Yaprağın Çilesi

8b823782-296d-4214-a520-c3e740f37140

Devlet hastanelerinde seçim sonrası her iktidar değişikliğinde iktidara yakınlığı ile tanınan hekimlerin başhekim olarak görevlendirilmelerine alışmıştık.


Hatta giden ve gelen başhekimlerin aynı çatı altında çalışıyor olmaları bile kutuplaşmayı engelleyemiyor, yeni gelen önceki idarecinin hesaplarını didik didik edip açığını arıyor yandaşlarından hesap sorabiliyordu.


Ancak bu kez başhekim olarak atanan kişi il dışından tayin olmuştu.


İli, hastaneyi ve çalışanlarını tanımıyordu. Çalışanları tanımanın ve otoritesini hissettirmenin yolunu hekimlere sabah ve akşam makamında mesai çizelgesi imzalatmakta bulmuştu.


Başhekimin hekimleri makamında sabah ve akşam imza atmaya zorlaması, imza çizelgesinin kırmızı kalem ile kontrol ediliyor olması çalışanlarca güvensizlik olarak algılanmış ve rahatsızlık doğurmuştu. Bir süre sonra hastanemizin eline mahir genel cerrahi uzmanımızdan sabah ve akşam imzalarını atmadığı için savunma istendiğini, savunmaya yanıt alınamaması üzerine ardı ardına disiplin cezaları tesis edilmeye başlandığını öğrendik.


Bu tür durumlarda hastane ortamında fısıltı gazetesi hayli hızlı ve etkin çalışır.


O sabah yine imza için makamına girdiğimde başhekim odadakilere imza atmaya tenezzül etmeyen meslektaşını çekiştiriyor “Hastaneden uzaklaştırdığım yetmez, memuriyetten attıracağım onu. Benim kim olduğumu öğrenecek” diye yüksek sesle söyleniyordu.


Ardımdan imza atmak için odaya giren ürolog abimiz bu sözler üstüne odadakilere “neden susuyorsunuz?” dercesine bir bakış atıp başhekimin masasına yöneldi. Başhekim masasına doğru ilerleyen meslektaşına doğru “Söyleyin ona, ben burada başhekimsem sizler gibi o da gelip burada imzasını atacak” dedi.


İmza atmak için eline kalemi almış olan ürolog abimiz kalemi sertçe masaya bıraktı. İmza çizelgesinin olduğu kağıtları yırtıp masaya savurdu. Sonra masanın arkasına dolanıp başhekimimizin üzerine yürüdü. Bu tavır karşısında şaşıran başhekim makamında iyice ufaldı. Bizimki başhekimin üzerine eğilip gözlerinin içine doğru baktı. Başhekim ayağa kalkmak için davranınca omzundan itip koltuğuna oturttu. Hepimizin duyacağı bir ses tonuyla ağır ağır konuşmaya başladı.


- Otur hele sayın başhekim. Otur da söyleyeceklerimi dinle. Sen buralarda yenisin. Kimin kim olduğunu bilmeden sonradan pişman olacağın işler yapma. Seni bu koltuğa oturtanlara da çok güvenme. Bu gözler çok başhekim gördü. Bilmiş ol ki, o makama nasıl geldiğin kimsenin umurunda değil. Önemli olan, makamı bırakırken oradan herkesin başhekimi olarak ayrılabilmekte. Biraz sakin ol hele.


Bu arada başhekim telefona sarılıp sekreterinden sicil memurunun yanına gelmesini istedi.


- Başhekim bey, dur hele daha lafım bitmedi. Sonra istersen külahları değişiriz. Ancak unutma ne yaşarsak yaşayalım yüz yüze bakacağız. O uğraştığın ceza vermelere kalktığın cerrah var ya, hepimizden daha çok işine bağlıdır. Bir gün aksatmamıştır işini. Hastaları hep duacıdır.


- Tamam biliyorum ama mesaisini de aksatmamalı. Buranın yöneticisiysem bu benim sorumluluğum. Gözdağı vermezsem ipin ucu kaçar.


- Sen ona göz dağı veremezsin, sayın başhekim. Hiç uğraşma. O yarı ölülerdendir.


- Yarı ölülerden mi? O ne demek?


- Yıllar önceki deprem ile yıkılan lojmanlarda karısı ile küçük oğlunu kaybetti. Ramazan akşamıydı. Deprem sırasında dışarıda, büyük oğluyla teravih namazında olduğu için kurtuldu. Aradan kaç yıl geçmesine karşın neredeyse her gün mesaisi bitince mezarlığa koşup rahmetli eşi ve oğluyla hasbıhal ediyor. Allah kimseye vermesin ama yarı ölülerden olabilmek için çok sevdiğin bir yakınını yitirmiş olman gerekir. Sen üzerine alınıyorsun ama onlar konuşmaz, derdini anlatmazlar. Öyle yaşar giderler ama yarı ölü oldukları için kaybedecekleri bir şey de yoktur. Kaybedeceği olmayanı korkutamazsın, boşuna uğraşma.


Başhekim koltuğunda büzülüp küçüldü. “Bilmiyordum, kimse söylemedi, şimdi ne yapmalıyım?” gibi bir şeyler geveledi. Ürolog abimiz elini tekrar omzuna koyup gözünün içine baktı.


- Madem ki başhekim olmaya özendin, göreve talip oldun çözümü de sen bul. Ha bana sorarsan işe o cezaları iptal etmekle başla, sonrasını ise zamana bırak. Makamı çok kafana takma. Makamlar geçicidir. Hastane çalışanlarının gözünde başhekim olabilmek ise zaman ve emek ister. Şu imza işini de büyütme, makam odanın kapısı açık olsun, zamanla tanışır görüşür kaynaşırız elbet.


O günden sonra başhekim cezaları geri çekip olayı soğumaya bıraktı.

Birkaç hafta sonra şef nöbetimde gece yarısına doğru iç kanama şüphesi ile ilçe hastanesinden gönderilen yaralı için genel cerrah arıyordum.

Gelen hasta başhekimin tanıdığıydı ve az sonra başhekim de çıktı geldi. O gece nöbetçi olan cerrah ameliyattaydı hastayı değerlendirmek için savunma istediği cerrahı hastaneye çağırmak durumunda kaldım. Az sonra çıktı geldi. Kimseyle konuşmadan hastayı muayene edip, dosyasını inceledi. Başhekim biraz utana sıkıla da olsa hastanın durumunu sordu.

Ameliyat gerekmeden toparlayabileceğini düşündüğünü ancak yine de gece boyu izlemek istediğini söyleyip başhekime gidebileceğini, sorun olursa arayıp bilgi vereceğini söyledi. Gerçekten de hastayı izlemek uğruna geceyi hastanede geçirdi. Hastayı ameliyat olmaktan kurtarmış, uyguladığı tedaviyle durumunu düzeltmişti.

Sabaha karşı hastayı cerrah arkadaşına devredip gitmek için izin istedi. Evine gidip dinlenmek istediğini düşünerek nöbet odamı kullanabileceğini, kahvaltı hazırlattığımı söyledim ama dinlemedi. Üsteleyince mezarlığa ektiği çınar ve ıhlamur fidanlarını gün yükselmeden sulaması gerektiğini söyledi.

Birlikte hastane bahçesine çıktık. Şafak sökmek üzereydi.

Bahçe sonbaharda dökülen kuru yapraklarla doluydu. Gece iyi iş çıkardığını, kolay yoldan ameliyat etmek yerine risk alıp hastayı ameliyatsız iyileştirdiğini söyledim. Sözlerimi önemsemedi, havada süzülüp ayağının dibine düşen yapraklardan birini eğilip eline aldı. “Derler ki; her bahar yeşeren ağaçların yaprakları ile ölenlerin ruhları geri döner, rüzgarı güneşi yağmuruyla dünyaya hasret giderir, sonbaharda toprağa karışıp bir sonraki baharı beklermiş. Mezarlarına diktiğim fidanlar kurumamalı ki her bahar dünyaya yeniden gelebilsinler, gitmeliyim” Dedi.

“Neden özellikle çınar ve ıhlamur ağacı? Anlamı var mı?” diye üsteledim.


Bir süre elindeki kuru yaprağa baktı. Sonra gözünü yapraktan ayırmadan “Çınarı eşim çok severdi. Ihlamur ise rahmetli küçük oğlum için. Daha üç yaşındaydı, koklamaya doyamamıştım. Diktiğim ıhlamurun çiçek açmasına yıllar var ama gün gelir çiçeğe durduğunda yine o kokuyu alırım belki, kim bilir?” dedi.

Elindeki yaprağı yavaşça rüzgara bıraktı. Yaprak savrulup önce hafif yükseldi sonra bahçedeki diğer yaprakların arasına karıştı.

Bizimki daha konuşmadı. Arkasını dönüp hastane bahçesinden hızlı adımlarla uzaklaştı.

Gün ağarıyordu.

Mehmet Uhri

4 Responses to “Yaprağın Çilesi”

  1. nurgül diyor ki:

    çok vurucu bir hikaye olmuş. Büyük acılar dilsiz olur sözünü hatırlattı bana:(

  2. Mehmet Uhri diyor ki:

    Haklısınız Nurgül Hanım,
    Üstelik acının diliyle konuşmak daha da zordur. O yüzden dilsiz olur insan, sanırım.
    sağlıcakla
    muhri

  3. nurcan tepecik diyor ki:

    Bazı hikayelerinizi okuduğumda hemen hatırlıyorum,bazılarını hatırlamıyorum,yaşlanıyor muyum ne :)
    Birçok anlatınızın bende özel bir yeri var,bu anlatınız gibi…Sessizliğin dili,çığlığı daha keskindir,hekim arkadaşınızın dediği gibi,o çığlığı duymak için yarı ölü olmak gerekiyor.Ağaçlara gelince,çınar ve ıhlamur gerçekten farklı seçimler.Ben de çınarları severim…

  4. Mehmet Uhri diyor ki:

    Bu yazı yenilerden sevgili Nurcan, hatırlamaman normal. Bu türden 400 e yakın yazı oldu. Hekim ve sağlıkçılar arasında bilinen ve fazlaca geri dönüş aldığım bir yazıdır.

Leave a Reply