Archive for the ‘Balıkçının Merası’ Category

Yaşadığımızı Sandığımız

Pazartesi, Ekim 26th, 2015

20150820_110707

Farkında mısınız? Gözümüzün gördüğüne, kulağımızın işittiğinden veya diğer duyularımızdan çok daha fazla değer veriyoruz. Diğer duyularımız yanılsa bile herkesin gördüğünün gerçekliğine o kadar güveniyoruz ki görselliğin giderek gerçeklik algısı ile örtüşmesine ve gözümüzün zihnimizi yönetip yönlendirmesine razı oluyoruz. Öyle ki; ?görmedin mi?? sorusu, ?duymadın mı?? sorusuna göre çok daha fazla tedirginlik yaratabiliyor. Duymamış olmayı önemli bir kusur veya eksiklik olarak görmesek de görmemiş olmayı hatta herkesin gördüğünü gözden kaçırmış olmayı çoğumuz önemli bir kusur olarak görüyor tedirginliğini hissediyoruz.

Görme ve işitme duyuları diğer duyular gibi beden üzerinden zihnin dünyaya açılan pencereleri ise birinin diğerlerine göre üstün olması ve neredeyse görsel algının zihnimizi yönetiyor duruma gelmesinin sorun oluşturmadığından nasıl bu kadar emin olabiliyoruz? Sözün uçuculuğunu, kulağımızın yeterli gelmeyebileceğini kolayca kabullenirken gözümüz de bize oyun ediyor olamaz mı?

Özellikle medyanın etkisi ile görsel algının ve izlemenin diğer duyuların önüne geçtiği ve neredeyse tek yönlü algıyla gittiğimiz bu yolun, doğruluğundan hiç kuşkumuz yok mu? Gördüklerimizin dışında gözden kaçan, algılanmayan veya kendi sansürümüze takılan bir şeyler olamaz mı?

Bilirsiniz günlük yaşamda algılarımız, duyularımız hep açıktır. Zihin düzeyine gelmese de beyin hep bir şeyleri algılar ve kaydetmeden siler. Bulunduğunuz odanın sıcaklığı, odada çalışan klimanın sesi, uzaktan gelen konuşmalar ve benzeri pek çok değişken, beden tarafından algılanır ve önem arz etmiyorsa zihni meşgul etmemek için sansür edilir. Söz gelimi bardağınızdaki çayı yudumlar, lezzetini hissedip görüntüsüne bakarken çevrede yaşananlar zihin tarafından büyük oranda sansüre uğrar. Benzer pek çok durumda zihin görsel algı için de sansür uygular. Görsel algıya ve görünenin gerçekliğine olan inancımız o kadar güçlüdür ki zihnin diğer duyularda olduğu gibi bazı görseller konusunda da sansür uygulayıp bir şeyleri gizliyor olabileceğini pek sorgulamayız. Gerçekten de gözümüze çok güvenir, söylenenlere kulak kabartmak yerine gördüklerimize itibar eder, gerçekliğini pek tartışmayız. Çoğunlukla da bu algı doğru gibi görünür. Ancak gözümüz de kulağımız veya diğer duygular gibi kendince gereksiz bulduğu olay, durum veya nesnelere kendini kapatıp farkında olmadan sansür uygulamayı sürdürür. Trafikte araç kullanırken gözümüz yola odaklanır ve diğer kişi, olay veya nesnelere bakıyor olsak bile sansür nedeniyle görsel hafızada yer tutmaz. Yol kenarındaki arkadaşınız size o kadar el ettiği halde geçip gittiğinizden, görmediğinizden yakınır. Kendinizi mahcup ve biraz da eksik hissedersiniz. Gün içinde zihin gerekli görüp öne çıkardıklarına kulak kabartmamızı sağladığı gibi görsel algıda da ciddi bir sansür uygular.

Nasıl mı?

Ardı ardına ağlaşan, dövünen insanların izlendiği savaş haberleri terör görüntüleri gözümüze sokulurken algılarımız da giderek küntleşir. Benzer görseller ilk başta yaptığı duygusal etkiyi daha az yapar hale gelir. Elimden bir şey gelmiyor, içim kaldırmıyor, izleyemiyorum gibi ifadelerle gözümüzü kapatır veya sanki içinde yaşadığımız ülkenin çok uzağında başka bir gezegende yaşanan olaylarmış gibi izler, öylece bakarız. İkinci dünya savaşında toplama kampına gönderilen insanlarla yüklü trenlere nereye gidildiğini bildiği halde kayıtsızca bakan insanları hatırlatırcasına görsel bir duyarsızlık yaşanır. Zihnimizin gözümüze görünenlere sansür uyguladığı açık seçik ortadayken görsel algıya daha öznel ve öncelikli değer biçmeyi ısrarla sürdürürüz. Müzeye gidip görkemli savaş sahneleri içeren resimlere hayranlıkla bakabilir, medyadaki dehşetli savaş görüntülerinden etkilenmemeyi de bu sansür sayesinde hasarsız atlatabiliriz.

20150820_111937

Dahası da var;

İçinde yaşadığımız çağda görmek, görünmek, görünür olmak egomuzu fazlasıyla okşarken sıra bir şeylere karşı çıkıp sesimizi yükseltmeye geldiğinde nedense boynumuzu kolay büküyoruz. Onca isyan edilesi olay göz önünde yaşanırken kendimizi sadece ?seyirci? veya en fazla ?kurban? yerine koymak daha kolayımıza geliyor. Sesimizi yükselttiğimizde başımıza bir şeyler gelebileceğinden endişe ediyor, neredeyse pornografik gerçeklikteki dehşet görüntülerine itiraz edecek kadar bile sesimizi çıkarmıyoruz.

Kısacası, aklın gözü yönetmesi yerine gözün aklı yönettiği bir çağa ilerliyoruz.

Yaşananlar, gerçekler ne olursa olsun sadece algılanması istenenlerin seçilip gözün görmesi ve beyne dikte etmek üzere aracı olduğundan söz ediyoruz. Görünen gerçeğin ardında başka bir şeyler olabileceği kuşkusu bile tehlikeli bir düşünce olarak kabul görüyor, gözlerimizi kapadığımızda nasıl bir dünya hayal edelim sorusunun yanıtları bile çoktan seçmeli halde hazır bekletiliyor.

Dahası görselliğin, görünür olmanın varoluş düşüncesine hemen tümüyle egemen olduğu ve herkesin birbirinin hayatlarını görebildiği ?selfie? çağında yaşadığımız hayatın başkalarının hayatları ile bu kadar benzeşiyor olmasını da yadırgamıyor, olağan karşılıyoruz. Kısacık ömre koca bir hayat sığdırdığımıza inanmayıp, yaşadığımız hayatı sorgulamaya başladığımızda ise huzursuz oluyor ve çevremizdekileri de bu düşünceler yüzünden huzursuz edebiliyoruz.

Görselliğin algı ve zihin üzerinde egemen olduğu zamanlarda her şeye rağmen bir ses, müzik, koku veya tat aklımızı çelip geçmiş yaşanmışlıklar üzerinden hayatımıza kısa süreli bile olsa öznellik, tekillik ve gerçeklik katabiliyor. Böylesi anlarda kısa süreliğine bile olsa kendimiz olup görsel gerçek dünyaya döndüğümüzde yaptığımız kaçamak yüzünden suçluluk bile duyabiliyoruz. Görsel dünyanın gerçekliğini o kadar sorgulamadan içselleştiriyor ve gözümüz zihnimizi o denli kontrol altında tutuyor ki, görünenin ardındaki kendimizle yüzleşmek sıkıntılı bile olabiliyor. Belki de ?Felekten bir gece çalmak? deyimiyle gerçek olduğundan emin olduğumuz tüm algı ve zamanların ötesinde farklı bir zaman dilimini işaret ediyor ve kısa süreli de olsa kendi gerçekliğimizle yüzleştiğimiz o anları unutmuyoruz. Söz olup kulağımıza konan, bir şekilde iz bırakan küçük olay veya yaşanmışlıkların değerinin farkında olsak da çoğunluğun hükmüne uyup hayatın görülen ve görülmeyenlerden ibaret olduğunu kabullenip susuyoruz.

Gerçekte ise; gözümüzün aklımıza oyun etmesine ses çıkarmamış oluyoruz.

Rüyalarımızı anlatırken duyduğumuz tedirginliği sosyal medyada hayatımızın özel anlarını paylaşırken görünür olmanın cazibesine sığınıp neredeyse hiç hissetmiyoruz. Sosyal medya paylaşımlarının birbirine benzerlik göstermesine de ses etmiyor altına yazılan yorum ve beğenilerin sayısı ile avunuyoruz. Görselliğin, görünür olmanın egomuzu tatmin edip kendimizi ?var? hissetmek için yeterli olduğu sanısıyla sosyal medyayı giderek daha fazla kullanıyor ancak görüntülerin ardındaki duygu durumlarımız hakkında yorumda bulunmaktan özenle kaçınıyoruz.

Bir şeylerin yanlış olduğunu, görselliğin tüm hayatımızı etkileyip ruhumuzu cendereye almakta olduğunu dile getirenlere de ?aykırı? damgası vurmayı, onlardan uzak durmayı seçiyoruz. Görselliğin albenili dünyasına zihnimizi emanet edip düşünmeden, sorgulamadan ve hepsinden önemlisi bazı şeyleri hiç görmeden dünyadan bihaber garip canlılara dönüşüyoruz. İçimizdeki insanın dış dünyaya yakınlaşıp onun bir parçası olduğunu algılamak yerine hapsolduğu beden içinde görsel küçük bir pencereden görebildiği kadarıyla yetinmesini bekleyenlere itiraz etmeye de hiç niyetimiz yok.

20150820_101718

Tüm bunların farkına varıp zihnini gözün egemenliğinden kurtarmaya çabalayanların sesinin çıkmaması ve sinik kalmaları için ise yine görsel yanı ağır basan korku ve kaygılar kullanılıyor. Öyle bir cendere ki o küçücük pencereden bile bakmaya cesaret edemeyip bedenin içinde büzülmüş ezik ve kaygılı ruh halleriyle giderek daha çok karşılaşıyoruz. Herkesin, her şeyin, tüm hayatların görsellik silsilesi ile ortaya saçıldığı bir dünyada yalnızlığı, ezikliği ve anlamlandırmakta zorluk çektiğimiz eziyeti paylaşıyor depresyon niye artıyor diye birbirimize sorup duruyoruz. Böyle zamanlarda zihin bir şeyler yapmaya çalışsa, rüyalarda konuşup derdini anlatmaya çabalasa da cendereden kurtulmanın hiç kolay olmadığını söyleyebiliriz.

Tüm bunlar yaşanırken ve ?Görmedin mi?? sorusu ?yaşamadın mı? Sorusundan çok daha fazla tedirginlik uyandırmaya devam ederken çoğumuz izleyici olmanın güvenli konforu ile korkularımızdan uzak durmayı yeterli buluyoruz. Hayatlarımızı ona buna övünerek gösterilen fotoğraf albümüne, bir tür vitrine çevirip görünmesini istediğimiz kadarıyla yaşadığımızı kabulleniyor, görülmeyenler veya zihnimizce sansür edilenlerin kafamızı karıştırmasına izin vermiyoruz. Hayat ırmağına hiçbir katkı sunmadan birbirine benzeyen sabun köpüğü gibi hayatları yaşamın doğal akışı olarak kabulleniyoruz.

Gözümüzün önünde ölümler gerçekleştiğinde veya kendi ölümümüzü düşünmek zorunda kaldığımızda ise hayata olan katkımızın ne denli sınırlı olduğu, yaşadığımızı sandığımız hayatın yaşanılan içinde ne kadar az yer kapladığı ile yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Bu endişeyi hissettiğimiz anlarda bile gözün zihnimizi etkileyip unutturmasına fazlasıyla hazır halde kandırılmayı bekliyoruz.

Sonuçta bir “göz aydını” haberi olarak geldiğimiz ve yaşadığımızı sandığımız hayattan geriye ?Bilmem kim ölmüş duydun mu?? diye bir söz kalıyor.

Sonra o da uçup gidiyor.

Mehmet Uhri

Not 1: Çetin Altan’ın anısına saygıyla ithaf olunur.

Not 2: Fotograflar Münich yakınlarındaki Dachau toplama ve imha kampına ait olup üzerlerine tıklayarak orijinal boyutlarına ulaşabilirsiniz. Bu  yazı Dachau toplama kampında kaleme alınmıştır.

Küçük Beyaz Bulut

Çarşamba, Eylül 9th, 2015

kbb2

Pek çok şeyi anlamak için yaşım gençmiş, öyle diyor o kocaman bulutlar. Büyüyünce anlarmışım. Diğerlerine göre hayli küçük bir bulut olmama karşın nedense sorularım onları ürkütüyor. Neden bulut olduğumuzu, yağmura dönüşmeden yeryüzüne neden inemediğimizi, neden daha yukarılara çıkamayıp havada asılı kalmak zorunda olduğumuzu, oradan oraya sürükleniyor  olmamızın anlamını sorduğumda hep zamanı gelince anlarsın deyip geçiştiriyor, cevap vermekten kaçınıyorlar.

Çevremdeki bulutların ise hiç öyle takıntıları yok. Soru sormazsam rahat edermişim diye öğüt bile veriyorlar. Baktım bizimkilerden hayır yok, sorularımı bizleri oradan oraya savuran rüzgâra yöneltmeye karar verdim. Dünyayı gezmiş ve pek çok bulut tanımış olduğuna göre görmüş geçirmiş olmalıydı. Sakin bir sabah birlikte hareket ettiğimiz rüzgâra ?neden bizler hep buradayız, aşağıya gidemez miyiz? Beğendiğim bir yerde kalmak istesem ne yapmalıyım?? gibi sorular sordum. Başlangıçta cevap vermek istemese de ısrar ettiğimi görünce dili çözüldü.

- Çelimsiz zayıf bir rüzgârken ben de hep böyle sorular sorardım. Kimse yanıt vermez, büyüyünce anlarsın derlerdi. Büyüdüm güçlendim ama sorular hep yanıtsız kaldı. Baktım kimsenin bir şey bildiği yok üstelik sordukça herkes rahatsız oluyor diğerlerinin yaptığını yapıp sormaktan vazgeçtim. Senin vazgeçmene gönlüm razı değil ama sorularının yanıtını bilmiyorum. Bizler yere yaklaşsak hatta esip gürleyip bir şeyleri önümüze katıp havaya savursak da aynı yerde sürekli kalamıyoruz. Gerçi yeryüzündekiler de denizlerin içinde veya havada sürekli kalmayı başaramıyor. Ama neden böyle bilmiyorum. Bunca yer gezdim aşılamaz sanılan sınırlardan ve onları aşmak için çabalayanlardan başka bir şey görmedim. Tüm bunların anlamını sormayı bırakalı da çok oldu. Kime sorsam anlamı olmak zorunda değil böyle yaratılmış deyip geçiveriyordu. Sonunda ben de onlara katıldım. İyisi mi; sen bu soruları yüce dağ başındaki bilge beyaz buluta sor.

Son cümle fısıltı gibi çıkmıştı. Başka soru sormama fırsat bırakmadan kuvvetli bir esintiyle dağ başına doğru hareketlenmemi sağladı. Uzaklaşırken ?gideceğin yeri biliyorsun, rüzgârını da kendin bulmalısın. Sorularının peşini bırakma, dönüp geldiğinde seni dinlemek için sabırsızlanıyorum? diyerek uzaklaştı. Yolda başka rüzgârlara da derdimi anlatıp bilge beyaz buluta gidebilmek için yardım istedim. Çoğu yüzüme bile bakmadı. Arada ters rüzgârlara yakalanıp savrulsam ve soğuk hava akımları gövdemi küçültse de dağın başına ulaşmayı başardım. Çok yorulmuş ve iyice ufalmıştım. Bilge bulut çok yüksekte olmasına karşın yere hepimizden daha yakındı. Üstelik öylece orada kalabiliyor pek kolay yer değiştirmiyordu. Yaklaşabilsem de şiddetli rüzgârlar orada tutunmama engel oluyordu. Bilge bulut yardım edip eteğinin altında yer açmasa fazla dayanamayacaktım Bilge beyaz bulut rüzgârlardan haberimi almış olmalıydı. Soluklanmama fırsat vermeden ?bana soracakların varmış delikanlı, sor bakalım? diyerek söze girdi.

kbb8

Gerçekten çok heybetli görünüyordu. Ancak öyle içinde şimşekler çakan yağıp yağdıran her daim kendiyle bile kavga eden bulutlardan değildi. Aksakallı göbekli sevimli bir ihtiyarı andırıyordu.

- Bilge bulut söyler misin: biz niye böyleyiz?

- Nasılız yani? Ne demek istiyorsun?

- Yani niye bir bulut olarak yaşamak gökte asılı kalıp oradan oraya savrulmak arada yağmur olup yere insek de hep havada kalmak zorundayız? Ne yukarı çıkabiliyoruz ne aşağı inebiliyoruz. Üstelik birimiz birimize pek benzemesek de rüzgâr geldiğinde hepimiz aynı hizaya geliyor sürüklenip gidiveriyoruz. Tüm bunlar neden? Biz niye böyleyiz?

- Şu güzelim gökyüzünde bir bulut olmaktan şikâyetçi misin? Sen de diğerleri gibi göğün bir parçası olarak yaratılmışsın ve yeryüzünden bakanlar senin bulunduğun yerde olmak oradan yeryüzüne bakabilmek için çırpınıp hayaller kurarken, yerini mi beğenmiyorsun?

- İşte sen de diğerlerinin yaptıklarını yapıp soruları yanıtlamak yerine bu sorulardan vazgeçmemi halime şükretmemi istiyorsun. Boşuna gelmişim buraya kadar. Ben tüm bunların bir anlamı olmalı diye düşünüyor ve onu arıyorum. Siz bilge beyaz bulut diye anılıyorsanız veya ben sorular soran küçük beyaz bir bulut isem bunun bir anlamı olmalı.  İşte bu anlamı arıyorum.

Bilge beyaz bulut bir süre düşündü. Bilge beyazın tepesindeki bulut yoğunluğu hızla yer değiştiriyor kaynıyormuş gibi görüntü veriyordu. Arada bir şimşek çaktığı bile oldu. Sonra sakinleşti. Küçük beyaz bulut ise saygısızlık yapıp kızdırdığını düşünüyor onca yolu gelmesine karşın eli boş döneceğini düşünüp buraya gönderen rüzgâra sövüp duruyordu. Bir süre sonra suskunluğunu bozdu.

- Serzenişte bulunmakta haklısın küçük bulut. Lakin bu dünya bildim bileli hep böyle. Bizler bulut olarak gelir geçer, arada yağmur olur yeryüzüne iner sonra bir şekilde gökteki yerimizi alırız. Vaktin birinde bunun neden böyle olduğunu sorgulamak yerine senin gibi anlamını sorgulayan bir insanla tanışmıştım. Dağ başında yalnız olduğumu düşündüğüm bir anda ortaya çıkıp benimle birlikte o dağın üstünde yaşamaya başlamıştı. Bana bakıp konuşuyor her gün bir şeyler anlatıyordu. O da senin gibi bir anlam arıyordu. Başkalarından farklı olmak, sınırlarını aşmak değildi aradığı. Bazen ellerini açıp senin gibi sorularına yanıt vermemi bekliyordu. Ne kadar kaçarsa kaçsın diğer insanlardan çok daha farklı olamıyor çırpınıp yükselse, uzaklara ve yükseklere ulaşmaya çabalasa da ayağını bastığı yere geri dönüyor olmaktan hiç hoşlanmıyordu. Akşamları gün batarken o da senin gibi ?Neden böyle? Neden böyle?? diye haykırıyordu.

- Sonra ne oldu? Sorularına yanıt bulabildi mi?

- Elimden geldiğince ona yeryüzünü, doğayı ve güzellikleri göstermeye çabaladım. Güneşin önüne perde olup sadece görmesini istediğim yerleri gösterdim. Doğada herkesin ve her şeyin benzerleri gibi olmak zorunda olduğunu anlatmaya çabaladım. Bütün bulutların üst kısımlarının farklı şekil, boyut ve kabarıklıklar gösterse bile alt kısımlarının hep düz olduğunu havaya tutunabilmek için böyle olmak zorunda olduğunu gösterdim. Üst kısımları hızla şekil değiştiren yükselip alçalan, kaynayan ve bazen kendi içinde kavga bile edebilen değişken görünen bulutların alttan bakıldığında birbirine benzediğini anlattım.

- Sonra ne oldu?

- O zaman aradığı anlamı daha da yukarıdan aşağıya bakabilenlerin bilebileceğini söyleyip dağı terk etti. Uzaklaşırken güneşe yakın olup onunla konuşabileceği bulutsuz yerlere doğru gideceğinden söz ediyordu. Yani sorularına yanıt verebilmeye çalışsam da başaramadım. Ancak o keşiş haklı olabilir. Aradığın anlam için güneşe de gitmeni öneririm. Dönüşte anlatacaklarını merakla bekliyorum.

kbb4

Bu sözlerden sonra küçük beyaz bulutu eteğinin altından çıkarıp sert esen rüzgârlardan biriyle sıcağın daha çok hissedildiği bölgelere doğru yola çıkardı. Eşlik eden rüzgârlar yüzünden bu kez yolculuk daha kolay görünüyor, yaklaştıkça bizimkinin heyecanı artıyordu. Güneşin aydınlatıp ısıttığı bir yere geldiklerinde çevrede kendi gibi küçük beyaz bulutların toplandığını fark etti. Üstelik onlar da kendi gibi sorularını yanlarına almış güneşe yaklaşmaya çalışıyorlardı. Daha cevval olanlardan bir tanesi bizimkinden önce güneşe? Sevgili güneş biz niye varız? Görüntülerimiz bu kadar farklıyken davranışlarımız neden bu kadar birbirine benziyor? Sen neden tek ve herkesten, her şeyden farklısın?” Diye seslendi. Diğerleri çıt çıkarmadan gelecek yanıtı bekliyordu. Güneşin yüzü aydınlandı. Gülümsedi ve konuşmaya başladı.

- Buradan bakınca hepiniz o kadar farklı görünüyorsunuz ki hiç biriniz diğerine benzemiyor. El ele tutuşup gelmişsiniz ama hepiniz şu küçük beyaz bulut gibi tek olmaya çabalıyorsunuz. Sorduğunuz sorunun ise ne yazık ki tek bir yanıtı yok.

?Nasıl yani? Siz de mi bilmiyorsunuz? Diye üsteledi küçük beyaz bulut. Güneşin yüzünde sevgi dolu bir ifade belirdi.

- Aradığın anlam her gün ve her saat değişebilir. Üstelik güzel olan da budur. Bugün buraya sorularınıza yanıt bulmak için geldiniz ama az sonra bir kısmınız kurak yeryüzüne yağmur olup inecek ve oradaki canlılar için anlama dönüşeceksiniz. O zaman göğe yeniden yükseldiğinizde kendinize bakıp anlam arayacağınıza gölgenizin nereye düştüğüne, damlalarınızın nereyi ıslattığına bakıp küçük anlam kırıntılarını toplamaya başlayacaksınız. Diğerleri gibi sürüye uyup oradan oraya savrulmak yerine yeryüzünde bıraktığınız anlam kırıntıları ile avunacak, şekilden şekle girip acı çekseniz de mutlu olacaksınız.

- Peki ya sonra?

- Sonrası veya öncesi yok. Hayat, yeryüzü, gökyüzü hep böyle başkaları ile anlam kazanacak ve tüm bunları sizden ve benden başka bilen olmayacak. Hadi şimdi gidin. Ne olmak veya nasıl yapmak istediğinize karar verin.

?İyi de hepimiz birbirimize benziyoruz hangimizin ne yaptığını kim bilecek, kim anlayacak?? diye üsteledi küçük beyaz bulut. Bu sözler üzerine güneşin gülümseyen aydınlık yüzü dalgalandı. Hafiften öfkelenmiş gibiydi.

- Sen kim için, ne için ve nerede anlam üretirsen, hangi hayata dokunup anlam bırakırsan sadece orada bir parçanı bırakmış olacaksın. Parçaları birleştirip bütünü görmeyi olasılıkla kimse başaramayacak ama büyük bir anlamın küçük bir parçası olduğunu bileceksin. Eh bu da sana yetmiyorsa hiç başlama. Git o kendinden başka bir şeyi merak etmeyen koyu gri, hep kavga eden başkalarının kendini nasıl gördüğü ile ilgilenmekten hiç vazgeçmeyen kimseye hayrı olmayan bulutların arasına karış ve orada yaşa.

kbb3

Küçük beyaz bulut gülümseyerek ?şimdi anladım, teşekkür ederim. Bu buluşmanın ve konuştuklarımızın sizin için de o anlam kırıntılarından birine dönüşmesi için çalışacağım, göreceksiniz? diyerek güneşin yanından uzaklaşmaya başladı. Güneşin aydınlık yüzünden küçük beyaz buluta bir ışık huzmesi uzandı.

?Şimdi gidebilirsin küçük beyaz bulut. Yolun açık olsun, ışığım hep üzerinde olacak, ha bir de görürsen söyle o bilge beyaz buluta dağ başında oturup duracağına rüzgara sırt çevirmesin, gezinsin, işe yarasın biraz.? diyerek uğurladı.

O günden sonra küçük beyaz bulut arkadaşları ile bir araya gelerek güçlü yağışlar bırakan, gölgesiyle varlığını hissettiren, yağıp gürlediği yerlerde, dokunduğu hayatlarda izler bırakan, bıraktığı izleri kendi gibi sorularına yanıt arayan küçük bulutlarla paylaşan, paylaştıkça sevilen bir bulut olarak gökyüzünde gezinmeye başladı.

Küçük beyaz bulutun boyu posu artmasa hep öyle küçük beyaz bulut olarak kalsa da diğerlerinden farklı olmayı başardı. Kendi gibi meraklı küçük beyaz bulutlara yol gösterip yeryüzündeki hayatlara anlam kırıntıları katmaktan ise hiç vazgeçmedi.

Hani gün gelir güneşin ışığıyla kutsadığı beyaz bir bulut gözünüze ilişirse bilin ki küçük beyaz bulut sizin hayatınıza da anlam katabilmek için oradadır. Çekinmeyin, kapatın şemsiyenizi bırakın dokunsun hayatınıza.

Mehmet Uhri

Kim, ben mi?

Perşembe, Nisan 23rd, 2015

sapere-aude

Basit yalın sorular yanıtı da basit ve yalın olmaya zorlar. Sorması kolay sorulardır. Genellikle iki uçludur ve seçeneklerden birini seçip diğerini dışladığınızda öyle veya böyle bir yanıt vermiş olursunuz.

?Açık renk elbise mi giyeyim yoksa koyu renk mi?? Yanıt basit ve zararsızdır. Hangi yanıtı seçerseniz seçin yanıtınız çok da önemli bir sonuç doğurmayacaktır. ?Duvarın badanası fazlı mı açık oldu? Bir ton koyusu olsa daha mı iyiydi?? Yanıt yine zararsız görünür ama ikinci seçenek yeni bir badana külfeti çıkaracağı için cevap vereni politik yanıt vermeye zorlar. Gelen yanıtın samimi olup olmadığı konusunda iki taraf da emin değildir.

Soru yalın ve anlaşılır olsa da özneye yöneldiğinde yanıtlamak giderek zorlaşır. Her yanıt kendini ifşa etme anlamına dönüşür. Hatta bazen yanıt vermemek de bir seçenektir ve  sorunun hiç sorulmamış olmasını işaret edebilir.

İşte böyle zamanlarda ?Kim, ben mi?? sözcüklerine sığınırız.

?Seçimde hangi partiye o vereceksin?? sorusu yalındır ancak yanıtlayana yönelik ince bir sorgulamayı da içermektedir. İlk ağızda soruyu savuşturma veya zaman kazanma çabasıyla ?kim, ben mi?? gibi anlamsız bir yanıt dökülür. Yanıt vermek istememekle hem yanıtlayıp hem kendimi nasıl gizlerim arasında gidip gelir çoğumuz.

Yalın soruları severiz, düşünmeyi berraklaştırır, karar vermeyi kolaylaştırır. Ancak bu tür soruların kendimize yönelmesi, kendimize dair açık berrak yanıt vermek zorunda bırakması ürkütücü de olabilir.

Herkesin başkaları hakkında çekinmeden eleştirel yorumda bulunabildiği ortamlarda kendi olmak, kendi kalmak, onca yoruma karşın kendini sevip barışık olmak hiç kolay değildir. Böyle toplumlarda tüketim alışkanlıkları üzerinden piyasayı canlı tutma çabasına modanın etkisi de binince herkes biraz başkası olmaya zorlanır.

Kendimizi unutmadığımız sürece başkası gibi görünmek çok da kötü bir şey değildir. Kendimizden sıkıldığımız zamanlarda iyi geldiği bile olur. Her şeye rağmen kendi olmak, olanca yalınlığı ile çekinmeden kendini görünür halde tutmak ise hiç kolay değildir.

O yüzden hep biraz başkası gibi olmak isteriz.

İnsanın doğa şartlarından korunmak için başlayan giyinme sevdasının dev bir moda endüstrisine dönüşmesi boşuna değildir. Dış görünüşümüzü değiştirip biraz başkası olmak, biraz da kendimizi gizlemek çoğumuza normal gelir.

Durumun pek doğal olmadığının farkında olsak da dış görünüşümüz ile oynayıp başkalarının gözünden kendimize bakıp değer biçmeyi kendimizle yüzleşmeye daha çok tercih ederiz. Kendimize değer vermektense başkalarının gözündeki değeri daha fazla önemseriz. Dahası, başkalarının gözündeki imajımızı zedelemektense kendimize eziyet etmekten de geri durmayız. Yaşlanmanın kaçınılmaz olduğunu bildiğimiz halde ?yaşlanma etkilerini geciktirmek? adı altında yapılanların ardında yatan yanıt ile yüzleşmekten özenle kaçınırız.

Yanıt kadar soru da basittir. ?Yaşlanmak seni korkutuyor mu??

?Kim ben mi?? diyerek zaman kazanmak burada daha da komik duruma düşmeye yol açar. Korktuğumuzun yaşlanmak olmadığını, başkalarının gözündeki görüntü, değer ne varsa onun değişip yitirileceğinden korktuğunu itiraf etmek hiç kolay değildir. Cesur olanlarımız ?Hiç korkutmuyor, görünüşüme özen gösteriyorum, bu bana iyi geliyor? gibi altı dolu görünen sağlam yanıtlar verse de özündeki kaygı satır aralarından sırıtır.

Aslında başlı başına bir yanıt hatta edat olarak kullanılan ?kim ben mi?? üç sözcük ile çok şey anlatır. ?Bu soruyu hiç sormamış olmanı isterdim?, ?keşke bana sormasaydın?, ?bırak biraz düşüneyim?, ?bu soruya önce başka biri yanıt versin? ve bunun gibi daha bir sürü ifadeyi üç sözcüğe sığdırırız.

Yaşlanma sorusundaki gibi korkutup korkutmadığı biçiminde iki seçenekli bir soru ile korkularımızla yüzleşmek zorunda kalırız. Toplum genelinde korkmanın zayıflık olarak görülmesi yüzünden korktuğumuzu belli etmekten özenle kaçınırız. Safça ve dürüstçe ?korkuyorum? yanıtını verdiğinizde hakkınızda doğabilecek yargılar tedirgin olmanız için fazlasıyla yeterlidir. Bu noktada politik yanıt vermeye çalışmak ve soruyu savuşturmak biçiminde etkili bir karşı hücum deneyenimiz de çoktur. ?Yaşlanmak değil ama ölmek herkes gibi bana da itici geliyor, size gelmiyor mu?? biçiminde kıvrak bir yanıt konuyu sizden uzaklaştırıp gizlenecek alan açmanıza yol açsa da sorunun basit yanıtını henüz kendinize bile vermediğiniz gerçeği öylece içinizde çakılı kalır.

Fiziksel görünüşümüzle oynayarak kendimizi gizlemek, ?çıplaklığımızdan? kurtulup insan içine çıkabilir hale gelmiş olmak işe yarar görünse de tinsel yapımız ile ilgili sorun çok daha derindir.

Yine de ?hangi takımı tutuyorsun? sorusu gibi öznel soruların yanıtı basittir ve yanıtlaması kolaydır. Çünkü yanıtınıza taraftar bulmanız, sıradanlaştırıp toplumun genel algısına katmanız kolaydır. Ancak soru ?seçimde hangi partiye oy vereceksin?? biçimine dönüştüğünde işler değişir. Çünkü soru doğrudan sizin içsel hayatınıza yönelmeyi zorunlu kılar. Vereceğiniz yanıt ise başkalarının sizin dünya görüşünüz hakkında kendinizi çıplak hissetmenize yol açar. Çıplakken aynaya bakmak bile çoğu kez zor gelirken kafanızın içindekilerin ortaya dökülmesi kolay katlanılır bir durum değildir. Böyle zamanlarda işe yaramayacağını bilsek de ?kim ben mi?? sorusuna sığınmaya çalışırız.

İşte hep bu çaresizliğimiz yüzünden yalın sorulardan ürkeriz.

Halbuki çocukluk çağları hep o yalın, basit sorular ile geçer. Beğenmediği davranışı yüzünden çocuğunu azarlayan anneye ?anne artık sen beni sevmiyor musun?? diye soru sorarken bile çocuk, alacağı yanıttan emindir. Aynı soruyu anne babanın tartıştığı gergin bir ortamda çocuk ?anne sen artık babamı sevmiyor musun?? diye sorduğunda benzer bir yanıtın verilmesinde yaşanan zorluk ve samimiyetten uzak kıvırtma yanıtlar o çocuk kadar kendi olamadığımızın kanıtı değil midir?

İşte böyle zamanlarda ?kim ben mi?? gibi sözcükleri çok kullanırız.

Kendi olma ve kendi kalabilme konusunda o güne kadar edindiğimiz deneyim genellikle yetersiz hatta eksi bakiyede olduğu için zaman kazanmaya uğraşırız. Yatağını ıslatan çocuğun ?ben yapmadım oyuncak ayım? yaptı demesinde olduğu gibi yanıtı bir başkasının üstlenmesini bekleriz.

Halbuki, dürüstlüğün erdemine sığınarak yalın öznel sorularda kendimize karşı dürüst olup cesurca yanıtlayabildiğimiz kadar kendimiz olur, hayatı her yanıyla sahipleniriz.

Üstelik biz sorsak da sormasak da bizi çıplak hissetirecek o yalın soru ve yanıtlar içimizde ulaşabileceğimiz yerdedir. Hani çocuğun beğendiği bir şeye sarılıp ?bu benim olsun mu?? dediği gibi kendimizden kendimizi talep edebildiğimizde ancak kendimiz oluruz.

İşte o zaman başkalarının gözündeki kendimizi değil, olanca yalınlığı ile içimizdeki çocuğu görür gülümseriz. O anda neden gülüyorsun diye soranlara ?kendime gülüyorum, sen hiç kendin olmayı denedin mi?? diye yine yalın ancak sert bir soruyla karşılık verdiğinizde karşınızdaki kişinin afallayıp genellikle ?Kim ben mi?? sözcüklerine sığındığını görürsünüz.

Bu kez birlikte gülersiniz.

Hayat ise; kendini gizleyip yalın sorulardan uzaklaşma telaşıyla ömrünü tüketenlere inat sürer gider.

Mehmet Uhri

Sahi… Kimdi O?

Salı, Mart 24th, 2015

Sahi… Kimdi o?

Hani bazen emin olsanız da bir türlü nereden tanıdığınızı çıkaramadığınız biriyle karşılaşır, cesaretinizi toplayıp “Sizinle daha önce tanışmış mıydık?” diye sorarsınız.

Ortak arkadaş, ortam veya mekan arar; bir türlü bulamazsınız. Hatta soruyu sorduğunuz kişi de sizi bir yerlerden hatırladığından söz eder. Ancak bir türlü ortak nokta bulamaz, “Kimdi o?” sorusu öylece zihninize kazınır, uzaklaşırsınız.

Unuttuğunuzu sansanız da ummadığınız anda bir olay veya anıyla hatırladığınız, pek de önemli olmadığını düşündüğünüz bu durumlar yaş ilerleyip tanış görüş olduğunuz kişi sayısı arttıkça sıklaşır. Hafızanızdan kuşku duymaya başlarsınız. Tanıdığınızdan emin olsanız da kim olduğunu bulamadığınız insanlar ürkütmeye başlar.

Endişelenirsiniz.

Çünkü; kim olduğu veya nereden tanıdığınız üzerine bu kadar kafa yoruyor olmayı o kişiyle tekrar iletişim kurmak istediğinizden değil, kendi yaşanmışlığınız üzerinden içe dönük bir sorgulama gibi yaparsınız. Üzeri örtülmüş, unutulmaya yüz tutmuş yaşanmışlıkları deşer, hafızanızı zorlarsınız.

“Nerede gördüm, nereden tanıyorum, ne zaman karşılaştık?” sorusunu o kişiye yüksek sesle sormaya çekinip için için yanıt arayanımız çoktur. Kesin yanıtı bulamayıp geçmişinde bir yerlere yalapşap iliştirerek sorudan kurtulmaya çalışanlarımız ise daha da çoktur.

Ne yaparsak yapalım, hafızamız ile ilgili kuşkudan kurtuluncaya kadar bitmeyen bir kaygıyı derinden hissederek yaşarız.

Bir türlü çözemediğiniz “Sahi… kimdi o?” sorusu aslında her soru gibi yanıtını içinde barındırır.

Yanıt ise; bir şekilde hayatınıza dokunmuş, yer etmiş, kendinizi tanımanızı sağlamış herhangi biri olabilir. Hatta karşınızdaki kişiyi hiç tanımamış olsanız da hayatınızda iz bırakmış kişilerden biriyle hafifçe benzeşmesi bile yeterlidir.

Böyle durumlarda en zoru ise hafızanın yanılabileceğini kabullenmek zorunda kalmaktır. Hafızanızdan kuşku duyup özgüven yitimine uğramaktansa soruyu ve o an yaşadıklarınızı unutup başka şeylerle ilgilenmek çoğumuz için iyi bir çıkış gibi görünebilir. Ama “O kimdi?” sorusu da peşinizi kolay bırakmaz. Rüyalarınıza bile girdiği olur.

Halbuki bilirsiniz, hep iyi anlar hatırlanır, kötü anılar ise kolay unutulur. Kötü olaylar çabuk unutulsa da hayatımızda kötü izler bırakmış insanları nedense unutamayız. O kişilerin ruhumuzda bıraktığı izler kabuk tutsa da hatırlatan bir olay, anı veya kişiyle karşılaştığımız da bir yerlerden kanar, hissederiz.

Sahi… Kimdi o?

kimdi-o2Yaşınız küçükken belki de size iğne yapan bir sağlık çalışanıydı. Sizi koruyacağına çok güvendiğiniz anne veya babanızın suskun bakışları önünde canınızı yakmış, ağlamış, unutmamıştınız. İğneyi veya acısını çoktan unutmuş olsanız da o gün unutmadıklarınız arasında sizi korumak yerine öylece duran anne veya babanızın suskunluğu ve iğnenin önündeki yalnızlığınız da vardır.

Yıllar sonra kendi çocuğunuz için iğne yapmak gerektiğinde karşınızdaki sanki aynı kişidir. Ruhunuzda bir yara kanamaya başlar. Susarsınız.

Veya okulda size kendinizi ezik hissettiren bir öğretmendir.

Büyüdüğünüzü, yetişkin olmaya başladığınızı söyleyip okula gönderirler. Kendiniz gibi bir sürü arkadaş edinirsiniz. Birçoğu unutulsa da hayatınızdan çıkarmak istediğiniz, unuttuğunuzu düşündüğünüz, onca sevdiğiniz öğretmen arasında adını bile bir türlü unutamadığınız o kişi çoğumuz için hep vardır.

Herkesin içinde sizi bilmediğiniz veya yapmadığınız bir şeyler için azarlamış, başınızı önünüze eğip yalnızlığınızla yüzleşmek zorunda bırakmış veya masum olduğunuz halde sizi insafsızca suçlamıştır. Üstelik onlar bir tane de değildir. Her gittiğiniz okulda karşınıza çıkarlar. Üstelik hepsi birbirine benzer.

Olaylar ve yaşananlar unutulsa da o kişinin ruhunuzda bıraktığı yara öylece kalır. Onların kim olduğu, anlamı veya neden sizin hayatınızda olduğunu sorgulamak bile zul gelir.

O zamanki aklınızla yaşananlara anlam veremez, kabahati hep kendinizde aramak zorunda olduğunuzu düşünürsünüz. Üstelik, adı konulmamış bir yalnızlık ve suçluluk hissini yaşatan o kişilerle yüzleşmemek için başı eğik, sinik yaşamayı marifet diye sunarlar ya… Deli olursunuz.

kimdi-o

O kimdi sorusunu içinizde yaşatan kişi bazen öyle “kötü” biri değildir. Arkadaşlarınız arasında herkesin gıpta ettiği, imrenilen biri de olabilir.

Öyle uslu, öyle çalışkan ve başarılıdır ki onlar yüzünden hep bir yanınızın eksik olduğunuzu düşünürsünüz. Zaman içinde herkes bir yere savrulsa, adını hatırlamakta zorlansanız da eksiklik hissini hatırlatan o kişinin kim olduğunu ve nerede hangi pozisyona geldiğini sorgulamaya bile çekinirsiniz.

İçin için hayatta başarılı, hatta çok başarılı bir yerlere gelmemiş olmasını istersiniz.

Varlığı diğerlerine göre ruhunuzda daha derin iz bırakmış; kendinizi ezik, sinik ve başarısız hissetmiş bile olabilirsiniz. Ancak bunu kendinize bile itiraf edemezsiniz. Ne yaparsanız yapın hep bir başarı öyküsü ile karşılaştığınızda önünüzdeki resim o unutmak istediğiniz arkadaşınız ile örtüşüverir. Onca başarıya haksızlık etmek de istemez, ruhunuzdaki yaranın sessizce kanamasına razı gelir, durumu kabullenirsiniz.

“Kimdi o?” sorusu ise şekilden şekle girip sizinle birlikte yaşar. Gün gelir sevgiliniz olur, gün gelir eski sevgiliniz. En kötüsü ise yeni sevgilinin içindeki eski sevgili kırıntıları olarak size göz kırpmasıdır. Hangisinin nereye kadar hangisi olduğunu bir türlü çözemezsiniz. Bu kafa karışıklığı başkalarınca aşk diye yorumlansa da aşkın tüm bunlardan öte olduğunu bilirsiniz.

kimdi-o-4Zaman geçse de “Kimdi o?” sorusu yakanızı bırakmaz. Bazen arabalardan para dilenen küçük bir çocuğun bakışlarına yakalanır soruyu hatırlarsınız. O küçük çocuk hakkında söyleyeceğiniz çok şey olsa da kendinize söyleyebilecekleriniz sınırlıdır. Çoğumuz arabaya yaklaşıp camı tıklatmalarından rahatsız olup sanki öyle biri hiç yokmuş gibi davranmaya çalışır.  İçimizdeki o çok tanıdık ama hep unutmaya çalıştığınız çocuk ile yüzleşmekten, ona cevap verememekten korktuğumuzu kendimize bile itiraf edemeyiz.

Kendi çocuğunuzla göz göze geldiğiniz de bile bazen bir başka çocuğun bakışları düşüverir aklınıza nerede ne zaman gördüğünüzü hatırlamasanız da ruhunuzda bıraktığı izle birlikte oradadır. Belki de kendi çocukluğunuzdan kalma eski bir ayna görüntüsüdür.

Öylece kalırsınız.

Hayat bizimle birlikte büyüyüp kalabalıklaştıkça “Kimdi o?” sorusu giderek daha çok karşımıza çıkar.

Kimi sorudan kurtulmak için insanlardan kaçıp inzivaya çekilir. Kendiyle baş başa kalmak diye adlandırılsa da nafile çabadır. Soru da peşinden gelir. Bırakmaz yakanızı…

İnsanız ne de olsa.

Dünyaya eksik gelir hep bakım isteriz. Kendimize yetecek kadar büyüdüğümüzde bile o eksiklik duygusundan kurtulamayız. Üstelik eksik ve yalnız olduğumuzu hissettirecek birileriyle karşılaşmaktan ne kadar kaçarsak kaçalım kurtulamayız. “O kimdi?” sorusunun bıraktığı etki ise ortamdan ortama, yaştan yaşa ve hatta aynı insanın farklı zamanlarında bile değişkenlik gösteriyor olsa da üzerinde düşünmeden edemezsiniz.

Çok azımız “Sahi… Kimdi o?” sorusuyla uğraşıp içindeki çocuktan başlayıp en yalın haliyle tüm o küçük benleri görebilmeyi başarır.

Başardığı oranda ruhunun zenginliği ile yüzleşir. Gün gelir onlardan biriyle karşılaşıp “Yabancı gelmiyorsunuz, sizi bir yerlerden tanıyor olmalıyım. Daha önce karşılaştık mı?” diye sorduğunuzda gülümseyip “Karşılaşmasak da tanıdık gelmem çok normal. Ne de olsa herkes biraz başkasıdır.” gibi bir yanıt alıp şaşırır arkasından bakakalırsınız. Yakınınızdakiler “Kimdi o?” diye sorunca cevap vermekte zorlanır, “çıkaramadım ama iyi tanıdığımı sandığım biriydi.” der geçiştirirsiniz.

Yaşlanır tanıdıklarınızı bir bir toprağa verir yalnızlaşırsınız.

Gidenler unutulmasın istersiniz. Aslında her giden ile hayatınızdan eksilen “Kimdi o?” sorusudur.

Gidenler ile birlikte kendinizden de bir şeyler eksildiğini hisseder, hafızanızın zayıfladığı ile açıklamaya çalışırsınız. Eskileri anmaya, onları hatırlamaya uğraşırsınız. Ruhunuzda iz bırakan ne varsa yüzleşmek kolay gelmeye başlar. Ne de olsa onları hatırlatanlar da artık yaşamıyordur.

Gün gelip kendinizin de birilerinin “Kimdi o?” sorusuna tıkılacağı düşüncesi başlangıçta ürkütücü gelse de zamanla alışırsınız.

Hatta hiç yoktan iyidir diye düşünürsünüz. İyi gelir.

Gün gelir, siz de bir yerlerde takılırsınız. Hayat arkanızdan devam eder.

Zamanla her şey, herkes unutulur.

Bir gün hoş veya anlamlı bir anı veya nükte olur, muhabbet ortamında hatırlanırsınız.

İsminizi çıkaramasalar da yaşananlar unutulmamıştır. Muhabbete katılanlardan biri sorar;

“Sahi kimdi o?”

Soru havada öylece asılı kalır. Kısa bir sessizlik olur.

Sonra…

Sonrası bildiğiniz gibi…

Mehmet Uhri

Soru Neydi?

Cuma, Mart 6th, 2015

kafakark-d010-123e-775d

Sahi! Soru Neydi?

Unuttuk değil mi? Kafamız o kadar karışık ve elimizdeki yanıtlar o kadar çok ki; “İyi de bu yanıtların soruları nerede? Hangi sorunun yanıtı bu elimizdekiler?” diye sormaya bile korkuyoruz.

Sanki hayatın normal akışı böyleymişçesine hiç merak etmeden, bağını sormadan elimize tutuşturulan yanıtlarla oyalandıkça asıl sorudan uzaklaşıyoruz.

Aslında biliyoruz; hayat “ben kimim veya neyim?” sorusuyla başlıyor.

Soru değişmese de yaş ilerledikçe yanıt değişebiliyor. Annenin uzantısı olmakla başlayan kendini tanıma çabası zaman içinde farklı yanıtlar üreterek kimlik arayışı halinde sürüp gidiyor. Başlangıçta birilerinin kızı veya oğlu şeklinde olan yanıtlar sonraları aynadaki ben, ailenin üyesi, sülalenin uzantısı, giderek mahalle, okul, sosyal topluluklar biçiminde bir sürü yeni yanıt üretse de hep bir şeyler eksik kalıyor. Her seferinde kendini yineleyerek hayat ile birlikte peşimizi bırakmayan “Kimim ben?” sorusu, sizden başka bir şey olmanızı isteyen, bekleyen ve hatta soruyu unutup önceden hazırlanmış yanıtlarla oyalayanlara inat hep bir yerden kendini gösteriyor.

Soruyu, elinizdeki yanıtlarla cevaplamaya kalktığınızda kim olmadığınızı anlatabiliyorsunuz da kim olduğunuz kısmı hep açıkta kalıyor. Bu nedenle içinde bulunduğunuz topluluğun parçası, modeli ve hatta topluluğun kendi olmanız dayatmasına karşın “ben kimim?” sorusu tehlikeli bir soru olarak görülüp hep kontrol altında tutulmaya çalışılıyor.

Genellikle kimliği sorgulamak yerine kitlesel kimliğe sığınıveriyoruz. Anne babanın verdiği isimle hakkımızdaki beklentilerini dile getirmeleri, adımızla yaşamamızı istemeleri bile birilerini rahatsız ediyor. Okula başladığınızda isminizin önünde bir de numara ekliyorlar. Kendinizi tanıtmanız istendiğinde numaranızı, adınızı ve soyadınızı söylemeniz yeterli olması kimseyi rahatsız etmiyor. Sonuçta kendimizi tanımaktan çok başkalarının gözündeki kendimizi tanımlamanın kolaycılığına kaçıveriyoruz.

Üstelik okul bitse de kimlik numarasından kurtulamıyoruz. Kim olduğumuz sorulduğunda o anlamsız numarayı söylememiz yetiyor gibi görünse de bir şeylerin yanlış gittiğini hissediyoruz. Ancak hayat üzerimize öyle bir çullanıyor ki; “Ben kimim?” sorusu sorulması anlamsız, gereksiz hatta tehlikeli kabul edilen sorulardan sayılıyor.

Sahi! Soru neydi?

O ilk soruyu yanıtlamayı bırakıp iyi kötü dayatılan kimliklerle ayaklarımız üstünde durmaya çalışırken bazılarımızın aklına bu kez “neredeyim, ne yapıyorum?” soruları takılıveriyor. Böyle “tehlikeli” sorulara kafa yormak yerine hazır yanıtlarla avunmamız bekleniyor. Yanıtlara uygun hazırlanmış sorular ile hasarsızca, suya sabuna dokunmadan geçip gitmek mümkünken birileri arıza çıkarıyor. Döneme uygun hayat şablonlarından birini üzerimize giyip oynadığımız rolün hakkını vererek kendimizi tanımadan öylece geçip gitmenin normal olduğu dayatılıyor. Dahası aradaki küçük kaçamaklarda “felekten çalınan bir gün veya gece” biçiminde adlandırılıp suç işlediğimizi kabullenmemiz bekleniyor.

Tüm bunlara rağmen “ben kimim, neredeyim, ne yapıyorum?” Diye ortaya çıkıp kendi yanıtlarını kovalayanları toplum düşmanı, bozguncu hain diye damgalamaktan uzak durmuyoruz. Bize asıl soruyu hatırlattıkları için aykırı olmakla suçlananlara eziyet edildiğini görsek de sesimizi çıkarmadan izlemekle yetiniyoruz. Ne de olsa bizim kavgamız değil diye düşünüyoruz. Hatta kendilerini suçlu hissetmeleri gerektiğine inanıyoruz. Çoğu kez seslerini kısmayı başarsak ve elimizdeki yanıtlarla avunmaya çalışsak da bir şeylerin yanlış olabileceği kuşkusu beynimizi kemirmeyi sürdürüyor.

Eline tutuşturulan oyuncağı ile yetinen çocuk gibi ses çıkarmadan istenilen biçimde yaşadıkça takdir alıyoruz. Oyuncağını bırakıp inatla kendi oyununu oynamaya çabalayan “yaramazlara” ise arızalı gözüyle bakıyoruz.

Bu arada ilerleyen yaş ile birlikte aynadaki görüntü de yaşlanıyor. “Ben kimim” Diye sormaya cesaret edemese bile hayata şaşkınlık, heyecan ve umutla bakan çocuğun bakışlarının günden güne solduğunu görüyoruz. Bunu bile yadırgamıyor böyle olması gerekiyor diye kendimizi ikna ediyoruz. Bazılarımız soruyu hatırlayıp aynadaki yaşlı görüntüsüne “ne işin var tanımadığın o bedenin içinde?” diye söylenirken bile “aman kimse duymasın, şimdi yanlış anlar, delirdiğimi düşünürler” endişesi ve suçluluk duygusuyla aynalardan kaçabiliyor.

Soru ise inatla ortalıkta öylece duruyor. Sahi, neydi soru?

Ben kimim sorusuna sıra dışı bir yanıt ile sözgelimi; kedi gibi miskin biriyim, hatta ev kedisiyim, kafesinden çıkmak isteyen özgür bir kuşum veya çocuk ruhlu bir ihtiyarım diyebilme cesaretini gösterenlere aklını yitirmiş gözüyle bakmak kolayımıza geliyor.

Kimse o soru sorulsun istemiyor.

Öyle sert bir soru ki kaçıp kurtulmak kolay olmuyor. Sorunun sorulmasının gerektiği zamanlarda bile sansürü bırakmıyoruz. Mezuniyetlerde andaç hazırlanırken fotoğrafınız ile birlikte kendinizi anlatan yazıları bile arkadaşlarımıza yazdırıyoruz. Nadir de olsa inat edip kendi andaç metnini kaleme almaya kalkışanlara arkadaş yoksunu, asosyal zavallı yaratıklar gözüyle bakıp kolayca dışlıyoruz.

“Kimim ben?” sorusundan yoksun, hazır yanıtlarla geçen koca bir ömür en baştaki soruyu unutturmuş gibi görünse de cenaze törenlerinde “rahmetliyi nasıl bilirdiniz?” sorusu bile yine aynı konuya işaret ediyor. Kendi cenazesinde bile başkalarının onu nasıl bildiği soruluyor da “rahmetli kendini nasıl bilir, nasıl anlatırdı?” sorusu akla bile getirilmiyor.

İlk soruyu ıskalayıp ikinci soruya ortadan dalanların hali ise çok daha zor. “Neredeyim, ne yapıyorum?” sorusuna yanıt arayanlar başlangıçtaki kimlik sorusunu yanıtlamadıkları için tıkanıp kalıyorlar. Kendine anlatacağı kimliği olmadan hayatın anlamını kovalayan o insanların içinde de bohem hayat, gezgin yaşam, hayatı dolu yaşamak gibi yaftalarla uzaktan imrenilerek bakılan ve gittiği her yerde aslında kendini arayan birini görüyoruz.

Sizden beklenilen ve sunduğu kariyer olanakları ile normal kabul edilen hayatın içinde ne kadar yol almış olursanız olun biri önünüze çıkıp “tüm bunları bırak da bize kendini anlat. Kimsin ve ne yapmak istiyorsun?” Diye sorduğunda afallamak kaçınılmaz görünüyor. Elinizdeki yanıtlardan hiç birinin sorulan sorunun yanıtı olmadığını fark ettiğinizde rahatsızlığınız artıyor.

“Büyük çıkmaz akla gelip de sorulmayan sorularda, bazen insan içten içe düşünür hesaplar da, Ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız” dediği gibi şairin sorulmayan sorular olmadan kendi olamayacağını bildiği halde susup elindeki oyuncakla avunanların çoğunlukta olması gerçeği değiştirmiyor.

Kendini arayan, kendi oyununu ve ürettikleriyle kendi rengini ortaya koyan sanat ve bilim insanlarına biraz da bu nedenle sıra dışı yaratıklar gözüyle bakıyoruz. Kim olduğu sorusuna dürüstçe yanıt vermeye çabalayan, gizlemeden kendini ortaya koyan ve öldüklerinden sonra bile ürettikleriyle varlıklarını ortaya koyanlar ilk soruyla yüzleşmekten korkmadıkları için farklılar. Farklı oldukları ve hayatla korkmadan yüzleşebildikleri için mezar taşlarında adının önündeki unvanlar yerine kendilerini anlatan bir şeyler olmasını, hatta bir köy mezarlığında başucunda çınar ağacını bile yeterli görebiliyorlar.

Soru ise gözümüzün önünde öylece duruyor. “Ben kimim? Neredeyim? Ne yapıyorum?” Elindeki hazır yanıtları bırakıp soruya yönelme cesaretini gösterenler için yanıt, insandan insana farklı yaşlarda değişse bile ve yanıtlama çabası toplumca pek kabul görmese de birileri inatla kendi yanıtını üretmeye devam ediyor.

Hani denk gelir günün birinde onlardan biriyle karşılaşırsanız korkmayın. Gördüğü onca eziyete rağmen o da sizin gibi biri. Öyle zengin filan da değil. Elinde sizdeki kadar çok yanıt olmasa da onun için değerli, hem de çok değerli bir sorusu var.

O kadar.

Mehmet Uhri

Konu Neydi?

Çarşamba, Şubat 11th, 2015

karatahta

Havada asılı o soru ile karşılaşmasam belki de anlatacağım hiçbir şey olmayacaktı.

Öyle rüya filan değil güpegündüz çalışma ortamında havada öylece asılı duran ve herkesin başını çevirip geçtiği o soru ile yüzleşmekle başladı her şey. Mesleki pratiğin gerektirdiği sorunlar üzerine konuşulan samimi sayılabilecek bir toplantı ortamında içeri birinin girmesiyle kısa sessizlik oldu. İçeri giren “konu neydi?” diye sordu.

Soru öylece ortada kalıverdi.

Yanıt vermeye kalkıldığında aslında dönüp dolaşıp aynı konuların konuşulduğu ve giderek egoların yarıştığı anlamsız bir zaman yitirme içinde olunduğu ile yüzleşmek kaçınılmazdı. Soruyu yanıtlamak yerine sanki böyle bir soru hiç sorulmamış gibi kısır tartışmanın sürdüğüne şahit oldum. Gelen kişi de bir biçimde konuya müdahil olup söyleşiyi sürdürürken “Konu neydi?” sorusu öylece havada asılı kaldı ve peşimi bırakmadı.

Sahi, konu neydi?

Bunca laf, söz, kavram ve fikir arasında çoğumuzun uzak durmaya çalıştığı şu soru geldi yakama yapıştı.

Konu neydi?

Yanıtı biliyorduk. Aslında sen, ben, biz hepimizdik, konu. Başka bir şey de değildi. Sonra ne olduysa konu olmaktan çıkıvermiş, başka bir şey olmuştuk. Hatırlayın küçüklüğünüzde konu sizdiniz. Ev ortamında olumlu veya olumsuz da olsa konu size gelir, herkes sizi konuşur, anlatırdı. Kimi gün evin neşesi, kimi gün yaramazı, hastalığı veya sağlığı ile konu hep sizdiniz.

Evdeki hayatın düpedüz kendisiydiniz.

Bir adım büyüyüp sokağa döküldüğünüzde de konu yine sizdiniz. Arkadaşlarınızla birlikte biz oluverdiniz. Ama konu değişmemişti. Herkes yine sizden söz ediyordu.

Sonra okula başladınız tahtaya önce dersin adı sonra “Konu” yazılınca anladınız ki artık konu siz değildiniz. Kimse konu değildi. Çoğunluk durumu kabullenip yelkenleri indirirken birileri öyle veya böyle konu olarak kalmayı sürdürmek için direndi. Kimi çalışkanlığı ve okul başarısıyla kimi de haylazlığı veya haytalığı ile konu oldu. Arada kalanlar ise konu olmaktan çoktan uzaklaşmıştı.

İlköğretim yıllarında herhangi bir derse girip bir öğrenciye “Konu neydi?” diye sorulduğunda çoğunun utana sıkıla tahtada yazan konuyu söylediğini veya ürkmüş halde boynunu büküp sustuğunu görürsünüz. “Konu benim öğretmenim. Benim burada aldığım ve alacaklarımdır” diyen çıkmadığı gibi böyle bir yanıt kimsenin aklına bile gelmez.

Asıl konu olmaktan vazgeçip onun bunun konusuyla avunmayı okul öğretimine borçluyuz. Kolay olmuyor böylesi bir dönüşüme alışmak.

Okuldan eve dönünce konu yine siz oluverir mutlu olursunuz, okula gitmek istemez ama bunu bir türlü dile getiremezsiniz. Haftanın tatil günleri ile avunursunuz. Hava şartları nedeniyle okulların tatil olduğunu duyunca içinizdeki isyanın sevinç olarak dışa vurduğunu görürsünüz. Sizle birlikte herkes görür. Okulların kar nedeniyle tatil olması müjdeli bir haber gibi ortalığa saçılır.

Aslında konu başlangıcından beri sizdiniz ama elinizden alınmıştı. Yine elinizden almayı başarırlar. Kar tatili nedeniyle kendinizin konu olduğu evde kalmaktan söz etmek yerine hava şartları nedeniyle öğretime ara verilmesi konuşulur da kimse sizden söz etmez. Konuyu sizden alır öğretime getirirler. Halbuki sizdiniz konu.

Başka bir şey de değildi.

Yaşınız ilerledikçe delikanlılık yılları başlar. Evde de konu değişir. Artık sizden pek söz edilmediğini başka şeylerin konuşulduğunu duyarsınız. Konu olmak, konuşulmak da istemez olursunuz. Bazen araya girip “Ne konuşuluyor?” diye sorsanız çoğu kes suskunluk veya “Seni ilgilendirmez” gibi yanıtlar alırsınız.

Farkında olmadan elinizdeki son kale de düşmüştür.

Zamanla vaz geçer “Konu neydi?” diye sorulsun istemezsiniz.

Büyürsünüz. Meslek sahibi olursunuz. Soranlara mesleğinizi, yaptığınız işi, inceliklerini, soru ve sorunlarını geleceğe yönelik beklentilerinizi anlatırsınız. Onca söylem arasında sıra hiçbir zaman size gelmez. İçinizdekinin ne istediği, mutlu olup olmadığı hiç sorulmaz, konuşulmaz.

Delikanlılığın ateşli yıllarında konudan uzaklaşmış olmanın kendi olamamanın sıkıntısını hissedenler bir araya gelip biz olmaya çalışır birlikte eyleme koyulurlar. İdealleri ve hedefleri ortaklaştırıp “konu biziz, biz ve bizim isteklerimiz. Bunun dışındaki konularla ilgilenmiyoruz” diye ortaya çıkarlar. İş yine çok zordur. Hedefler hep uzakta yollar engellerle doludur. Vazgeçenler olsa da biz olmak, bir şekilde konu olmak iyi gelir.

Kendi olamasa da “biz” olmayı seçenler marjinal veya aykırı diye dışlansalar da kolay teslim olmazlar. Hatta bilenirler, iyi gelir.

Sonra yorulursunuz. Bir de karşı cinsten hayat arkadaşı çıkar karşınıza. Farklılıklar olsa da iki kişi bir araya gelip biz olmak kolaydır. Üstelik baş başa kaldığınızda birlikte hissettikleriniz, coşkunuz, paylaştıklarınız ve sevginiz asıl konuyu size tekrar yaşatır, mutlu olursunuz. Ancak yine rahat bırakmaz her taraftan çekiştirirler. Susturmak için oyunu kuralına göre oynamak zorunda kalırsınız.

Bir günlüğüne de olsa konunun siz olmanıza izin verildiğini zannetseniz de evlenirken bile konu siz değil toplumdur, evlilik kurumudur. Başınızı eğip dünya evine girmeniz istenir. Evlenme töreninde biri çıkıp yüksek sesle “konu nedir?” diye sorsa herkes nikahın kerametinden söz eder. O gün başınız eğilmiştir bir kere “konu biziz” diyebilenimiz azdır. Bu kez kara tahtanın köşesinde konu sözcüğünün karşısında “evlilik” yazıyor gibidir. Hep evlenmeden ve evlilik kurumundan konuşulur.

gorkem2-d515-211b-4e20

İstenen kıvama gelip asıl konuyu unuttuğunuzda ise elinize çocuğu tutuşturuverirler.

Artık evde başka bir konu vardır. Konu hep o çocuk etrafında döner.

İyiden iyiye kendinizden uzaklaşırsınız. Biz olup konu kalmak yerine her anne veya baba gibi başkalarının konularına malzeme olursunuz. İçinizdeki o küçük çocuk ara sıra başkaldırıp kendini hatırlatmak istediğinde hobilerinizden öteye gidemezsiniz.

O çocuk yine konu olacağı, istek ve beklentilerinin dinleneceğini umarak yaşasa da konu nedir diye sorulduğunda “Konu benim” demenin utanılacak bir durum olduğunu öğretmişlerdir. Çoğumuz içimizde öylece boynu bükük sabırla kendi olacağı günü bekleyen çocukla birlikte yaşarız.

Zaman geçer içiniz çürür yaşlanırsınız. “Konu nedir” diye sormayı çoktan unutmuş ortalığa saçılmış konular üzerine saatlerce konuşabilen ama kendini hiç anlatmayan birbirine çok benzeyenlerden biri olur çıkarsınız.

Egolar sürtünürken ara sıra kendinizi hatırlasanız da ıslah olsun diye içeriye kilitlediğiniz o çocuk artık ortalıkta yoktur. Kilit açık olsa bile o çocuğun içeriden çıkmaya niyeti olmadığıyla yüzleşmek yerine başka şeylerden konuşup avunmayı seçersiniz. Gözünüzü meşgul eden televizyon programlarına, sosyal medyaya aval aval bakınıp, alışveriş kültürünün hercailiğine sığınır, aynalardan uzak durursunuz.

Çocukluk arkadaşlarınızdan biri ile karşılaştığınızda bir hatırlama veya hatırlatma gayretiyle gözünün içine bakıp “Konu neydi?” diye sorarsanız sessizlik ve boş bakışlar sonrası “Konuyu boş ver sorun nedir?” diye gelen yanıt ile yine gündeme dair kaçacak yer ararsınız.

Hafızanız zorlanmaya başladığında ise elinizde kalan soru “Kimdi veya neydi?” den öte değildir. Arkadaşlarınız bir bir eksilmeye başlar. Hepsinin cenazesine katılmaya çalışır helalleşmek istersiniz. Helalleşmek istediğiniz aslında kendinizdir. İçeride kilitli bırakıp unuttuğunuz istediği oyuna hiç başlayamamış o çocuğun sizi affetmediğini kendinize bile itiraf edemezsiniz.

Bunca yaşanana karşın hiç olmazsa öldüğünüz gün “Konu nedir?” diye sorulduğunda kendiniz olacağınızı sanırsınız.

Cenazenizin başına toplananlara “Konu nedir?” diye sorulduğunda belki adınızı zikrederler ama gerçekte konu ölümünüz değil ölümün kendidir. Herkes biraz da ölümün soğuk yüzünü görüp hayatta olduğuna şükretmek için oradadır.

Ama bunu dillendirmek bile biraz kendi olmayı gerektirir ve kendi olmak en büyük günahtır. Son görev ve taziye sözleriyle diğer cenazeler gibi paketlenip geçer gidersiniz.

Ardınızda kalanların sizden söz ederken iyi olduğunuz yanları abartacağını bilseniz de yetmez.

Yaptığınız iyi işler arasında yine konu başka yerlere kayar. Tüm değer ve kavramları bırakıp içerideki insani özünüze yönelik konuşmaya çabalayan birileri çıksa da kimse anlamaya çabalamaz.

Zordur öylesi bir yüzleşme.

Sadece var olduğunuz, hayatta olup nefes alıp verdiğiniz, birilerinin çocuğu, bir topluluğun bireyi olarak başka şeyler, sözler, sesler, kavramlar ve önemsiz konular ile oyalanıp geçen kocaman bir ömre bakarken havada asılı kalan tokat gibi soruyla karşılaşırsınız.

“Sahi, konu neydi?”

Soru havada asılıdır. Başınızı çevirip gitmek en iyisi gibi gelir.

Ancak içinizde unuttuğunuz çocuk elini uzatıp o soruya tutunur, yanınızda götürdüğünüzü fark edersiniz. Yıllar önce içinizde kilitli bırakıp unuttuğunuz o çocuktan geriye ne kaldıysa rüyalarınıza üfler. Uyandığınızda gördüğünüz rüyayı zorlasanız hatırlayacak gibi olsanız da yüzleşmek zor gelir. Etkilendiğiniz bir rüya gördüğünüzü anlatmaktan öteye gidemezsiniz. “Rüyanın konusu neydi?” diye soranlara yanıt verirken içerideki o çocuğun feryadı ağzınızdan çıkacak diye korkar ürperirsiniz. Kilit altında bıraktığınız sabırla beklemesini söylediğiniz o çocuk ile yüzleşmeye cesaretiniz olmadığını fark edip  “hatırlamıyorum” der geçiştirirsiniz.

Gittiğiniz her yerde havada asılı duran sahibini bekleyen o soruyu görmeye başlarsınız. Sahi konu neydi?

a839db4b63c3a5d62f457b124f2cc47dGirdiğiniz ortamlarda konu diye konuşulanlara bakarsınız. Herkes son derece ciddi bir iş yapıyormuş gibi hayattan konuşuyordur. Yüksek sesle “Konu neydi?” diye sorduğunuzda rahatsız olur dalga geçtiğinizi düşünürler. Koca bir hayat “Konu neydi?” sorusuna yanıt bile olamadan geçer gider.

İçinizde bir şeyler kaldıysa günün birinde havada asılı kalan “Konu neydi?” sorularından biriyle karşılaşırsınız.

Konu sensin, benim, biziz diye başlayan bir cümle kurabilirseniz içerideki çocuğun elini tutmuş olursunuz.

İçinizdeki küçük prensle yolculuğa çıkar kendiniz olursunuz. Ne korku, ne kaygı, ne de başkalarının hükmü veya yüzü umurunuzda olmaz. İnsani özden konuşur, gereksiz konulara güler geçersiniz. Bu halinizden rahatsız olup konuyu değiştirmeye çabalayanlara nanik yapıp uçurtmanızı uçurursunuz. Birilerinin rahatsız olacağını bile bile kara tahtanın köşesindeki konu yerine kendinizi yazarsınız. Düşündüğünüz gibi yaşarsınız. Bir şey olmaz korkmayın.

Don Kişot’a benzetseler de vade dolup günü geldiğinde yine iyi insandı derler.

İyi insan…

Eh, daha ne olsun?

Mehmet Uhri

GDO’lu Kimlikler

Cuma, Ocak 9th, 2015

images

Bilindiği gibi; 17. Yüzyılda başlayan sanayi devriminin getirdiği üretim patlaması yeryüzünde yaşam biçimlerine kadar yansıyan kökten değişikliklere neden oldu. Üretim ve daha fazla üretim üzerine kurulu büyüme stratejileri kimi zaman savaşlara neden olsa da ticari kapitalizmin küreselleşmesinin önünü açtı. İnsanlığın son 400 yılı artan üretimi karşılayabilmek ve büyüme stratejilerine yanıt verebilmek için tüketim odaklı olarak yeniden kurgulandı. Bu yeni yapılanmada insan özne olmaktan çıkarak tüketim paradigmasının nesnesine dönüştürülmeye çalışıldı. Hayli de yol alındı.

Kurulu kapasitenin sürdürülebilirliği insanların ne olursa olsun tüketime devam etmesine bağlıydı. İnsanları tüketime zorlamak için gereksinimleri hatırlatan gayet insancıl görünüşlü reklam kampanyaları giderek korkular ve kaygılara yönelik daha saldırgan tanıtımlara dönüştü. Ama tüm bunlar günün birinde insanların tüketimden vazgeçme riskini ortadan kaldırmıyordu. Tüketim paradigmasının gerektirdiği ruh haline sahip bireyler oluşturulması yönünde bir şeyler yapılmalıydı.

Antropologlar günümüz insanını Homo sapiens sapiens olarak tanımlar. Kendi varlığının farkında olduğunun farkında olan canlı anlamına gelir. İnsanoğlu kendi varlığının farkında olduğunun farkında olabildiği için varlığını sorgulayabilme, anlam çıkarabilme ve çabalayarak benliğini dönüştürebilme yetisine sahiptir. Tüm bunlar için tanım gereği benlik algısına gereksinim vardır. Her benliğin ise kendini tanımlayabilmesi, anlamlandırabilmesi ve sosyal alanda konumlandırabilmesi için kimliğe sahip olması zorunludur.

İşte, tüketim dünyasının nesnesi olması istenen, tüketimden vazgeçmeyi aklına bile getirmeden günebakanlar gibi arzu nesnelerinin peşinden giden bireyleri oluşturabilmek için korku, kaygı, öfke, endişe veya sevgi gibi alt bilinç alanlarına yönelik reklam çalışmalarına ek olarak çok daha gerideki benlik ve kimlik algısı üzerinde de çalışılmaya başlandı. Benlik ve bu benliği tanımlayan kimlik algısına iliştirilecek tüketim alışkanlığı ile paradigmanın arzuladığı tüketim odaklı yaşayan yeni toplum yoluna girildi.

Bu amaçla; kimliği oluşturan içsel (astrolojide tanımlanan burç özelliklerinin çoğu bunlardan oluşur ) ve dışsal (aile, topluluk, cemaat, milliyet, din, ırk vb) bileşenlerin benliği tanımlamaya yetmediği yönünde son derece başarılı algı yönlendirmelerine tanık olduk. Dışarıda bambaşka ve renkli bir hayatın olduğuna inandırılarak o hayatı ?yakalamak? için kimlik algısının eksikliklerinin yerine konması gerekiyordu. Sorun ise kimlik algısının içinde olduğu ileri sürülen hayali eksikliğin aslında hiçbir zaman doldurulamayacak olmasıydı. Kimliklerinde eksiklik olduğu algısının marka kültürü, tüketim alışkanlıkları ve yaşam biçimleri ile doldurulacağı sanısı insanları her daim tüketici kılmak için yeterliydi. Öyle de oldu.

kimlik-ve-bagimlilik

İnsanlar, benliklerini tanımlarken kullandıkları kimlik bileşenlerinin içinde hep bir eksiklik olduğuna inandırıldılar. Bu eksikliği kapatabilmek için markalaşan kimliklere, kalıplaşmış yaşam biçimlerine ve birbirine giderek daha çok benzeyen tüketim alışkanlıklarına sahip bireyleri daha çok görür olduk. Alan ve satan razı olduğu sürece pek sorun yokmuş gibi görünse de benlik algısının genetiği değiştirilmiş oldu. Kendi benliği ile dengeli, doygun ve yeterli olmak yerine kimliğindeki eksikliği gidermek için çırpınan bireylerin bağımlılık eğilimli bireylere dönüşmesi de kaçınılmazdı. Her gün her ortamda reklamlar ve tüketim alışkanlıkları dayatmasıyla karşılaşan ve hayatlarındaki eksikliği vurgulayan bu mesajlar yüzünden hep bir şeyler tüketme gereksinimi içinde kıvranan bireylerin bağımlılık yapıcı maddelere yönelmesi ile de daha sık karşılaşır olduk. Başlangıçta sigara ve alkol bağımlılığı gibi bağımlılıklar tüketim paradigmasının içine yedirilmeye çalışılsa da sorunun büyümesi kaçınılmazdı.

Benliğinde bir türlü tanımlayamadığı ve eksiklik algısı olarak yaşattığı canavarı doyuramayanların bir kısmı için bağımlılık yapıcı maddeler (uyuşturucu, uyarıcı vb.) arzu nesnesine dönüştü. Özellikle benliğin ortaya çıktığı ve kimlik algısının şekillendiği genç erişkin dönemindeki kafa karışıklığı, dayatılan bu eksiklik algısı ile birleşince uyarıcı, maddeler ile kendinden kaçma veya uyuşturucu maddelerin içe dönme yönünde ürettiği çözümler ile talep gördü. Her ne kadar yasaklanıp üretim ve satışı kontrol altına alınmaya çalışılsa da bağımlılık yapıcı maddelere olan ilgi tüketim alışkanlıklarının yaşam biçimine dönüşmesiyle artmaya devam etti. Markalaşan ve birbirine benzeyen kimlikler arasında kendini arayan benlikler için bu tür maddeler arzu nesnelerine dönüştü.

Geldiğimiz noktada; tüketim odaklı dünyanın nesnesine dönüşmüş, tüketerek yaşamayı kimliğinin parçası ve yaşam biçimi olarak gören bir anlamda ?ruhsal genetiği değiştirilmiş? bireylerin kimlik sorununa odaklanılmadığı sürece, sistem bağımlı kişiler üretmeye devam edecek gibi görünüyor. Bağımlı kişileri tedavi çabası ise bataklığı kurutmadığımız sürece konunun uzmanı sağlıkçılar için ?müşterisi? giderek artan hayli karlı bir piyasadan öteye geçemeyecektir.

kimlik-ve-bagimlilik-1Her ne olursa olsun gidilen yol insanlık için çıkmaz sokaktır. Kimliklerinde bir türlü tanımlayamadıkları eksiklik algısı yüzünden özgüveni eksik bağımlılık eğilimli toplumların değişime dönüşüme kapalı, biat kültürüne yatkın tüketime programlanmış halleriyle sonuçta kendilerini de tüketecekleri açıktır. Madde bağımlılıklarının geometrik oranda artıyor olması da bunun işareti olarak görülmelidir. Gerek yeryüzü kaynaklarının yetersizliği ve çevre kirliliği, gerekse de içine düşülen kimlik bunalımı ile insanlığın yüzleşmesi er veya geç gerçekleşecektir. Kimliklere konumlandırılmış eksiklik algısı ve onun doğurduğu bağımlılık eğilimleriyle yaşanacak ve hayli sert olacak yüzleşmede yol gösterici olma görevi ise tüketim paradigmasının dayatmalarının farkında olup direnen, benlik algısı ile barışık ruh sağlığı çalışanlarına düşecektir. Umalım ve dileyelim ki insanlık bu karanlık evreyi de olabildiğince az hasarla atlatır.

Dr. Mehmet Uhri

( Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği - ÇAREDER Yönetim Kurulu Başkanı )

Hani Bazen…

Pazartesi, Kasım 24th, 2014

dsc08486

Hani bazen içinizdekileri dökmek için sözcükler yetmez, insanın bağırası, çığlık atası gelir. Bedeninizi parçalayıp ortalığa saçılmak isteyen, ruhunuzun isyanıdır.

Sonra sizi bir şey tutar.

Kimdir, nedir bilemezsiniz. Kabuğunuzu zorlasanız da kıramadığınızı fark edersiniz. Yutkunursunuz.

“Ne oldu? Neden sustun?” diye soranlara cevap olarak söylediğiniz “İşte” sözcüğüne sığanlara hayret edersiniz.

Hani bazen o gün hiç başlamasın istersiniz.

İlle başlayacaksa geçmişten anı yüklü bir güne uyanmayı, o günü tekrar yaşamayı düşlersiniz. Başkalarının günlerine değil hiç olmazsa bir sabah kendi olduğunuz güne uyanmaktır dileğiniz.

Önünüze gelen çayı yudumlarken o sabah ki isyanınız için kimsenin sizi anlamayacağını düşünür halinizi hatırınızı soranlara söylediğiniz “İyiyim işte” ye sığan yalnızlığınızı görür, ürperirsiniz.

Hani bazen bir sabah kahvesine tutunup uzaklara, çok uzaklara gittiğinizi, oralarda başka hayatlara bulandığınızı, kabuk gibi taşıdığınız birbirine fazlasıyla benzeyen kimliklerin olmadığı, insanların sadece kendi olduğu yerler hayal edersiniz.

Kısa süreli de olsa içiniz ferahlar.

Kahveden aldığınız ilk yudumda kaybolan köpüğü gibi rüyadan sarsılırcasına uyanır, acısını damağınızda hissedersiniz. Hafiften yüzünüz buruşur, nedenini bilemediğiniz bir suçluluk duygusu kaplar içinizi. Yüzünüzü ekşittiğinize bakıp ne olduğunu soranlara kafanızı kaldırmadan söylediğiniz “İşte” sözcüğüne sığanlara hayret edersiniz.

Hani bazen kendinizden sıkılırsınız. Aynaya bakmak bile gelmez içinizden. Bu haldeyken oynamanız gereken rolün hakkını da veremeyeceğinizi düşünüp hata yapmaktan korkarsınız.

İçinizden kedi olup damlarda gezinmek veya martı olup gelen giden gemilerin üstünde süzülmek geldiğini kendinize bile söyleyemezsiniz. Dışarı çıkıp hava alır açılırım diye düşünseniz de rüzgâr dışında “dışarı” diye bir şey olmadığını görürsünüz.

Bir kediye yaklaşırsınız kaçar, martılara simit atarsınız almazlar. Aklınıza, onların da sizden sıkılmış olduğu gelir. Unutmak için işinizin başına dönersiniz.

Arkadaşlarınız “İşler çok mu?” diye sorduğunda dudaklarınızdan dökülen “işte” sözcüğüne sığanlar ürkütür. Korkarsınız.

Hani bazen gün devrilir, bir şeylerin daha eksildiğini düşünürsünüz. Yollarda yitirdiğiniz zamanda kendinizle baş başa kalmak bile zor gelir.

Hayatın, elinizdeki cevapları, önceden sorulmuş sorularla eşleştirmekten başka bir şey olmadığını düşünmeye başlarsınız.

Hatta kendinizin de sorusunu arayan bir cevaptan ibaret olabileceği düşüncesi beyninizi kemirir.

Kafasını kaldırmadan yaşayanlara, ellerindeki cihazlarda oyun oynayarak vakit geçirenlere imrenirsiniz. Düşünceli halinizi görüp “Ne düşünüyorsun?” diye soranlara sanki suçüstü yakalanmış gibi verdiğiniz “İşte” sözcüğünün içine sığanları hiçbir zaman yeterince anlatamayacağınızı düşünür, susarsınız.

Hani bazen bir nüktenin içinde bulursunuz kendinizi. Sanki birinin fıkrasının içinde yaşıyor gibi olursunuz.

Başka zamanlarda özenle koruyup kolladığınız kabuğunuzdan sıyrılıp komik duruma düşmek, madara olmak zor gelmez, insana.

Başkaları ile birlikte kısa süreli de olsa kendiniz olursunuz. Attığınız kahkahalara diğerleri de katılır. Nefesiniz yettiğince, anlamını bilemediğiniz ama kendinizi iyi hissettiğiniz kahkaha seli içinde savrulursunuz.

Nefesler tükendiğinde biri “Çok güldük, çok ağlamayalım” der. Ortalığı sessizlik kaplar. Kahkahaları duyup gelen niye güldüğünüzü sorduğunda ağzınızdan dökülen “işte” ye sığanları düşünüp hep birlikte bir daha gülersiniz.

Bu kez soruyu soran da güler. Ona bakıp daha çok gülersiniz. İyi gelir…

Hani bazen uyanmak istemediğiniz bir rüya görürsünüz. Uyandığınızda unutmaktan korkarsınız. Gözlerinizi kapadığınızda biraz daha sürsün istersiniz. Bir şey sizi çeker alır oradan. Kabahati gözlerinizden bilirsiniz. Sorulduğunda gördüğünüz rüyayı anlatmaya sözcükler yetmez “Neyse işte” gibi bir yanıt verirsiniz.

Rüyanın zamansızlığının doğurduğu saçmalığı paylaşmaya kalktığınızda başkalarının size farklı bakacağından endişe edip suçluluk duyar, unutmaya çalışırsınız.

Hatta sonraki günlerde rüyadan geriye kalan “Neyse işte” ye sığanların içinizi ısıttığını düşünüp aynı rüyaya düşmek için gözlerinizi yumduğunuz bile olur.

Umutlanırsınız…

Hani bazen bir çocukluk fotoğrafınız geçer elinize. Hayretle bakarsınız “Bu ben miyim?” diye.

Küçücük bir hayattan kocaman bir hayata savrulduğunuzu düşünseniz de sanki bir başkasının çocuğudur karşınızdaki. Bir tek gözler tanıdık gelir.

Sonra resimdeki o çocuğun yaşadıkları gelir aklınıza öylece donar kalırsınız. Küçücük hayattan fışkıran koca bir ömür için iyiydi deseniz de başka türlü yaşanabilir miydi düşüncesi kafanızı kemirir. Tedirginlik duyarsınız.

O an “Ne düşünüyorsun?” diye soranlara verdiğiniz “işte” yanıtının içine sığanlara bakıp kabahatini gizlemeye çalışan bir çocuk gibi gülümsersiniz.

Hayat da size gülümser.

Dahası da var ama hep aynı.

Hani bazen diye başlayıp “Neyse işte” diye uzayıp gidiyor.

Mehmet Uhri

Elma Kurdunun Hayali

Pazar, Ekim 19th, 2014

20140813_105658

.

İçine girmeye çalışan kurtçuğa bakıp ?bir sen eksiktin? dedi, elma.  Kurtçuk üstüne bile alınmadan kabuğun ince olduğu dip kısmından kemirip girebileceği kadar delik açtıktan sonra elmanın içine girmeyi sürdürdü. Elma durumdan rahatsızdı.

- Biri şuna dur desin! Yapma, rahat bırak beni huylanıyorum.

- Benim işim bu. Elma kurduyum. Burası da benim evim. Seni seçtim. Hani masallarda kurabiyeden, pastadan evler olur ya sen de benim masal evimsin.

- Yahu ben alt tarafı elmayım bırak beni. Erkenden çürüteceksin büyümeden çürüyüp düşecek toprağa karışacağım.

- Hepimiz o toprağa karışacaksak erkeni geçi ne fark eder. Bak şimdi bir aradayız. Tadını çıkaralım. Bizi bir araya getiren her neyse konuşturmayı da başardığına göre anlat bakalım nasıl bir ağacın meyvesisin? Seni yetiştirenler nasıl birileri?

Elma huylanmaya devam etse de yapacağı bir şey olmadığını görünce söylenmeye başladı;

- Adama, o kadar söylediler şu ağacı ilaçla diye. Bizimki bahçesindeki tek elma ağacını ilaçlamak istemedi. Neymiş kurdun kuşun da hakkı varmış.

- Hah işte bana onları anlat. Nasıl biri şu bahçenin sahipleri?

- Ne bileyim. Yalnız kaldığında kendini önemseyen, diğerlerinde farklı gören, başkalarının yanında sesi çıkmayanlardan, sanırım. Bence hepsi birbirine benziyor. Bir yanları şişik, gösterişli bir yanları ise hep ezik, ne yandan baktığına bağlı. Bizim ki de onlardan. Ne iş yapar bilmem, bahçeyle ilgisi daha çok oturup seyretmekten ibarettir. Dalında güzel görünüyor diye olgunlaşan elmaları toplamaz. İlaçlama da yaptırmaz. Neymiş organik olsunmuş. Gel bari toprağını da kendin gübrele tam organik olsun.

- Haksızlık etme gayet sağlıklı görünüyorsun. Onca elma arasında alımlı duruşuna bakıp seni seçtim. Yaprakların hastalıklı gibi görünse de hazır olduğunda gövdeyi, yaprakları, dalları dolaşıp larvalarımı her yere bırakacağım. Seneye sen ben olmasak da birileri bu muhabbete devam etmeli.

- Ya, git işine. Burada canı yanan bedeni kemirilen benim. Sen bulmuşsun kurabiyeden evi doyur karnını, gezin dur bakalım.

Elma kurdu merkeze doğru ilerlemeyi sürdürdü. Derinlerden ?çekirdeklerin de çok lezzetliymiş? diye seslenince elma feryadı bastı.

- Çekirdeklerimi bırak, onlar benim çocuklarım. Gün gelir filizlenir yetişir ağaç olur diye özümde tutuyor onca meyveyi çekirdeklerim için saklıyorum. Onlara dokunma.

- Tamam tamam, dokunmam. Bir süredir hiç sesin çıkmıyordu küstün zannedip yoklama çektim. Çekirdeklerin de ekşi geldi. Merak etme onlara bulaşmam.

- O zaman şimdi de sen anlat bakalım sen nasıl bir elma kurdusun. Nerden gelir nereye gidersin.

- Larva halindeyken muhtemelen bir kuşun gagasında veya rüzgarla sürüklenip bu ağaca tutunmuşuz. İlaçlama olmayınca kendimize yaşayacak alan bulup pupa ve kurda dönebilmişiz. Bizden öncekiler larvalarını ağaç gövdesindeki yarıklara yaprakların altına ve dallara dağıtmışlar. Bizler baharda yola koyulur pupaya döner kurtçuk haline gelip meyvelere dadanırız. Zordur işimiz öyle açıkta duramayız. Kuşlar örümcekler hep peşimizdedir. Larvalarımızı bırakacak kadar olgunlaşamamıza fırsat bile vermedikleri olur. Kurtçuk halindeyken elmanın içinde bile kuşlara yem olanımız çoktur. Halbuki günü geldiğinde her canlı gibi bırakırız kendimizi, işimiz bitmiştir ne de olsa. Öyle senin çekirdeklerin gibi büyüyecek ağaç filan olacak meyve verecek diye hayallerimiz de yoktur. Hayallerimiz bir elmanın içine girebilmek ve orada kalabilmektir. Başını sokacak bir evden fazlasını hayal bile edemeyiz. Çocuklarımızın da hayali budur. Bizler elma kurduyuz hayallerimiz bile bir adım öteden sonrasına gitmez.

- İlginç olan şu ki, bahçeye bakan ara sıra budayıp toprağı çapalayan adamcağız da aynen bu senin dediğini söyler durur. Derdi gücü ev alabilmektir. Başını sokacak ev alamamış olmaktan yakınır durur. Çocuklarına da ne yapıp edip ev sahibi olmalırı gerektiğini söyler. Başka hayali var mıdır bilemem ama derdi gücü senin gibi başını sokacak bir evden ötesi değildir. Sahi başka isteğiniz yok mudur? Ben biraz bizim ev sahibine benziyorum, sanırım. Onun gibi uçuk kaçık da olsa hayallerim çoktur ama bulunduğum yerden ayrılamamak, köklerimle toprağa bağlı kalmaktır sıkıntım. Senin gibi yarım yamalak da olsa gezip dolaşabilmeyi başka yerleri görmeyi çok isterdim. Bu duruma isyan eden, özgürce çekip gideniniz yok mu? Hiç olmadı mı?

- Olmuştur belki ama sonrasında ne olduğunu, hayallerine ulaşıp ulaşmadığını bilmeyiz. Giden gelmemiştir. Öte bir dünyadır bizim için bu tür hayaller. Bu konulara kafa yormamak öğretilmiştir. Elma kurduyuz ne de olsa, kafamız karışsın istemeyiz. Elma kurtları iş bıraktı doğa panikte diye bir haber okuduğunu düşünsene. Dedim ya; larvadan kurt haline dönüşebilenlerimizin hayali başını sokabilecek bir meyve evden ötesi değildir. Anlayacağın, sen olmasan ben de yokum.

dsc000431

Bu sırada başlayan yaz yağmuru şiddetlenince elma kurdunun açtığı delikten su girmeye başladı. Elma kurdu boydan boya elmanın içini geçip öte yanda da delik açtığı için içeri giren su elmanın içini doldurmaya başlayınca elma kurdunun tadı kaçtı.

- Ne oldu kurt kardeş o çok beğendiğin ev su almaya mı başladı?

- Dalga geçme suyun içinde çok kalamam dışarı çıkarsam yağmur alır götürür. Dışarıda da çok duramam kuşlara yem olurum. Sanırım yolun sonuna geldim.

- Dur hele sakin ol yağmur zayıflıyor.

Elma kurdu daha fazla dayanamayıp delikten önce kafasını çıkardı sonra suyun akıp gidebilmesi için tüm gövdesini dışarı çıkardı. Bu arada yağmur kesilmiş güneş yüzünü göstermişti.

- Maşallah iyi beslenmişsin. Girdiğin delikten çıkamayacak kadar irileşmişsin. Sana iyi bakmışım.

Elma kurdunun cevabını beklemeden yaklaşan serçeyi gören elma uyarmasa, kurdun yem olması işten değildi. Deliğine hızla giren kurdun peşinden gagasını sokup didikleyen serçe başarılı olamadı. Elma serçeyi rahatsız etmemesi için uyardı. Serçe ?yağmur yüzünden yuvamda ne varsa aktı gitti. Yavrularım yiyecek bekliyor” diye söylenerek deliğin başında bir süre beklese de kurt iyice içeri kaçmayı başarmıştı.

20140813_105646

Bir süre sonra alıştılar birbirlerine kurt semirdikçe elma güçsüzleşiyor kendi ağırlığını taşımakta zorlanıyordu. O sabah kucağında kedisiyle gelen ev sahibi ağacın dibine oturup bir süre kedinin sırtını okşadı. Kedi, belli ki alışkındı tepki vermedi.

- Yaa işte böyle kedicik. Babamdan kalan bu ev ve bahçeyi onca ayak dirememe karşın ellerinden kurtaramadım. Hiç olmazsa bahçe ve ağaçlar kalsın istedim ama dinletemedim. Çiçek açan ağaçlar polenleri yüzünden allerji yapabilir diye istenmiyormuş. Palmiyeler haricinde ne var ne yok kesilecekmiş. Yan bahçedeki iki erguvan ağacını lütfedip yerini değiştirme şartıyla kurtarabildik.

Kedi sesini çıkarmadan adamın kucağında oturmayı sürdürdü. Bizimki kafasını kaldırıp ağaca ve elmalara baktı. Ağacın gövdesini okşayıp babasıyla fidan halindeyken diktikleri günü anlattı. Sabırla büyümesini beklediklerini, çiçek açtığını görmelerine karşın babasının ağaçtan bir elma dahi yiyemeden öldüğü için o gün bu gün elmaları toplamaya kıyamadığından söz etti.

- Babam kurduyla kuşuyla, kelebeği ve böceğiyle olursa ektiğin ağacın hayrı olacağını, onların hakkının da gözetilmesi gerektiğini söylerdi. O zaman anlamazdım.  Bir de borç harç aldığı bu eve çok özenirdi. Eli hep üzerindeydi. Tamiratını geciktirmez, boyasını badanasını kendi yapardı. Başını sokacak evi olmasını önemserdi. Evinde olmaktan, bizlerin ve bahçesindeki ağaçların büyüdüğünü görmekten mutlu olurdu. Başka bir hayali de yoktu, bizim ihtiyarın. Ben onun gibi değildim ama buradan böyle ayrılıyor olmak ağrıma gidiyor.

Ayağa kalkıp ağacın yapraklarını okşadı. Gövdesine sarılıp bir süre öylece kaldı. Kedi ise kuşlara yaklaşabilmek için dallara tırmandı.  Kurdun kemirmesiyle güçsüzleşen elma kedinin dalları hareketlendirmesiyle daha fazla dayanamayıp koptu. Bizimkinin sırtına çarpıp yere yuvarlandı. Bizimki, yerden elmayı alıp başparmaklarıyla ikiye ayırdı. Kurtla karşılaşınca parmağının ucuyla okşadı. Elmanın çekirdeklerini ayıklayıp mendiline sardı. “Belki bir gün bir yerde ben de çocuğumla bu elma ağacını tekrar yetiştirmeye çabalar dedeyle torunu bir araya getiririm” dedi.

Kurt elmaya son kez baktı.

- Evim yuvam yıkılsa da hayallerimiz yola çıktı elma kardeş, direnmenin anlamı yok. Şimdi sıra kuşlarda. Bırakalım da nasiplensinler. Seni tanımak güzeldi. İyi ki çekirdeklerine dokunmamışım.

Elmanın cevap verecek hali kalmamıştı. Bizimki kedisini kucağına alıp son kez bahçeye ve evine baktı. Onların uzaklaşmasını sabırsızlıkla bekleyen kuşlar elma ve kurttan kalanlara hücum ettiler. İşlerini bitirip uzaklaşmalarıyla bahçe derin bir sessizliğe büründü.

Ev sahibini bir daha o bahçede gören olmadı. Bahçedeki sessizliğin yaklaşan iş makinelerinin kararlı gürültüsüne teslim olması için fazla beklemek gerekmedi.

Mehmet Uhri

Not: Üzerlerine tıklayarak fotoğrafların orijinal boyutlarına ulaşabilirsiniz.

Mardin’in Midyeleri

Pazartesi, Haziran 2nd, 2014

bm4

Peşimizdeler, kurtulamadık onlardan.

Bizler boğazın midyeleriyiz. İstanbul boğazını mesken tutarız. Eksilip azalsak da hep buradayız. Hiçbir şeyden çekmedik şu Mardinlilerden çektiğimiz kadar. Biz kaçtık onlar kovaladı. Zamanla birbirimize benzedik.

Buralıyız, tutunacak başka yerimiz yok, gidemeyiz. Boğazın hızlı akıntılarına direnir kuytuda yaşar akıntıyla gelen ne varsa kabuğumuza hapseder, besleniriz. Mardinliler ise, ne kadar kuytuya saklansak da arar, bulur söküp çıkarırlar. Bıraksalar belki yirmi yıl hatta daha fazla yaşayacağız ama bırakmazlar. En fazla 3-5 yıldır ömrümüz.

Minicikken yerimizi bulur, göz koyar büyümemizi beklerler. Hangimizin nerede olduğunu hangi zamanda toplanacağımızı iyi bilir, Mardinliler. Tutunduğumuz yere kazık çakmak gibi niyetimiz yok. Herkes ve her şey gibi gelip geçici olduğumuzu biliriz. Gidecek yerimiz olsa durmazdık buralarda. Bizler boğazın midyeleriyiz. Bir Mardinlinin eline düşene kadar tutunmak ve yaşamak zorundayız.

Peşimizdeki Mardinliler de bize benzer. Zamanında sökün edip göçe uğramış çıkıp şehre gelmiştir. Onların da gidecek başka yeri yoktur. Tutunabildikleri ne iş olsa uğraşmış sonunda biz midyelerin başına musallat olmuşlardır. Yaptıkları işin yasal olmadığını bilseler de ekmek parası peşinde kaçak göçek midyecilik yapmaktan geri durmazlar.

Bizler gibi kuytuda yaşarlar. Tatil günleri veya akşam alacasında gizli saklı midye çıkarırlar. Dedim ya; yoktur aslında bizden farkları. Kabukları serttir. Kimseye göstermedikleri içleri ise yumuşaktır. Herkes onları sert kara kabukları ile tanır, ürker uzak durur. Bizler gibi çer çöp ne bulurlarsa kabuklarına hapsedip ayakta durmaya çabalar, gerekli gereksiz ellerine ne geçerse biriktirirler.

bm2

Büyüdükçe sertleşir hoyratlaşırlar. İnsandır, ne de olsa. Halbuki küçükken bizler gibi kabukları ince, içleri temizdir. Tutundukları yerde yaşama ve büyüme telaşında şehrin kirinden pasından ne varsa alıp bir kenara koyarlar. Bizler gibi onların da içleri büyüdükçe kirlenir. Kirini pasını gizleyebilmek için kara kabuklarını kalınlaştırır o kaba hoyrat hallerine dönerler. Şehrin kirine bulanıp büyüdükçe içlerinin yumuşaklığını da unuturlar.

Benzeriz Mardinlilere. Bizler de kirleniriz onlar kadar. Ama içimiz hep yumuşaktır.  Başımıza gelen onların da başına gelir. Gün gelir birilerinin gözüne batarlar. Yerleştikleri yerden söker, daha kuzeye, ücra yerlere sürülürler. Böyle zamanlarda Mardinlilerin sayıları eksilse de tükenmezler. Gittikleri yerde tutunup yine bizim gibi kabuğuna çekilmişlerin peşine düşerler. Dedim ya; benzeriz birbirimize.

Boğazın midyeleriyiz, içimizden boğazın suları geçer. Bu şehirde tutunmak zordur. Akıntıya kapılıp yer değiştirenimiz de çoktur. Dere ağızlarını çok sevsek de Mardinliler önce oralara bakar. Bilirler, nerede olduğumuzu. Sonra sıra kenar köşeye, yalı önlerine gelir. Kuytuya saklansak üstümüzü mercanlar örtse de bulup çıkarırlar. Bizler hep buradaydık. Sayımız azalsa da tükenmeyiz. Boğazı bırakıp gidecek halimiz yok. Peşimizdeki Mardinlilere inat, direniriz…

mm2-2

Şehirdeki her canlı gibi burada çoğalır burada eksiliriz. Eksilsek de tükenmeyiz. Bir zamanlar doğal düşmanlarımız vardı. Şehir büyüdükçe bir bir yok olup gitseler de baş belası Mardinliler yüzünden sevinemedik. Artık doğal düşmanız denizde değil, karada.

Şu Mardinlilerin ne midye görmüşlüğü ne de yemek olarak yapıp yemişlikleri vardır. Ama dedim ya onların da derdi gücü bizim gibi şehirde tutunabilmek. Biz burada tutunmaya çabaladıkça onlar da bize tutunurlar. Ellerine geçirdikleri zaman öyle hemen canımızı almazlar. Lezzetimiz eksilmesin diye suda tutarlar. Yine bir yerlere tutunup hayatta kalacağını düşünür, umutlanırsın. Sonra karaya çeker ayıklamaya başlarlar. En iriler dolma yapılmak üzere ayrılır. Diğerleri tek tek kabuklarından ayıklanır ama yine öldürmezler.

Kabuğumuzdan sıyrıldığımız zaman olanca çıplaklığımız ile birbirimize tutunur, bekleriz. Bizimle uğraşanları da son kez o zaman görürüz. Onlar da sert hoyrat hallerini bırakıp bir araya geldikleri şu bir göz odada kabuklarını çıkarıp bizler gibi birbirine tutunurlar. Şehirde tutunabilmek için peşimizde olsalar da günü geldiğinde kendilerinin de sürgün edilip ayıklanacaklarının farkındadır. İsyan etmez, durumu kabulleniverirler.

Benzeriz dedim ya…

Bizler boğazın midyeleriyiz.

Gün olur bir midyeci görürseniz tezgahtaki midyelere ve onu satana iyi bakın. Onlar Mardin’in midyeleridir. Doğal düşmanımızdır. Kalıcı da değillerdir. Bizler yine iyi kötü tutunduğumuz yerden koparılsak da geride kabuğumuz, izimiz kalır. Onlardan ise  geride hiçbir şey kalmaz. Kimse onların farkında da değildir. İyi tanırız birbirimizi.

Bizler boğazın midyeleriyiz.

Kazınıp dökülsek, eksilsek de öyle başkaları gibi pes edip gitmeyiz. Bırakmayız buraları.

Bu da geçer der, kabuğumuza çekilir, bekleriz.