Archive for the ‘Tamirhaneden’ Category

Zamanın Vücut Bulduğu Şehir

Perşembe, Eylül 27th, 2018

bea37d9d-3e67-4474-baa2-e061403e308b1

Yorucu bir hastane gecesinde tanımıştım o emekli edebiyat öğretmenini.

İstanbul’u anlatmıştı…

Sabaha karşı herkes uyurken serviste koridorun sonunda pencere önünde kitap okuyordu. Yaklaşınca beni fark etti. Ayağa kalkmaya çalışırken omzuna elimi koyup oturmasını rica ettim. Karşısındaki koltuğa da ben oturdum. “Ömür uzayınca uykular kısalıyor derlerdi. Doğruymuş…” diye söylendi. Uyku tutmadığını, bir şeyler okumak için ışığı yakıp oda arkadaşını uyandırmak istemediğini, kitap okuyup günün aydınlanmasını beklediğinden söz etti. Cemal Süreya okuduğunu görünce şiire ilgisinin nereden geldiğini sordum. Emekli edebiyat öğretmeni olduğunu, yıllarca lise öğrencilerine edebiyatı sevdirmeye uğraştığını anlattı. Nereli olduğunu sorunca biraz da gururla “İstanbulluyum” dedi.

İşte o yaşlı edebiyat öğretmeni İstanbul’u kendi gözüyle anlattı. Cemal Süreya’dan aşırdığı dizeyi kullanarak İstanbul için “zamanın vücut bulduğu şehir” diyordu.

Söze, İstanbul’da doğup büyüdüğünden, ailesinin kuşaklar boyu İstanbullu olduğunu anlatarak başlayınca İstanbul’un yitirdiklerinden yakınacak sanmıştım. Ancak o heyecanla şehrin şiirselliğinden söz ediyor, tanımak isteyenler için boğazda ve özellikle güneşin doğmasına yakın Galata köprüsünde balıkçıları izlemenin iyi bir deneyim olacağını anlatıyordu. Kendi gibi İstanbulluyum diyen çok az insan kaldığını, bu şehirde doğup büyüse de kendini ailesinin memleketi ile tanımlayan,  İstanbul’u fark edemeyenlerin çokluğundan yakındı.

Onun gözünde İstanbul, canlı bir organizmaydı. Bedeni ve ruhu olan bir organizmadan söz ediyordu. Şehrin bedeni ile ruhunun gün batımlarında bir araya gelip sabahları ayrılan şiirsel bir yapısı olduğunu, görebilmek için geceyi yaşamak ve gün doğmasına yakın boğaza yakın durmak gerektiğini vurguladı.

Birlikte dışarıya, şehrin ışıklarına baktık. Henüz gün ağarmamıştı. Bir edebiyatçıyı yakalamış olmanın heyecanıyla  konuşturmak için “Sahi İstanbullu kimdir? Nasıl biridir. Çok farklı mıdır?” diye sordum. Yüzünde hafifçe bir gülümseme belirdi. Sanırım gevezelik etmeye çalıştığımı anlamıştı. Eliyle camdan dışarısını, karanlıkta ışıkları seçilen şehri işaret etti;

- Eh, Anadolu insanına kaypak gelse de İstanbullunun huyu suyu şehrin iklimine benzer. Değişkendir.

- Nasıl yani?

-   Burada balıkçıların “İstanbul’un yazı kışı olmaz, lodosu veya poyrazı olur” diye bir sözü vardır. İstanbullu için de böyledir. Onlar da şehrin havası gibi değişkendir. Gerçekte İstanbul’un iklimi hep baharı andırır. İnsanları da şehir gibi hep baharı yaşar. Benim gibi bu şehrin tutkunları için iklim hep ilkbahar olurken, şehri anlamayan, haz etmeyenler ise sonbaharı yaşar. Bahar daim olduğu için poyraz estiğinde kışı, lodos estiğinde ise yazı koklarsın. İnsanları da böyledir. Bir gün önce kızıp söylendiğine ertesi gün tepki vermemesine bakan Anadolu insanı bu değişkenliği anlamakta zorlanır. İstanbulluyu kaypak bulur. Üstelik bu durum şehirle hem hal olmuş, şehrin ruhunu taşıyan benim gibi İstanbulluların umurunda bile değildir.

fe2e1db9-b61c-4ffa-9363-8cad98f392a4

Bir süre ağarmaya başlayan gün ile gökyüzünün laciverte dönmesini izledik. Gökyüzünün lacivert halinin güzelliğini bugüne kadar fark etmediğimi düşündüm. O ise binlerce yıldır kesintisiz insanlara kucak açmış bu kadim şehrin zaman içinde ruhunu içinde yaşayan tüm canlılarına aktardığını anlattı.

- İnsanları gibi kedisi, martısı, balığı bile şehrin ruhunu taşır. Hatta şehri kucaklayan boğaz bile aynı ruhu barındırır.

- Boğazın ruhu mu var?

- Olmaz mı? Boğazın yüzeyden akan suyu poyraz gibi soğuk ve serttir. Baktığında soğuk ve ürkütücü görünür. Ürpertir insanı. Ama derindeki sular lodos gibi sıcak ve sakindir. Şehre ilk kez gelenler boğazın o serin ve ürkütücü akıntısını görür. Soğuk ve itici gelir. Zaman içinde derinlerindeki sıcaklığı tanıdıkça şehre ısınırlar. İstanbul anaçtır. Geleni bağrına basmaz ama geri de çevirmez. Yani sen ona gidersin. İnsanları, hatta kedileri bile öyledir.

- Şehri sizin gibi tanımlayan birini daha önce tanımamıştım. Bütün bunları biraz da  edebiyatçı duyarlığına bağlayabilir miyiz?

- Keşke öyle olsaydı. Boğazın balıkçıları olmasa belki ben de İstanbul’u hiç anlamadan geçip gidecektim. Şehrin yaşayan ruhunu, o ruhu taşıyan insanlarını, kedisini, balığını, martısını hep o balıkçılardan öğrendim.

Şehrin gerçek sahiplerinin kedileri olduğunu, boğaza girince balıkların huyunun değiştiğini, martılarının bile şehirli olduğundan söz etti.

- Şehirli martı mı? O nasıl oluyor?

- Martılar bu şehrin entelektüel serserileridir. Aylak ve özgürce uçar ancak şehirden ayrılmazlar. Elini uzatsan erişecek kadar yakın ama hep biraz uzakta durur, şehrin ruhunun önemli bir parçasını oluştururlar. İnsanlarının bir kısmı da o martılara benzer. Onlar özgürlüklerine düşkün, aylak, kent sakinleridir. Sayıları az olsa da şehrin ruhunu binlerce yıldır yaşatan tohum karakterli insanlardır. Zaman devrilir çağlar geçer, isimler, insanlar, muhitler, yaşama biçimleri, inanışlar değişir ama şehir, martıları ve onlara benzeyen insanları sayesinde kendini her daim yeniden üretir. Tanıdığım pek çok edebiyat insanı veya sanatçı o martılar gibidir. Günü zamanı yeri geldiğinde şehri anlatan, yaşatan, duygusunu ortaya çıkaran eserler verip bir tohum gibi filizlenirler. Sayıları zaman zaman azalsa da hiç kaybolmazlar. Şehrin martıları gibi özgür olduklarını bilir ve kendi iradeleri ile buradan ayrılmazlar.

fa3dc4a7-87b8-42f3-a577-556c46e3cbd7

Hastane koridorunda iki kişinin alçak sesle de olsa muhabbeti dikkat çekmiş hemşire hanım da yanımıza gelmişti. Bizimki ise gözünü dışarıdan ayırmadan heyecanla İstanbul üzerine konuşmayı sürdürüyordu. Günün ilk ışıkları ile ortalık aydınlanmış gökyüzü lacivertten maviye dönmüştü. Bizi dinleyen hemşire hanım “iyi de sizin bu anlattıklarınızı çocuklarımıza nasıl anlatalım. Nasıl sevdireceğiz bu şehri?” diye sordu. Bizimki gülümseyip “çocuklar” dedi. “Onlar bu merhametli şehrin meraklılarıdır ve her şeyin farkındadır. Şehir her seferinde onları heyecanlandırmayı başarır. Onlar da merak ettikleri sürece hep çocuk kalırlar. Kimi aylak bir martıya dönüşür, kimi miskin bir kedi veya boğazda bir balık gibi olur. Bu şehre tutunurlar. Meraklarını yitirmesinler, yeter. ” diye yanıtladı.

- Peki, ya balıkları? Şehrin kedisini, martılarını, insanını, boğazını, rüzgarını anlattınız, balıkları eksik kaldı. Onlar şehrin hangi ruhunu taşıyorlar?

- Tarifi zor. Balıkçılara sorarsan onlar şehrin duygularıdır. Hepimizde olduğu gibi duygular pek göz önünde değildir. Derinlerdedir. Kolayca ortalığa saçılması da pek istenmez. O yüzden balık avlamada olduğu gibi duyguları yakalayıp gün ışığına çıkarmak emek ister, çaba ister. Şehrin balıkçıları biraz da bunun için ayrılmazlar su kenarından. Şehir göç alıp insanları su kenarından uzaklaşmış, duyguları eksilmiş olsa da balıkçılar her şeyin farkında.

- Duyguları mı?

- Duyguları ya… Balıklar şehrin duygularını taşır. Dedim ya, şehrin ruhunu ve zenginliğini hep o balıkçılardan öğrendim. Dışarıdan bakınca boğaz balıkçıları karnını doyuracak balık peşinde sanırsın. Birçoğu farkında bile olmadan şehrin duygularının peşindedir. Tuttuklarının bir kısmını alıkoyarken “büyü de gel” diyerek suya bıraktıkları da hep o şehre aittir.

“Peki, siz bu şehrin nesisiniz?” diye sorunca bir süre durup düşündü. Sonra kafasını önüne eğip “biraz martısı, çokça kedisiyim sanırım. Gençliğimde aylak bir martı gibiydim. Şehrin lodosuna poyrazına kendimi taşıttırır, buralardan ayrılmazdım. Yaş ilerleyince içimdeki martıyı özgür bırakıp şehrin kedilerinden birine dönmüş buldum kendimi. Miskin bir kedi olup bir yere gitmiyor, gidemiyorsun ama mutlusun. Daha ne olsun?” diye yanıtladı.

Güneş belirmiş ortalık aydınlanmış hastalarımız ayaklanmıştı. Servis hareketli bir güne daha başlamaya hazırlanıyordu. Hemşire hanım demlediği çayları ikram edince bizimki mahcubiyetini dile getiren bir şeyler söylemeye çalıştı. Çaylarımızı bitirdikten sonra beyefendinin koluna girip odasına kadar eşlik ettim.

O günden sonra bir daha karşılaşmadık. Sayesinde “zamanın vücut bulduğu bu şehri” tanımış olmak nöbetin tüm yorgunluğunu unutturmuştu.

Yola koyulduğumda sabah trafiği ve şehrin kalabalığı ilk kez gözüme ürkütücü görünmüyordu.

Radyoda ise Teoman’ın “İstanbul’da Sonbahar’” şarkısı çalıyordu.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Teoman’ın sesinden “İstanbul’da Sonbahar” şarkısını dinlemek için istanbulda-sonbahar linkini kullanabilirsiniz.

Şiddet Girdabı

Perşembe, Temmuz 19th, 2018

doktor-saldiri

Bugün 18 Temmuz 2018. Bugün bir hekim daha hastası tarafından darp edildi. Ameliyat sonrası yoğun bakıma alındı. Hayati tehlikesinin sürdüğü bilgisi paylaşıldı. Sağlık çalışanları dışında kimse bu haberi önemsemedi.

Sosyal medya paylaşımlarında da olayın pek önemsenmediğine, hatta hekimin bu şiddeti hak etmiş olabileceğine dair görüntü ve yorumların paylaşıldığına şahit olduk. Toplumun yetişmesi için emek, para ve zamanını harcadığı hekim için üzülen ve zayıf da olsa tepki gösterilmesini bekleyenlerin de sesi işitilmiyor.

Şiddetin özünde bir aktarım ve çoğunlukla tek taraflı bir iletişim olduğunu görmek zorundayız. Sosyolog Emile Durkheim toplumun iç iletişim kanallarının tıkandığı ve insanları bir arada tutan ortak değerlerin yitirildiği durumları anomi olarak tanımlıyor. Anomi dönemlerinde şiddetin her türlüsünün tırmanışa geçeceğini de dile getiren Durkheim?in söylemine toplumun sessiz kalıyor olması üzerimize gelmekte olan büyük dalgayı işaret ediyor.

Şiddet normalleşiyor.

Şiddet, sesini yükseltmekle başlar. Bir adım ötesi küfürdür. Küfürler ise genellikle ayrımcılık ve aşağılama içerir. Ortak değerlerin yitirildiği durumlarda küfür üzerinden toplumun ayrıştığını daha çok görürürüz. Küfrün ötesi kaba kuvvet, darp etmek, sertlik uygulamaktır.

Bir sonraki aşama ise şiddetin kitlesel hale gelip linçe dönüşmesidir.

Aile içinde anne veya babanın sesini yükseltmesi ile başlayan şiddetin sokakta küfüre dönüşmesinin normal kabul edilmesi toplumun şiddet kültürü içinde yaşadığının açık işaretidir. Trafikte gereksiz çalınan korna ile ses yükseltildiğine, küfürleşilip anlamsız bir yol inatlaşması ile kavga edildiğine çoğumuz şahit oluyoruz.

Yaşananları normal kabul ediyoruz.

Spor alanlarında bir türlü önlenemeyen küfür ve şiddet, beğenilmese de şiddet kültürünün normaleymiş olduğunun kanıtı olarak görülmelidir. Kendi hayatı yerine başkalarının sağlığı ve hayatı için adanmışlık gerektiren ve bu nedenle tüm kültürlerde kutsallık atfedilen hekimlik mesleği mensuplarının hasta veya yakını tarafından darp edilmesine toplumun sessiz kalması da şiddetin baskın ortak bir kültüre dönüşmüş olduğu biçiminde okunmalıdır.

Şiddet önyargıların ve ön kabullerin şekillendirdiği genellikle tek yönlü bir iletişim biçimidir. Kimin haklı veya haksız olduğuna bakmaksızın genellikle güçsüz olanın zarar görmesi ile sonuçlanır. Mağduriyeti dile getirmek için ses çıkarıldığında yaşanan ilgisizlik de pasif şiddet olarak adlandırılır ve kişiyi kendi başına önlem almak zorunda bırakır. Sonuçta herkesin kavgaya hazır sırtı kabarık kedi gibi dolaştığı topluma dönüşülen şiddet girdabının içinde sürüklenilir.

Şiddet girdabından kimse kendini kurtaramaz. Hiç kimse?

Şiddetin en son aşaması bir tür toplumsal cinnet olarak kabul edilebilecek linç psikolojisidir. Sesini yükseltme ile başlayıp küfürü bile normalleştiren bir toplum fiziki şiddette ses çıkarmıyorsa bir sonraki aşamanın altı dolduruluyor demektir. Yıkıcı sonuçlarını tüm toplumun yaşayacağı ve herkesin zarar göreceği aşikâr olan linç toplumuna doğru gidişe sessiz kalınmasının bedelini, toplum kendini bir arada tutan ortak değerleri yitirerek öder.

Ortak değerlerin yitimi ise bölünme ve parçalanmanın başlangıcıdır.

Bugün 18 Temmuz 2018. Bugün bir hekim daha hastası tarafından darp edildi. Ameliyat sonrası yoğun bakıma alındı. Hayati tehlikesinin sürdüğü bilgisi paylaşıldı. Sağlık çalışanları dışında kimse bu haberi önemsemedi.

Dr. Mehmet Uhri

Tokat ve Yumruk

Çarşamba, Haziran 13th, 2018

img_9385

Hayatını mesleğine adamış çalışkanlığı ile ün salmış cerrah arkadaşım hiç hak etmediği halde hasta yakınının saldırısına uğramış bir kaç gün hastanede yatıp tedavi gördükten sonra rapor almak zorunda kalmıştı.

Raporun bitiminde ise ani bir kararla emekliliğini isteyerek hepimizi şaşırtmıştı.

Onca emek verdiği severek icra ettiği mesleğini bıraktığı gibi şehri de terk etmesini başlangıçta anlayamamıştık. Emekli ikramiyesi ile satın aldığı bağda küçük bir imalathane kurup yetiştirdiği üzümlerden şarap yapmaya başladığını da sonradan öğrendik. Herkese ve her şeye küskün olduğunu ve yaşadığı tatsız olayın etkisi ile bir tür inzivaya çekildiğini düşünüyor, rahatsız etmemek için aramıyorduk.

Birkaç yıl sonra yaz tatilinden dönerken yolumu değiştirip arkadaşımın mütevazı bağına ve şarap imalathanesine çekinerek de olsa uğrayıp halini hatırını sormak istedim. Yoldayken telefon açıp konum göndermesini isteyerek zoraki de olsa kendimi davet ettirdim.  Meslektaşımdan gelen sıcak ve heyecan dolu davet ile nasıl yeni bir hayata yöneldiğine orada kaldığım kısa süre içinde biraz da imrenerek şahit oldum.

img_9384Kahvelerimizi içtikten sonra bağını ve şarap imalathanesini gezdik. Bağdaki üzümlerin özellikleri hakkında bilgi verip bunca yıldan sonra başladığı şarapçılığı heyecan ile anlattı. Üzümün şaraba doğru olan yolculuğunu anlatırken o istekli enerjik halini karşımda görünce haksızlık ettiğimi, hiç de öyle münzevi bir hayat yaşamadığını düşündüm. Ürettiği şaraplar iddialı olmasa, hatta para da kazandırmasa arkadaşım umut doluydu. Kazandığı ne varsa satıp savıp o küçücük bağa ve imalathaneye yatırmıştı. Dışarıdan bakılınca pek akıl karı bir iş gibi görünmese de yaptığı işten mutluluğunu görünce ?ne önemi var?? diye düşünmeden edemedim.

Muhabbet ile birlikte şarapları tadalım derken ölçüyü kaçırıp hafiften ?kelle? olunca yola devam etmemize izin vermedi. Tatilimizi bir gün uzatıp o gece arkadaşımın mütevazı bağ evinde konakladık. Zengin ege mutfağı çeşitleri ile karnımızı doyurup bahçede çaylarımızı yudumlarken dayanamayıp ?mesleğine bu kadar bağlı bir hekim hasta yakınından yediği tokat veya yumrukla her şeyden vazgeçecekse ortalıkta çalışacak hekim kalmaz. Nasıl oldu da bu noktaya geldin anlamakta zorlanıyorum.? Diye konuyu açtım. Hafiften gülümsedi. Bir süre suskun kaldı. Israrla açıklama beklediğimi görünce anlatmaya başladı.

- Ürettiğim şaraplara tokat ve yumruk isimlerini vermiş olmam seni yanıltmasın. Bu kararı vermemi sağlayan o gün yediğim tokat ve yumruklar değildi. Kafama dikiş atılırken hiç yatmayacağımı zannettiğim o ameliyat masasına ilk kez yattığımı ve o ameliyat lambalarının aşağıdan bakıldığında hayli ürkütücü göründüğünü düşündüm. Hak etmediğim halde darp edilmiş olmak öfkelendirmişti. Ancak o ameliyathane masasında yatarken ilk kez kendi hayatıma baktım. Hep başkaları için koşturan, sağlık dağıtmaya çalışan ama kendi yapmak istedikleri ile ilgili hiç sesi çıkmayan içimdeki o küçük çocuğu gördüm.

- Ondan sonra mı karar değiştirdin?

- Hayatımda köklü değişiklik yapmamı sağlayan o gece hastanede yatarken odayı paylaştığım emekli bir açık deniz kaptanı oldu. Anestezinin etkisi geçince ağrılarım olmuş uyuyamamıştım. Darp edilmiş olmanın üzerine olayı örtbas etmeye çalışan hastane idaresinin tavrı ve çalışma arkadaşlarımın suskunluğu yüzünden öfkeli olduğumu gören oda arkadaşım uyku tutmadığı bahanesiyle yatağında doğruldu ve ışığı açtı. Sohbet edip sakinleştirmeye çalıştı. Bir tür hasta dayanışması biçiminde başlayan muhabbet gece boyu sürdü.

- Anlamadım. Emekli bir kaptan sana ?git bir bağ satın al ve şarap üretmeye başla iyi gelir? mi dedi?

- Yok öyle değil. O hiçbir öneride bulunmadı.

- Peki ya öyleyse?

- O gece biraz da kafamı dağıtmak için bana denizleri, okyanusu, gemiciliği ve nasıl emekli olduğunu anlattı. Anlattığı kendi hayatıma çok benziyordu. Hayatını denizlerde geçirmiş severek bağlandığı denizlerden sağlık sorunları yüzünden ayrılmak zorunda kalmıştı. Hastalığının iyileşme döneminde deniz kıyısında oturup özlemle gelen geçen gemilere baktığını ancak yaşadığı ciddi kalp sorunu yüzünden kaptanlık ehliyetinin elinden alındığını, deniz hasretini gidermek için kıdemli kaptan arkadaşlarından rica edip misafir yolcu olarak gemilere binse de işe yaramadığını görüp okyanus kıyısında bir limanda indiğini, bir süre orada kalıp ülkesine uçakla döndüğünü bu arada hayatı ile ilgili önemli kararları aldığını anlattı.

- Yine de bir şey anlamış değilim. Doğrusu, hiç inandırıcı gelmiyor.

- Anlatıyorum, sabırlı ol. Bizim kaptan indiği okyanus kıyısında kumsalda oturup gün boyu tekrarlanan gelgit olayını ve dalgalar üzerinde sörf yapanları izlerken aslında hayatın dev bir okyanus olduğunu fark ettiğinden söz etti. Yönetmeye çalıştığı sandığı hayat okyanusunun doğasında olan gelgitlere direnmenin anlamsız bir çaba olduğunu orada görmüş. Bana da hasta yakını ile yaşanan tatsız olayı yönetemeyip kontrolden çıkmış olması nedeniyle kendini suçlayıp durmanın anlamsız olduğunu söyleyip ?Hayat okyanus gibi gelir seni bir yerlerden bir yerlere götürür, sen de biraz beceri gösterir dalgalar üzerinde sörf yapar, kendi hayatını yönettiğini zannedersin. Sonra çekilir ve seni karaya savurur ne olduğunu bir türlü anlayamaz bazen kendini çoğunlukla başkalarını suçlarsın. Büyüklüğünü hayal bile edemeyeceğin su kütlesinin küçük çırpıntısı bile seni sıçratmaya yeterken neyi yönettiğini zannediyorsun?? Sözleri benim için ufuk açıcı oldu. Altımdan suyun çekilmekte olduğunu ve ne tarafta olmak istediğime karar vermem gerektiğini düşündüm. Yaşı geçmiş futbolcular gibi mesleğimi sürdürmek için anlamsızca akıntıya karşı yüzmek yerine kendime karada bir meşgale bulmak gerektiğine karar verdim.

- Halbuki, herkes hasta yakınının darp etmesi yüzünden mesleğini bıraktığını düşündü.

- Bırak öyle düşünsünler. Hayatın dev bir okyanusa benzediğini ve gelgiti anlamadan üzerine kafa yormanın anlamsız olduğunu o gece emekli kaptandan öğrendim. Yaptığı iş, çalıştığı ortam veya hayatı paylaştığı insanlara bakıp onun bunun ne dediği, ne düşündüğünü dert edinen, o hayat okyanusunu ve gelgitlerini görmeden ömrünü geçirenlerin çokluğunu görüp açıklama yapmadan sessizce çekip gitmeyi seçtiğim için arkamdan hayli laf eden olduğunun farkındayım. En çok eski hastalarımın serzenişlerine yanıt vermekte zorlanıyor kibarca meslektaşlarıma yönlendiriyorum. Bu da böyle bir hayat işte?

O akşam kendi bağının üzümlerinden yaptığı ?yumruk? ve ?tokat? etiketlerini taşıyan lezzetli şaraplar eşliğinde yediğimiz yemek ve günün yorgunluğu yüzünden erkenden sızmışım. Sabaha karşı uyanıp tekrar uyuyamayınca bahçeye çıkıp ağarmakta olan günü izledim. Biraz sonra bizimki tulumunu giymiş bağ makasını eline almış olarak bahçeye çıktı. Eşlik etmek istediğimi söyleyince bağ makaslarından birini uzatıp ?güneş yükselmeden elimiz bağda olmalı? dedi. Sabah serinliğinde sessizce bağ budadık. Gölgeler koyulaşıp güneşin sıcaklığı hissedilene kadar çalıştık.

Dönüşte şarap imalathanesinde ellerimizi yıkarken ?Dün akşamdan beri anlattıklarını düşünüyorum. Yine de anlamadığım bir konu var. Bağ edinip şarapçılık ile uğraşmak fikri nereden geldi? Söz gelimi neden incir veya zeytin değil de üzüm? Buna nasıl karar verdin?? diye sordum. Gülümseyerek eliyle içi şarap dolu fıçıları gösterdi.

- Ameliyatını yaptığım bir hastam her gelişinde kendi ürettiği şaraptan getirir ve bana yetiştirdiği üzümleri, bağını, üzümün şaraba olan yolculuğunu heyecanla anlatırdı. Bir gün dayanamamış serzenişte bulunup her gelişinde şarap getirmesi gerekmediğini, ücreti karşılığı satın almak istediğimi, aksi halde mahcubiyet duyduğumu söyleyince ?Olur mu hiç hocam. Şarap insana benzer. Fıçıda olgunlaşır, şişede kıvamını bulur. Ancak kadehe döküldüğünde rengini, kokusunu lezzetini sunar. Koskoca hayattan geriye ise damakta kalan buruk lezzet ve yanında yapılan muhabbetten başka bir şey kalmaz. Yeter ki şişeyi açmaktan korkanlardan olma, gerisi hep aynı? demişti. O zamanlar bu sözlerin anlamı üzerine pek kafa yormamıştım.

- Ne yaptın o hastanı bulup kendine bir bağ ayarlamasını mı istedin?

- İstedim, evet. İstedim ama kabul etmedi. ?Madem ki bağ istiyorsun kendin arayıp bulacaksın? dedi. Bu bağı satın alıp işe girişmeden önce bir süre yanında kalıp işin inceliklerini öğrendim.

- Vazgeçmeyi düşündüğün oldu mu hiç?

- Olmaz mı? İlk şarabı elde edene kadar kaç kez vazgeçip geri dönmeyi düşündüm. Ancak orada da cerrah yanım ağır bastı. Ameliyat ortasında vazgeçmek olmaz diyerek sürdürdüm. İlk şarabı yudumladığında ise iyi ki vazgeçmemişim diye düşündüğümü hatırlıyorum.

img_9393

O sabah lezzetli ve doyurucu kahvaltı sonrası yola koyulmak için izin istedim. Ayrılırken elimle bağı ve imalathaneyi gösterdim. ?İyi hoş da senden sonra buralar ne olacak? Ayakta kalabilecek mi?? diye sordum. Cevap vermedi. Sessizce arabamın bagajını açıp hazırladığı hediye şarap kolisini yerleştirdi. Sonra bana dönüp ?Ne demişti bağcı Kadir dayı; İnsan şaraba benzer. Fıçıda olgunlaşır, şişede kıvamını bulur. Fıçı ailemiz ise, şişe okuduğumuz okullar, aldığımız eğitim olmalı. Kadehe döküldüğümüz andan ötesi de sanırım,  iyi kötü kendi hayatımız oluyor. Yaptıklarımızdan ve yaşadığımız hayattan geriye ne kalacak diye soruyorsan, akşamki gibi, damakta kalan hafif buruk bir lezzet ve samimi sohbetten öte pek bir şey kalmayacak. Tadına varabildiysen ne ala? dedi.

Sarılıp vedalaştık. Arkamızdan bir tas su döküp uğurladılar.

Mehmet Uhri

Hayata Misafir

Pazartesi, Haziran 4th, 2018

hm2-21

Mektup, masama bırakılmıştı.

Hastaneye gelen ve çoğu reklam amaçlı olduğu için açılmadan atılan mektupların arasında tesadüfen bulunmuş ve bana ulaştırılmıştı. Üzerinde sadece adım ve çalışmakta olduğum hastane yazıyordu. Zarfının sarı renkte olması dikkat çekip resmi yazışma olabileceği düşüncesiyle kenara ayrılmasa belki de hiç elime ulaşmayacaktı.

Bir dizi tesadüf ile tanıdığım ve uzun süredir haber alamadığım yaşlı posta dağıtıcısından geliyordu. İçinde el yazısıyla yazılmış iki sayfa mektup ve bir de üzerinde “değerli doktorum, bu mektup eline geçtiğine göre bu dünyadaki misafirliğim sona ermiş demektir. Hani bir zamanlar kendi zarfımın içindekileri anlatmamı, olmazsa yazıp posta ile göndermemi istemiştin, ya… Dilim döndüğü aklım yettiğince yazmaya çabaladım. Vakti geldiğinde size ulaştırması için emanet ehli bir arkadaşıma bırakıyorum. Misafir.” yazılı küçük bir not vardı.

En iyisi baştan anlatmalı;

Tanışmamız, anayolda aniden bastıran yağmura hazırlıksız yakalandığı için durup el eden yaşlı postacıyı arabama almakla başlamıştı.

Kendinden çok çantasındaki mektupların ıslanmasını dert ediyordu.

Görece ıssız sayılabilecek bir yerdeydik ve yürüyerek ulaşmaya çabaladığı adres birkaç kilometre uzaktaydı. Yağmurun dinmediğini görünce postacıyı adresine ulaştırmak için yolumu değiştirmeye karar verdim. Sinyal verip anayoldan çıkış yaparken sağımızdan bizi geçmeye çalışan araçla hafif bir çarpışma yaşadık. Küçük bir kazaydı iki araçta da hasar önemsiz görünüyordu ama araçtaki gençten iki delikanlı inip üzerime yürüyünce iş değişti. Neymiş? Az önce postacıyı almak için yavaşlayıp durunca sert fren yapmak zorunda kalmışlar ve bu kez sanki inadına yaparmışım gibi üzerlerine sürmüşüm.

Farkında bile değildim.

Sinyal verip dönüşe başlamıştım ve açıkçası arkamdaki aracın da çıkışa yöneldiğini düşünmüştüm. Öfkeliydiler. Bağırıp çağırıp arabamın kaportasını yumruklamaya başlayınca üzerlerine yürüdüm, uzun boylu olanı yakama yapıştı. Gözümün üstüne yumruğu yiyecekken “benim yüzümden oldu, vuracaksan bana vur” diyerek yaşlı postacı araya girdi. Kısa süren şaşkınlık ve sessizlikten sonra “yaptık bir çocukluk, bağışlayın, büyüklük sizde kalsın” diye sözlerini sürdürdü. Yağmurun hızlanması da tartışmanın uzamasına engel oldu.

Arabaya binip yola devam ederken haklı olduğumuz halde neden öyle davrandığını sordum. “Onlar delikanlı, haksız da olsalar babalanacaklar. Altlarındaki araba şirket arabası, sahibine hesap verecekler. Üstelik bu dertleri başına açan da benim. Arabaya almasan geçip gidecek, tüm bunlar yaşanmayacaktı. Daha fazla büyüsün istemedim.” Diye yanıtladı. Gideceği yere bırakırken adımı ve adresimi aldı.

Bir hafta kadar sonra hastanede ziyaretime geldi. O gün yaşanan tatsız olaya neden olduğu için kendini mahcup hissettiğini, gönül almak için uğradığını, hanımının yaptığı kurabiyelerden getirdiğini söyleyip elindeki poşeti masama bıraktı. Neredeyse olayı unutmuştum. Dağıtması gereken mektupları gösterip izin istedi, kahve ikram etmeden olmaz diyerek alıkoydum.

İşte böyle başladı tanışıklığımız.

Gün oldu eşinin sağlık sorunlarıyla ilgilenip yönlendirmede bulundum. Sonra kendisi rahatsızlanıp hastanemizde yatmak zorunda kaldı.

Ondan çok şey öğrendim.

Okumuş aydın biriydi. Üniversitede okurken öğrenci eylemlerine karıştığını, okulu bırakmak zorunda kaldığını, darbe sonrası korkup ülke dışına kaçtığını, döndüğünde tanıdıklarının yardımıyla posta idaresinde çalışmaya başladığını anlattı.

Gerçekte hiçbir işte tutunamamıştı.

Posta idaresi özelleştirildiğinde işyerinde sendikal örgütlenme için çabaladığı için ilerlemiş yaşına rağmen posta dağıtıcılığına verilip bertaraf etmeye çabalamışlardı. Bizimki ise bir derviş sabrıyla sesini çıkarmadan çalışmayı sürdürüyordu.

Dedim ya, ondan çok şey öğrendim.

Fıtık ameliyatı olup hastanemizde yattığında da yanındaydım. Ameliyatın öncesindeki akşam gergin olduğunu görüp bir süre yanında kaldım. Konuşturup sakinleştirmek amacındaydım. “Bunca senedir posta dağıtırsın, ne gördün ne öğrendin bu işten?” diye sordum. Doğrulup ayağa kalktı. Terliklerini giyip cam kenarına yürüdü. Yanına çağırıp eliyle dışarıdaki insanları işaret etti;

- Bilirsin mektubun görünen yüzü zarftır, içindekini gizler. Buradan bakınca insanları dağıttığım mektuplara benzetirim. Çoğu sadece boş bir zarf gibi içindeki boşluğun farkında bile olmadan geçip gidiyorlar. Bir kısmı ise önceden söylenmiş söz ve yazıları taşıyan mektuba dönüşmeyi yeterli buluyor. Kendilerinden pek bir şey katmadan sadece öğrendiklerini aktarıyorlar.

- Dahası da var mı?

- Olmaz mı? İçindeki mektubun farkında olup kendileri bir kaç cümle yazma telaşında olanlar da var. Ancak yazdıklarının çoğu okunmadan onlar da geçip gidiyorlar. Sanırım doğduğumuzda hepimiz bir zarf gibi başlıyoruz hayata. Ya içerden dolduruyoruz hayatı, ya da öylece zarf gibi kalıp, bir sonraki nesle onun bunun ürettiği ne varsa onları tutup aktarıyoruz. Toplumun gözünde zarfın ve aktardıkların kadar değerlisin. Yine de kendin bir şeyler eklemeyince koca bir hayat kabuktan öteye geçemiyor.

- İçine kendinden bir  şeyler eklemeye çabalayanlardan söz ettin. Onlara ne oluyor?

- Onlar hayat boyu okur, öğrenir, çalışır kendi mektubunu doldurmaya uğraşır. Şanslı olanlar tanınırsa da çoğu hiç tanınmadan geçer giderler. Onlar zarfı önemsemeyip kendi mektubunu yazma çabasının tutkunlarıdır.  Yazdıklarının menzile varabilmesi ise ne yazık ki yine o zarf karakterli insanlar sayesinde gerçekleşir. Yazılanları onlar alır aktarır. O yüzden eski mektuplar hep zarflarıyla saklanır ya… İçinde yazılanlar kadar, kimden geldiği, damgası, pulu hatta hangi renk zarf olduğu ve düzgün açılıp açılmadığı bile ilgi çeker. İnsanlara benzer dedim ya?

- Peki ya içi dolu mektuba benzettiğin insanlardan tanıdığın hiç oldu mu?

- Az bulunurlar. Söyleyecekleri, anlatacakları vardır ama çoğunlukla kendilerine yazar, kendilerine anlatırlar. Dertleri hep kendileriyledir. Çok azını tanıma fırsatım oldu. İçlerindeki mektuba göz bile gezdirtmezler. Israr edersen “henüz bitmedi” derler.

- Peki ya sen? Sen hangisisin?

- Beni boş ver. Ne öyle ne böyle hiç biri olamayanlardanım. Benden olsa olsa kartpostal gibi bir şey olur. Posta kartlarını bilirsin. Kısa da olsa herkesin okuyabileceği kendilerine ait bir nükte, söz veya bilinen deyişleri vardır. Yazılır, pullanır ve gönderilir. Herkese açıktır. Menzile varana kadar eline alan yazılanları okuyabilir. İçi dışı birdir. Dedim ya pek dolu olmasalar da sahaflarda mektuptan çok o eski posta kartlarını bulursun. Alıcısı ve mesajı belli olsa da gerçekte orta malıdır.

- Peki ya hayat, hayat nerede?

- Herkes biraz zarf, biraz da mektup oldukça ondan ona aktarılan her şey birbirine bulanır, hayat olur. Kendini tekrar edip durdukça süreklilik kazanır, aktardıklarıyla da zenginleşir. Hepsi bu?

2018-04-21-photo-00000168Anlattıkları o gece rüyama girmişti. Kendimi köhne bir posta kutusunda gönderilmesi unutulmuş mektup olarak görmüştüm. İçimdekilerin ne olduğunu bilmiyordum ama önemli olsa gerek diye düşünüyor, öylece bekliyordum. Zaman hiç geçmiyor, ışık hiç gelmiyordu. Tedirginlik içinde uyandığımı hatırlıyorum.

Ameliyatını olup şifa ile taburcu oldu. Giderken o gece konuştuklarımızı hatırlatıp kendine posta kartı deyip tevazu gösterse de hiç de boş olmadığını, gün gelip içindekileri de paylaşmasını istemiştim. Gülümseyip kafasını sallamış, “anlatması kolay değil, belki bir mektuba yazar gönderirim” demişti.

Son görüşmemiz böyle oldu.

img_7832

Birkaç yıl sonra başlangıçta sözünü ettiğim mektubun gelişiyle bizimkinin bu dünyadaki misafirliğinin bittiğini öğrendim. Gönderdiği mektup ise az daha alıcısına ulaşamadan atılıp gidecek rüyamda gördüğüm o mektuba dönüşecekti. Mektup, “kendimi yazdım, sadece kendimi” diye başlıyordu;

“Kendimi yazdım, sadece kendimi

Çocuktum, küçücüktüm. Bildim bileli, gücüm hiçbir şeye yetmezdi. Ezikliği aşmak için aile içinde kendimi göstermeye çabalar, annem babam fark etsin, ilgi göstersin isterdim. Haylaz olmakla uslu olmak arasındaki farkı da pek anlamazdım. İkisi de işe yarıyordu. İlgi görmeyi, takdir edilmeyi, onaylanıp ödüllendirilmeyi istesem de kabahatlerimin cezasız kalmaması rahatsız etmezdi.

Hayaller kurar hep güçlü olduğumu düşlerdim. Kimi gün ormanlar kralı aslan, kimi gün özgür bir martı veya herkesi ürkütüp kaçıran vahşi bir köpek balığı olurdum. Çocukluk işte, aile içinde görünür olmaktı, çabam. Olduğumdan büyük ve güçlü görünmek için uğraş verir “büyümüş de küçülmüş” dediklerinde mutlu olurdum. Bulunduğum ortamda olduğumdan büyük ve güçlü göründüğümü düşünürdüm.

İlk şoku, sokağa dökülüp okul yılları başladığında herkesin birbirine benzediğini, ailenin dışında yine o güçsüz zayıf çocuktan ibaret olduğumla yüzleşerek yaşadım.

Bu durumun hiç hoşuma gitmediğini hatırlıyorum. Diğerleriyle yarışıp güçlü görünenlerimiz olsa da sürekli yarışmak ve önde olmaya çabalamak çoğu gibi bana da zor geldi. Çok çalışan ve önde olan arkadaşlarımın başarılarını gizlemeye ya da küçümsemeye çabaladım. Ev ortamında olduğu gibi kendini göstermeye çalışan arkadaşlarıma dudak büktüm, başarısızlıklarında veya tökezlemelerinde gizlice mutlu bile oldum.

Sonra biraz daha büyüdüm, hayat daha çok büyüdü.

Delikanlılık yılları geldiğinde karakterim de şekilleniyordu. Dedim ya; derdim hep olduğumdan güçlü görünmekti. Bunun için topluluklara sığınmak kolayıma geldi. Taşıdığım soyadı ile başladım, mahallenin ferdi, tuttuğum takımın taraftarı, arkadaş grupları hatta dini cemaate yanaşma ile olduğumdan daha önemli ve farklı olmayı denedim. Yetmedi. Enerjimin çoğunu her defasında onlarla birlikte olduğumu ispat etmek, yanlarında olup onlarla görünmek için harcadım. Kendimi orada burada teşhir ederken kimlerle olduğumu nerede ve hangi muhitte yaşadığımı göstermeyi de çok sevdim. Bu arada imanını sorgulamak yerine ait olduğu dini cemaate sığınmayı yeterli görenlerimiz de oldu.

Hep bir yere sığınıp gizlenme telaşında geçti, o yıllar.

Orta yaşı geçip gençliğin yaşlılığına yuvarlandığımda olacağım kadar olmuştum. Yine de bir şeyler eksikti. Üstelik o üzerine titrediğimiz laf edecekler diye korktuğumuz hayatların birbirine fazlasıyla benzediğinin de artık farkındaydım.

Bu kez bir zamanlar bizlerin yaptığını yapıp olduğundan güçlü görünebilmek için ona buna sığınanları, geriden gelenleri küçümsemenin işe yarayacağını sandım. Olduğundan güçlü ve şişkin görünme çabası yerini gençlerin “cool” diye adlandırdığı küçümseyici tavra bıraktı. Onun bunun yanında görünme yaşım da geçmişti. Şimdilerde komik geliyor ama soğuk ve alaycı tavırla büyüklenemesem de değerimin düşmeyeceğine inandım. Kendini onun bunun yanında gösterip önemli hissetmeye çabalayanlarla alay ederken göz önünde olan ünlü insanların yaşadığı acılar ve hatta ölümlerinden bile yine gizlice mutluluk duydum. Ünlülerin acılarından mutlu olup gizlemeye gerek bile görmeyen ne kadar çok insan olduğuna da hayretle şahit oldum.

İnsanlığımdan utandım.

Tüm bunlardan hangisi ben oldum diye sorsalar hepsinden biraz oldum, hiç birinden tam olamadım.

Sonrasında yaş kemale erdi ve hesap soracak veya verecek kimsem kalmadı. Beden yaşlandı, hastalıklar belirdi, içimdeki insanı ve o sefil insanın sadece “bir” canı olduğunun farkına vardım. İçimdeki can da kendini arıyor, köyden şehre gidenler gibi kendi içindeki zenginliğe doğru yolculuk yapıyordu. İçimdeki şehre ulaşıp orada tutunabilmek için kendimle yüzleşmem gerekti. İşte o zaman içimdeki taşrayı fark ettim. Gerçek zenginliğin kendini bulmak ve içindeki taşradan çıkıp kendi şehrinin zenginliklerine ulaşmak olduğunu geç de olsa anladım.

Dedim ya, kendimi yazdım, sadece kendimi…

Ölüm gerçeği yaklaşğında; bir öte dünya olsa da hepten yok olmasak fikri cazip göründü. Öte dünyanın varlığından kuşku duysam da umut etmek iyi geldi. İmanlı görünmeye çabalayan cemaat tutkunlarının kuşku duyma yüzünden dışladığı, benim gibi hepten inkâr edenlerin bile şüphe ettiği, gerçekten iman edenlerin ise sorgulamaya gerek bile duymadığı öte dünya söz konusu olunca hayat boyu peşinden koştuğum büyüklenme, güçlü görünme çabası da anlamını yitirdi.

Geriye ise, mezar taşında adının önüne yazan unvanlar, kattığın değer ile anı ve tanınırlıklar kaldı.

Anladım ki; hepsi bir konukluk içindi. Kendimiz olamadan hep olduğumuzdan başka olmaya çabalayan ürkek korkak misafirden öte değildik.

Hayata misafirdik.

Ne kendimiz olduk, ne de kendimizi bildik. Koca bir ömrü, bilmediğimiz bir davetin ortasına düşş gibi şaşkın bakınarak geçirdik. Belki de davetli bile değildik. Birbirimize bakmaktan, kendimize dönemedik. Tüm bunların gerçek olduğuna bile yarım inandık.

Gerçekten sadece hayata misafir miydik?

Hep bir kuşku kaldı içimizde. Zarfı kapatıp pullayıp mühürledik ve kuşkuyu taşıdık başka hayatlara. Hepsi bu…

Buna da şükür…

Misafir…”

Diye bitiyordu mektup.

img_7833

Elimde mektup ile öylece kalmış, şaşkınlık ve gözyaşları içinde tekrar tekrar okumuştum. İçimdeki taşrayı gösterip seçimi bana bırakan o derviş kılıklı postacıyı o gün yağmur yağmasa, postacı el etmese, durup arabama almasam ve daha pek çok önemsiz olay bir araya gelmese hiç tanımayacak eksikliğinin farkında bile olmayacaktım.

Hayata misafir olmanın anlamını, bıraktığı mektup ile başka hayatlara bulaştırmaya çalıştıklarının farkında bile olmayacak bu satırları kaleme alıp sefil bir zarf gibi menzile ulaştırmaya çabalamanın onurunu hiç duyamayacaktım.

Ne demişti mektubu bitirirken?

“Eh, buna da şükür...”

Mehmet Uhri

Burası bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi*

Çarşamba, Mart 14th, 2018

hico

Hekimler kendini önemsiz hissediyor.

Hekimler değersiz olduklarının da farkında.

Hiçlikle yokluk arasında, ayakta kalma ve korku içinde çalışma mücadelesine dönmüş bir hayata tutunmaya çabalıyorlar.

Hastanelerin büyüyüp çoğalmasına, sağlık harcamalarının çok kısa sürede kat be kat artmasına karşın kimse memnun değil. Devletin yaptığı onca harcamaya rağmen daha sağlıklı bir toplum olabildiğimizi de kimse söyleyemiyor. Sağlık yöneticileri açısından bir maliyet unsuru kadar önem atfedilen hekimler hastaların gözünde de değersizliği yaşıyorlar. Bu durum hekimlerin kendilik değerlerini de aşındırıp tükenmişlik girdabını besliyor.

Dahası, hasta hekim ilişkisinde yaşanan karşılıklı güven yitiminin ağır faturasını her iki taraf birlikte ödüyor. Hastalar sağlık kuruluşlarına girerken, gereksiz tahlil, inceleme ve işlemlerle performansını arttırıp üç kuruş daha fazla para kazanmaya çalışan bir hekimle karşı karşıya olacakları endişesini yaşıyorlar. Artan hasta yükü altında ezilen hekimler ise muayene odasına girerken hekiminden kuşku duyan, endişe ile bakan bir çift göz ile karşılaşmayı giderek normal bir durum olarak algılama eğilimindeler.

Yaşananlar ülkemiz ile sınırlı da değil. Son 30 yılda neoliberal iklimin tüm dünyada sağlığı piyasalaştırması ile sağlık kuruluşları, hastaların daha çok incelendiği ancak daha az tedavi edildiği ve bu sayede sürekli sağlık kuruluşlarına gidip gelmelerinin sağlandığı son derece karlı işletmelere dönüşmüş durumda. Bu haliyle ülkelerin sosyal güvenlik kurumlarının neredeyse tüm varlıkları sağlık işletmelerinin tedarikçileri olan çok uluslu sermayeye akıyor.

İşte böyle bir iklimde hekimler kendilerini önemsiz ve değersiz hissediyorlar. Dahası, kendilerine kuşkuyla bakan gözlerin tüm aksiliklerin faturasını benzer mağduriyeti yaşayan hekimlerine çıkarıp giderek düşmanca baktıklarının da farkındalar. Olumsuz önyargıların doğurduğu iletişimsizlik ortamı sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti de besliyor. Hekimler hasta ve hasta yakınlarıyla yakınlaşmaktan bile korkuyorlar. Cepheye gider gibi işe gidip, günü şiddet görmeden atlatabilmeyi kabullenmek zorunda kalmanın ağırlığı hekimlerin kendilerine verdiği değerin de yıpranmasına yol açıyor. Kendilik değerlerini yitirip sistemin “teknisyeni” ne dönüşen hekimler arasında intihar salgınının başlaması da haliyle kaçınılmaz oluyor.

“Ne de olsa burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi*…” diye düşünüyorlar.

Geride kalan hekimler ise bu ülkede yaşamaya, anne babalarına ve geçindirmek zorunda olduğu kendi ailelerine karşı sorumlulukları yüzünden hiçlikle yokluk arasında tutunmaya çabalıyorlar.

Sağlığımızı emanet ettiğimiz onca emek ile yetiştirilen hekimler korkuyor, tükenmişlik girdabında çırpınıyor, kendilerini önemsiz ve değersiz hissediyorlar.

Dr. Mehmet Uhri

*Tezer Özlü’nün Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984) kitabından.

Not: Karikatür için Hicabi Demirci’ye teşekkürler.

Gildu’dan Cilde, Deroto’dan Deriye

Çarşamba, Ocak 24th, 2018

deroto

Bilindiği gibi, hastalıklara tanı koyup iyileştirmeye çabalayan ve hastalanmamak için gereken önlemlerin alınmasına katkı sağlayan hekimliğin öznesini “hasta veya hastalanma riski taşıyan bireyler” oluşturmaktadır. Ancak günümüzde kendini hasta olarak tanımlamadığı halde “Daha güzel görünme, yaşlanma etkilerinden korunma, beğenilme, estetik sorunlarına çözüm bekleme” talepleri ile de hekimlik meslek sınırlarının zorlandığına tanık oluyoruz. Günümüzde tıp bilimine (Medicine) adını veren büyücü kadın Medea’nın aynı zamanda kadınlar için güzellik ilaçları da hazırladığı göz önüne alınırsa insanlık tarihi kadar eski bir tartışma konusundan söz ediyoruz.(1)  Bu durumun günümüzdeki karşılığı ise en az tıp sektörü kadar güçlü ve dinamik bir kozmetik sektörünün varlığı ile karşımızda duruyor.

He ne kadar, dermatoloji bilimi, “kozmetik dermotoloji” adı altında konuyu hekimlik disiplini içinde tutmaya çabalasa da artan piyasa baskısı ile kozmetoloji ile dermatoloji arasındaki sınırın belirsizleşmesinden ve  giderek kozmetoloji lehine değişmekte olduğundan söz edebiliriz. Kozmetolojinin gastronomi gibi lisans programına dönüşüp kendi meslek alanını oluşturması ve piyasayı da arkasına alarak yaygın uygulama alanı bulması ile sınır tartışmasının giderek çok daha çetin bir hale dönüşmesi kaçınılmaz görünüyor. Dahası, kendilerini hasta olarak görmeyen “Daha güzel görünme, yaşlanma etkilerinden korunma, beğenilme ve estetik sorunlarına çözüm bekleme” talepleri ile yola çıkan kişilerin “hastalar” ile bir araya gelmeme istekleri bu konuda özelleşmiş merkezlere yönelmeleri sonucunu doğuruyor. Sonuçta ?güzelleşme? uygulamaları yapan merkezler ile cilt hastalarına hizmet veren merkezler biçiminde pek de doğal olmayan bir ayırıma gidildiğine bu ayırımın dermatoloji uzmanı hekimleri “kozmetik dermatoloji” ile dermatoloji arasında seçime zorladığına da şahit oluyoruz. (2,3)

İlginç olan nokta ise; hastalıklardan söz ederken “deri” sözcüğünü tercih ederken konu güzelleşme uygulamaları olunca “cilt” sözcüğünün daha çok kullanılıyor olması. Dermatoloji ile kozmetoloji arasındaki sınırın belirsizleşmesine karşılık seçilen sözcükler düşünsel arka planı işaret ediyor gibi görünüyor.

Deri yerine cilt sözcüğünün kullanılıyor olması veya aynı anlamda kullanılan iki farklı sözcüğün bulunması rastlantı olabilir mi?

Dil felsefecisi Ludwig Wittgenstein kullandığımız dilin gerçek dünya ile iletişimde bir arayüz görevi gördüğünden ve düşüncelerimizi ifade ederken seçtiğimiz sözcüklerin de düşünsel arka planımızı ele verdiğinden söz eder. Örnek vermek gerekirse Doğu coğrafyasında yaşayanlar soru-sual kökünden türeyen sorumluluk-mesuliyet sözcüğünü kullanırken Batı dilleri aynı kavram için responsum (yanıt) kökünden türeyen responsibilty sözcüğünü kullanmayı seçmiştir. Seçilen sözcüklerin düşünsel arka planına baktığımızda ise Batı coğrafyalarının yanıta odaklanan ve çözüme yönelen yaklaşımı ile Doğu coğrafyalarının soru sorulacak kişiye yönelik arayışı ve çözüm yerine cezalandırma geleneğinin sözcük seçiminde etkili olduğundan söz edilebilir. (4)

Benzer bir durum “deri” ve “cilt” sözcüklerinde de yaşanmaktadır. Bedenimizi kaplayan ve bizi dış dünyadan ayıran, yeri geldiğinde bir kabuk gibi koruyan derimiz bu anlamıyla bedenimize ait içsel unsur(organ) özelliği gösterirken aynı zamanda görünüşümüzü ve kimliğimizi belirleyen dışsal unsur olma işlevi de görmektedir. Deri ve ekleri (saç, tırnak, kıl vb.) sayesinde tanınır görsel kimliğimizi ortaya koyarız. Dış dünya ile olan sınırımızı çizen, koruyan kollayan ve kendimize ait bir organ yani içsel unsurdan söz ederken “deri” sözcüğünü tercih ediyor, kimliğimizi simgeleyen dışsal unsurdan söz ederken ise genellikle farklı bir sözcüğe başvuruyor “cilt” sözcüğünü seçiyoruz. Hastalıklardan söz ederken bedene ait bir organ olduğunu vurgulayan “deri” sözcüğünü kullanırken, bakım ve dış görünüşü ilgilendiren anlatımlarda “cilt” sözcüğünün kullanılması bu tür bir kavramsal ayrılığı işaret ediyor gibi görünüyor. Deri ve cilt gibi farklı sözcükler kullanılmasının düşünsel arka planında ise büyük oranda deriye yönelik algımızın ve bu kavramsal ayrılığın yattığını görmemiz gerekiyor. Üstelik bu ayırım pek çok toplum ve dilde de yaşanıyor. (İng: Skin-Leather, Alm:Haut-Leder, Fra: Peau-Cuir, lat: Pillis-Corium, İsv:Hud-läder, Por: Pele-Couro vb)

Dahası, derinin içsel yani bedene ait bir unsur olması ile sosyal kimliği tanımlayan dışsal unsur, olarak görülmesinden kaynaklanan farklı adlandırmalar sanılanın aksine hiç de yeni bir durum değil.

En eski dillerden Akkadça da “gildu” sözcüğü İbraniceye “geled”, Aramiceye “gelad” ve Arapçaya “celd- cild” olarak geçerek günümüzde kullandığımız cilt sözcüğüne dönüşmüştür. (5) (Derinin direngen yapısından kavramsal kökünü olan “celadet-dirençli” sözcüğü ve yine deriyi kırbaçlayarak infaz gerçekleştiren kişi için kullanılan “cellat” sözcüğü de bu kökten türemiştir.)

Aynı dönemde benzer bir coğrafyadan yola çıkan “Deroto” sözcüğü Avesta dilinde hayvan derisi ve post anlamına gelmektedir. Avesta dilindeki deroto eski Yunancaya deri yüzmek anlamında “Dero” olarak geçer ve doro-dermo anlamıyla bedene ait unsur olarak kullanılır. Eski Yunancada kullanılan dermo sözcüğünün deri ile ilişkili olarak kullanılan Latince anlatımlarda “Derma” sözcüğüne dönüştüğünü görmekteyiz. Eski Türkçede aynı anlamda kullanılan “Teri” sözcüğü ise eski Yunancadan alınarak günümüz Türkçesinde kullanılan “deri” sözcüğüne dönüşmüştür. (6)

Her ne şekilde olursa olsun insanoğlunun tarih boyunca deri ve deri ile ilgili konularda sözü edilenin içsel veya dışsal anlamına yönelik kavramsal ayırım yapma gereksinimi duyduğu görülüyor.

Sonuç olarak bizi dış dünyadan ayıran koruyan kollayan organ, içsel bir unsur anlamıyla üzerine koskoca dermatoloji bilimi inşa edilen “derma-deri” sözcüğü tercih edilirken, kimliğimizi tanımlayan ve üzerimizdeki sosyal algıyı şekillendiren dışsal bir unsurdan söz edildiğinde ise devasa kozmetik sektörünün üzerine inşa edildiği “cilt,skin” sözcüğü daha yaygın kullanılıyor.

Dermatoloji uzmanlık alanının kozmetik ile iç içe geçtiği ve giderek artan sıklıkla sınır tartışmalarının yaşandığı durumlarda yukarıda sözü edilen içsel-dışsal ayırımı kullanılarak tarafların düşünsel arka planlarını netleştirmeleri, çözüme yönelik ortak aklı oluşturmak için iyi bir başlangıç gibi görünüyor.

Mehmet Uhri

Kaynaklar;

1- https://www.britannica.com/topic/Medea-Greek-mythology

2- Cosmetic dermatology versus cosmetology: A misnomer in need of urgent correction Year : 2008  |  Volume : 74  |  Issue : 2  |  Page : 92-93 Shyam B Verma, Zoe D Draelos

3-http://www.differencebetween.info/difference-between-dermatologist-and-cosmetologist

4-Tractatus Logico-Philosophicus Ludwig Wittgenstein Metis Yayınları 2016 Çev: Oruç Aruoba ISBN 9753425599

5- http://www.assyrianlanguages.org/akkadian/index_en.php

6- http://www.nisanyansozluk.com/?k=deri

Kahve Fincanı

Pazar, Kasım 12th, 2017

img_2564

Askerliğimi patoloji uzmanı olarak yapıyordum. Askeri hastanede ve bulunduğum coğrafyada tek patoloji uzmanı olarak çalışıyordum. Kapım çalındı. İçeri giren orta yaşlı, düzgün giyimli bir bayan görüşmek istediğini söyledi. Hastaneye kadın hastalıkları nedeniyle muayeneye geldiğini, muayene eden hekimin rahim ağzında kanser olabileceğinden şüphelendiği bir yara gördüğünü ve tahlil için parça aldığından söz etti.

Parçayı teslim ederken hayli tedirgin görünüyordu. Ancak önemli bir sorun vardı. Gün bitiminde izne ayrılıyordum. Tahlilin sonuçlanması için bir ay beklemesi gerekeceğini, isterse çevredeki büyük şehirlerden birine götürüp patolojik incelemeyi yaptırabileceğini söylememe karşın maddi durumlarının iyi olmadığını söyleyip tahlili bıraktı.

Bir ay kadar sonra hastamız tahlilini almak için geldiğinde sonucun temiz çıktığını, kanser olmadığını söyledim. Sevinç içinde verilen tedavi ile yakınmalarının da geçtiğini söyledi. Kanser şüphesiyle hastamızı bir ay kadar oyalamış olduğumuz için üzgün olduğumu anlatmaya çalışırken ?Üzülmeyin doktor bey. Asıl benim size teşekkür etmem gerekiyor. Siz farkında olmadan bana büyük iyilik yaptınız? dedi. Şaşırmıştım. Açıklama rica ettim.

- Doktor bey, 9 yıllık evliyim, 6 yaşında bir de kızım var. Eşim ile görücü usulü evlendik. Eşim astsubaydır. Her akşam içer ve bizlere hiç de iyi davranmazdı. Mutlu olmasam da kızımın hatırına katlanıp, düşünmeden ve sorgulamadan yaşamaya çabalıyordum.

- Eeeeeee?

- Bir gün hastaneye muayeneye geldim. Kadın hastalıkları doktoru bana rahmimde kanser olabileceğini düşündüğünü söyledi. Parça alıp size tahlil için gönderdiği gün sanki dünya başıma yıkıldı. Tahlil sonucunun çıkması sürecinde hep kanser olduğumu ve kısa bir süre sonra ölüp gideceğimi düşündüm. Bu süre içinde önce her şeye ve herkese kızgındım. Sonra yavaş yavaş kanser olup ölebileceğim gerçeği ile yaşamak zorunda olduğumu kabullenmeye başladım. Henüz adı konmamıştı ama kanserin adı bile yetti, doktor bey. İşte o zaman hayatımda çok şey değişti.

- Nasıl bir değişiklik oldu hayatınızda?

- Madem hayatımın sonu yaklaştı, kendime halen yaşadığım hayattan memnun olup olmadığımı, kalan hayatımı bu şekilde yaşamak isteyip istemediğimi sordum.

- Sormaya korkuyorum ama nasıl yanıtladınız. Hayatınızda neleri değiştirdiniz?

- Önce sevmediğim halde katlanmaya çalıştığım o sarhoş kocamı hayatımdan çıkardım. Çocuğumu da alıp beni her zaman seven uzaktaki o insanlara, annemin ve babamın yanına taşındım. Boşanma işlemlerine başladım. Bundan sonraki hayatımın önemli olduğunu, yaşamak istemediğim bir hayata sabrederek sadece zaman kaybettiğimi anladım.

Bir anda sırtımdan soğuk bir ter aktığını hissetim. Yıllık izin nedeniyle tanının gecikmiş olması korku ve kaygıyı arttırmış, hastamızın hayatını derinden etkilemiştim. İstemeden de olsa bir ailenin dağılmasına neden olduğum için kendimi suçlu hissediyordum. Ancak hanımefendi halinden memnundu.

- Üstelik siz bana daha da büyük bir iyilik yaptınız ve kanser olmadığımı müjdelediniz. İşte bunun için size teşekkür borçluyum. Hayatımı yeniden planlamak için farkında olmadan büyük iyilik yaptınız. Bana kaybetmiş olduğum hayatımı geri verdiniz.

- Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?

- Kendime yeni bir hayat rotası çizdim. Evliliğim nedeniyle yarıda bıraktığım üniversite öğrenimime geri dönüyorum. Yarım günlük bir iş buldum. Hem çalışıp hem okuyacağım. Kızım ilkokula dedesinin ve anneannesinin yanında başlayacak. Bundan sonra kimsenin bana yaşamak istemediğim bir hayatı dayatmasına da izin vermeyeceğim. Bu konuda kararlıyım.

Bir şeyler söylemek istiyordum. Ancak söyleyecek söz bulamıyordum. Yine de üzgün olduğumu söylemeye çalışırken eliyle işaret edip beni durdurdu.

- Doktor bey bir şey söylemeniz gerekmiyor. Sizi bana Allah gönderdi. Tekrar teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız.

Bu sözlerden sonra çantasından çıkardığı ve içinde seramik kahve fincanı bulunan küçük hediye paketini  ?benden size küçük bir hatıra kalsın istiyorum, lütfen kabul edin? diyerek masama bıraktı. Geldiği gibi sessizce uzaklaştı.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu anıya ait video-anlatıya ulaşmak için; Kahve fincanı tıklayın…linkini kullanabilirsiniz.

Hasta Yakını

Pazar, Kasım 12th, 2017

img_2582

Yaşlıca bir beyefendi eşinden alınmış ve üzerine “acil bakılması ricasıyla” notu düşülmüş biyopsi materyalini tahlil için laboratuvara getirmişti. Bölüm sekreteri gereken işlemleri yapıp tahlil sonucunun en kısa sürede çıkacağı bilgisini verdi. Ancak hasta yakını ısrarla doktor ile görüşmek istediğini söyleyince mikroskobumun başından kalkarak ne istediğini sordum. Özel görüşmek istediğini söyleyince odama davet ettim.

- Doktor bey sana bir tahlil getirdim. Eşimden alındı. Kanser mi? değil mi? Sen bakacakmışsın.

- Doğrudur.

- Doktor bey ben tahlil ücretinin hepsini peşin ödedim. Gözünü seveyim doktor bey farkı neyse onu da ödeyeyim, ne istersen söyle vereyim. Yeter ki kötü bir şey yazma.

Karşımda hastasına kötü tanı vermemem için rüşvet teklif edecek kadar gerçeklerden kaçma isteğinde paniklemiş bir hasta yakını vardı. Konuşturup sakinleştirmeye çalıştım.

- Anlıyorum. Önce tahlil sonucu çıksın sonra detaylı konuşuruz.  Hanımınız için doğru olan, gereken neyse onu yapacağız merak etmeyin.

- İstediğimin mantıklı olmadığının farkındayım, doktor bey. Bu kadın 35 yıllık hayat arkadaşım. Benim, çocuklarımın, şimdilerde de torunlarımın kahrımı hiç sesini çıkarmadan çekti.

Anlatmak istediğini anlayamamış biraz da ön yargıyla kadının hasta olmasının yakınlarının rahatını kaçıracağını düşünerek içerlemeye başlamıştım.

- Daha ne istiyorsunuz kadından, rahat bırakın artık, kim bakacaksa bakar torunlarınıza, siz hanımınızla ilgilenin.

- Doktor bey anlamadın. Bundan sonra ne olacak diye dertlenmiyorum. Ben bunca şeyi borçlu olduğum kadın için üzülmekten başka bir şey yapamamaktan korkuyorum. Gelip seninle paylaştığım şu korkularımı bunca sene hanıma anlatmadığımdan ve anlatamayacak olmaktan korkuyorum. Böyle bir borcu bu güne kadar hissetmediğime yanıyorum.

- Durun hele. Henüz teşhis koymadık. Belki kötü bir şey çıkmaz.

- Ben biliyorum doktor bey, sen görevini yapacaksın karım kanser ise kanser diyeceksin ve onu tedavi etmeye uğraşacaksınız. Elinizden geleni yapacaksınız hanımım her zamanki gibi kendisi için bir şeyler yapılmasını istemeyecek, gösterilen ilgiden sıkılacak.

- Bu kadar çabuk karar vermeyin. Henüz kanser olup olmadığını bilmiyoruz.

- Artık önemi yok, doktor bey. Hanımım kanser olsa da olmasa da önemli değil. Bunca sene hayat arkadaşı olan bu kadını kaybedebileceğimi hatırlattınız ya bana?  Bu kadın için ben hiç bir şey yapmadım. Kadıncağız bizler için çalışmaktan başka bir hayat bilmedi.

Ayağa kalktı iki elini masaya dayayıp gözlerimin içine bakarak “Sizler hanımımı tedavi edebilirsiniz belki ama vicdanımdaki sızı ile ilgilenmezsiniz. Sadece kaybedeceklerimin neler olabileceğini gösterir ve kenara çekilirsiniz. Sizler hastalar için varsınız ama benim gibi elindekilerden haberi olmayan hasta yakınlarını kim tedavi edecek? Vicdanımdaki sızıyı neyle söküp alacaksınız doktor bey?” dedi. Kısa bir sessizlikten sonra arkasını dönüp odadan çıktı.

Gerçekte hepimizin o beyefendi gibi birer hasta yakını olduğumuzu düşündüm. Günü zamanı yeri belli olmayan hasta yakınıyız, hepimiz. Zamanı geldiğine hasta yakınını oynamanın hiç kolay olmadığını da o beyefendiden öğrendim.

Hastamızda kanser saptandı. Uygun cerrahi ve sabır gerektiren onkolojik takiple korkulan olmadı.

Yaşadığı mütevazı hayattan yakınmayan ve torunlarıyla ilgilenmeyi sürdüren o büyükannenin yüzünü hiç görmemiş olsam da yaşadığını bilmenin, o güzel çifti bir arada hayal etmenin, iş yükü altında bunaldığım zamanlarda iyi geldiğini itiraf etmeliyim.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu anıya ait video-anlatıya ulaşmak için; HASTAYAKINI linkini kullanabilirsiniz.




Bugün gencecik 3 hekim intihar etti.  

Pazartesi, Ekim 30th, 2017

doktor11

Bugün 28 Eylül 2023.

Bugün gencecik üç hekim intihar etti.

Yaklaşmakta olduğunu gördüğümüz, olmasından ürktüğümüz ancak çaresizce beklediğimiz, bu değil miydi?

Günden güne artan intiharlar ve intihar haberlerinin neredeyse sıradanlaştığı bir gündeme hızlıca yuvarlanıverdik. Durum o kadar ayyuka çıktı ki; intihar edenler toplumun yetişmesi için kaynaklarını aktardığı, ailelerinin üstlerine titrediği, gecesiyle gündüzüyle çok zor bir eğitimden geçip yetişen doktorlar olmaya başlayınca mızrak çuvala sığmaz oldu.

Doktorlar intihar ediyor.

Hem de umut dolu bir gelecek için yıllarını verdiği zorlu sınavlar ve eğitimlerden geçtikten sonra tükenmişlik içinde hayatlarından vaz geçiyorlar. Üstelik bu durum henüz sadece buz dağının görünen yüzünü işaret ediyor.

Farkında mısınız? Canlarımızı, hayatına kıymayı düşünecek kadar tükenmişlik yaşayan veya eyleme kalkışmaya cesaret edemeyen o bezgin hekimlere emanet ediyoruz.

Ülkenin geleceği olan insanların, ülkenin yarınlarının böylesine tükenmişlik içinde hayattan kolayca vaz geçebilmelerini sağlayan ortamın sorumlusu hepimiziz. Geleceğimiz ölürken sesini çıkarmadan öylece durup “Ben ne yapabilirim ki?” şaşkınlığı içinde duranlar da dahil olmak üzere hepimiz bu akıl tutulmasının sorumlusuyuz.

Dahası, intihar eğilimi hekimlerle sınırlı da değil.

Toplumun geneline yayılan ve istatistiklere de yansıyan intihar olayları biraz da dini nedenlerle kısa sürede örtbas edilmeye çalışılmasa sorunun kontrol edilebilir boyutları aşmakta olduğu daha net görülecek.

Sosyologların “Anomi” olarak tarif ettiği ve insanları bir arada tutan ortak değerlerin yitirilmesi biçiminde tanımlanan bir toplumsal hastalığa tutulduğumuzun çoğumuz farkındayız. İyi kötü bizleri bir arada tutan “eşitlik, özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı, insan onuruna saygı” gibi insanlığın ortak aklının ürünü kavramlarda bile uzlaşamadığımızı görmek zorundayız.

Anomi yaşanan toplumlarda intihar salgınlarının kaçınılmaz olduğunu bilen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanları ise bir süredir böyle bir salgına hazırlıklı olunması konusunda seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Halk sağlığı yasası olmasına karşın yıllardır mecliste görüşülmeyi bekleyen ancak türlü saiklerle gündeme gelmeyen ruh sağlığı yasası olmayan bir toplum olmanın utancı hepimize yeter.

Canlarımızı emanet ettiğimiz gencecik hekimlere tutunacak ortak değer bırakmayıp tükenmişliğe umutsuzluğa, çaresizliğe, hayatlarından vaz geçmeye iten ortamın sorumlusu hepimiziz.

Toplumu bir arada tutan ortak değerlerden uzaklaştıkça anomi girdabının şiddetleneceğini ve ülkenin geleceği olan eğitimli insanları da içine alıp kitlesel bir tükenişe gitmekte olduğumuzu görebilmek ve bir şeyler yapmak için geç kalmadığımızı umuyorum.

Bugün 28 Eylül 2023.

Bugün gencecik 3 hekim intihar etti.

Dr. Mehmet Uhri

Not: Bu metin ilk kez 30 Ekim 2017′de benzer bir haber nedeniyle kaleme alınmıştır.

Heves Kuşu

Perşembe, Ekim 5th, 2017

img_9555

Hastamız 70′li yaşların ortalarında hiç okula gitmemiş bir köy kadınıydı.

Yaşına göre dinç görünse de ilerlemiş yaşın getirdiği sorunlara eklem ağrıları da eşlik ediyor, hareket etmede zorlanıyordu. Çocukları annelerinin üzerine titriyor, her gece sırayla hastanede yanında kalıyorlardı. Hastamız ise onca rahatsızlığına karşın hastanede kalmak istemiyor, “beni köyüme götürün” diye söyleniyordu.

İlk izlenimlerimiz aksi, nemrut ve inatçı ihtiyarlardan olduğu yönündeydi. Ancak gülen yüzü ve sakin tavırlarıyla kısa sürede hepimizi tavlamayı başardı. Hastane kuralları ona göre değildi. Yatağında durmuyor, kendini iyi hissettiği zamanlarda odasını terk edip hastane içinde gezinmesi sorun oluyordu. Geceleri nöbetçi hemşirelerle muhabbet ettiklerini, yemek tarifleri verip hatta uygun olan durumlarda yemek bile yaptıklarını sonradan öğrendik. O küçücük hemşire odasında elektrik ocağında kaynattıkları sütten yoğurt mayalayıp ertesi gün servis çalışanlarına ikram ettiklerine de şahit olduk.

Midesine dokunduğunu söyleyip hastane yemeğini yemiyor, çocuklarının dışarıdan getirttiği lokanta işi yemekleri de beğenmiyordu. Hastane bahçesinden topladığı otları kaynatıp hazırladığı yoğurtla yediğini de çok sonra öğrenecektik.

Hastane kurallarına uymaması sorun olsa da bir şekilde kendini sevdirmişti.

O akşamüstü kalp çarpıntısı ve tansiyon sorunu yaşayınca monitöre bağlayıp serum vermek zorunda kalınmıştı. Bu durum yatağa bağlı kalmasını gerektiriyordu. Tüm bunlardan, o nöbet akşamı hastamızın kendini biraz iyi hissedince kalkmak istediğini söyleyip serumunu çıkarmaya çalışması ve servis hemşiresinin yardım istemesi ile haberim oldu. Yanına gittiğimde yatağında doğrulup “Ben iyiyim, çocuklara söz verdim, kalkmam gerek” diyerek ellerime sarıldı.

Meğer bizimki karşı koridordaki çocuk kliniğine de arada gider, hatta akşamları yatmadan önce çocukları oyun odasında toplayıp masal anlatırmış. O gece de çocuklara masal için söz vermiş. Tansiyon ve nabzı normale dönmüştü. Gerçekten de durumu stabil görünüyordu. Gerekli önlemleri alarak birlikte gitmek ve çok da uzatmamak şartıyla karşı koridora geçtik. Kızı da bizimle birlikte geldi. Gerçekten çocuklar, anneleri ile birlikte oyun odasında masalcı nineyi bekliyorlardı.

Anlattığı masal, kuşların liderlerini aramak için yola koyulmalarını, gelip geçtikleri yerleri ve bu sırada başlarından geçenleri anlatan bilindik bir destandan uyarlanmış görünüyordu. Çok da güzel anlatıyor, jest ve mimiklerle ilgiyi üzerinde tutmayı başarıyordu. Masal bitip çocuklar anneleri ile odalarına çekilince o kızının kolunda, birlikte servise doğru yürümeye başladık. Yorgun olmasına karşın yüzü yine gülüyordu.

- Bu masalı nereden biliyorsunuz? Bildiğim kadarıyla okumanız yazmanız da yok.

- Anneannem anlatırdı. Daha doğrusu bizim aile içinde hep anlatılan bir masaldır. Ben de fırsat buldukça anlatırım. Masallar anlatıldıkça yaşarmış. Anlatmak lazım.

Odasına vardığımızda yorgunluğu hissediliyordu. Tekrar monitöre bağlayıp serum takmamıza ses çıkarmadı. Kızı yastığını düzeltirken “Bu benim en küçük kızım, tekne kazıntısı dediklerinden. Çok duygusaldır, masal dinlerken bile ağlayıverir. Evlenemediği için mi yanımda kaldı, yoksa beni bırakmamak için mi evlenmedi bilemedim doğrusu” deyince kızı “Aman anne, başlama yine” diye söylendi. Utanıp yanaklarının kızarmış olduğunu görünce annesi “Mahcup kuşum benim” diyerek kızına sarıldı.

- Doktor bey, daha çok kalacak mıyım? Köyüme dönmek istiyorum, bırakmıyorlar.

- Yaş ilerleyip beden yaşlanınca kolay değil. Bir yer iyileşse öbür taraf bozuluyor. Anlaşılan, bir süre daha buradasın. Hem ne edeceksin köy yerinde? Orada doktoru nereden bulacaksın?

- Biliyorum ama, yine de heves işte. Hani az önce çocuklara anlattığım masalda geçen kuşlar var ya; onlar aslında hepimizin içinde yaşıyor. Zaman içinde bir bir ölseler de bazıları hayatta kalmayı başarıyor. Benim heves kuşum ölmedi. Diğerleri pek eşlik etmeseler de yaşama hevesim hala uçmak istiyor.

- Sana eşlik etmeyen, yani içinde olup da artık yaşamayan kuşlar hangileri?

- Yaş kemale erince insan ilk önce mahcup kuşunu yitiriyor, el âlemi umursamaz oluveriyorsun. Hayal, hayret, tereddüt ve kaygı kuşları da çok dayanmıyor. Hayal kurmadığın gibi gereksiz kaygılardan da kurtuluyor, görüp geçirdikçe hayret etmemeyi öğreniyorsun. Tereddüt etmeden bildiğin gibi yaşıyorsun. Sağlığından gayrı kaygı duymaz oluyorsun. O yüzden doktorlar hariç kimseye eyvallahın olmuyor, çocuklarına bile.

- İyiymiş.

- Bunlar iyi yanları. Ama içinde yaşayan diğer kuşlardan ayrılmak veya onları yaşatmaya uğraşmak hiç kolay değil.

- Hangileri onlar?

Azad kuşu ısrar kuşundan önce ölürse sana yapılan kötülükleri affetmen hiç kolay olmuyor. Kimseyi azat edemiyor, affetmiyorsun. Ve ne yazık ki azat kuşu vefa kuşu ile birlikte hep erken ölenlerden.

- Geriye ne kalıyor?

Korku kuşu, hatıra kuşu ile birlikte ölene kadar seninle yaşıyor. Bilirsin, yaşlandıkça hayat kısa görünmeye, günler birbirine benzemeye başlıyor. O zaman hatıra kuşunu izliyorum. O kanat çırptıkça geçmişi hatırlıyor, oyalanıyorum. Ha bir de yaşlanınca huyu değişir, aksi olur derler ya insanlar için; sevgi ve şefkat kuşları ölenler için söylerler bunu. İçimdeki sevgi ve şefkat kuşlarının yaşıyor olmasını çocuklarımın varlığına borçlu olduğumu düşünüyorum. Hissettiğim kadarıyla arzu ve sevinç kuşları can çekişse de yaşamaya çabalıyor içimde.

- Yani?

- Yani içimde hangi kuşlar hayatta kaldı çok emin olmasam da heves kuşunun yaşadığını ve o kanat çırptıkça yaşama heyecanımın ayakta olduğunu söyleyebilirim. Çocuklara masal anlatacağım diye heves ettim, içimdeki heves kuşu kanatlarını öyle bir çırptı ki az daha yataktan kalkamayacaktım. Allah sizlerden razı olsun doktor bey oğlum.

img_9916

O gece onları ana kız baş başa bırakıp yanlarından ayrıldım. Odama dönüp hastamızın kendince çözümlediği içimizdeki kuşları unutmadan not alma telaşındaydım. Sanırım içimdeki heves kuşu da heyecanıma eşlik ediyordu.

Hastamız birkaç gün sonra taburcu olup köyüne gitse de çok duramayıp tekrar misafirimiz oldu. Fırsattan yararlanıp çocuklara bir kez daha kuşların masalını anlattı. Taburcu olduktan sonra kızıyla birlikte şehirde kaldıklarını ara sıra kızının uğrayıp kullandığı ilaçları reçete ettirdiğini biliyoruz.

Bir zamanlar köyünde çektirip hediye ettiği güler yüzlü fotoğrafı da hemşire hanımların odasındaki mantar panoda yemek tarifleri ile birlikte asılı duruyor.

Hastamız uzun süredir görünmese de içindeki heves kuşu kanat çırptıkça yine boş durmuyor, birilerine içimizdeki kuşları ve o kuşların masalını aktarıyordur diye düşünüyorum.

Dr. Mehmet UHRİ

Not: Bu anlatının video kaydına aşağıdaki HEVES KUŞU VİDEO linkine tıklayarak ulaşabilirsiniz.

HEVES KUŞU VİDEO