Archive for Mayıs, 2010

Erken İnerdi, Karanlık

Salı, Mayıs 25th, 2010

Sayın okuyucu bu yazıyı Murathan Mungan’ın dizeleri Atilla Özdemiroğlu’nun bestesi eşliğinde okumak için aşağıdaki linki kullanabilirsiniz. M. U.

eskidendi-sezen-aksu

erken-inerdi-karanlik

Gecenin ilerleyen saatleri olmasına karşın hastane acilinin yoğunluğu azalmamıştı. Güvenlik görevlisi eşliğinde gelen hanımefendi nöbetçi şef ile görüşmek istediğini söyleyip odama girdi.

Ayakta zor duruyordu. Koluna girip oturması için yardımcı oldum. Soluk soluğaydı. Terini kurulayıp dinlendikten sonra çantasından çıkardığı hayli yıpranmış nüfus cüzdanını uzatıp kendini tanıttı.

Emekli öğretmendi.

Kadın hastalıkları servisinde ameliyat olup yatmakta olan arkadaşının yanına çıkmak istemiş ziyaret saati olmadığı için geri çevrilmişti.

Kısa bir ziyaret için güvenlik görevlisi ile birlikte yanına çıkabileceğini söyledim ancak o refakatçi olarak hastanın yanında kalmak istiyordu. Refakat işlemlerinin gecenin bu saati yapılamayacağını, üstelik sağlık durumunun refakatçi olmaya pek elverişli görünmediğini anlatmaya çalıştım.

Oralı olmadı. Otobüsten az önce indiğini, gün boyu yolda olduğunu Antalya’dan onca yolu arkadaşı için kalkıp geldiğini söyledi.

Tüm bunları söylerken yine nefes nefese kalmış, terlemişti.

- Doktor bey, o benim ortaokul ve lise arkadaşım. 6 Yıl yatılı okulda birlikte okuduk. Zamanla uzaklaştık. Ara sıra konuşuruz ama yıllardır görüşmüyoruz. Dün arayıp ameliyat olduğunu ve beni görmek istediğini söyledi. Detayları anlatmadı. Sadece beni yanına istiyordu. Apar topar çıktım geldim. Bu şehirde gidecek yerim de yok, yanında kalmama izin vermelisiniz.

- Arkadaşınızın yakını çocukları yok mu?

- Kimsesi yok doktor bey oğlum. O da benim gibi hiç evlenmedi. Ana baba eksilip çoluğun çocuğunda olmayınca çevrende tutunacak kimse de kalmıyor. Lütfen doktor bey, telefonda sesi iyi gelmiyordu. Umarım kötü bir şeyi yoktur.

Birlikte arkadaşının yanına çıkmayı önerdim.

Hatta yorulmaması için tekerli sandalye teklif ettim. Arkadaşının onu ayakta ve sağlıklı görmesi gerektiğini söyleyip kabul etmedi. Birlikte kadın hastalıkları kliniğine çıktık. Hastamız iki gün önce rahim ameliyatı olmuştu. Hanımefendiyi karşısında görünce önce şaşırdı sonra ellerini tutup bir süre konuşmadan birbirlerine baktılar. İkisinin de gözleri dolmuştu. Hastamız “Rüya değil, geldin, yanımdasın” diyerek sarıldı.

Servis hemşiresine hanımefendinin refakatçi olarak kalacağını, refakat işlemlerinin daha sonra yapılacağını söyleyip onları odalarında baş başa bıraktım.

Hastamızın dosyasına göz attığımda zor bir ameliyat geçirdiğini ve durumunun pek iç açıcı olmadığını gördüm.

Ertesi sabah nöbet odamı terk etmeye hazırlanırken hanımefendi odama gelip gösterdiğim kolaylık için teşekkür edip hastasının durumunu sordu. Doktoruyla konuşması gerektiğini söylememe karşın ısrar etti. Zor ancak başarılı bir ameliyat geçirdiğini, bundan sonra şua ve ilaç tedavisi alıp iyileşmesini beklemek gerektiğini söyledim.

- Bekleriz, doktor bey. Yeter ki, iyileşecek olsun bekleriz. Ömrümüz hep bekleyerek geçti. Önce okul bitsin yatılılıktan kurtulalım diye bekledik. Sonra ikimiz de öğretmen olup öğrencilerimizin başına gideceğimiz günü bekledik. Farklı illere yerleştik. Oralarda da bekledik. Çocuklar gibi, hafta içleri hafta sonu gelsin diye, bayramlar tatiller gelsin diye bekledik. Emeklilik yaklaştıkça dişimizi sıkıp emekli olmak için bekledik. Şimdi yeter ki o iyi olsun bekleriz, yine bekleriz. Bekleyeceğiz elbet.

- Ancak, bu kez durum ciddi görünüyor.

- Biliyor musunuz? Akşam yanında kalınca öyle mutlu oldu ki “Çoktandır böyle derin ve dinlendirici uyumamıştım, gördüğüm rüyalar da çok güzeldi” dedi bana. Çok yakın arkadaştık onunla. Tanıştığımızda ikimiz de 12 yaşındaydık. Yatılı okulda gündüzcü arkadaşlar gider ortalıktan el ayak çekilir biz kalırdık. O kasvetli binaya karanlık erkenden inerdi, korkardık. O bana, ben ona destek olurdu. Oyunlarımız da ortaktı. İddialaşırdık. İlk önce hangimizin evleneceği konusunda da iddialaşmıştık ama olmadı.

- İkiniz de evlenmemiş birbirinizi beklemişsiniz, sanki.

- Kısmet… Sanırım ikimiz de evlenmek istemeyip çocuk kalmayı seçtik. Orada o korkak o küçücük ergen halimizde kalmak istedik. Büyümeye korktuk sanki. Emin değilim.

- Nasıl yani?

- Bir gün ona yalnızlıktan yakınıp “keşke evlenseydim” diye söylenince “Evlenen arkadaşlarımıza bakıp büyümekten korkan çocuklarız biz” demişti. O yüzden ilkokul öğretmeni olup çocukların yanında kaldık. Herkesin arkadaş olup oyunlar oynadığı, zamanı unuttuğu, ihanetin, yalanın uzak olduğu o yeni yetme yaşlarımızı ikimiz de terk etmek istemedik. Şimdi bize evde kalmış kız kurusu filan diyorlar umurumda bile değil. Hayat beklemekle geçiyor madem, hiç olmazsa kendi istediğimiz gibi bekleyelim diye düşündük. Bu da böyle bir hayat işte… Olsun varsın…

Saatine bakıp ayağa kalktı, yardımcı olduğum için tekrar teşekkür etti. Odadan çıkmadan geri dönüp “Biliyor musun doktor bey oğlum; bizim o temiz dünyamızda ne hastalık ne de ölüm vardı. Onu iyileştirmelisiniz” dedi. Bu son cümle biraz da emir gibi dökülmüştü dudaklarından.

Bir hafta sonra hastamızı taburcu ettik. Hastaneden birlikte ayrıldılar.

İki yıl kadar sonraydı. İş yoğunluğu nedeniyle bir süre kimseyle görüşmek istemediğimi bilmesine karşın bölüm sekreterimiz yaşlı bir hanımefendinin ısrarla görüşmek istediğini söyleyerek odama geldi.

Hanımefendiyi önce hatırlayamadım. Nüfus cüzdanını gösterip kendini tanıttı. Elindeki kabı uzatıp “Bu arkadaşım için, geçen hafta toprağa verdik” dedi. Elleriyle yaptığı irmik helvasını arkadaşının anısına bölüm çalışanlarına dağıtmış bir kap da bana getirmişti.

Yorulmamasını rica etsem de dinlemedi. “Doktor bey oğlum, bu helva öyle bildiğin helvalara benzemez. İçindeki portakal kabuğu rendesi ayrı lezzet verir, rahmetli de çok severdi” dedi.

Elindeki diğer kapları da sekreterlere bıraktıktan sonra koltuğa oturdu, sessizce ağlamaya başladı. Teselli etmeye çalıştığımı görünce çabuk toparlandı.

Şua tedavisi ve kemoterapiyi bile oyuna dönüştürmeyi başardıklarını ancak işlerin iyi gitmediğini ve son iki yılın hastamız için hayli zor geçtiğinden söz etti.

“Bundan sonra ne yapacaksınız?” diye sordum.

Başını önüne eğdi “Ne olacak? Beklemeye devam edeceğim… Bu kez oyun arkadaşını yitirmiş bir ergen gibi kendi kendime oyunlar oynayıp bekleyeceğim. Fal bakıp, bulmaca çözeceğim. Bu yaşa kadar büyümedim bundan sonra da niyetim yok, iflah olmaz ergen olarak kalacağım. Her şey için teşekkürler” dedi.

Kendini toplayıp ayağa kalktı. Odada bulunanların elini sürmesine fırsat bırakmadan kabı kacağı topladı. Servis kapısına kadar eşlik ettim.

Ayrılırken elimi sıktı “En kötüsü ne biliyor musunuz? Zaman geçiyor ve onun yokluğuna alışıyorum. Bir de şu uykusuzluk olmasa” diye söylendi.

Arkasına bakmadan koridorun kalabalığında gözden kayboldu.

Mehmet Uhri

Grappa

Cumartesi, Mayıs 15th, 2010

portre1Hastanemizin müdavimlerindendi. Alkol bağımlısıydı. Mesleğini, kariyerini, ailesini hemen her şeyini alkol uğruna tüketmişti. Alkolü bırakmak için birkaç kez hastaneye yatıp tedavi olmuş ancak başarılı olamamıştı. Yine fazla kaçırıp alkol koması ile yatırılmıştı, hastanemize. Alkole bağlı karaciğer sorunları nedeniyle taburcu da olamamıştı.

Havaların aniden ısındığı uzun yaz günlerindeydik. Gündüz bitiremediğim işler için mesaiye kalmıştım. Çalıştığım odanın kapısını çalıp sigara rica etmiş, hastane ortamında sigara içemeyeceğini ve sigara kullanmadığımı söylememe karşın odadan çıkmamıştı. Laflayacak birini arıyordu. Bir süre sessizce oturdu. Hal hatır sorunca kendinden, parlak kariyeri olduğundan, iki üniversite bitirdiğinden, uzun yıllar yurt dışında kaldığından söz etti.

-         Şimdi ne iş yapıyorsun, neyle geçiniyorsun?

-         İşsizim. Pederden kalma bir ev, yurt dışındaki çalışmamdan da az buçuk emekli maaşım var. İdare ediyorum.

-         Kim bakıyor sana, yemeğini kim yapıyor?

-         Kimsem kalmadı. Yemek de yapmıyorum. Sadece içiyorum. Bedenim için gereken enerjiyi alkolden alıyorum. Alkolle besleniyorum. Yanında yediğim ıvır zıvır da cabası.

-         Böyle fazla gitmeyecenin sen de farkındasın. Bedenin iflas edecek, zaten karaciğer sorunların da başlamış. 

-         Biliyorum ama pek bir şey yapamıyorum. Belki duymuşsunuzdur, İtalyanların ?grappa? diye bir içkisi vardır. Bir süredir kendimi o içkiye benzetiyorum.

-        Nasıl bir içki bu grappa, daha önce hiç duymadım?

-       Sert bir içkidir. Votkaya benzer. Kahve ile birlikte yemeklerden sonra içerler. Kendimi bir süredir grappa gibi hissediyorum.

-         Ne demek şimdi bu?

-         Bilirsin doktor bey, alkolun başlıca kaynağı üzümdür. Üzümün suyunu sıkıp fermente eder, şarap yaparlarveya damıtıp alkolünü alır diğer içkilerin yapımında kullanırlar. Kalan posayı ise atmazlar. Kazanlara doldurup su ekler ve kaynatırlar. Üzümün çekirdeklerinin acısı ve kokusunun da eklendiği bulamaç yaparlar. Bu bulamacın fermente edilip damıtılmasından elde edilen içkiye denir, grappa. Üzümün çekirdeğinin acısı ve kokusu da sinmiştir, içkiye.

-         Peki seninle ne ilgisi var bu grappanın?

-         Doktor bey, hepimiz doğduğumuzda olgunlaşmayı bekleyen üzümler gibiyiz. Olgunlaşması bekleniyor. Olgunlaşanlar hayata atılıp suyu çıkana kadar çalıştırılıyor. Elde edilen ürün bazen sirke, bazen sofra şarabı, bazen çok daha değerli bir içki olabiliyor. Sizden geriye kalan, yıllandırılıp mahzende saklanacak kadar kıymetli olabiliyor. Pek çoğumuzun hayatı günü gelince toplanıp şaraba hazırlanan üzümlere benziyor. Benim hayatım da böyleydi.

Bir süre susup yere doğru baktı, elini saçlarının arasında karıştırır gibi gezdirdi. Sözcükler ağzından dökülürken giderek kederleniyordu.

-         Sonra ne oldu da bu hale geldin?

-         Lise yıllarında başladığım alkol, hayatıma ket vurdu. Olgunlaşamadan toplanmış üzüm gibi oldum. Şaraba dönüşebilecek bir şey veremedim kendimden. Posalar ile birlikte kaynatılıp işlendim. Çekirdeklerin acısı ve kokusu da bulaştı üzerime. Yıllanmış kıymetli bir şarap olacağıma, çekirdeğine kadar tüketilmiş bir kalıntıya, grappaya dönüştüm.

-         Bu gidişi değiştirmek için çabalamadın mı?

-         Çok uğraştığım söylenemez. Benimle birlikte yaşayanlara da çok çektirdim. Zamanla hepsi terk etti, beni. En son eşim çocuğumuzu aldı ve gitti. Gitmemeleri için birkaç kez alkolü bırakmayı denedim. Hastanede yattım. Ama olmadı. ?Giden gider, kalan sağlar bizimdir? dedim. Kendimi kandırdım.

Derin bir iç çekti. Büzülen gözlerindeki belli belirsiz ıslaklığı elleriyle sildi. 

-         Keşke bir sigara olsaydı.

-         Sigara durumu kurtaracak mı?

-         En azından nefes alıp verdiğimi bileceğim, doktor bey. Yaşıyor olduğumu başka nasıl anlayacağım. Çevremde kimse kalmadı. Giden gitti. Bir ben kaldım. Kalan sağlar sağ mıdır? Doğrusu artık emin değilim.

Arkadaşımın masasına uzandım. Çekmecesinden çıkardığım sigara paketini uzattım. Gözleri parladı.

-         Al şu zıkkımı, ama lütfen hastane içinde içme. 

Paketten iki sigara aldı. Birini gömlek cebine diğerini kulağının arkasına koydu. Başını öne eğdi yere bakarak “Beni dinlediğiniz için teşekkürler, doktor bey? diyerek hızlı adımlarla odadan çıkıp gitti. 

 

Dr. Mehmet Uhri

Gözümün Nuru Oğlum

Çarşamba, Mayıs 5th, 2010

cox005

Her şey arkadaşımın sahaflardan satın aldığı Osmanlıca kitabın içinden çıkan eski bir mektup zarfı ile başladı.
Zarfın üzerindeki pulların koleksiyon değerini öğrenmek ve yazıları çözmek için yardım istemişti.

Zarf 27.08 1333-Rumi (miladi 1917)  tarihinde İstanbul Beyoğlu postanesinden postaya verilmişti. Gönderen kısmında Beyoğlu Birinci Ceza Mahkemesi Reisi Hacı Ahmet Bey yazılıydı. Zarfın ön yüzünde ise “İkinci Kolorduyu Osmani, dördüncü Fırkanın Onuncu Alay Üçüncü bölüğü Mülazım-ı sanisi (üsteğmen) Asitaneli (İstanbullu ) Hasan Refik Bey’e takdim” yazıyordu.

Zarfın içi boştu. Pulu için saklanmış zarf izlenimi alınıyordu.

Gerçekten de zarfın üzerindeki 10 paralık pul Fenerbahçe burnunda o zamanlar var olan deniz fenerinin resmini ve eski yazıyla Fenerbahçe yazısını içeriyordu. Zarfı barındıran kitabın sayfalarında zarftaki yazıya benzer el yazısı ile yazılmış notların varlığı asker mektubunun altında yatan dramın aydınlatılmasına yardımcı oldu.

cox006

1917 ve öncesi ülkenin parçalandığı yüz binlerin şehit olduğu imparatorluğun en acılı dönemi. Böylesine bir ortamda mahkeme reisi oğlunu hayatta tutabilmek uğruna arkadaşları gibi Çanakkale cephesi yerine hatırlı tanıdıklarını araya koyarak görece savaştan uzak Diyarbakır’daki ikinci kolorduya gönderilmesini sağlar.

Neredeyse tüm arkadaşlarını Çanakkale savaşlarında yitiren genç üsteğmen babasının yaptığı torpili affetmez ve yakın asker arkadaşlarının ölüm haberleri geldikçe onların yanında olamamak onlara yardım edememekten duyduğu hınçla babası ile olan ilişkisini keser.

Mektuplarına yanıt vermez.

Genelkurmay kayıtlarından öğrendiğimize göre üsteğmen Hasan Refik daha sonra Kafkas ve Van cephelerinde görev yapar. İnönü ve Sakarya savaşlarına yüzbaşı rütbesi ile katılır. 21 Eylül 1921′de şehit olur.*

Mahkeme reisinin çabaları başlangıçta işe yarasa da oğlunun hayatını kurtarmaya yetmemiştir. Baba ile oğul birbirlerine kırgın ve küs ayrılmışlardır.

Ölümünden sonra cepheden mahkeme reisine gönderilen oğluna ait evrak-ı metruke içinden askeri künye, birkaç soluk fotoğraf ve bu mektup zarfı çıkar. Mektup ortada yoktur ama oğlu zarfı saklamıştır.

Beyoğlu 1. Ceza Reisi Hacı Ahmet Bey cevap alamasa da mektup göndermeye devam ettiği oğlunun, okumadan yırtıp atmasını önlemek için zarfın üzerine kurşun kalemle silik iki küçük not iliştirmiştir.
Sol taraftaki notta  ”Ciğer köşem” altta sağ tarafta ise yine kurşun kalemle “gözümün nuru oğlum” yazmıştır.

Hacı Ahmet Bey, cephedeki asker oğluna mahkeme reisi sıfatıyla resmi ağızdan yazıp kapattığı mektuba kurşun kalemle böyle bir eklenti yaparak kendini affettirmeye çalışır.
Zarfı sakladığı kitabın sayfalarına, yıllardır haber alamadığı oğlundan geriye kalanlar arasında bu zarfın saklanmış olmasını yanıt alamasa da affedildiği biçiminde yorumladığı notu  düşülmüştü.

Kitabın sayfalarındaki diğer notlar ise kederli ve hayata küskün bir babanın artık hayatta olmayan oğluyla tek taraflı konuşması şeklinde kaleme alınmıştı.

Son sayfada ise Hacı Ahmet Bey, mealen “Gittiğin  yerde sıkılmayasın oğul, cevabını bu zarfı saklayarak bana gönderdin. Bu bana yeter. Bazen söylemedikleri de yaşatır insanı, benim de sana söylemediklerim var. Gün gelir kavuşur konuşuruz umarım” diye yazmıştı.

Mehmet Uhri

* Yüzbaşı Hasan Refik Van (1328-c-P. 178) 5. Kafkas Tümeni 13. Alay 12 Bölük Komutanı, İnönü, Sakarya Muharebelerine katıldı ve 21 Eylül 1921′de şehit düşmüştür.

Kaynak: TÜRK İSTİKLAL HARBİNDE ŞEHİT DÜŞEN SUBAYLAR E. Kur. Alb. NUSRET BAYCAN (Gnkur. ATASE Bşk. lığı Arşivi, Dosya No. i, 1302-P. 39: 1338-P. Ds. 148)