Archive for the ‘Balıkçının Merası’ Category

Sesini Yükseltmeden

Çarşamba, Ekim 3rd, 2012

sy1Her türden şiddetin hayatımızın normal bir parçasına dönüştüğünün farkında mısınız? Çoğumuz, derdini anlatabilmek için bile sesini yükseltmeden konuşmanın eziklik olarak anlaşılacağı endişesini taşıyor. Şiddetin her türlüsünün normalleştiği, iletişim biçimine dönüştüğü ve dahası kanıksandığı bir dünyada yaşıyoruz. Ailecek akşam haberlerini seyredip yemek yerken şiddetin her türlüsünün yaşandığı dünyayı tepkisizce izliyor, masumane tavırla ?tüm bunlara ben ne yapabilirim ki?? diyerek başkalarını suçlamayı seçiyor veya görmezden geliyoruz. Şiddet her yere yayılıp hayatın normaline dönüşüyor.

İyi ama, ne değişti de insanlar bu hale geldi?

Öfkeli insanlar topluluğu halinde yaşıyoruz. Üstelik neye ne zaman öfkeleneceğimizin bir ölçüsü de yok. İçi boş, çoğu kez mantıklı bir karşılığı olmayan gelip geçici bir öfke bulutu altında yaşıyoruz. Çevrenize bakın yolda işte, trafikte her yerde kendi kabuğuna çekilmiş her an bir saldırı olacakmış gibi sırtını kabartmış en ufak bir iletişimi bile saldırı olarak görüp öfkelenmeye hazır ürkek, gergin insanlar görüyorsunuz.

Öfkenin şiddette dönüşmesi ise an meselesi. Doktorunu öldüren hasta yakını, öğretmenini bıçaklayan öğrenci ve daha binlerce kontrolsüz öfke kurbanı ile birlikte sanki hiçbir şey olmamış gibi yaşıyoruz. Kendi yetiştirdiği doktoru veya öğretmeni öldürebilecek kadar öfke yüklü, kendine zarar veren bir toplum için kaygılanmamız gerekmiyor mu? Spor sahalarından tribünlere yansıyan öfke, nefret ve bunun sonucu olarak olağan kabul edilen şiddetin kimi neyi ne zaman vuracağını kestirmek de mümkün değil.

Peki ama bu öfkenin kaynağı ne, nereden besleniyor?

Hatırlayın, hiçbirimiz çocukluk çağımızda öfkeli kişiler değildik. Şehirler büyüdü aileler küçüldü. Herkes çalışır herkes meşgul hale geldi. Küçülen aile ortamında çocuklara ayrılan zaman azaldıkça ilgi çekmenin yolu yaramazlık ve olumsuz davranışlar haline dönüştü. Uslu çocuk anne babasının işini gücünü engellemeyen, zamanını çalmayan çocuktu.  Anne babanın ilgisini çekebilmek için sonunda ceza alma pahasına sorun çıkarmak, haylaz ve yaramaz olmak gerekiyordu. Aile içindeki terazinin kefesi cezalandırma yönünde ağırlaştı. Beğeni, övgü ve ödüllendirme azaldı. Aile, çocuğun bu hallerine alışmaya başladıkça çocuk haylazlık ve yaramazlığın dozunu arttırmak zorunda kaldı. Kısır döngü sürüp gittikçe aile içinde öfkenin tohumları atılıyordu.

Okul yılları gelip sosyalleşme başladığında da karşısında hep kıyaslama yapılan ?ötekiler? vardı. Derslerinde başarılı olması yetmiyor, kendinden daha iyi not alan öğrenciler örnek gösterilip yeterince başarı gösteremediği işaret ediliyordu. Aile ortamından gelen yaramaz çocuk, okulda ne yaparsa yapsın kendinden daha başarılı çocukların varlığını görüp bir kez daha özgüven yitimine uğruyordu. Dahası bu özgüven eksikliği giderek kendini kuşatılmışlık ve saldırı altında hissetme sonucunu doğuruyor öfke filizleniyordu. Gençlik, ergenlik, delikanlılık diye geçiştirilmeye çalışılsa da bir türlü ergen olamama, kendi olamama ve hep başkalarının baskısı altında olma hali kişiyi savunmaya itiyor dış kabuk sertleşiyor arada öfke patlamaları yaşanmasına yol açıyordu.

Yaş ilerleyip dış dünyaya açılınca sorun daha da çetrefilleşti. Tüketim paradigması her türlü propaganda aracını kullanarak bireylere hayatlarında hep bir şeylerin eksik olduğunu, ancak dışarıdan satın alınacaklarla eksikliklerin tamamlanabileceği mesajını veriyor, ancak o eksiklikler hiç bitmiyordu. Hangi yaşta olursan ol bir türlü tamamlanmayan hep bir şeylerin eksik olduğu hissiyle tüketmek zorunda olma baskısı ekonomik olanaklarla çatışıyor hayata karşı sebepsiz öfke gün ışığına çıkıyordu.

sy2Çocukken ödüllendirilmeyip hep yaptığı yaramazlıklarla ilgi görmüş, okulda ne olduğunu kimsenin bir türlü tarif edemediği ?istenen başarı? düzeyini bir türlü yakalayamamış kişi için öfkelenmemek kolay mı? Hep ötekilerle kıyaslanıp eksiği yüzüne vurulmuş, özgüveni yitik bir halde tüketim dünyasının ortasına atılmış birinin nedensiz öfke bulutu içinde olmasından daha doğal ne olabilir? Hayatın bitmeyen gereksinimleri eksiklikleri uğruna çoğu kez gerçekten isteyip istemediğini sorgulamaksızın rastlantıların belirlediği bir çalışma hayatında para kazanmak zorunda kalan, kendi olmayı çoktan unutmuş kalınlaştırdığı kabuğu içinde korunmaya çabalayan birinin öfkeli olmaktan başka seçeneği kalıyor mu?

Özgüven eksikliği içinde hep gelecek saldırıyı bekleyen, eksiği yüzüne vurulduğunda saldırganlaşan bireylerin çoğaldığı ortamda öfke ve kaygıların şiddete dönüşmesinden daha doğal ne olabilir?

Toplumun geneline yansıyan öfke ve kaygı doğurucu bu süreçleri görmeden şiddet konusunu kategorize edip lokal uygulamalar ile çözmeye çabalamanın kalıcı olmayacağı açıkça görülüyor.

Şehirleşme ile birlikte aileler küçülüyor, bireyler daha da yalnızlaşıyor. Ödüllendirme ve olumlu davranışları öne çıkarıp örnek olmalarını sağlama süreçleri azalıyor. Özgüven sorunu yaşayan bireyler eksiklik ve başarısızlıklarının yüzlerine vurulması kaygısıyla sosyal ortamlardan uzaklaşıp internet ve medya aracılığı ile iletişim kurabilir hale geldikçe yalnızlık ve özgüven eksikliği daha da artıyor.

İçlerinde filizlenip yeşeren öfke ve kaygıların farkına varıp kontrolünü yitirmek istemeyen bireylerin birçoğu şişkin ego gösterileri ile ezikliklerini gizleme telaşına düşüyor, hangi kültürel düzeye gelirse gelsin yetersizlik duygusunu açığa çıkartan her türlü olaya öfke ve şiddetle tepki verebiliyor. Egosunu kabartıp özgüvenini olduğundan çok gösteremeyenler için ise alkol ve madde bağımlılığı dışında pek seçenek kalmıyor.

Nedensiz bir öfkenin üzerinde yükselen şiddet toplumunda yaşıyoruz. Şiddet ve onun kaynakları ile mücadele etmek istiyorsak içimizdeki öfkenin kaynağını görmeli ve bir slogan arıyorsak ?sesini yükseltmeden? diyerek işe başlamalıyız.

Mehmet Uhri

Hekimlerin Kitlesel Eylemi Başladı

Cumartesi, Şubat 25th, 2012

pasif2Sağlıkta dönüşüm programı ile şekillenen sağlığın piyasalaştırılması süreci sistemi baştan sona yeniden yapılandırırken hekimleri  de sağlık piyasasının maliyet unsurlarından birine indirgedi. Piyasa mantığı açısından bakılınca içeriği ne olursa olsun hekim emeği, bir maliyet unsurundan öte değildi. Hesaplanabilir, öngürelebilir ve kontrol altına alınabilir olmalıydı. Öyle de oldu.

Hekimler yapılanların şaşkınlığı içinde bir süre debelenip mesleğin bu şekilde ayaklar altına alınıyor olmasına karşı çıkmak için hekim örgütlerinden, hastalarından yardım bekledilerse de yılların birikimi olan olumsuz izlenimler ve diyalogsuzluk sorunun konuşulmasını, anlaşılır olmasını engelledi. Mesleki değerlerin piyasanın genel geçer değerleriyle yer değiştiriyor olmasına isyan edip sokağa dökülen vicdan sahibi hekimlerin eylemlerini de gördük. Cılız da olsa ses getiren bu eylemler toplum genelinde herhangi bir meslek örgütünün isyanı kadar bile destek ve kabul görmedi.

Bu arada neoliberal piyasa dalgası hekimleri sistemden para kazanabilmek için performans kaygısı içinde çalışıp ailesini geçindirmeye çalışan, hastasına olan sorumluluğu ondan kazanacağı performans miktarı ile sınırlı insanlar haline dönüştürmeye başladı. Hekimler çözümü zor ve riskli hastaları tedaviyle uğraşmak yerine mesailerini risksiz hastalar ile doldurur hale geldi. Bu süreç toplum gözünde hekim algısı üzerinde daha da olumsuz etki yapmaya, hekimlere yönelik şiddete dönüşmeye başladı.

İşte bu ortamda hekimlerin kitlesel eylemi başladı.

Öyle bir eylem ki ne bir lideri, ne iletişim kanalları ne de örgütü var. Ama kitlesel ve etkin bir eylem. Öyle bir iki günlük iş bırakma sokağa dökülme eylemi gibi de değil. Aylar yıllar sürecek kitlesel bir eylem başlattı, hekimler. Üstelik üzerinde düşünüp konuşup tartıştıkları, bir araya gelip irdeledikleri bir eylem de değil. Sessiz bir konsensusla piyasalaşmanın gerektirdiği koşulların açık seçik uygulanması ve bu şekilde sistemin insani öz barındırmadığının anlaşılarak doğrudan sistemin kendisinin sorgulanmasına yol açacak eyleme başladılar.

Eğitim sisteminden seçilerek gelen, en zorlu sınavları atlatarak yıllar süren tıp eğitiminin ardından mesleğe atılanlar onca emeğe ve birikime karşın mesleki geleceklerinin hemen tümüyle ellerinden alınmış olduğunu, mesleğin teknoloji uygulayıcısına hatta bir tür tezgahtarlığa dönüştüğünü, hekim emeğinin piyasa koşulları gereği ucuzlatılmak zorunda olduğunu ve bunun için gerekirse ithal hekim bile getirmekten kaçınmayan yönetim altında yaşadığını, unvan sahibi kariyerli meslektaşlarının klinik şeflerinin, tüm kariyerlerinin bir gecede sıfırlanıp çöpe atılabildiğini, kariyer yaparak meslekte yükselmenin kendini geliştirmenin bile piyasa sisteminde karşılık bulmadığını, herşeyin sisteme kazandırdığı para ile ölçüldüğünü görüyorlar. Dahası en yüksek derecedeki hekimin bile 1900 TL maaş almakta olduğunu, geri kalan tüm ödemelerin sisteme kazandırdığı para üzerinden performans adı altında ödendiğini, hastalanıp rapor aldıkları veya yıllık izin kullandıkları takdirde bu parayı alamayıp kuru maaşlarına talim etmek zorunda kalacaklarını da biliyorlar. Üstelik hizmet süresini tamamlayıp emekli olduklarında emekli maaşlarının yine o kuru maaş kadar olacağını bu nedenle ömürleri yettiğince yaş haddine kadar çalışmak zorunda bırakıldıklarının da farkındalar.

İşte tüm bu olumsuzluklar hekimlerin sessiz ve derinden hayatın tüm alanlarına yayılan kitlesel eylemi olarak yanıt buluyor. Mesleki beklentisizliklere eklenen karamsarlık, daha da kötü olacak algısı hekimleri bilerek veya bilmeyerek pasif eyleme yöneltiyor. Hekimler kendilerini geliştirmek, kariyer sahibi olmak, tedavisi zor ve risk almayı gerektiren hastalarla uğraşmak yerine kolaya kaçmaya, bir alt düzeyden yaşamaya, durumu mevcut haliyle idare edip sistemden öyle de böyle de alacağı parayı alıp kenara çekilmeye başladı.

Bilindiği gibi pek çok hastalıkta tedavi bedenin kendi onarım mekanizmaları ile gerçekleşmekte, hekimler burada yönlendirici ve yardımcı olmaktan öteye gitmemektedir. Daha az bir grup hastalıkta ise hekim becerisi ve ilgisi gerekmektedir. Sistemin maliyet unsuru olarak yeniden tanımlanan ve bir alt düzeyde yaşayarak sistemden para kazanmaktan öte beklentisi kalmayan hekimler ilk grup hastalar ile ilgilenip risksiz ve kolay çalışmayı seçmekte, çalışma zamanlarını o hastalar ile doldurmakta, zorlu ve riskli hastalar ise kendilerini tedavi edecek hekim arayışına mahkum edilmekte, çaresizlik içinde sağlık çalışanlarına şiddet bile uygulayabilmektedir.

Ancak hekimlerin kitlesel pasif eylemi bir kere başladı. Aralarında konuşup anlaşma, örgüt kurma lider belirleme gereği bile duymadılar. Bu şartlar altında yapılması gerekeni yapıp mesleklerini bir alt düzeyden kolay yoldan icra etmeyi seçtiler. Yaşadıkları umutsuzluk, karamsarlık ve düş kırıklığı mesleki ortamlarının yanı sıra tüm hayatlarında da benzer biçimde bir alt düzeyden yaşamaları şeklinde yansıdı. Mesleğini geliştirmek  kariyer edinmek için çırpınmadıkları gibi kendileri için de bir şey yapmamaya, hayattan bir adım geri durmaya, içinde yaşadıkları toplumun sorunlarına daha az ilgi duymaya başladılar.Hekimlerin kitlesel eylemi böyle başladı.

Tarihsel örneklerine baktığımızda yıllar sürecek ve herkes için yıkıcı sonuçları olacak bu pasif eylemin önünde kimsenin duramayacağını öngörebiliriz. Başta hekim örgütü olmak üzere sağlık otoriteleri, devlet yönetimi ve hatta toplum genelinde yıkıcı etkileri yıllar içinde çok daha açıkça görülecek kitlesel hekim eylemini yaşıyoruz. Lideri, örgütü, iletişim ağı olmayan bu eylem toplumun sağlığını ve tüm değerlerini kemirip yok etmeden sağlıkta piyasalaşmanın sınırlarının belirlenmesi kuralların konulup insani çerçevenin çizilmesi için herkesin şimdiden bir şeyler yapması gerekiyor. 

 

Mehmet Uhri

 

 

 

Günümüzün Gerçeküstücüleri

Cuma, Şubat 17th, 2012

kuresellesme9

Gerçek nedir? Neyi gerçek olarak kabul ederiz? Algıladıklarımızın gerçek olduğunu düşünür bunun için beş duyumuzu ve aklımızı kullanırız. Bir şeyin gerçek olabilmesi beş duyumuzdan biriyle algılanıyor olmasına bağlıdır. Halbuki algıladıklarımız ile sadece kendi gerçeğimizi tanımlarız. Kendi gerçeğimizi başkaları da aynı biçimde algılıyorsa gerçek toplumsallaşır, kabul görür, güçlenir.

Hepimiz acıkırız ve yemek yediğimizde karnımızın doyacağını biliriz. Çalışınca yorulur ve günün bir kısmı uyuyarak geçirir, dinleniriz. Bu bireysel gerçekler bütün insanlarda görüldüğü için kitlesel gerçekler olarak tartışılmadan onaylanır. Vücudun bu biyolojik gerçekleri toplum hayatı üzerinde de etkili olur. Aynı toplum içinde yaşayan insanlar düzenli yemek yeme, dinlenme ve uyuma gereksinimlerini karşılayan ortak yaşam biçiminde uzlaşır ve buna uygun yaşarlar.

Bu anlamda gerçek, elle tutulan gözle görünen ve herkesçe kabul edildiği biçimiyle bireyin ve toplumun kültürünü belirleyen öğelerdendir. Bir kere toplum hayatında yerini aldıktan sonra her seferinde sorgulanmaya gerek duyulmaksızın peşinen kabul edilen bilgi ve birikimlerdir, gerçek. Tutunma noktalarıdır, insanoğlunun.

Gerçek algısı genellikle sorunsuz çalışır. Ancak aksi örnekler de yok değildir. Algılanıp herkesçe kabul gören gerçeklerin aslında algı veya yorumlama yanılgısı olabildiğine dair pek çok örnek mevcuttur.   

Sözgelimi tarihi boyunca güneşin doğudan yükselip çevremizde tur attıktan sonra batıdan battığı, arkamızdan dolanıp tekrar doğudan yükseldiğini görmüş ve güneşin dünyanın çevresinde döndüğüne inanmıştır, insanoğlu. Kimse aksi bir durum da ileri sürmemiştir. Herkesin gördüğü ve din kitaplarına kadar giren bu gerçeğin aslında algı yanılması olduğunu vurgulayan dönemin bilim adamları katledilmiş veya tezlerini geri alarak engizisyon dehşetinden zor kurtulmuşlardır. Herkesin gördüğü gerçeğin aslında gerçek olmadığını savunmak, tutunduğu gerçeği ellerinden almak hiç kolay değildir.

Gerçek diye tanımlanan herkesçe kabul gören algıların, kavramların gerçek olmayabileceği konusu insanların gerçek üzerine düşünmesine yol açmıştır. Dahası gerçeğin kabul edilemeyecek kadar acı verici olduğu durumlarda insanoğlunun kendini savunma güdüsü devreye girerek davranışlarını etkilemiştir. Yaşananların acı verdiği dayanılmaz olduğu durumlarda insanoğlu gerçeklerden kaçarak ayakta kalmaya çabalar. Gerçeğin acı verdiği durumlar, bölgeler, coğrafyalar gerçek algısından kaçışın da yaşandığı alanlardır. Istırap verdiği zamanlarda gerçeklerden kaçma insanoğlunun savunma refleksidir. Bazıları ise gerçekle birlikte yaşamak veya bu gerçeğin altında kalıp ezilmektense üstüne çıkmayı dener. Onlar gerçeküstücülerdir.

gitarist-picassoSözgelimi, İber yarımadası gibi kültürlerin çatıştığı, her yeni kültürün kendi kültürünü kabul ettirip diğerini yok etmeye uğraştığı kuzey ve güney arasında köprü görevi gören toprakların gerçeği, tarih boyunca yaşanan acılar ile kendini gösterir. Egemen kültürün her seferinde kendi gerçeğini dayatıp diğerlerini ortadan kaldırma çabası, kanla yazılmış tarih ve bu acı gerçeklerle yüz yüze yaşıyor olma, gerçeküstücülüğün bu topraklarda filizlenmesine yol açmıştır. Rastlantı değildir, bilinen gerçeküstücülerin İspanyol kökenli olması.

Dünya edebiyatında ilk roman örnekleri yazılırken 16. yüzyılda Cervantes Don Kişot adlı dönemine göre sürrealist romanını kaleme almıştır. Romanın kahramanları Don Kişot ve uşağı Şanso Pansa?nın  ülkenin gerçeklerinden kaçan, ortaçağın şövalye gelenekleri ve bakışı ile günü yeniden yorumlamaya çalışan, pek çok aykırı durumla karşılaşan ancak yılmayan gerçeküstücüler olarak bu topraklardan çıkması rastlantı değildir. Salvador Dali gibi gerçeküstücülerin piri kabul edilen ressamın Girona yakınlarında Figueras?ta doğup bu topraklarda yaşamış olması da rastlantı değildir.

Benzer olarak kübizmin öncülerinde Pablo Picasso?da Malaga doğumlu bir İspanyoldur.  Kübizm olaylara insanlara çıplak gözle bakmaktansa kırık ayna parçalarından veya bir prizmanın ardından bakarak olduğundan çok daha farklı yeni görüntüler resmedilmesi biçiminde ortaya koyar, kendini. Temelinde ise görünen gerçekten kaçma çabası yatar.

Müzikte Manuel de Falla?nın yapıtları bilinen klasik müzik türlerinden kaçışı, dönemin müzik gerçeğinden uzaklaşma çabasını düşündürür.

Gerçeküstücülerin mimarideki örneği de İber yarımadasından çıkmıştır. Barcelona şehrine damgası vurmuş olan 19.yüzyılda yaşamış Antonio Gaudi?nin eserleri mimarinin gerçeküstücü tasarımları olarak yaşamaktadır. Mimari düşüncesini mühendislik gerçeklerine uydurmadaki kıvraklığı günümüzde bile çözülemeyen sorular bırakmıştır. Rastlantı değildir gerçeküstücülerin İber yarımadasından köken almaları.

gaudi-wallMimaride, müzikte, sanatta çıkardığı gerçeküstücüleri ile tanınan bu topraklarda hayat, sıradan insan için de farklıdır. Gerçek algısının duruma yere, zamana, egemen kültüre göre biçim değiştirmesinin günlük hayata da yansıması olmuştur, elbette.

İnsanlar, sunulan yaşam biçimlerinin de gerçek olup olmadığını sorgular hale gelmiş, günümüz tüketim kültürü doğrultusunda dayatılan Amerikan tarzı yaşam biçiminin tek gerçek olmayabileceğinden çıkışla alternatif küreselleşme hareketlerinin itici gücünü oluşturmuşlardır. Doğanın tükenmesine, kirlenmesine, küresel iklim değişikliklerine yol açan ve alternatifi yokmuş gibi sunulan Amerikan tarzı ?tüketerek yaşam? biçimine ?başka bir dünya? mümkün sloganı ile karşı çıkan, dünya sosyal forumları ile şekillenen hareket İber yarımadasının dilleri olan İspanyolca ve Portekizce konuşulan ülkelerde başlayıp dünyaya yayılmıştır. Bu durum da rastlantı değildir.

İnsanoğlunun gerçek algısının bir kez daha yanılmakta olduğunu, doğayı hammadde kaynağı, insanlığı da küresel pazar olarak gören dünya görüşünün hayat gerçeği ile bağdaşmadığını haykıranlar alternatif küreselleşmecilerdir. Kuşkusuz dayatılan yaşam gerçeğini reddeden, sorgulanması gerektiğini savunan gerçeküstücülerin günümüzdeki uzantılarıdır, onlar.

Gerçeküstücülük her insanın doğasında vardır. Çocukluğumuzda hepimiz bir masal kahramanı prens veya prenses olma hayalleri ile oyunlar oynadık. Büyüdükçe hayatın gerçekleri içimizdeki hayal kuran o çocuğu baskı altına alsa da insanlık ilerlemesini gerçeküstü alemde yaşayan insanların hayal etmelerine borçlu. Günümüzde de göz kamaştıran tüketim toplumu rüzgarına kapılmaktansa yeni bir dünya isteyebilecek kadar çılgın olabilen gerçeküstücüler üzerinden doğa ile barışma şansı aramaktadır, insanoğlu. Onları görmek, seslerini duymak zorundayız. 

Dayatılan yaşam biçimlerini reddederek doğa ile barışık yeni bir dünyanın mümkün olabileceğini haykıran içindeki o yaramaz, aykırı çocuğu yaşatan günümüzün gerçeküstücüleri sayesinde kurtulacağız belki çocuklarımıza borçlu kalmaktan. 

 

Mehmet Uhri

Güvercinlerin Tedirginliği

Çarşamba, Ocak 18th, 2012

hrant_dinkO gün güvercini vurdular. Herkesin gözü önünde öldürüp görenlere ibret olsun diye orada öylece bıraktılar. Kanadını son kez bile çırpmasına fırsat vermediler, sessiz ve ani bir ölümdü. Herkes gördü.

Katiller suçunu inkar etmedi. Hatta göğüsünü gererek poz poz fotoğraf çektirdiler ve gururla herkese gösterdiler. Uzun uzun yargılanıp ödül gibi cezalara mahkum oldular. Hesapta, suçlular cezalarını bulmuştu. Ancak yine de kimse kendini güvende hissetmiyor, bir şeylerin eksik kaldığını düşünüyordu. Öldürülen güvercin birlikte yaşadıklarına güvenmiş, tedirginlik içinde olsa da onlardan ayrılmayı düşünmemişti. Onlar yapmaz, savunmasız bir güvercine el kaldırmazlardı.

Ama yaptılar. Tedirginlik içinde yaşamaya çabalayan güvercini hiç acımadan kalleşçe öldürüp, gurur duyulası bir şey yapmış gibi ortaya döküldüler. Üstelik onlara bu yolu gösterenler koruyacaktı, korumalıydı. Öyle de oldu. Günah keçisini yaşı küçük diye ayırdılar, ağır abiyi istihbarat ile çalışan ispiyonculardan olduğu için saldılar, diğerini de dava süresinin uzunluğunu bahane edip yakında serbest bırakacaklar.

Teror örgütünü ise bulamadılar.

Aranan o devasa örgütün kendini ifşa etmesini mi bekliyorduk? Örgüt ortadaydı. Aranan örgüt yaptıkları ve yapmadıklarıyla devletin kendisiydi. Üstelik hepimiz suç ortağıydık. Onun için sustuk. Masumiyetin kendimizi aklayacağına inandık. Vicdanlar ise susmadı. Vicdanlarımız ?ama ben bir şey yapmadım, hem ben ne yapabilirim ki?? diyerek masum görünmenin aklanmak için yetmediğini, güvercin tedirginliği ile yaşayanları görüp kollamamız gerektiğini fısıldıyordu.        

Öldürdükleri yetmedi, adalet bekleyenlerin önünde bir kez daha vurdular. Örgüt bulunamadığı gibi katillere de ödül gibi cezalar verildi. Herkes gördü. Herkes bunun böyle olacağını biliyordu. Çünkü onlara herşeyden önce ceberrut bir devlet ile yaşamanın incelikleri öğretilmişti. Kendi aralarında her türlü kavgayı yapsalar bile resmi görevlilere bulaşmamayı iyi bilirlerdi. Gün gelir devlet el koyar korkusuyla olimpik ölçülerde havuz yapmama konusunda sessiz bir konsensusun yaşandığı ülkede aslında herkes güvercin tedirginliği içinde yaşamaya da alışmıştı. Şahit yazarlar diye karakollardan uzak durur, kırmızıda geçene veya yasaları çiğneyenlere hiç ses çıkarmazlardı. O iş devletin göreviydi. Devlet gerekirse bulur cezalandırır veya göz yumar affeder hatta ödüllendirirdi. Kimse karışmaz, karışamazdı devletin işine.

Meclislerinde ?egemenlik kayıtsız şartsız milletindir? yazar ama ne oraya seçilenler ne de siyaset oyununu oynayanlar bu yazının ardındaki riyakarlığın görülmesini istemezdi. Millet ise orada temsil edildiğine inansa da devletin işine karışılmayacağını iyi bilirdi. Devlet kendisi için tehdit oluşturan unsurları iyi tanır, onları en acımasızca cezalandırmaktan geri durmazdı. Herkes hizasını bilecekti. Bilmeyenler ise güvercin tedirginliğine mahkum edilecek ara sıra bir ikisi göstere göstere infaz edilip tedirginliğin azalması engellenecekti. Hizasını şaşırmayan çoğunluk ise bu yaşananları görüp haline şükredecek elindekiyle yetinecek, mutlu olacaktı. Sesini çıkarmamayı bilecekti. Devlet kutsallığına halel getirmeyecek, kendini var edenleri bile ortadan kaldırmaktan çekinmeyen korku aygıtı olarak bilinecek buna itiraz edenler ise özenle işaretlenip gereken yapılacaktı.

Öyle de oldu.

Güvercini vurdular, pek çoğumuzun içi burkuldu. Yaşananlara ve aslında herkesin benzer bir güvercin tedirginliğe mahkum olduğu devletin bireyi olmaya isyan edesimiz geldi. İsyanımızı kanatlarımıza yazdık, gökyüzüne açtık. Kardeşimize ve onunla en son vedalaştığımız yere doğru çırptık kanatlarımızı. Geliyoruz?

 

Mehmet Uhri

 

Not: Hrant Dink’in anısı içindir. 19 Ocak 2012

İnsanlığın Karanlık Çağı

Pazartesi, Ocak 16th, 2012

ikc2

İnsanlığın son birkaç yüzyılında pozitivizm üzerinde yükselen günümüz bilimleri analitik düşünce yöntemini daha çok kullanıyor. Konuyu veya sorunu anlayabilmek ve anlatmak için parçalara bölüyor, parçaları tek tek tanımlayıp bütüne ulaşmaya çalışıyor. Analitik yöntemin işlevselliği ve kolaylaştırıcılığı özellikle artan bilgi birikimini yönetmede başarılı sonuçlar veriyor. Bir konu ya da sorunu küçük parçalara ayırıp üzerinde düşünmenin, ekip çalışması ile çözmeye çalışmanın insanlığa attırdığı büyük adımların farkındayız. Teknolojide yaşanan baş döndürücü ilerlemenin ardında pozitif bilimler ile hayatımıza giren analitik düşünce yönteminin yattığını biliyoruz. Bu düşünce sisteminin neredeyse tüm sorunlarda başarılı olacağından o kadar eminiz ki; çocuklarımıza okuma yazma ile birlikte küme kavramını ve kümeler teorisini öğreterek işe başlıyoruz.

İnsanlığın bilgi birikiminin baş döndürücü hızıyla üretilen bilgiyi anlatmak ya da aktarmak için onu parçalara ayırmanın zorunlu olması, analitik yöntemi sorgulamamızı da engelliyor. Genel olarak işlevsel görünse de analitik yöntemin tüm sorunları çözmede işe yarayacağından emin miyiz? Sözgelimi bilgisayarın ne olduğunu ve nasıl çalıştığını bilgisayarın varlığından habersiz birine nasıl anlatırsınız? Analitik yönteme göre monitörü, klavyeyi, işlemciyi ve belleğin ne olduğunu ve nasıl çalıştığını anlatmaya yönelirsiniz. Bilgisayarı bir Kartezyen açılımı gibi anlatmaya çabaladığımızda ise parçaların bütünü tam olarak tanımlamaya yetmediğini görürüz.

Peki ya insan? Bu düşünce yöntemi insanı tanımlamaya yeter mi?

Parçalardan bütüne ulaşma eğilimi eğitim hayatının her aşamasında pozitif düşünce yöntemi olarak öğretiliyor. Öğretimi kolaylaştırdığı ve standardize etmeyi sağladığı için yararlı görülüyor. Küçük parçaları tanımlayıp üst üste koyarak puzzle yapar gibi bütüne ulaşmaya çabalamak giderek yaşam biçimine dönüşüyor. Çoğumuz yöntemi kendi hayatlarımızda da uyguluyor, yaşamı küçük küçük kutucuklara ayırarak anlamaya ve yönetmeye çalışıyoruz. Böylesi kolayımıza da geliyor. Toplumun geneline yansıyan bu yaşam biçimi, sosyal ilişkilere de yansıyor. Bazen tüm parçaları ayrı ayrı tanımlayıp bir araya getirdiğimizde bütüne ulaşamadığımızın farkında olsak da pozitif bilimin analitik düşünce yöntemini sorgulamaksızın uyguluyoruz.

Sözgelimi insanları bir Kartezyen açılımı gibi özgeçmişlerinde ( CV?lerinde) yazanlara bakarak anlamaya ve değerlendirmeye çabalıyor, ne kadar detaylı olsa da CV de yazılanların o kişiyi tanımlaya yetmediğinin bilinmesine karşın yönteme olan inancımızı koruyoruz. Parçaların her zaman bütünü tanımlamaya yetmediğini görmemize karşın pozitivizmin namusunu korumak uğruna bilimsel bağnazlık bile yapabiliyoruz.

İleri teknolojinin kullandığı bilgi ve birikimlerin de bir araya geldiğinde hangi bütünün parçaları olduğunu ve kimlerin elinde ne amaçlar için kullanılabileceğini görmüyor, sorgulamıyoruz. Gelişen tıp alanında insanı organ ve sistemlere göre analiz eden yaklaşım büyük kabul görse de sonuç değişmiyor. Bir organ ya da sistemi tedavi edebilseniz bile insanın kendini iyi hissetmesini sağlayamadığınız oluyor. İnsana bütün olarak yaklaşmayı ?şimdilik? terk etmemiş psikiyatri bilimi dışında diğer tüm tıp alanları insanın parçalarıyla ilgilenip bütün olarak sağlığı konusunda yorum yapmaktan özenle kaçınıyor.

Daha da kötüsü parçadan bütüne gitme eğilimi tüm yaşamımızı etkiliyor. Yaşamımızı birbirine çok fazla karışmamasına dikkat ettiğimiz küçük kutucuklara ayırıyoruz. Böylece her bir kutucuğu anlaması ve yönetmesinin kolay olduğunu düşünüyoruz.

Çoğumuzun hayatı 1- iş yaşamı 2- ev yaşamı 3- aile hayatı 4-hobileri ile ilgili alan 5- sosyal faaliyet alanı 6- Tümüyle kendi ile paylaştığı yaşam gibi pek çok küçük kutucuklara ayrılıyor. Bu kutucukların birbiriyle karışmamasına dikkat ediyoruz. Bu kutucukları alt alta topladığımızda bütün hayatımız etmediğini bile bile buna inanıyoruz. Hatta bir kısmımız kutucuklarımızın sayısını arttırarak başkalarına göre daha zengin bir yaşama ulaşacağına inanıyor. Bütün olarak hayatımıza bakmaktan ise özenle kaçınıyoruz. Yaşamı üstüne kurduğumuz o kutucukların ise kiminin küçük kiminin haddinden fazla büyük olmasını da çabucak kabullenebiliyoruz. İş yaşamında yükselmek kariyer yapmak uğruna ev ve aile yaşamından fedakârlık yapmak çoğumuza mantıklı geliyor. Kutucukların tümünün bir araya geldiğinde bile tanımlamaya yetmediği ömür için sınırlı bir alanda çok başarılı olmak mutlu ve sağlıklı olmak için yeterli olmuyor.

Günümüzde iş hayatında başarılı ancak sosyal yaşamında mutsuz ya da aile hayatında sorunlu pek çok insan görüyoruz. Hatta bu durum o kadar yaygın ki filmlere dizilere konu edilip yaşadığımız çağın normaliymiş gibi algılamamız bekleniyor.

Nasıl bir akıl tutulması içindeysek, tüm bunları görmemize karşın nedenini sorgulamaktan özenle kaçınıyoruz. Algılama ve düşünce yöntemi eksik olunca sonuç da yetersiz olmaya mahkûm oluyor. Hastalanan bedene bütün olarak yaklaşmak isteyen hekimlerin yerini organ ve sistemler üzerinde uzmanlaşmış ancak bütünden uzaklaşmış doktorların almakta olduğunu görmemize karşın susup durumu kabullenmemiz bekleniyor. Hâlbuki hayat tanımladıklarımızın yanı sıra varlığını hissettiğimiz ancak tanımlayamadığımız küçük yaşam adaları üzerinde yükseliyor.

Sonuçta, alanında iyi eğitimli ancak yaşam dengelerini kuramamış içinde yaşadığı toplumu ve sorunlarını bütün olarak kavramaktan uzak mutsuz insanlar yetiştiriyoruz. Sorunun bütünü görememekten kaynaklandığı açık biçimde ortada iken çözümü yine bireye indirgeyip onların kendilerini suçlu hissetmelerini sağlıyor, yöntemi tartışmıyoruz.

Görünen o ki; insanı ve yaşamı bütün olarak ele alan ve parçaların dengeli birlikteliği ile yücelten yeni düşünce sistematiği ve yeni bir toplum için güneşin daha çok batıp çıkması gerekecek. Gelecek kuşaklar ise sanırım; içinde yaşadığımız çağı pozitif düşünce sistematiğinin sorgulanamazlığına kapılıp akıl tutulmasına uğramış, büyük bir bilgi birikiminin üzerinde oturmasına karşın gerçek büyük sorunların görmezden gelindiği, küçük sorunları çözme kolaycılığı ile vakit yitirilen karanlık bir çağ olarak anacaklar.

Mehmet Uhri

Hipokratın Ölümü

Pazartesi, Ocak 2nd, 2012

hippocratesHipokrat?ı öldürdük. Hekimliğin idealize değerlerini simgeleyen Hipokrat?ı yavaş ve sinsice hayatımızdan uzaklaştırdık.

İlk hançeri binyıllardır sürdüğü biçimde tıp diplomalarında hocaların imza ve onayı geleneğini terk ederek sapladık. Geleneksel doktor diplomalarında yetiştiren hoca veya hocaların ?tanıklık ederim ki; ?bu şahıs? tıp mesleğini uygulamak için gereken bilgi, sorumluluk bilinci ve ahlaki olgunluğa sahiptir? yazısını hatırlayanımız bile kalmadı. Önce diplomaların sonra mesleğin içini boşalttık. Tıp fakültelerinin verdiği diplomalar bakanlık onayı olmadan geçerlik kazanmadığı gibi zorunlu hizmet bitene kadar rehin bile kalabiliyor. Uzmanlık belgelerinde ise nerede kimin yanında asistan eğitimi alındığı bile yazmıyor. Dahası o diplomalarda sadece? gerekli sınavları başarıyla geçip doktor veya uzman olmaya hak kazanmıştır? yazıyor. Bilgili ve donanımlı olmanın yanı sıra sorumluluk sahibi ve ahlaken olgun olmak diplomalardan kalkalı uzun zaman oldu.

certificate-autfdiploma


Sonrasında Hipokrat yeminin içini boşalttık. Sağlık piyasalaşıp hastaneler işletmelere dönüştürülünce mesleki önceliğini hayata ve canlılara zarar vermemek üzerine kuran, bilgi ve deneyimini ayrım gözetmeksizin hastasının sağlığı için sonuna kadar kullanacağı üzerine yemin etmiş idealist hekimlere gereksinim kalmadı. Öldürücü darbeyi işte tam burada sapladık, Hipokrat?ın bedenine. Bakmayın siz tıp fakültelerinin mezuniyet törenlerinde yemin ediliyor gibi yapılmasına. Herkes, o yemin metninde yazan idealize değerlerin çok geride kaldığının bal gibi farkında.


certificate-uzman

Gelinen noktada o Hipokrat yemini etmiş hekimler Adam Smith?in sözünü ettiği piyasanın gizli elinin gün gelip kendilerine de dokunup ihya edeceği beklentisi içindeler. Düzen insanın eninde sonunda hastalanıp sağlık işletmelerine başvurmak zorunda kalacağı ön kabulu ile çalışıyor. Bu nedenle gücü yeten herkes kazançlarının bir kısmını gelecekteki sağlık harcalamaları için prim olarak yatırıp günü geldiğinde sosyal güvence ve sağlık hizmeti alacağını düşünüyor. İlk bakışta mantıklı gibi görünse de piyasa mantığının girdiği her yerde olduğu üzere sağlık harcalamaları dev bir kara delik gibi ülkelerin tüm birikimlerini yutup elini vatandaşın cebine atmaktan çekinmiyor. Temel yanılgı ise sağlığın bedeli ödenerek dışarıdan satın alınan bir meta olduğu algısının yaygınlaşmış olmasından kaynaklanıyor.

Sağlıktaki piyasalaşmasının nasıl bir akıl tutulmasına yol açmakta olduğunu örnekle açıklayalım: Gripal enfeksiyon nedeniyle hastaneye başvuran hasta için muayene, tetkik ve reçete ile birlikte sosyal güvenlik kurumu yaklaşık 100 lira ödüyor. Aynı hastalığa tutulup hastaneye gitmeyen ilaç kullanmayıp istirahat ve geleneksel yöntemlerle hastalığı geçiren kişinin piyasa mantığına göre 100 lira alacaklı olması gerekiyor. Birinci hasta sağlık hizmetini hastaneden satın aldığını zannederken ikinci hastada beden kendi sağlığını üretiyor. İçinde bulunduğumuz sağlık piyasası ise ikinci grup hastayı görmezden gelip birincileri yüceltmek için elinden geleni yapıyor. Bunu gerçekleştirmek için işte o Hipokrat yeminini bıraktırdığı doktorları sözleşmeli olmaya zorlayıp iş güvencesiz çalıştırarak, üstelik patrona kazandırdığı para kadar kazanç tehdidi ile rehin alıyor. Mesleki bilgi, görgü ve deneyimini hastasına yönelik kullanan doktorlardan diplomalardan çıkarılan sorumluluk ve ahlaki olgunluk kısmında patrona ve işletmeye bağlılık bekleniyor. Doktorlar sağlık işletmelerine karşı sorumlu olmak ve işletmenin hedefleri ile ahlaki değerlerinin yer değiştirmesine ses çıkarmamak zorunda bırakılıyor.


Hastalara ise medya ve tüm piyasa enstrümanları kullanılarak her fırsatta doktora başvurmaları, kendi kendilerini iyileştirme ile uğraşmamaları ve bunca olanak varken daha da talepkar olmalarını hatırlatılıyor. Sağlık alanındaki bu kışkırtılmış talep hasta hekim ilişkisini hastaların gözünde tersine çeviriyor. Doktor ile hasta arasında bilgi ve donanım farklılığı eskiden hastanın kendini doktora karşı rehin alınmış gibi hissetmesine yol açıp bir ucu Stockholm sendromu olarak kabul edilebilecek doktoruna tapma diğer ucu ise rehin olmanın hıncı arasında salınan duygu durumları yaratıyordu. Günümüzde ise kışkırtılmış tüketici talebinin de etkisiyle hastalar doktorlarını kendilerine hizmet etmek zorunda olan bir tür rehine olarak görme eğilimine girebiliyor ve hatta eskinin rehine olma hıncı sağlık çalışanlarına yönelik şiddete dönüşüp yaygınlaşabiliyor. O rehin aldıklarını sandıkları yeminini rafa kaldırmış doktorlar ise kendilerini hastalarından çok ekmeklerini kazandıkları sağlık işletmesine karşı sorumlu hissediyor, üstelik bu tavrın ahlaki olup olmadığı konusunda kafa yormaktan da özenle kaçınıyorlar. Edilgen nihilist bir tavırla kendilerini meslekleri ile birlikte hiçliğe sürüklüyor, ?ama herkes böyle yapıyor, üstelik benim gücüm bunları değiştirmeye yetmez? mantığının arkasına sığınıp görünmemeye çalışıyorlar.


Sağlık gibi yaşamsal bir alanı piyasanın acımasızlığına terk edenlerin hiç olmazsa bir amacı var. Onlar kazanç elde etmek uğruna doğru bir iş yaptıklarını düşünüyorlar. Peki ya doktorlar? Onlar herkesin sağlığı ve canı uğruna rehin alındığı sorumluluktan ve ahlaki olgunluktan yoksun böyle insanlık dışı sisteme neden seslerini yeterince yükseltmiyorlar. Hipokrat ve onun temsil ettiği değerlerden vazgeçmelerinin karşılığını sağlık piyasasından nemalanarak alacaklarını mı sanıyorlar?


Hipokrat öldü. Hipokrat’ı biz hep birlikte öldürdük. İlk hançeri kimin sapladığının veya öldürücü darbenin hangimizden geldiğinin önemi kalmadı. O ise, direnen bir avuç hekim ve insanlığından taviz vermeyip mesleği bırakan, kenara çekilen onurlu gerçek hekimler sayesinde ayakta durmaya çabalasa da dönüp yüzüne bile bakmadık. Bakacak yüzümüz de yoktu zaten. Hipokrat?ı biz öldürdük.

Mehmet Uhri ( Dr.)

Kamu Hastane Birlikleri ve Sağlıkta Şirketleşme

Pazar, Aralık 18th, 2011

Kasım 2012 ile birlikte TBMM’de görüşülmeye gerek bile görülmeden çıkarılan 663 sayılı kanun hükmünde kararname ile kamuya ait tüm devlet hastaneleri başında CEO olan ticari işletmelere dönüştürüldü. Kamu hastaneleri faaliyetlerini büyüme, karlılık, verimlilik, kalite öncüllere göre belirleyen yeni yönetim anlayışına bıraktı. Ticari kaygı öncüllerle kurulmuş tüm şirketler gibi Devlet hastaneleri de duygu ve empati yoksunu, vicdan barındırmayan, rekabet ve kar hırsıyla her şeyi göze alabilecek sorumsuz şirketlere dönüşüyor. Bu dönüşümün olumsuz etkilerinden öncelikle çalışanlar etkilenmeye başladı ve tükenmişlik, umutsuzluk, bezginlik içinde kendini hayattan geriye çeken asık yüzlü hekimlere giderek daha çok rastlıyoruz. Olumsuz etkinin bir sonraki aşamada toplumu da içine alması, hastalıklarıyla boğuşup bir türlü kendini iyi hissetmeyen insanların sayısını artması olasılığı çok yüksek. Madem ki hastaneler büyük şirketlere dönüşüyor o zaman şirketlerin nasıl çalıştığına göz atıp hastane tabelası taşıyan kurumların aslında neye dönüşmüş olduğunu açıklamaya çalışalım. Önce şirketlerin çalışanlarını nasıl kategorize ettiğinden başlayalım. Sağlıkta şirketleşmenin ve bu anlayışın KHK kararnamede çalışanlara yönelik karşılıklarını gösterebilmek için büyük şirketlerin çalışma ilkelerini ve altın kurallarını belirlerken kullandıkları diyagrama göz atmak gerekiyor.

fgfBu diyagramda düşey sütun çalışanların yeteneklerini tanımlarken yatay sütun özveri ve çalışkanlığını göstermektedir. Bu diyagrama göre yeteneği ve özverisi çok olan becerikli ve çalışkanlar grubu kartallar olarak kategorize edilmekte ve bunlar genellikle büyük şirketlerin başına CEO olarak atanmaktadır. Sayıları az olmakla beraber iş bitirici özellikleri, çalışkanlıkları ve dirayetleri ile bulundukları makamı her zaman hak eden kişiler olmaktadır. Diğer bir grup olan köpekbalıkları ise kartallar kadar yetenekli olmakla beraber özveri ve çalışkanlıkları sınırlı kişilerden oluşmakta, prim veya benzeri ek desteklerle daha verimli çalışmaları sağlanan çalışanlar olarak görülmektedir. Şirket sahipleri için birinci altın kural şirketin başındaki kişinin kartal taklidi yapan bir köpek balığı olmadığından emin olunmasıdır. Bu altın kuralı uygulamak için 663 sayılı KHK kararnamede hastane birliklerinin başına getirilen CEO lar için 6 ayda bir performans denetimi konulmuş performansı yeterli bulunamayanların işine son verileceği belirtilmiştir.

Diyagramın alt yarısında ise yetenekleri sınırlı olsa da özveri ile çalışan ve en büyük çalışan kategorisini oluşturan Eşekler yer almaktadır. Öküzler ise yetenekleri kıt olduğu gibi özverili olma konusunda da isteksiz tembeller kategorisini meydana getirmektedir. Büyük şirketlerce genellikle kısa süreli işe alınıp kategorisi belirlendikten sonra derhal işine son verilen grup genellikle bu son gruptur. Bir CEO için altın kural ise eşekler ile öküzlerin bir arada çalışmalarına hiçbir zaman izin vermemek gerektiğidir. Zira öküzlerin varlığını gören eşeklerin özverili çalışmalarından vazgeçebileceğinden endişe edilmelidir. Bu altın kural için ise 663 sayılı KHK kararname ile sağlık meslekleri denetim kurumu oluşturulmuş ve bu kuruma meslekte yeterlilik denetimi yapma çalışanlara geçici ve kalıcı meslekten uzaklaştırma yetkisi tanınarak öküzlerin ayıklanması için gereken mekanizmanın oluşturulması sağlanmıştır.

Kararname ile hastane birlikleri adı altında oluşturan şirket modelinde her şirkette olduğu gibi sınırlı sayıda kartal veya köpek balığına gereksinim duyulurken çalışanların büyük kısmının eşekler kategorisinde yer alması gerekmektedir. Doktorların büyük kısmının özveri ve beceri gerektiren yetiştirilme tarzı onların eşekler kategorisine indirgenmesini zorlaştırmaktadır. Bu durumun sorun oluşturmasını engellemek için çıkarılan performansa dayalı ücretlendirme politikası ise beceri ve özverilerini daha fazla kazanmak için çabalamaya yönlendirerek doktorların farkında olmadan eşekler kategorisine girmelerini sağlamaktadır. Durumun farkına varıp itiraz edebilecek olan ve kuşkusuz kendini kartal olarak gören klinik şeflerinin doğurabileceği sorunu ortadan kaldırmak için ise 663 sayılı KHK ile klinik şeflikleri kaldırılmış onların ?eğitim sorumlusuna? indirgenerek tüm idari yetkileri alınmıştır.

Şirketleşmenin sağlıkta nasıl yıkıcı bir dönüşüme yol açmakta olduğunu görebilmek için sağlık hizmetleri ile birlikte yürütülen eğitim hizmetlerine bakmak yeterli. Asli görevi doktor yetiştirmek olan tıp fakültelerinde performansa göre ücretlendirme nedeniyle hocalar eğitimi ikinci plana itip hasta bakmaya yönelmekte, eğitim ciddi olarak aksamaktadır. Üç beş yıl içinde nitelikli yetişmiş doktor bulamamanın topluma faturasının bugünkü küçük hesapların çok daha ötesinde olacağı açıktır.

Benzer bir durum asistan eğitiminde de yaşanmaktadır. Klinik şefliklerinin ortadan kaldırılması ve yönetimin reorganizasyonunun doğurduğu şirketleşme modelinde parasal getirisi olmayan uzmanlık eğitiminin şirketin öncelikleri arasından dışlanması kaçınılmazdır. Bu konudaki direniş ve eylemlerin sonuç verebilmesi ne yazık ki sağlık şirketlerinin uzmanlık eğitimlerinden kazancı olmasına bağlıdır. Bu durum zaman içinde uzmanlık eğitimlerinin de diğer eğitimler gibi parasal karşılığı ödenerek veya harç yatırılarak gerçekleştirilen hizmete dönüşmesini kaçınılmaz kılmaktadır.

Tüm bunlardan daha vahimi ise; sağlıkta piyasalaşmanın önünü tümüyle açıp vatandaşın sağlığını piyasanın acımasız sistemsizliğine teslim eden 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname?nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmeden çıkarılmış olmasına meclis üyelerinden itiraz gelmemesi, neredeyse normal karşılanmasıdır. Milletin gerçek temsilcisi olan meclisin bu konudaki sessizliğini bir tür ikrar olarak kabul edersek şirketleşme mantığının meclise kadar ulaştığı, durumun gerçekten vahim olduğu sonucuna ulaşabiliriz.

Mehmet Uhri  (Dr.)

Şirketleşen Kişilikler

Cuma, Aralık 16th, 2011

focushabercom-1291098053-1-14101Ekolojik veriler iklim değişikliği kaynaklı felaketlerin eşiğinde olduğumuzu gösterirken BM Dünya İklim Konferansı?nın bile yeterince kitlesel ilgi uyandırmamasını, insanların güncel sorunlar karşısındaki bu tepkisizliğini nasıl açıklayabiliriz? Özellikle gençlerin konuya beklenen duyarlığı göstermemelerini yine bir avuç küresel şirketin propagandasına mı bağlayacağız? Duyarsızlık artışında o anlı şanlı şirketlere benzemeye çalışıp kişiliğini şirketleştirenlerin katkısı da olabilir mi?  

Geçmişin kitle kültürünün şekillendirdiği ortak toplumsal değerlerin ön planda tutulduğu ve günümüzde hasretle anılan dünyayı geride bırakıp bireyin talep ve beklentilerinin önem kazandığı dünyaya geçeli çok olmadı. İçinde yaşadığı toplumun değerlerini bir miktar içselleştirmiş olsa da birey olarak kendini var etme çabasında olan ve bu özellikleri nedeniyle eskinin dünyasında ?bencil? olarak yaftalanan günümüzün pragmatist ve yalnız insanlarıyla giderek daha çok karşılaşıyoruz. Yetiştikleri toplumun kültürel özelliklerinden çok, küresel ortak kültürü tanıyan bilen ve yaşayan bireylerin dünyasını ise gereksinimleri ve tüketimi kişiselleştirerek tüketimi arttırma çabasında olan büyük şirketler besliyor.

Büyüme ve gelişmenin tümüyle satış pazarlama ve tüketime endekslendiği şirketler dünyası bireylerin kişisel tüketimlerini arttırıp çeşitlendirerek pazarı büyütüp derinleştirme derdinde. Hal böyle olunca şirketlerin ürettiği markalar ve o markaların şekillendirdiği kimliklerden oluşan yeni toplum modeli ortaya çıkıyor.

Bu yeni toplum modelinde insanlık tarihinde hiç görülmemiş biçimde genç kuşaklar kendilerinden önceki kuşaklara göre bireysel özellikleri daha öne çıkmış, daha bilgili ve donanımlı olarak hayata atılıyorlar. Aile büyüklerinin çocuklarına aktarabileceği hayat öğretileri sınırlı kalıyor veya bu yenidünyanın gerçekleri ile örtüşmüyor. 

Bebeklik ve çocukluk çağlarından itibaren insanlar aile büyüklerinden önce televizyon ile aktarılan bu yenidünyayı tanıyıp görüyor, hatta örnek almaya başlıyor. Çocukların gözüyle, aile bireyleri arasında örnek alınacak birilerini bulanamadığı gibi onları çağ dışı ve ?ezik? bireyler olarak görme eğilimi artıyor. Çocuklar yakın çevredeki insanlara bakıp rol model almak yerine onlar gibi olmamanın daha doğru olduğunu düşünüyorlar. 

singer-junkthinker-bigÇocukların rol model bulmada zorlandığı böylesi dünyada eksiği kapamak yine o büyük şirketlere düşüyor. Günümüzün pragmatist bireyleri taparcasına tükettikleri görkemli şirketler ve onların markaları dururken sefil bireylerden mi rol model seçeceklerdi? 

Kişiliklerin gelişip olgunlaştığı yaşlarda tüketimin ve marka kültürünün baskısıyla toplumsallaşamadan bireyselleşen o yalnız ve pragmatist bireyler için anlı şanlı büyük şirketler rol model haline geliyor. Aklı ermeye başladığı andan itibaren anne babasından yakın çevresinden hatta devlet büyüklerinden bile güçlü şirket kurum ve markaların varlığını gören bireylerin kişiliklerini de şirketleştirme eğilimine girdiğini giderek daha çok görüyoruz. Kullandığı markalar ile kendini tanımlayan, bireysel özellikleri baskın, yakın çevresiyle iletişimde zorlanan ancak sosyal medyada kendini yaşatabilen şirketleşmiş kişiliklerden yakınan anne babaların feryatları da tüketimin uğultusunda pek işitilmiyor.  

Diyeceksiniz ki bunun ne zararı var?

Kariyer planlaması adı altında kişilerin kendilerini bir şirket gibi yapılandırmaya kısa orta ve uzun vadeli hedefler belirleyip gerçekleştirmek için çabalamasını anlayabiliriz. Ancak kişiliğin şirkete dönüşmesinin barındırdığı anti sosyal özelliklerin de farkında olmalıyız. Bildiğiniz gibi şirketler verimlilik, kalite, kar hedefleri doğrultusunda faaliyet gösterir. Bu amaç doğrultusunda şirketler duygusal davranmaktan özellikle kaçınırlar, empati yoksunudurlar. Amaçları doğrultusunda çevreye, doğaya, insanlığa zarar vermekten çekinmez ve bundan rahatsızlık da duymazlar. Dahası şirketlerin rekabetçi yapıları onları uyumsuz hatta saldırgan bile yapabilir.

Kendi kişiliğini örnek aldığı o büyük şirketler gibi geliştirip yeniden üretme çabasındakilerin şirketlerin bu özelliklerine öykünmesi de kaçınılmazdır. O bireyler ki; kendi kişisel kariyer ve beklentileri için empati yoksunu ve duygusuzca davranabilir, kendilerini ilgilendirmeyen konularda sosyal sorumluluk duymayabilirler. Amaçları için başkalarına zarar vermekten çekinmeyip bu doğrultuda sorumsuzca hareket edebilir, örnek aldıkları rekabetçi yapıları yüzünden içinde yaşadıkları toplum ile uyumsuzluk yaşabilir ve tüm bunların sorumlusu olarak kendinden başka herkesi her şeyi sorumlu tutacak kadar idrak yoksunu olabilirler.

Günümüzde şirketler ile rekabet edecek insancıl özellikleri baskın rol model üretemeyen, üretilen rol modellerin de sorumsuz, duygusuz, empati ve idrak yoksunu şirketleşmiş kişiliklerden oluştuğu dünyaya doğru yol alıyoruz. Çocuklarımız, kimliklerine ekledikleri markaları, büyük şirketleri ve şirketleşmiş kişiliklere sahip bireyleri örnek alıyor, onlar gibi olmaları gerektiğini düşünüyor.

Küresel iklim değişikliği başta olmak üzere gelecek kuşakların haklarının bir avuç büyük şirketin kar hırsı doğrultusunda heba ediliyor olmasına yönelik eylemlerin istenen kitleselliğe ulaşamamasında ne yazık ki kişilikleri şirketleşmiş kariyer düşkünü, empati yoksunu bu yeni bireylerin payı olduğunu da görmek zorundayız.

 

Mehmet Uhri

Gelecekten Mektup

Pazartesi, Kasım 28th, 2011

gm2


Bu mektubu imece usulü çalıştırdığımız hastane odasında kaleme alıyorum.


Sağlıkta reform adı altında piyasalaşmanın önünün açıldığı, sağlığın ticarileştirildiği günlerde insanlara gelecekten böyle bir mektup ulaştırabilmiş olsaydık görüş farklılıklarından kaynaklanan kafa karışıklığının kenara bırakılıp yaşananların önü elbirliği ile alınırdı diye düşünüyorum.


Yaşananlara inanmakta başlangıçta herkes zorlanmıştı.

Yılların devlet hastanesi bir sabah bağlı olduğu hastane birliğinin ekonomik istikrar önlemleri uyarınca kapatılmış, personelin sözleşmesi ise iptal edilmişti. Hastalar ve doktorlar o sabah hastanelerine girememiş hastane bahçe ve çevresinde dolaşıp durmuştu.


Küresel ekonomik krizin olumsuz etkisi kapanan işletmeler, küçülen ekonomi, işsizlik ve geleceğe dönük kaygılar olarak toplumu sarmış, bu durumdan sağlık işletmeleri de nasibini almıştı. Kapatılan devlet hastanesinin yakın çevrede alternatifin olmaması kaygıları arttırmış kapanmış olmasına karşın hastalar hastane bahçesinden çıkmamakta direnmişti. Küçülmekte olan sağlık piyasasında iş bulmanın zor olduğunu gören doktorların hastane bahçesinde yıllardır aşina oldukları hastaların sağlık sorunlarına cevap vermeye başlamasıyla işin rengi değişti.


Sağlığın kamusal hizmet olmaktan çıkarılıp piyasaya terk edilmesi ile başlayan süreç devlet hastanelerinin kamu hastane birlikleri şeklinde ticari işletmelere dönüşümünü ve yine birlikler halinde uluslararası sermayeye satılmasını amaçlıyordu. Vatandaşın sağlığı kar hırsıyla rekabet eden piyasaya terk edilecek, satılan hastane birliklerinden gelen dış kaynak ile ülke borçlarının döndürülmesi sağlanacaktı. Artan sağlık giderlerini karşılayamayan sosyal güvenlik sistemi vatandaşın cebinden çıkacak parayı arttırmanın yollarını aramaya başlayana kadar doktorlar ve diğer sağlık çalışanları dışında herkes gelişmelerden memnundu.

Ancak sağlık çalışanlarının üretimden gelen güçlerini de kullanarak farklı biçimlerde ortaya koyduğu yıllara yayılan kararlı direnişi yatırım planlayan sermayeyi ürkütmüş beklenen dış kaynaktan umut kesilince hastane birlikleri yerli sermayeye devredilmeye çalışılmıştı. Bu durum iç borç sorununu bir ölçüde giderse de ülkenin dış açığı için beklenen kaynak girişinin gerçekleşmemesi krizin ülke genelinde daha da ağır hissedilmesine neden olmuştu.


Bu şartlar altında hastane birliği küçülmeye gidip hastaneyi tasfiye ederek binasını kiralama kararı almıştı.

Eskinin devlet hastanesinin ellerinden gitmekte olduğunu gören hasta ve yakınları cihaz ve ekipmanların taşınacağı o hafta sonu binayı işgal ettiler. İşgale doktorlar da katıldı. Binanın kamu malı olduğu ve kamuya danışılmadan yapılan uygulamaların geçersiz olduğu vurgulanarak binadan çıkmamakta direnildi. Kolluk güçlerinin müdahalesi de yetersiz kalınca taşınma işlemi ertelenip derinişin kırılması beklendi.

Direnişin haber olması ile önce yakın ilçelerden sonra ülkenin çeşitli bölgelerinden destek mesajları ve başta tıbbi malzeme olmak üzere yardım yağmaya başladı. Bakanlık yetkilileri bölgeye seyyar hastane hizmeti sunan araçlar göndererek geçici çözüm üretmeye çalışsa da vatandaş neyi kaybedecek olduğunun farkındaydı.

Direniş ve işgalin zaman içinde gevşemesini bekleyenler doktorların yol göstermesi ve vatandaş desteği ile hastanenin tekrar çalışır hale getirildiğini gördüler. Direnişin kitlesel katılım ile gerçekleştiğini gören belediye hastanenin kendi gözetiminde hizmet veren sağlık kuruluşu olduğunu ilan edip kesilmiş olan elektrik, su ve doğalgazın verilmesini sağladı.

Sözleşmesi sona eren hastane çalışanlarının çoğu haberi alınca görevlerinin başına döndü.


zarfsz1Göz doktoru ve göğüs hastalıkları uzmanı bulamamanın sıkıntısını yaşarken hastaneye yıllarca hizmet edip yaş haddi ile emekli edilen emektar meslektaşlarımızın ”Sizlerle gurur duyuyoruz, izin verin, yer açın çorbada bizim de tuzumuz olsun” diyerek karşılık beklemeden aramıza katılmaları moralleri arttırdı. Birkaç ay içinde hastane çalışmaya başlamış sosyal güvenlik sistemine bağlı olmasa da vatandaş desteği ile mütevazı şartlarda kendini döndürür hale gelmişti. Üstelik yeni yapılanmanın lideri veya yöneticisi de yoktu. Kararlar ortak alınıyor, uzlaşılamayan durumlarda küçük komiteler ile çözüm aranıyordu. Hastalardan ve hayırsever vatandaşlardan gelen destekler hastanenin işletme giderleri için kullanılıyor, bilanço şeffaf biçimde her ay sonu ilan edilerek hastanenin gelir gider durumundan herkes haberdar ediliyordu.


Başlangıçta hastanenin bu şekilde işletilmesinin çok sürmeyeceğini düşünen bakanlık yetkilileri 6 ay gibi kısa sürede işlerin yoluna girip hastanenin yeni cihaz yatırımları yapmaya başladığını görünce duruma müdahale etmeye çalıştı. Ruhsatı olmadığı gerekçesi ile hastaneyi mühürlemeye kalkıştı ancak bahçe kapısından bile girmeyi başaramadı.

Bakanlık yetkililerine “Buradasize ihtiyacımız yok, bizleri temsil etmiyorsunuz, bu kurum sizde kayıtlı olan hastanelerden bağımsız olarak hizmet veriyor ve sosyal güvenlik siteminden geri ödeme almadan vatandaş desteği ile ayakta duruyor” denilerek karşı çıkıldı.


Güç kullanılmaya çalışıldığında kolluk kuvvetleri karşılarında hastaları, yakınlarını ve yerel basını buldu. Kalabalığı dağıtmak için kullanılan biber gazından hastaların olumsuz etkilenmesinin ülke genelinde doğurduğu infial geri çekilmelerine neden oldu.

Bu kez hastanenin mülkü satışa çıkarılarak direnişin sonlanmasına çalışıldı ancak satışın iptali için açılan kamu davaları alıcıları korkuttu ve satış gerçekleşmedi.


Vatandaş ve sağlık çalışanlarının ortak amaçta bir araya gelip destek verdiği imece usulü çalışan hastanemiz ülke genelinde ilgi gördü ve benzer durumdaki faaliyete kapatılmış hastaneler için model olmaya başladı. Sivil toplum örgütlerinin desteği hastanenin kurumsal düzeyde muhataplar bulmasını kolaylaştırdı.


Kamusal hizmet üretmekten kaçındığı için bakanlığın halk gözünde küçülmesi ve itibar yitirmesi hükümetin geleceği için de sorun olmaya başlayınca verilmekte olan sağlık hizmetinin kamusal hizmet olduğunu hatırlayıp bu türden kapatılma noktasına gelen hastanelerin çalıştırılması için devletin önlemler alması gündeme geldi.

Çalışanların devlet memuru olarak işe alınması ile başlansa da hastanenin yönetim modeli için yapılan atamalar kabul edilmedi. Hastane, vatandaş ve sağlık çalışanlarının eşit olarak temsil edildiği kurul tarafından yönetilmeye devam ediyor.


Başlangıçta hatalar yapsak ve deneme yanılma yoluyla yönümüzü bulsak da karşılıklı güvene dayalı sağlıklı işleyen bir hastane modeline ulaşmış olmamızı bir hasta yakının sözleriyle açıklayabilirim.


O hasta yakını “Doktorlar sağlığın su gibi hava gibi insan hakkı olduğunu, piyasalaştırılamayacağını, parası olmayanların mağdur edileceğini ve her piyasa gibi iflas edebileceğini haykırıp sağlığın kamu hizmeti olarak kalması için iş bırakma ve benzeri eylemler yaparken gelecekte hastalar ile yüz yüze kalacağını, o gün geldiğinde onlarla el ele çözüm üretmek zorunda olduğunu bilerek vicdanlarıyla hareket ettiler. O günlerde eylemlerinizi anlamamış hatta kızmış bile olabiliriz ama bugün yüz yüze konuşabiliyorsak bunu eylemlerinizde hastalarınıza zarar vermemeyi ön koşul olarak kabul etmenize borçluyuz” diyerek açıklamıştı.

Bu gün geri dönüp baktığımda tüm bunların hiç yaşanmamış olmasını, sağlığın endüstrileştirilmesi ve tümüyle piyasanın insafına bırakılmasının doğuracağı risklerin önceden görülmüş olmasını isterdim.


Bu mektubu umutların tümüyle yitirildiği anlarda bile ortak akıl ile çözüm üretilebileceğinin kanıtı olan hastanemizde kaleme alıyorum.

Umarım elinize ulaşır ve sağlığın piyasalaşmasının önlenemez olduğunu düşünen umutsuzlar için yol gösterici olur.


Dr. Mehmet Uhri

Markalaşan Kimlikler

Pazartesi, Kasım 21st, 2011

Kendimizi fark etmemizi sağlayan ben kavramı, çocukluğumuzda edindiğimiz ilk kimliktir. Sosyalleşme, “ötekilerin” farkına varılması ile başlar. Ben, annem ve ötekiler diye başlayan algılama süreci ilk halkasını ailede tamamlar. “Ben” kimliği üzerine edinilen ikinci kimlik “ailem” kimliğidir. Bu süreç, yaş iler birlikte benim ailem, benim sülalem, benim aşiretim biçiminde halkalar halinde büyür. Yanı sıra okul arkadaşları ve diğer sosyal ortamlar belirir.

Sosyalleşme “ötekinin” varlığı ile başlar, dedik. “Öteki” merak uyandırdığı gibi taşıdığı belirsizlik nedeniyle kaygıya da yol açar. Ötekinin gizemini gidermenin yolu ise tanımaktan geçer. Nasıl biridir, hangi ailedendir, kimlerdendir, nerelidir sorularına yanıt ararız. Ötekinin gizemi çözüldüğü ölçüde sosyal çevre genişler. Genişleyen sosyal çevre ile aile, sülale, aşiret, millet biçiminde genişleyen üst kimlikler ediniriz. Ulusal kimlik ise, doğuştan edinilen kimliklerden değildir, diğer üst kimlikler gibi sırası gelince ortaya çıkar.

18.yüzyıl sonunda başlayan milliyetçilik rüzgarları etnik kimliği popüler kılmış ve milli devletlerin tohumlarını atmıştır. 20. Yüzyılın başında Anadolu’da biraz feodal biraz ümmet toplumundan yeni devlet kurmanın yolu milli devlet, milli birlik ve milli piyasa olarak belirlenmiştir. Ancak Anadolu bir köprüdür ve ırklar mozaiğidir. Bu nedenle doğal ırk temeline dayanan milliyetçilik yerine idealist milliyetçilik ile toplumu bir araya getirilmeye çalışılmıştır.

Bu topraklar üzerinde kendini Türk olarak hisseden herkesi kucaklayan milliyetçiliğin etnik kökenden çok idealist özellik taşımasının üst kimlik olarak kabulünü kolaylaştıracağı umulmuştur. Dünyada deterministik milliyetçilik rüzgarlarının estiği 20. yüzyılda Anadolu idealize edilmiş milliyetçiliği yaşamıştır.

markalardl021. yüzyıl ile birlikte kapitalizmin küreselleşme rüzgarları ve dünyayı tek pazar haline getirme çabası milliyetçilik duvarına çarpmıştır. Küresel piyasa, küresel birlik ve küresel devlet yönünde ilerleyen ticari kapitalizmin öncelikli hedefi ulusalcılık olmuştur. Küreselleşme, milli pazarları küresel pazarlara dönüştürürken milliyetçiliğin tanımını da değiştirmiştir. İdealist milliyetçilik ile deterministik milliyetçilik arasındaki denge determinizm lehine bozulmuş, insanlar ırksal geçmişlerini analiz ederek etnik kimliklerini bulma çabasına itilmiştir. Milliyetçiliği insan özünden bağımsız, tesadüfi bir alt kimlik olarak görme eğilimi toplumun geneline yayılmış, ulusal kimlik markalaşmıştır.

Anadolu’da ise ulusalcılığın markalaşmasını sağlayacak deterministik açılımın olmaması etnik kimliğin markalaşmasına engel olmuştur.  Bu topraklarda yaşayanların çoğu atalarının ırksal kimliğini belgeleyememekte hatta bilmemektedir. Küresel kapitalizmin dayatması ile idealist milliyetçilik zayıflamış yerine yeni kimlik konulamaması milliyetçiliğin içinin boşalmasına, sahipsiz kalmasına yol açmıştır. İnsanlar biraz ümmetçilik biraz da hemşehrilik, aşiret ya da aile kimliği biçiminde alt kimliklere sığınmıştır. Aile kayırmacılığı toplum geneline yayılmış dini organizasyonlar güçlenmiştir.

İş burada kalsa iyi…

Küresel kapitalizm, etnik milliyetçiliği küresel marka milliyetçiliğine dönüştüren yeni üst kimlikler ile yayılıyor dünyaya. Aynı markayı tüketen insanların ülkelerinden bağımsız olarak kendilerini yeni bir ulus gibi hissetmeleri bekleniyor ve destekleniyor. Ulusal kimliğinin ne olduğunu bile sorgulamadan tükettiği kola, giydiği bluejean veya spor ayakkabı markasına göre üst kimlik oluşturmaya çalışan insanları boşuna mı giderek daha çok görüyoruz?

cilalaÜstelik bu yeni kimliğin özü, sadece tüketim kültürünü barındırıp diğer kültürleri dışladığı için alt kimlik de gerektirmiyor. Küresel kapitalizm doğrudan bireyi, hatta çocukları hedef alıyor;  aile, sülale, aşiret gibi üst kimliklerin oluşmasına bile fırsat vermeden pazara aktör olarak sunuyor. Aynı pazarı paylaşan ancak sosyal kimlikleri gelişmemiş bireylerin sayısı giderek artıyor.  Sosyal yanı zayıf, yalnız bireyleri daha çok görüyoruz.

Yeni küresel milliyetçilik, tüketim kültürü ve markalar üzerinde şekilleniyor. Üzerindeki marka ile özdeşleşen, diğer markayı düşman belleyen yeni uluslar doğuyor. Öyle bir ulus ki, toprak, vatan, ülke, sınır vs. gözetmeksizin asosyal tüketim kimliği ile ürüyor. Sayıları giderek artan o insanlar, içinde bulundukları toplum ile empati kurma gereksinimi de duymuyorlar. Toplumun sorunlarına duyarsız, çözüm üretmekten kaçınan, pasif ve biraz da cool özelikleri ile dikkat çekiyorlar. Yaşam dengelerini sadece küresel pazara ait olabilme üzerine kurup tüketememe ile yaşayamamanın aynı şey olduğuna, hatta dünyanın dev bir mağaza olduğuna inanıyorlar.

Hal böyleyken; ne yazık ki, kimliklerin markalaşarak içinin boşaltıldığı, birbirine bulandığı, deterministik açılımının olmadığı bir dünyada  ”ulusal kimlik, üst ve alt kimlik” üzerinden gündem oluşturuyor,  siyaset yapıyoruz.

Yeni nesillerin tüketim paradigmasının esiri olarak marka milliyetçiliği ile üst kimlik arayışına çözüm üretmekte olduğu, milliyetçi hamasi nutukların ise o nesiller için havada kaldığı günümüzde siyasetin tabana yayılmak için markalaşmaya teslim olacağını, siyasi kimliklerin de markalaşma yoluna girerek bu yeni seçmen kitlesine ulaşmayı deneyeceğini öngörebiliriz. Yakın bir gelecekte markalaşmış siyasetçilerin siyasi söylemlerden daha fazla öne çıkacağı içi boş yeni siyaset yapılanmalarının kabul görmesi bizleri şaşırtmamalı.

Mehmet Uhri

Nisan 2004