atar. Batı dünyasında kopan fırtınalar her ne kadar sanayi devrimini yaşamasa da doğu edebiyatını da etkiler. Rusya?da Dostoyevski (1821-1881) kırsaldan kopmakta kararsız kasaba insanının yaşadığı çelişkileri, ruh halini anlatan eserler ( Suç ve Ceza, Yeraltından Notlar) kaleme alır. Tolstoy (1828-1910) ise gerçekleşmeyeceğini bilse bile kendini büyük hayallere adama sevdasında görünüp küçük hesaplarının peşinde koşan insancıkları (Harp ve Sulh) ve kırsalın ezici dinsel baskısından kurtulamamış şehir insanlarını (Anna Karenina) anlatan eserler yazar. Tüm bu yazarlar sayesinde 19. yüzyıl edebiyatın altın çağı olarak anılır.


dsc04031

Gelelim İrlanda?ya;

Tüm bunlar yaşanırken sanayi devrimine direnen ancak doğanın gadrine uğrayan İrlanda ise fırtınanın ortasında kalır. Her ne kadar hammadde ve enerji kaynakları olmasa da sanayileşmenin istediği işgücü adada fazlasıyla vardır. Üstelik dönemin sanayi devi Britanya burjuvazisinin gözü deniz ticaret yollarının üzerinde olması nedeniyle İrlanda?nın üzerindedir. Ada Britanya işgaline uğrar ve kültürel olarak asimile edilmeye, dahası din değiştirip Protestanlaştırılmaya çalışılır. Ancak katolik İrlanda baskılara direnir. Yaşanan direniş sanayi yatırımlarından nasiplenememesine yol açarken geleneksel tarım toplumu olarak hızla üreyen nüfusunu kıt ada kaynakları yüzünden besleyemez hale gelir.

img_0645

Britanya hükumetlerinin sistematik, acımasız asimilasyon ve yok etme politikalarına doğa da Malthus yasaları ile destek verir. 19. Yüzyıl ortasında yaşanan büyük patates kıtlığı 5 yıl gibi kısa bir sürüde 8 milyona ulaşan ada nüfusunun yaklaşık 1 milyonunun ölümüne, 1 milyon İrlandalının ise Amerika başta olmak üzere Atlantik ötesine göç etmesine neden olur. Üretken nüfusunu kaybeden, kıtlık ve açlık yanı sıra bulaşıcı hastalıkların pençesinde doğanın lanetine uğradığını düşünen ada insanı doğanın parçası olmanın anlamını da sorgulamak zorunda kalır. Bu dönemde Britanya hükumetlerinin açlık ile ıslah etme çabaları asimilasyon ve kültürel dönüşüme direnen İrlanda insanı tarafından yine reddedilir. Bu reddediş sanayi devriminin de adaya girmesini geciktirir. Geleneksel tarım toplumu olarak doğadan beklediğini bulamamış ve sanayileşme açılımını da reddetmiş ada insanı için yaşananlar tam bir insanlık trajedisidir. Üretken nüfusunu doğal koşullara kırdırmış ve göçlerle kaptırmış, Britanya?ya duyulan öfke nedeniyle sanayileşmesini de gerçekleştirememiş İrlanda?da şairler ve yazarlar insanlığın yaşadığı bu büyük trajediden beslenen eserler üretir.

dd1

4 Milyon nüfuslu bir ada devleti olan İrlanda, Dublin doğumlu ve Nobel edebiyat ödülü sahibi 4 edebiyat adamı (William Butler Yeats 1923, Bernard Shaw 1925, Samuel Beckett 1969 ve Seamus Heaney 1995) çıkarmıştır. Kuşkusuz bunlara ek olarak Nobel almasalar da insanlığın düşünsel hayatını etkileyip değiştirmeyi başarmış pek çok önemli yazar da yine İrlanda’dan çıkmıştır. James Joyce?un (1882-1941) başını çektiği Dublinli yazarlara Oscar Wilde (1854-1900) Şair William Butler Yeats (1865-1939) Thomas Moore ( 1779-1852) gibi çağdaşları eşlik eder. Thomas Moore, Ütopya adlı eseriyle insanlığın yaşadığı bu büyük trajediden, acımasız gerçeklerden kaçış yolu olarak ütopik yeni bir toplum düşü ile çıkış önerir. Gerçeğin ağırlığı altında ezilmek yerine gerçeküstücülüğün tohumlarını atar. Yine Nobelli şair William Butler Yeats ise şiirleriyle insanlığın tarihsel mitlerine göndermeler yaparak gidilmekte olan yoldan tarihsel köklere geri dönüş ile çıkılabileceğine yönelik eserler üretir. Oscar Wilde ise yaptığı derinlemesine ruhsal çözümlemeler ile sanayi devrimi ile ortaya çıkan insani dönüşümün acımasızlığına karşın insanın küçük çıkar hesapları ile nasıl uyum gösterebildiğini anlatıp o küçük insana ayna tutar. Aynadaki görüntüden rahatsız olanlar yazarın sudan gerekçeler ile hapse atılmasına ve erken yaşta aramızdan ayrılmasına da destek verirler. Tüm bu Dublin doğumlu yazarlar 19. yüzyılda yaşanan edebiyatın altın çağı ile birlikte anılmaktadır.


dd3

Postmodern Zamanların Mesihi: James Joyce

Yine Dublin doğumlu olup aynı dönemde yaşayan James Joyce ise hepsinden bir adım öne çıkar. Önce Dublinliler kitabı ile taşradaki hayatı ve kırsalı anlatan öyküler kaleme alır. Kendini özgür hissetmesine karşın yaşadığı yeri terk edemeyecek kadar tutucu, yaşadığı ortamın kıt doğal kaynaklarını sınır olarak görüp kabullenmiş, ufak çıkar hesapları ile kendini mutlu etmeyi başaran haz düşkünü küçük insanları anlatır. Daha sonra kaleme aldığı Ulysses adlı destansı eserinde ise yaşanan koca bir ömrü katmanlar halinde sadece 18 saat içine sığdırır ve hayatların doluluk içindeki sıradan halini resmeder. Yapıtın kahramanlarını bize tüm özellikleri ile anlatır ama onların gerçekte kim olduklarını hiçbir zaman bilemeyeceğimizi dahası kahramanların da kendileri hakkında dışarıdan görünenin ötesinde bilgisi olmadığını hissettirir. O çok değer verdiğimiz yere göğe koyamadığımız ömrümüzü bırakın özgürce yaşamayı var olmaya bile ulaşamadan gelip geçici bir iz olarak yaşamak zorunda bırakıldığı günümüz postmodern insanına dönüşebileceğinin ipuçlarını sunar. Çıkış yolu arayanlara ise bilinen tüm yolların sistem tarafından önceden tanımlanmış ve tutulmuş olduğunu, olası tüm hamlelerin öngörüldüğü bu açmazdan çıkmak için her seferinde farklı, aykırı ve toplumca kabul görülmesi neredeyse olanaksız bireysel devrimci çıkışlar işaret eder. Joyce bu yolu anlatabilmek için farklı yeni bir dil üretmek gerektiğinden bile söz eder. Sözcüklere bilinen anlamları dışında yeni anlamlar yüklemek, yeni sözcükler icat etmek ve yeni cümle yapıları kurup kişisel bir dil geliştirerek kendi dininin kitabını yazmak biçiminde bir çıkış önerir. James Joyce?u zor ve anlaşılmaz kılan biraz da budur. Gösterdiği çıkış yolunun neredeyse olanaksıza yakın olması onun karamsar olarak algılanmasına yol açar. Kahramanları üzerinden başlangıçta doğanın özgür bireyi olan insanın önce öznelliğini yitirip işleve (gördüğü iş, yarar, her neyse) dönüşmesini anlatır. İşlevi olmayanların ise sistem tarafından ötekileştirilip imha edilebileceğini ve hatta gerekirse kendini imha etmeyi bile meşrulaştırabileceğine dikkat çeker. 23 yılda tamamladığı son eseri ise geleceğin insanına mesaj gibidir.


İrlanda gerçeğinde yaşanan trajedilerin canavarın karnını doyurmaya yetmeyeceğini, uyum gösterme çabalarının sistemin acımasızlığı altında ezilmeyi sürdüreceğini, insanın gördüğü işlevler arasında kaybolmuş sanal bir yapıya dönüşüp kendi maddi varlığını bile yitirebileceğini anlattığı son eseri Finnegans Wake ile sanayi sonrası toplumun trajedisini de kaleme alır. Bu eserde matematikte henüz sanal sayılar yeni kullanılmaya başlamş, günümüzün sanal alemi hayal bile edilemezken sanal bir dil kullanmayı seçmiştir. Kendi ifadesiyle dili özgür bırakabilmek ve ruhun gerçek anlatımına ulaşabilmek için rüyaların dilini kullandığını söylemektedir. Gördüğümüz rüyaları ne kadar anlatmaya çalışsak da hep bir şeylerin eksik veya örtülü kaldığı, sözcüklerin rüyayı tam olarak yansıtmaya yetmediği üzerinde durur. Rüyaların dilinin sözcüklerin farklı anlam ve biçimlerini bir arada içermesi ve birden fazla anlamın mantıkla açıklanamayacak biçimde çakışarak çok katmanlılık göstermesi olduğundan yola çıkarak ruhun zenginliği için sanal da olsa masalların dilini işaret eder.


Ulysses de sabah gün doğumu ile başlayıp 18 saat içinde gün batımıyla sona eren bir günü anlatırken bu son eserinde batan güneş ile başlayan bir geceyi anlatarak eserleri arasında devamlılık yaratmaya çalışır. İnsanlığın sanayi devrimi ile yükselen ortalığı aydınlatan güneşinin ne yazık ki insanı da peşine takıp batmakta olduğunu, Finnegans Wake?de ise gecenin karanlığının insanlığı rüyalar alemine sürükleyerek yalnızlaştıracağını, rüyaların ve başkalarının rüyalarının kalabalıklığı içinde yalnız ruhlara dönüşmekte olunduğunun ip uçlarını verir. Anlatım sezgiseldir ve açık seçik ifade etse de beklentileri insanlık için karamsardır. Rüyalara dönüştükçe kavramsal olarak zenginleşen ancak bir ışık huzmesi gibi uçucu geçici hale dönüşüp maddi varlığını yitirecek hayatları göstermeye çalışır. Bu anlamda Kafka nasıl modernizmin insanı neye dönüştürmekte olduğunu anlatmaya çalışmışsa Joyce ise gelmekte olan postmodern zamanları sezmiş ve hayatların nasıl sanal hale dönüşüp kendi kavramsal zenginliği içinde aslında yok olabileceğini anlatabilmek için rüyaları kullanmıştır.


dd4

James Joyce ( 1882 - 1941 )

.

Maddi varlığından bağımsız olarak farklı sanal kimliklerle sosyal medyada var olmaya çabalayan ve aslında kendi olmasa bile ürettiği sanal kimliklerle yaşamaya eğilimli ürkek ve yalnız günümüzün masalsı insanlarını yüzyıl öncesinden öngörmüştür. Kuşkusuz anlatmaya çabaladığı sezgiseldir. Elektriğin keşfinin ötesinde iletişimin telgraf ile olduğu dönemde sanal iletişim ortamları ile kuşatılmış postmodern insanları yine sezgisel bir biçem ile anlatmaya çabalamıştır. Tarihe katmanlar halinde bakıp tarihsel olayları neden sonuç ilişkisi ile değerlendirdiğimiz gibi Joyce geleceğe bakmış, katmanların arasından gördüğü geleceğin insanı ile iletişim kurmaya çabalamıştır. Önerdiği çıkış yolu ise bugün bize naif gelse de günümüz sanal dünyasının Joyce dilinde karşılığı olabilecek masalsı olmaya çabalamaktır. Joyce?un işaret etmeye çalıştığı, masalların anlam ve ifade zenginliği yanı sıra taşıdığı zaman dışılıktır. Eserine Finnegans Weak adlı İrlanda halk şarkısının ismini vererek sözünü ettiğim katmanlı anlam oyunlarından birini yapmıştır. Tim Finnegan isimli bir duvarcı ustasının iskeleden düşmesi, öldü sanılarak morga götürülmesi ve gece viski kokusu ile ayılıp kendine gelmesini anlatan tarihi şarkı ile öncelikle İrlandalı efsanevi bilge Finn Maccumhal?e gönderme yapıp öldü sanılan İrlanda?nın direbileceğini işler. Dahası Finnegan?s biçiminde yazmayıp virgül kullanmaz ve Finegan?ın ölümünü anlattığı gibi tüm Finneganların uyanışını da ifade etmeye çalıştığını sezdirir. Bir masal gibi kendi tarihselliği içinde hem zaman dışılığı barındıran hem de kullandığı sözcüklerin zamanlar içinde değişen anlamlarına göndermeler yaparak anlamı zenginleştiren anlatım ile İrlanda?nın geleceğe yazılmış masalını anlatır. Ülkesi için insanları için gelecekte yaşanacakları öngören Joyce kendi masalını üretemezse başkalarının masallarının parçası olmaktan öteye geçilemeyeceğine işaret etmiştir.


Günümüzden geriye doğru baktığımızda Joyce?un öngörüleri ve ülkesi için işaret ettiği çıkış yolunun büyük oranda gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bir ada ülkesi olan ve sanayi devrimini kaçırmış, pek çok trajediler yaşamış İrlanda, varlığını sürdürme ve kültürel kimliğini koruyabilmenin yolunu Joyce?a nazire yaparcasına sanal alemde ve özellikle bilgisayar yazılımları alanında yaptığı AR-GE yatırımlarına yönelmekte bulmuştur. Hindistan ve İsrail ile birlikte yazılımın 3 ?İ? sini oluşturmakta ve dünya yazılım sektöründe Hindistan?ın ardından ikinci sırada gelmektedir. Günümüzden geriye baktığımızda James Joyce için söylenen postmodern zamanların mesihi yakıştırması en azından İrlanda yereli için doğru bir adlandırma gibi görünüyor. James Joyce ve yukarıda söz edilen diğer Dublin doğumlu yazarların 4 milyon nüfuslu küçücük bir adadan çıkıp birbirlerinden beslenerek dünya düşünsel edebiyatını bu denli etkilemiş olmasını ise geçmişteki pek çok örnekte olduğu gibi yaşanan trajik olaylara borçluyuz.


Mehmet Uhri

Not: Fotoğraflardaki heykel grubu 1845-50 yılları arasında yaşanan kıtlıkta ölenlerin anısı için Dublin’de Liffey ırmağı kenarında 1997 yılında yapılan kıtlık anıtına aittir. Bu etkileyici heykeller kıtlık nedeniyle topraklarını terk edip Dublin’e gelen ve ölenler içindir. Her heykelin altında ölen kişinin adı ve aile isimleri yazılıdır.

Korkuların Normalleşmesi

Cuma, Ekim 12th, 2012
im2
En son ne zaman bir sokak köpeği ile göz göze geldiniz? Sokak köpeklerinin insanlara nasıl ürkek, korkak ve tedirgin baktıklarının farkında mısınız? Nasıl oldu bu?
Şehirler kalabalıklaşıp apartmanlar yükseldikçe insanlar sokaklardan ve birbirinden uzaklaştı. Artan kalabalık ve karmaşa güvenlik gereksinimini arttırdı. Eskiden mahallelerinde kendini güvende hisseden insanlar apartmanlarda daire kapısının ardında bile güvenlik endişesi taşımaya başladı. Artan yabancılaşma ve yalnızlık, apartmandaki diğer insanların kendileri için güven sorunu oluşturabilecek potansiyel tehdit olabileceği algısını normalleştirdi.
Sonra sıra şehrin savunmasız canlılarına geldi. Alerji oluşturabilecek polen yapan ağaç dikimi yasaklandı, yaşayanlar ise yaşına başına bakılmadan kesildi. Ağaçlar kesilirken herkes en doğrusunun bu olduğuna inandırıldı. O ağaçlarla anısı olanlar dışında kimsenin gözü yaşarmadı. İtiraz edenler de toplumun huzurunu bozup ?güven ortamını? zedelemekle suçlandı. Marjinalleştirildi.
Ağaçların hizaya getirilip tek tipleştirilmesi, gereksiz ve sorun oluşturabileceklerin ortadan kaldırılması birilerini yüreklendirirken zihinlerdeki güvensizlik algısını azaltacağına arttırdı. Birbirini görüp tanıyıp korkuları aşmak için bir araya gelmek yerine iç içe yaşasa da görünmez duvarları sağlamlaştırmayı seçti, insanoğlu. İçine kapanma ve yalnızlaşma güvensizlik algısını beslemeyi sürdürdü. Bir şeyler daha yapılmalıydı.
Sokak hayvanlarına gözlerini diktiler. Sokak hayvanlarının şehrin sakinleri için tehdit oluşturduğuna herkesi ikna etmeyi başaramasalar da bu konuda kararlıydılar. Hayvanlar sahipli olacak, sahibi olmayan hayvanlar ise şehir dışında barınaklarda toplanacaktı. Halbuki sokak hayvanları sağlık sorunu yaşanmaması için yerel yönetimler tarafından aşılanıp kısırlaştırılıyor, kontrol altında tutuluyordu. Sokakta olmanın verdiği kirli görüntü dışında hayvanların insanları rahatsız ettiğine şahit olmuyorduk. Zihinlere yerleşmiş korku ve güvensizlik algısı onları potansiyel sorun ve kolay hedef olarak görse de birbirimizi ikna etmekte zorlandık. Kendimize bile söyleyemediklerimizi çocuklarımızı bahane ederek dile getirdik. Çocuklar korkuyor yalanına sığındık.
Çocuklarımıza korkmayı kim öğretmişti acaba?
Sokak hayvanlarının toplama kamplarına alınarak şehrin sterilize edileceğine inanmamız istendi. O hayvanların akıbetini ise merak edenimiz pek olmadı. Gözden ırak olan gönüllerden de ıraktı, ne de olsa. Önceleri ekonomik gerekçelerle toplama kamplarında toplu halde öldürüldüklerine inanmak istemedik. Gerçek ortaya çıktığında da yetkililer hiç utanmadan gözümüzün içine bakarak acı çekmediler, ?uyutuldular? şeklinde açıklama yaptılar. Uyutulmanın ölümleri meşrulaştıracağına, yumuşatacağına inanmamızı istediler. Buna tepki gösterenlere ise şaşırdılar. Onlar görevlerinin gereğini yapıyordu. Toplumun huzurunu kaçırmak isteyen birkaç kendini bilmez de ne oluyordu? Hayvanları kurtarmak için sahiplenmeye kalkanları apartmanda evcil hayvan olmaz masalı ile caydırmaya çalıştılar. Sokak hayvanlarını şehrin uzağına kırsal yerleşimlere kaçırıp kurtarmaya çalışanlara da engel oldular, yapanları teşhir edip halk düşmanı ilan etmeye çalıştılar.
Tüm bu yaşananlar tanıdık gelmiyor mu?
Zamanında ülkenin birinde kendi toplumu için tehdit unsuru olduğuna inandığı bir ırk veya dinin mensuplarına aynısı uygulanmış önce gettolara ve toplama kamplarına alınmış sonra da soykırıma uğratılmıştı. Tüm bunlar yaşanırken toplum olanları masumiyet içinde sesini çıkarmadan izlemişti.
Güvensizlik hastalığımız ve korkularımıza esir olma rahatsızlığımızdan kurtulamadığımız sürece içe kapanma, yalnızlaşma ve gerçekle ilişkisi olmayan potansiyel korkular üzerinden bu arındırma, steril etme arayışlarının devam etmesi kaçınılmaz görünüyor.
Kentsel dönüşüm adı altında şehrin mahalle kültürünü yitirmemiş görece geri kalmış yörelerinin boşaltılıp yıkılmasının altında da benzer korkular yatıyor. Sokak hayvanlarını toplayıp ortadan kaldırırken onlara sorulmadığı gibi mahalleliye sorma gereksinimi duymadan, direnip karşı çıkanları yine toplumun huzurunu bozan marjinaller olarak yaftalayanlar burada da anahtar sözcük olarak ?mutenalaştırma? sözcüğünü kullanıyor. Şehrin arındırılıp saflaştırılması için çabalayanlara haksızlık etmemek gerektiğini söyleyip gerektiğinde güç gösterisinde bulunmayı da ihmal etmiyorlar. Dahası insanların bir ara gelip tanışıp konuşabileceği, korkularının yersizliğini anlayıp huzur bulacağı şehir meydanı benzeri alanlar da trafiği rahatlatma bahanesiyle kullanıma kapatılıyor.
Ağaçları hizaya soktuk, sokak hayvanlarını ortadan kaldırıp iyice yalnızlaştık, şehrin geleneksel mahalle kültürünü barındıran muhitlerini rant uğruna ?mutenalaştırma? adı altında yok edip şehrin dışına attık. Şehir meydanlarını insanlara kapattık. Tüm bunlar kendimizi güvende ve huzurlu hissetmemizi sağladı mı?
Daha ne yapacağız? Sokakta evsiz yaşayanları da tinerci diye yaftalayıp ötekileştirdik. Onları da bir şekilde göz önünden kaldırdıktan sonra arındırma işlemini hemşerilik, ırk veya din temelli olarak sürdürmemiz gerekecek gibi görünüyor.
Kendini Türk olarak tanımlayanların güvenlik kaygılarıyla sözgelimi Kürt aileler ile bir arada oturmak istemeyeceği, ?dincileri? görmek istemeyip tehdit unsuru olarak algılayan ?laikçilerin? kendi gettolarını oluşturma çabasına yöneleceği şehir yapılanmalarına doğru mu gideceğiz? Güçlü olanın kendini güvende hissetmek uğruna ötekini ortadan kaldırmaya sesini çıkarmayacağı akıl tutulmaları içine insanoğlu daha önce de sürüklendi. Bir süreliğine gerçeği çarpıtmayı başarsalar da bu durum insanlık adına utançtan başka bir şey getirmedi.
im1
Bu süreci başlangıç aşamasında durduramaz, kendi korkularımızı ve güvensizlik algımızı gözle görünür hale getirip yüzleşmezsek çocuklarımızı da aynı utanca mahkum etmiş olacağız. Kendimizi güvende hissetmiyor, korkuyor olabiliriz. Gerçekten korkulması gerekeni görebilmek için ise ne yazık ki sokağın acımasızlığında her şeye rağmen yaşamaya çabalayan bir sokak köpeği ile göz göze gelip, onun size nasıl korkarak baktığını görmemiz yeterli. Sahi en son ne zaman bir sokak köpeği ile göz göze geldiniz?
Mehmet Uhri