Archive for Aralık, 2009

Gazetecinin Ajandası

Pazartesi, Aralık 21st, 2009

iaimdeki-benGazeteciliğe yıllarını verenlerdendi.

Yıllardır fazlasıyla kullandığı alkol nedeniyle karaciğeri iflas etmiş durumdaydı. İlerlemiş yaşına karşın gazeteciliği bırakmamış hastane köşesinde ve bitkin halde bile olsa köşe yazılarını yetiştirme telaşını sürdürdüğüne şahit oluyorduk. Karaciğer yetmezliğinin son aşamaya geldiğinin farkındaydı.

Refakatçi istememişti.

Her gün kısa sürelerle uğrayan oğlu dışında ziyaretçisi de yoktu. Oğluyla araları pek iyi değildi. Bir keresinde oğlunun doktor olmasını istediğini, başarılı bir hukukçu olmasına rağmen yine de doktor olmadığı için kırgın olduğundan söz etmişti. Oğlu yanındayken hastalığından konuşmamak için genellikle bizlere onu çekiştiriyordu. Oğlu ise babasının bu hallerine alışıktı, tartışmaya girmiyordu.

Bir akşam üstü yine böyle eleştiri ve serzeniş bombardımanı sırasında biraz da hastamızı susturabilmek için odadaki oğluna dönüp “nedir bu babanızın sizden alıp veremediği?” diye sordum. Oğlu cevap vermeden hastamız yattığı yerden doğrulup “benim gibi haz düşkünü bir sosyalistin oğlunun inançlı bir kapitalist olmasını kabullenemiyorum” diye yanıtladı.

Oğlu eliyle babasını işaret edip, boş ver dercesine salladı. Oğlunun bu davranışı hastamızı çileden çıkarmıştı. Tartışmayı önlemek için araya girmeye çalıştım.


- İkinizin arasındaki bu fark çok mu önemli? Üstelik oğlunuzun özgürce hayatını yönlendirmiş olmasından gurur duymalısınız. Bence haksızlık ediyorsunuz.


- Haksızlık ha… Haksızlık öyle mi? Oğlum işinde öyle başarılı ki ona gıpta ile bakıyorlar. Ama çevresinde muhabbet edebileceği şöyle has bir dostu bile yok. Çünkü hepsini ezdi geçti. O özgürlük dediğin konuda da hiç anlaşamıyoruz. Ben özgürlük deyince ruhumun özgür olmasını anlıyorum. O ise özgürce para kazanıp yine özgürce harcamayı özgürlük için yeterli görüyor.


O ana kadar pek sesi çıkmayan oğul dayanamadı “Baba, ben halimden memnunum. Kendimle sorunum yok. Kendi sorununu bana yüklemeye çalışma” diye söylendi. Odayı kısa süren bir sessizlik kapladı. Hastamız anlaşılamamış olmanın verdiği endişe ile bana döndü;


- Ona sorarsan sorun yok elbet. Hayatın döngüsel olduğuna, günün, ayların ve yılların dönerek insanı insan yaptığına inanılan bir çağda yetiştim. Doğanın bize öğrettiği, gösterdiği döngüsellikle yaşadık hayatı. Ne de olsa, bedenler faniydi. Ruhlarımızı ölümsüz kılmaya, onlardan geriye kalanlarla ölümsüzlüğe ulaşmayı düşledik. Onlar ise hayatın finans grafikleri gibi inişli çıkışlı da olsa hep ileriye gittiğine inanıyor. Doğada karşılığı olmayan, döngüselliğini yitirmiş, ruhsuz bir dünyada bedenleri ile var olmaya çabalıyorlar. Bedenlerini genç tutabilmek için diyetine dikkat ediyor, bakım yaptırıyor, düzenli spor yapıyor haz veren kötü alışkanlıklardan uzak duruyor. Olmayacağını bile bile genç kalmaya, bedenlerini ölümsüz yapmaya çabalıyor. Farz et ki yaptılar. Ruhunu yitirmiş o ölümsüz bedenleri kim ne yapsın? Hiç yaşamıyorlar ki.


- İyi ama sizin haz veren alışkanlıklarınız yüzünden hastanede yatmak zorunda olduğunuzu da unutmayın.


- Unutmuyorum. Bu gözler çok dostluklar gördü, bu eller çok dostunu toprağa verdi. Hepsi giderken arkalarında tamamlanmamış bir şeyler bıraktı. Bitirememiş olsa bile bu yeni nesil gibi bitirememe veya kendini hırpalama kaygısıyla hiç başlamamış değillerdi. En azından denediler.


Bir süre susup öylece oğluna baktı. Oğlu kafasını önüne eğmiş, tartışmamayı seçmişti. Gençliğinde arkadaşlarını da alıp Bedri Rahminin Kalamış’taki atölyesinde kafa çekip sanat muhabbetleri yaptıklarını anlattı.


- Hey gidi Bedri Rahmi. En erken o gitti. İyiler erken ölür derler ya, zoruma gidiyor ama doğru galiba. Sanatta yeteneğim sıfırdı, içlerinde en kötüsüydüm. Hepsi gitti ben kaldım. Bizler hayatı Bedri Rahmi’nin atölyesindeki o muhabbetlerde tanıdık, orada piştik. Şimdikilere anlatsan televizyon başında vakit geçirmeye benzediğini filan sanırlar.


- Neler konuşurdunuz?


- Her şeyi. Bir keresinde Bedri Rahmi’ye sanatçının diğer insanlardan farkını sormuştum. Her sanatçının içinde, geçmişte yaşamış ve bitiremediği işler yüzünden dünyadan uzaklaşamamış ruhların yaşadığını düşünüyordu. “Sanki içimde geçmişte dünyadan ayrılamamış, bazen kedi gibi munis bazen de kaplan gibi vahşi bir ruh var. Üstelik öylesine yalnız ve öylesine yorgun ve ezik ki, bitiremediği ne varsa onunla birlikte beni de kemiriyor, onun için çok üzülüyorum” demişti.


Başucuna uzanıp etajerin üstündeki deri ciltli hayli eski ajandayı eline aldı. İçinden çıkardığı avuç içi kadar resme önce kendi baktı sonra bana uzattı.

- Kalamış’ta bir pastırma ve rakı partisinde kafalarımız kıyakken içindeki o ruhu çizmesini istemiştim. Alelacele bu resmi yapmıştı. Onu rahatlatacağını ummuştum. Bir süre sonra “Keşke hiç yapmasaydım bu resmi. Aynaya bakmaktan beter. O bana baktıkça çalışamıyorum, yırtıp atmaya da gücüm yok. Bunu benim için imha eder misin?” diyerek bana verdi. İmha etmeye kıyamamış saklamıştım. Vefatından sonra uzun süre ben de bakamadım.


- Neden yanınızda taşıyorsunuz?


- Hastalıklar sökün edip hastane köşesine düşünce insan ne kadar yalnız olduğunu anlıyor. Geçenlerde bu resim rüyama girdi. Yardım istedi, elini uzattı ama ben elimi kaçırdım ondan. Doğrusu ürktüm. Hastaneye belki de bu son gelişim diye düşünüp yanıma aldım.


Ellerini oğluna doğru uzattı.


- Oğlumun benim gibi olmasını beklemekten çoktan vazgeçtim. Ama dışarıda başka bir hayat olduğunu, içinde özgür olmayı düşleyen ölümsüzlüğü arayan bir ruh taşıdığının farkında olsun istiyorum. Ardına baktığında elinde o dosyalardaki yazılanlardan öte anlamlı bir şeyler kalsın istiyorum.


Oğlu ayağa kalkıp yanına geldi. Elini tutup yanağına götürdü. Gözleri dolmuştu ancak sakin görünmeye çalışıyordu.


- Hep anneme benzediğimi söylerdin ya, baba. O böyle konuları sorun etmezdi. Biz varsak vardı, bizim olmadığımız zamanlarda da yine bizim için yaptıklarıyla, vardı. Öyle ruhunu özgürleştirmek, ölümsüz olmak gibi kaygısı hiç olmamıştı. O bizimle mutluydu. Ben de öyle. Ailem için biraz da senin için varım. Başka türlü olabilir miydi? Emin değilim. Belki de sen haklısın. Ama bu benim seçimim.


Odada kısa süren sessizlikten sonra oğlu saatine bakıp “Gitmeliyim, kızım evde beni bekliyor, dün gece masal okumaya yetişemediğim için çok söylendi, hem yarın dedesini ziyarete gelecek, ona iyi görünmeye bak” dedi. Onları odalarında bırakıp yanlarından uzaklaşırken hastamızın “bak sen, inançlı kapitalistlerin böyle küçük haz düşkünlükleri de olabiliyormuş demek” diye söylendiğini beraber gülüştüklerini işittim.


O sıralarda hastamız için yolun sonu görünüyor gibi olsa da karaciğer nakli fırsatı doğunca umutlanmış ve gerekli ön hazırlıkları yapıp bir üst merkezde başarılı bir organ nakli yapılmasını sağlamıştık. Ameliyatı sonrası kontrol ve tahliller için hastanemize uğradığında bölümümüze uğramayı ihmal etmez bazen yanında torunuyla birlikte geldiğini de görürdük.

Gazeteciliğe nokta koyup torunuyla mutlu bir emekliliğe yelken açtığından İzmir’e yerleşmeyi planladığından söz ediyordu.


Bir keresinde okuyucularının onu merak ediyor olabileceğini, gazeteciliğe dönmeyi tekrar gözden geçirmesi gerektiğini söyleyince çantasını açıp “Ara sıra gazetecilik yanım depreşip bir şeyler not alsam da artık yazmamaya kararlıyım. Bu sende kalsın, merak ettiğin ne varsa hepsi burada” diyerek o meşhur deri ciltli eski ajandayı bana uzattı. Alıp almakta tereddüt ederken ajandanın içinden sözünü ettiğim resim düştü. Eğilip yerden aldı ve “bu da sen de kalsın, rahmetli Bedri gibi bu resme ben de artık bakamıyorum” diyerek ajandayı masama bıraktı.


O günden sonra bir daha karşılaşmadık. Hastamızın karaciğer ile ilgili sorununu gidersek de ek sağlık sorunları yaşayıp bir kaç yıl sonra kaybedildiğini bir gazete haberinden edindik. Haberde değerli gazetecimizin vefatından sonra İzmir’de adını taşıyan bir oyun parkı yapıldığını ve parkın açılışından sonra ilk kez torununun oynadığı vurgulanıyordu.


Bıraktığı ajanda ve resim ise çekmecemde öylece duruyor.


Mehmet Uhri


Not: İzmir Gazeteciler Cemiyeti Şeref Divanı üyesi merhum Yaşar Tufan Aksoy’un anısı içindir.

Saray Sineması

Cumartesi, Aralık 5th, 2009

saray-sinemasi11

.

İzmir Mezarlıkbaşı durağında yıkılıp iş merkezi yapılan Saray sinemasında tanımıştım onu.

Saray sözcüğünün simitçiler ile birlikte anılmadığı, sinemalara isim olarak verildiği yıllardı.

Gişede bilet kesip yer göstericilik yapıyor, film aralarında büfeyle ilgileniyor hatta makiniste yardım ettiği de oluyordu. Sinema tutkusu çocukluğunda başlamış, insanların filmlere kapılıp gittiği yıllarda kendini iyiden iyiye sinemaya kaptıranlardandı.

Ne zaman gitsek oradaydı.

Devir değişip sinemaların kapanmaya yüz tutmasına rağmen pes etmemiş, sinemasını bırakmamıştı. Bazı filmlerden sonra yaptığı derin analizlerle şaşırırdık.

Filmleri defalarca izlemenin verdiği ayrıcalıkla farkında olmadığımız sahne detaylarını gösterirdi. Yer gösterici veya sinema çalışanından öteydi bizler için. Film eleştirmenlerinin henüz yazıp çizmediği o yıllarda izlediğimiz filmlerin içinde kaybolmamayı biraz da onun yol göstericiliğine borçluyduk.


Bir film arasıydı. “Bu karanlık dört duvar arasında hayatını geçirmekten ne tat alıyorsun, sıkılmıyor musun? Dışarıdaki hayattan mı kaçıyorsun?” diye sorduğumda hafiften içerlemişti. Cevap vermeyip uzaklaşmış filmin sonunda sinemanın kapısında karşılaştığımızda eliyle dışarıyı gösterip “Çık bakalım dışarı. Çık da gör. Sinemanın hayal olduğunu zannedip dışarı çıktığında gerçek hayata döndüğünü sananlar gibi çık ve kandır kendini” dedi. Şaşırmıştım.

- Anlamadım. Sinema hayal ürünü değil mi?

- Anlamazsın elbet. Hayat dediğin de çokça hayalden ibaret. Ha yaşamışsın, ha sinemada seyretmişsin. Üstelik dışarıdaki hayatın yalan ve aldatmacalar ile dolu olduğunu iyi bilirim. Filmlerde yalan yoktur. Anlatacağını anlatır, artık gerisi ne anladığına kalmıştır. Onun için çıkmıyorum dışarıya. Burada mutluyum.

- İyi de insanların bu sinema düşkünlüğü nereden geliyor?

- Anlamıyor musun? Onlar kendi hayatları ile filmlerdeki hayatları kıyaslamak, kendilerine dair bir şeyler görmek için buradalar. Hoş zaman geçirmek filan aldatmacası. Herkes filmden çıkarken aynı şeyi seyrettiğini sanıyor, aslında kendi pencerelerinden görebildikleri kadarını görüp alıyorlar. Ama yine de para verip gelip film izlemeden de duramıyorlar.

- Neden yapıyorlar bunu?

Bir süre durup sinemanın ana kapısından dışarı baktı. Cadde vızır vızır araba kaynıyordu. Elini önce alnında sonra kırlaşmaya yüz tutmuş kısa saçlarında gezdirdi.

- Bir zamanlar orta çağı anlatan tarihi bir film izlemiştim. İnsanlar işledikleri günahlardan arınmak için kiliseye gidip günahlarını satar karşılığında bir belge alırlarmış. O belgenin de bir adı vardı ama şimdi unuttum.

- Endüljans mı?

- Hah, öyle bir şeydi. Bence şimdi aynı işi sinema yapıyor. İnsanlar para verip başkalarının hayatlarını, günahlarını, kendi aklından geçtiği halde dile getiremediklerini satın alıyorlar. O zamanlar kilise kazanıyordu şimdi ise sinemacılar kazanıyor. Ama insan aynı insan. Günahlar, düşünceler, duygular, kafa karışıklığı hep aynı.

- Peki sen neden hiç çıkmıyorsun sinemadan. Çok mu günahın var?

- Anlamadın değil mi? Ha film, ha hayat hepsi aynı. Her seans aynı görüntülerin döndüğü ve sürprizlerin hep ilk izleyişte yaşanılıp bittiği bir hayat, sinema. Sinemanın dışına sokağa çıkınca gözümüz kamaşıyor, ayırt etmesi zorlaşıyor ama hayat da bundan farklı değil. Dikkatli baktığında hep aynı filmin döndüğünü anlarsın. Burada huzurluyum. Film başlamadan ışıkların sönüp insanların kısa süren karanlığı sessizce paylaştığı o an var ya. İşte herkesin, tüm kibirli hayatların eşit oluverdiği o ana tutkunum ben. Filmler onu izlemeye gelen hayatlar gibi biteviye dönüp duruyor. Üstelik herkes bunun böyle olduğunun da farkında ama kimse kimseye gerçeği söylemiyor. Benim hayatım da bu sinema için yazılmış mütevazı bir film. Hoş, senaryoyu ben yazsam biraz daha renkli kılardım kendi hayatımı, en azından bu kadar yalnız bırakmazdım kahramanımı. Film iyi olsa bile bazen benimkinden olduğu gibi senaryo eksik veya kötü olabiliyor. Dahası kötü yazılmış senaryolardan iyi film çıktığına da şahit oldum. Sanırım sabredip sonunu görmek gerekiyor.


Derinden bir iç çekti, diğer seans başlamak üzereydi. “Her neyse bugünlük bu kadar nasihat yeter. Hadi git artık” diyerek kapıyı gösterdi.

Daha sonraki sinema ziyaretlerimizde de hep oradaydı. Onu tanıyanlardan aldığımız bilgiye göre yıllar önce sinemanın girişindeki çerezcinin kızına tutkun olduğunu, birkaç kere konuşmayı, kıza açılmayı denediğini ancak yapamadığını, kızın başkası ile evlendirilip gitmesi ile iyice içine kapandığını öğrendik.

indir

Zamanla devir değişti. Sinemaların alışveriş merkezlerine taşınması yılların Saray sinemasını da vurdu. Müşteri azalınca önce çerezci kapandı bir süre daha direnme uğruna günde 4 hatta 5 farklı film göstermeye başladılar yine olmayınca seks filmleri gösterilmeye başlandı. Hiç bir şey döndüremedi sinemanın makus talihini.

Ancak o yine oradaydı.

Sinema kapılarını kapatana kadar ayrılmadı, en son binanın yıkılıp alışveriş merkezi olacağı haberini duyduk. Birkaç hafta sonra ise nasıl başladığı bu gün dahi aydınlatılamamış bir yangınla yılların Saray sineması kül oldu.

Yangın sırasında kapısında ağlarken çekilmiş bir gazete fotoğrafında gördüm onu. Üzerinde ıslak battaniye eli yüzü is içindeydi. O günden sonra bir daha gören olmadı bizim emektar sinema tutkununu. Tedavülden kalkmış siyah beyaz eski filmler gibi ortadan kayboluvermişti.

Ancak zaman onu haklı çıkardı.

İnsan yine aynı insandı ve alışveriş merkezlerine tıkılsa da sinema eski günlerine dönüp yoluna devam ediyordu.

İnsanlar ise yine biletin bedelini ödeyip aynı filmi izleseler de başkalarının rüya ve hayallerinden kendi hayatlarına bakmayı bir ayin yapar gibi sürdürmeye devam ediyordu…

.

Mehmet Uhri

Sayılara Hapsolmak

Perşembe, Aralık 3rd, 2009

6_sinif_matematik_sayi_oruntuleri_konu_anlatimi_h281

Yoğun geçen hastane gününün üzerine eklenen idari nöbeti olaysız atlatmayı ummuştum.

Küçük aksiliklerle başlayan ve ana bilgisayardaki arıza ile büyüyen sorun hastane genelinde sıkıntıya dönüşmüştü. Ana bilgisayarın susması her türlü hasta işlemi ve hasta kabulünün durması anlamına geliyordu.

Nöbetçi teknisyenin gayreti ile eskidiği için yedeğe alınan diğer bir bilgisayar devreye alınarak sistemin ağır da olsa çalıştırılması sağlanmıştı. Ancak özellikle acil servis önünde uzun ve sabırsız hasta kuyruklarının oluşmasına engel olamamıştık. Eski usul elle kayıt girilmesine de onay vermeyen hastanemizin “gelişmiş” otomasyon sistemi yüzünden sorun büyüyordu.

Telefon ile sorunun giderilemeyeceği anlaşılınca yazılımı aldığımız bilgisayar firmasının genel müdür yardımcısı teknik ekipten birini de yanına alarak gece yarısı çıkageldi.  Acil servisin önünden dışarı taşan hasta kuyruğunu görünce oyalanmadan işe koyuldu.

Teknik eleman donanımı kontrol edip sorunun yazılım ile ilgili olduğunu söyleyerek geri çekildi. Kullanılan yazılımının hazırlanmasında büyük emeği olduğunu öğrendiğim genel müdür yardımcısı “tahmin etmiştim” diyerek işe koyuldu. Kısa sürede sorunun veri tabanından kaynaklandığını saptayıp yazılımı güncellerken bu konunun öncelikle ele alınması gerektiğini söyledi. Yaptığı güncellemeler ile ana bilgisayarın devreye girmesini sağladı.

“Hastalığı şimdilik tedavi ettik ama veri tabanını değiştirmezsek bu olay tekrar yaşanacaktır” diyerek cep bilgisayarına notlar aldı. Otomasyon sistemi kısa sürede eski hızına kavuşmuştu. Yarım saat içinde acil servis önündeki kuyruk erimiş, yatan hastalar ile yaşanan sorunlar giderilmişti. Firma yetkilisine kahve teklif ettim. Ana bilgisayar odasından ayrılmak istemediğini, sistemin sorunsuz çalıştığından emin olmak istediğini belirtip kahvenin bulunduğumuz odaya getirilmesini rica etti.

Kahve gelene kadar gözü sürekli monitördeydi. Ara sıra derin nefes ve iç çekişlerle cep bilgisayarına notlar almasa adamın odadaki bilgisayarlardan farkını anlamayacaktık. İşinin ehli olduğu belliydi, ancak pek sosyal biri değildi. Sadece sorulan sorulara yanıt veriyor, kimseyle konuşmuyor, konuşurken de karşısındakinin yüzüne bakmıyordu.

Sistemin sorunsuz çalıştığından emin olduktan sonra arkasına yaslanıp keyifle kahvesini yudumladı.

Bilgisayar mühendisi olduğunu düşünmüştüm ancak o matematik bölümü mezunu olduğunu matematikte yüksek lisans  ve doktora yapmasına karşın alanında bilim yapma şansı bulamaması ve maddi sıkıntı yüzünden bilgisayar yazılım alanına yöneldiğinden söz etti. “Neden matematik bölümünü seçmiştiniz? Rastlantı mıydı?” diye sorunca yine kafasını kaldırmadan gülümseyerek üniversite sınavında derece yaparak matematik bölümüne birincilikle yerleştiğini, başarıyla mezun olup yüksek lisans yaptığını ancak üniversitenin bilimsel ortamdan iyice uzaklaştığı ve maddi sıkıntılarını aşamadığını görerek sektör değiştirdiğini söyledi.

- Benim bildiğim matematik dersi öğrencinin kabusudur. Üstelik çoğumuz için matematik hayatın hayli dışında ve anlamsız gelirdi. Siz nasıl bu kadar sevdiniz? Hayret doğrusu.

- En büyük desteği lisedeki matematik öğretmeninden gördüm. Bizlere dersi sevdirirken hayatın her yerinde matematiğin olduğunu göstermişti. Öğretmenim bana sayıların diliyle hayatı anlayabileceğimi ve hatta yorumlayabileceğimi öğretti. Matematik tutkumu ona borçluyum.

- Sayıların dili mi?

- Evet sayıların dili. O zamanlar da içine kapanık insanlardan uzak duran biriydim. İnsanları anlamak tanımak istiyor ama içlerine giremiyordum. Utangaçlığımı çekingenliğimi sayılarla yendim. Sayılarla tanıdım insanları. Benim matematik dünyamda herkes bir tam sayıya karşılık geliyordu. Kimi tek sayıydı benim gibi yalnız yaşamaya eğilimli kimi ise çok daha sosyal çift sayılardandı. Bazıları negatif tam sayıydı hayata hep olumsuz gözle bakan, kimi ise çevresine neşe veren pozitif tam sayılardandı. Bir de asal sayı olan tipler vardı ki onlar toplumun iyice dışında yaşıyorlardı. Üniversitedeki hocam tipik asal sayıydı. Hiçbir işleme girmez öyle tek başına asil takılırdı. Biraz da bu yüzden uzaklaştım üniversiteden.

- Görünüşe bakılırsa sektör değiştirmeniz daha sosyal olmada işe yaramış gibi duruyor.

- Bir yaştan sonra huyu değişmiyor insanın. Ama her tür sayının karşılığı olan insan bulabileceğimi sektör değiştirdiğimde daha çok anladım. Söz gelimi siz pek çok hekim gibi küsuratı da olan pozitif tam sayılardansınız. Küsuratlı yanınız tam sayı olan güçlü yönlerinizi gölgelese de pozitifsiniz.

Sanırım iltifat almıştım.

Konuğumuza kahve acı gelmişti. Şeker önerdim ancak o kahveyi sulandırmayı tercih etti. Yine kafasını kaldırmadan sanki kendiyle konuşur gibi dökülüverdi sözcükler;

- Doktor bey, huzuru olmayan sorunlu bir ailede büyüdüm. Annem ve babam hep kavga ederler, evden hır gür eksik olmazdı. Ezikliğim, çekingenliğim biraz da bundan kaynaklanıyor sanırım. Bugün anlıyorum ki biri birine denk iki tam sayı gibiydi annem ve babam ama biri negatif diğeri pozitifti. Bir araya geldiklerinde toplama işlemi gibi sonuç hep sıfır oluyor evimizde kocaman bir boşluk hissediliyordu. Garip bir yalnızlık hissiydi yaşadığım. Kavgaları ise çarpma işlemine karşılık geliyor, her zaman negatif sonuçlanıyordu.

Bizimki ara sıra bilgisayara yöneliyor, programı gözden geçirip tablet bilgisayarına yeni notlar alıyordu. “Peki ya tam olmayan, kesirli sayılar. Onların karşılığı kimler oluyor?” diye sordum.

Doğrusu konu ilgimi çekmişti.

- Pek çoğumuz o kesirli sayılardanız. Çevrenize bakarsanız bir tarafı tam bir tarafı yarım sürüyle insan görürsünüz. Bazıları eksikliğin farkına varıp kendini tama yuvarlamak için uğraşsa da bana kalırsa çoğumuz durumunun farkında bile olmadan öylesine geçip gidiyor.

- Peki ya siz kendinizi hangi sayı olarak görüyorsunuz?

Cevaplamadan bir süre durdu. Saatine baktı. Kahveden son yudumunu alıp teşekkür ederek fincanı masaya bıraktı. Cep bilgisayarını kapatıp cebine yerleştirdi. Ayağa kalktı.

- Önceleri karmaşık sayılar kümesinden filan zannediyordum kendimi. Yani var gibi görünen ancak aslında var olmayan sayılar gibi hissediyordum. Evlenip çocuk sahibi olunca gerçek olduğumu anladım. Şimdilerde kendimi pi sayısı gibi irrasyonel hiçbir zaman tam olarak sonuçlanmayan, sadece bir işlevi anlatmaya yarayan sayılardan biri gibi hissediyorum. Dahası böyle düşünmek hoşuma da gidiyor. Bir tam sayısın hatta küsuratın bile var ama bitmeyen bir işlemden öte de değilsin. Ne bileyim benim ruh halime iyi geliyor böyle bir sayı olmak.

asal-sayi

Kahve için tekrar teşekkür edip odadan çıkarken geri dönüp eliyle bilgisayarları işaret ederek “Baksanıza bu akşam bile bitmemiş bir işin parçası olarak görev yaptım, sorunu geçici olarak çözdüm ama sonuçlandıramadım. Yine irrasyonel sayı gibi davrandım. Her neyse size iyi nöbetler doktor bey. Hasta diye yatırdığınız o sayılara iyi bakın, küsuratlarını giderip tekrar sayılabilir hale getirin onları” dedi.

Geldiği gibi hızlı adımlarla gözden kayboldu.


Not: Bu anlatı; İzmir Maarif Koleji (BAL) Matematik öğretmenlerinden babam merhum İhsan Uhri anısına ithaf olunmuştur.

Yaprağın Çilesi

Çarşamba, Aralık 2nd, 2009

8b823782-296d-4214-a520-c3e740f37140

Devlet hastanelerinde seçim sonrası her iktidar değişikliğinde iktidara yakınlığı ile tanınan hekimlerin başhekim olarak görevlendirilmelerine alışmıştık.


Hatta giden ve gelen başhekimlerin aynı çatı altında çalışıyor olmaları bile kutuplaşmayı engelleyemiyor, yeni gelen önceki idarecinin hesaplarını didik didik edip açığını arıyor yandaşlarından hesap sorabiliyordu.


Ancak bu kez başhekim olarak atanan kişi il dışından tayin olmuştu.


İli, hastaneyi ve çalışanlarını tanımıyordu. Çalışanları tanımanın ve otoritesini hissettirmenin yolunu hekimlere sabah ve akşam makamında mesai çizelgesi imzalatmakta bulmuştu.


Başhekimin hekimleri makamında sabah ve akşam imza atmaya zorlaması, imza çizelgesinin kırmızı kalem ile kontrol ediliyor olması çalışanlarca güvensizlik olarak algılanmış ve rahatsızlık doğurmuştu. Bir süre sonra hastanemizin eline mahir genel cerrahi uzmanımızdan sabah ve akşam imzalarını atmadığı için savunma istendiğini, savunmaya yanıt alınamaması üzerine ardı ardına disiplin cezaları tesis edilmeye başlandığını öğrendik.


Bu tür durumlarda hastane ortamında fısıltı gazetesi hayli hızlı ve etkin çalışır.


O sabah yine imza için makamına girdiğimde başhekim odadakilere imza atmaya tenezzül etmeyen meslektaşını çekiştiriyor “Hastaneden uzaklaştırdığım yetmez, memuriyetten attıracağım onu. Benim kim olduğumu öğrenecek” diye yüksek sesle söyleniyordu.


Ardımdan imza atmak için odaya giren ürolog abimiz bu sözler üstüne odadakilere “neden susuyorsunuz?” dercesine bir bakış atıp başhekimin masasına yöneldi. Başhekim masasına doğru ilerleyen meslektaşına doğru “Söyleyin ona, ben burada başhekimsem sizler gibi o da gelip burada imzasını atacak” dedi.


İmza atmak için eline kalemi almış olan ürolog abimiz kalemi sertçe masaya bıraktı. İmza çizelgesinin olduğu kağıtları yırtıp masaya savurdu. Sonra masanın arkasına dolanıp başhekimimizin üzerine yürüdü. Bu tavır karşısında şaşıran başhekim makamında iyice ufaldı. Bizimki başhekimin üzerine eğilip gözlerinin içine doğru baktı. Başhekim ayağa kalkmak için davranınca omzundan itip koltuğuna oturttu. Hepimizin duyacağı bir ses tonuyla ağır ağır konuşmaya başladı.


- Otur hele sayın başhekim. Otur da söyleyeceklerimi dinle. Sen buralarda yenisin. Kimin kim olduğunu bilmeden sonradan pişman olacağın işler yapma. Seni bu koltuğa oturtanlara da çok güvenme. Bu gözler çok başhekim gördü. Bilmiş ol ki, o makama nasıl geldiğin kimsenin umurunda değil. Önemli olan, makamı bırakırken oradan herkesin başhekimi olarak ayrılabilmekte. Biraz sakin ol hele.


Bu arada başhekim telefona sarılıp sekreterinden sicil memurunun yanına gelmesini istedi.


- Başhekim bey, dur hele daha lafım bitmedi. Sonra istersen külahları değişiriz. Ancak unutma ne yaşarsak yaşayalım yüz yüze bakacağız. O uğraştığın ceza vermelere kalktığın cerrah var ya, hepimizden daha çok işine bağlıdır. Bir gün aksatmamıştır işini. Hastaları hep duacıdır.


- Tamam biliyorum ama mesaisini de aksatmamalı. Buranın yöneticisiysem bu benim sorumluluğum. Gözdağı vermezsem ipin ucu kaçar.


- Sen ona göz dağı veremezsin, sayın başhekim. Hiç uğraşma. O yarı ölülerdendir.


- Yarı ölülerden mi? O ne demek?


- Yıllar önceki deprem ile yıkılan lojmanlarda karısı ile küçük oğlunu kaybetti. Ramazan akşamıydı. Deprem sırasında dışarıda, büyük oğluyla teravih namazında olduğu için kurtuldu. Aradan kaç yıl geçmesine karşın neredeyse her gün mesaisi bitince mezarlığa koşup rahmetli eşi ve oğluyla hasbıhal ediyor. Allah kimseye vermesin ama yarı ölülerden olabilmek için çok sevdiğin bir yakınını yitirmiş olman gerekir. Sen üzerine alınıyorsun ama onlar konuşmaz, derdini anlatmazlar. Öyle yaşar giderler ama yarı ölü oldukları için kaybedecekleri bir şey de yoktur. Kaybedeceği olmayanı korkutamazsın, boşuna uğraşma.


Başhekim koltuğunda büzülüp küçüldü. “Bilmiyordum, kimse söylemedi, şimdi ne yapmalıyım?” gibi bir şeyler geveledi. Ürolog abimiz elini tekrar omzuna koyup gözünün içine baktı.


- Madem ki başhekim olmaya özendin, göreve talip oldun çözümü de sen bul. Ha bana sorarsan işe o cezaları iptal etmekle başla, sonrasını ise zamana bırak. Makamı çok kafana takma. Makamlar geçicidir. Hastane çalışanlarının gözünde başhekim olabilmek ise zaman ve emek ister. Şu imza işini de büyütme, makam odanın kapısı açık olsun, zamanla tanışır görüşür kaynaşırız elbet.


O günden sonra başhekim cezaları geri çekip olayı soğumaya bıraktı.

Birkaç hafta sonra şef nöbetimde gece yarısına doğru iç kanama şüphesi ile ilçe hastanesinden gönderilen yaralı için genel cerrah arıyordum.

Gelen hasta başhekimin tanıdığıydı ve az sonra başhekim de çıktı geldi. O gece nöbetçi olan cerrah ameliyattaydı hastayı değerlendirmek için savunma istediği cerrahı hastaneye çağırmak durumunda kaldım. Az sonra çıktı geldi. Kimseyle konuşmadan hastayı muayene edip, dosyasını inceledi. Başhekim biraz utana sıkıla da olsa hastanın durumunu sordu.

Ameliyat gerekmeden toparlayabileceğini düşündüğünü ancak yine de gece boyu izlemek istediğini söyleyip başhekime gidebileceğini, sorun olursa arayıp bilgi vereceğini söyledi. Gerçekten de hastayı izlemek uğruna geceyi hastanede geçirdi. Hastayı ameliyat olmaktan kurtarmış, uyguladığı tedaviyle durumunu düzeltmişti.

Sabaha karşı hastayı cerrah arkadaşına devredip gitmek için izin istedi. Evine gidip dinlenmek istediğini düşünerek nöbet odamı kullanabileceğini, kahvaltı hazırlattığımı söyledim ama dinlemedi. Üsteleyince mezarlığa ektiği çınar ve ıhlamur fidanlarını gün yükselmeden sulaması gerektiğini söyledi.

Birlikte hastane bahçesine çıktık. Şafak sökmek üzereydi.

Bahçe sonbaharda dökülen kuru yapraklarla doluydu. Gece iyi iş çıkardığını, kolay yoldan ameliyat etmek yerine risk alıp hastayı ameliyatsız iyileştirdiğini söyledim. Sözlerimi önemsemedi, havada süzülüp ayağının dibine düşen yapraklardan birini eğilip eline aldı. “Derler ki; her bahar yeşeren ağaçların yaprakları ile ölenlerin ruhları geri döner, rüzgarı güneşi yağmuruyla dünyaya hasret giderir, sonbaharda toprağa karışıp bir sonraki baharı beklermiş. Mezarlarına diktiğim fidanlar kurumamalı ki her bahar dünyaya yeniden gelebilsinler, gitmeliyim” Dedi.

“Neden özellikle çınar ve ıhlamur ağacı? Anlamı var mı?” diye üsteledim.


Bir süre elindeki kuru yaprağa baktı. Sonra gözünü yapraktan ayırmadan “Çınarı eşim çok severdi. Ihlamur ise rahmetli küçük oğlum için. Daha üç yaşındaydı, koklamaya doyamamıştım. Diktiğim ıhlamurun çiçek açmasına yıllar var ama gün gelir çiçeğe durduğunda yine o kokuyu alırım belki, kim bilir?” dedi.

Elindeki yaprağı yavaşça rüzgara bıraktı. Yaprak savrulup önce hafif yükseldi sonra bahçedeki diğer yaprakların arasına karıştı.

Bizimki daha konuşmadı. Arkasını dönüp hastane bahçesinden hızlı adımlarla uzaklaştı.

Gün ağarıyordu.

Mehmet Uhri