Gazetecinin Ajandası

iaimdeki-benGazeteciliğe yıllarını verenlerdendi.

Yıllardır fazlasıyla kullandığı alkol nedeniyle karaciğeri iflas etmiş durumdaydı. İlerlemiş yaşına karşın gazeteciliği bırakmamış hastane köşesinde ve bitkin halde bile olsa köşe yazılarını yetiştirme telaşını sürdürdüğüne şahit oluyorduk. Karaciğer yetmezliğinin son aşamaya geldiğinin farkındaydı.

Refakatçi istememişti.

Her gün kısa sürelerle uğrayan oğlu dışında ziyaretçisi de yoktu. Oğluyla araları pek iyi değildi. Bir keresinde oğlunun doktor olmasını istediğini, başarılı bir hukukçu olmasına rağmen yine de doktor olmadığı için kırgın olduğundan söz etmişti. Oğlu yanındayken hastalığından konuşmamak için genellikle bizlere onu çekiştiriyordu. Oğlu ise babasının bu hallerine alışıktı, tartışmaya girmiyordu.

Bir akşam üstü yine böyle eleştiri ve serzeniş bombardımanı sırasında biraz da hastamızı susturabilmek için odadaki oğluna dönüp “nedir bu babanızın sizden alıp veremediği?” diye sordum. Oğlu cevap vermeden hastamız yattığı yerden doğrulup “benim gibi haz düşkünü bir sosyalistin oğlunun inançlı bir kapitalist olmasını kabullenemiyorum” diye yanıtladı.

Oğlu eliyle babasını işaret edip, boş ver dercesine salladı. Oğlunun bu davranışı hastamızı çileden çıkarmıştı. Tartışmayı önlemek için araya girmeye çalıştım.


- İkinizin arasındaki bu fark çok mu önemli? Üstelik oğlunuzun özgürce hayatını yönlendirmiş olmasından gurur duymalısınız. Bence haksızlık ediyorsunuz.


- Haksızlık ha… Haksızlık öyle mi? Oğlum işinde öyle başarılı ki ona gıpta ile bakıyorlar. Ama çevresinde muhabbet edebileceği şöyle has bir dostu bile yok. Çünkü hepsini ezdi geçti. O özgürlük dediğin konuda da hiç anlaşamıyoruz. Ben özgürlük deyince ruhumun özgür olmasını anlıyorum. O ise özgürce para kazanıp yine özgürce harcamayı özgürlük için yeterli görüyor.


O ana kadar pek sesi çıkmayan oğul dayanamadı “Baba, ben halimden memnunum. Kendimle sorunum yok. Kendi sorununu bana yüklemeye çalışma” diye söylendi. Odayı kısa süren bir sessizlik kapladı. Hastamız anlaşılamamış olmanın verdiği endişe ile bana döndü;


- Ona sorarsan sorun yok elbet. Hayatın döngüsel olduğuna, günün, ayların ve yılların dönerek insanı insan yaptığına inanılan bir çağda yetiştim. Doğanın bize öğrettiği, gösterdiği döngüsellikle yaşadık hayatı. Ne de olsa, bedenler faniydi. Ruhlarımızı ölümsüz kılmaya, onlardan geriye kalanlarla ölümsüzlüğe ulaşmayı düşledik. Onlar ise hayatın finans grafikleri gibi inişli çıkışlı da olsa hep ileriye gittiğine inanıyor. Doğada karşılığı olmayan, döngüselliğini yitirmiş, ruhsuz bir dünyada bedenleri ile var olmaya çabalıyorlar. Bedenlerini genç tutabilmek için diyetine dikkat ediyor, bakım yaptırıyor, düzenli spor yapıyor haz veren kötü alışkanlıklardan uzak duruyor. Olmayacağını bile bile genç kalmaya, bedenlerini ölümsüz yapmaya çabalıyor. Farz et ki yaptılar. Ruhunu yitirmiş o ölümsüz bedenleri kim ne yapsın? Hiç yaşamıyorlar ki.


- İyi ama sizin haz veren alışkanlıklarınız yüzünden hastanede yatmak zorunda olduğunuzu da unutmayın.


- Unutmuyorum. Bu gözler çok dostluklar gördü, bu eller çok dostunu toprağa verdi. Hepsi giderken arkalarında tamamlanmamış bir şeyler bıraktı. Bitirememiş olsa bile bu yeni nesil gibi bitirememe veya kendini hırpalama kaygısıyla hiç başlamamış değillerdi. En azından denediler.


Bir süre susup öylece oğluna baktı. Oğlu kafasını önüne eğmiş, tartışmamayı seçmişti. Gençliğinde arkadaşlarını da alıp Bedri Rahminin Kalamış’taki atölyesinde kafa çekip sanat muhabbetleri yaptıklarını anlattı.


- Hey gidi Bedri Rahmi. En erken o gitti. İyiler erken ölür derler ya, zoruma gidiyor ama doğru galiba. Sanatta yeteneğim sıfırdı, içlerinde en kötüsüydüm. Hepsi gitti ben kaldım. Bizler hayatı Bedri Rahmi’nin atölyesindeki o muhabbetlerde tanıdık, orada piştik. Şimdikilere anlatsan televizyon başında vakit geçirmeye benzediğini filan sanırlar.


- Neler konuşurdunuz?


- Her şeyi. Bir keresinde Bedri Rahmi’ye sanatçının diğer insanlardan farkını sormuştum. Her sanatçının içinde, geçmişte yaşamış ve bitiremediği işler yüzünden dünyadan uzaklaşamamış ruhların yaşadığını düşünüyordu. “Sanki içimde geçmişte dünyadan ayrılamamış, bazen kedi gibi munis bazen de kaplan gibi vahşi bir ruh var. Üstelik öylesine yalnız ve öylesine yorgun ve ezik ki, bitiremediği ne varsa onunla birlikte beni de kemiriyor, onun için çok üzülüyorum” demişti.


Başucuna uzanıp etajerin üstündeki deri ciltli hayli eski ajandayı eline aldı. İçinden çıkardığı avuç içi kadar resme önce kendi baktı sonra bana uzattı.

- Kalamış’ta bir pastırma ve rakı partisinde kafalarımız kıyakken içindeki o ruhu çizmesini istemiştim. Alelacele bu resmi yapmıştı. Onu rahatlatacağını ummuştum. Bir süre sonra “Keşke hiç yapmasaydım bu resmi. Aynaya bakmaktan beter. O bana baktıkça çalışamıyorum, yırtıp atmaya da gücüm yok. Bunu benim için imha eder misin?” diyerek bana verdi. İmha etmeye kıyamamış saklamıştım. Vefatından sonra uzun süre ben de bakamadım.


- Neden yanınızda taşıyorsunuz?


- Hastalıklar sökün edip hastane köşesine düşünce insan ne kadar yalnız olduğunu anlıyor. Geçenlerde bu resim rüyama girdi. Yardım istedi, elini uzattı ama ben elimi kaçırdım ondan. Doğrusu ürktüm. Hastaneye belki de bu son gelişim diye düşünüp yanıma aldım.


Ellerini oğluna doğru uzattı.


- Oğlumun benim gibi olmasını beklemekten çoktan vazgeçtim. Ama dışarıda başka bir hayat olduğunu, içinde özgür olmayı düşleyen ölümsüzlüğü arayan bir ruh taşıdığının farkında olsun istiyorum. Ardına baktığında elinde o dosyalardaki yazılanlardan öte anlamlı bir şeyler kalsın istiyorum.


Oğlu ayağa kalkıp yanına geldi. Elini tutup yanağına götürdü. Gözleri dolmuştu ancak sakin görünmeye çalışıyordu.


- Hep anneme benzediğimi söylerdin ya, baba. O böyle konuları sorun etmezdi. Biz varsak vardı, bizim olmadığımız zamanlarda da yine bizim için yaptıklarıyla, vardı. Öyle ruhunu özgürleştirmek, ölümsüz olmak gibi kaygısı hiç olmamıştı. O bizimle mutluydu. Ben de öyle. Ailem için biraz da senin için varım. Başka türlü olabilir miydi? Emin değilim. Belki de sen haklısın. Ama bu benim seçimim.


Odada kısa süren sessizlikten sonra oğlu saatine bakıp “Gitmeliyim, kızım evde beni bekliyor, dün gece masal okumaya yetişemediğim için çok söylendi, hem yarın dedesini ziyarete gelecek, ona iyi görünmeye bak” dedi. Onları odalarında bırakıp yanlarından uzaklaşırken hastamızın “bak sen, inançlı kapitalistlerin böyle küçük haz düşkünlükleri de olabiliyormuş demek” diye söylendiğini beraber gülüştüklerini işittim.


O sıralarda hastamız için yolun sonu görünüyor gibi olsa da karaciğer nakli fırsatı doğunca umutlanmış ve gerekli ön hazırlıkları yapıp bir üst merkezde başarılı bir organ nakli yapılmasını sağlamıştık. Ameliyatı sonrası kontrol ve tahliller için hastanemize uğradığında bölümümüze uğramayı ihmal etmez bazen yanında torunuyla birlikte geldiğini de görürdük.

Gazeteciliğe nokta koyup torunuyla mutlu bir emekliliğe yelken açtığından İzmir’e yerleşmeyi planladığından söz ediyordu.


Bir keresinde okuyucularının onu merak ediyor olabileceğini, gazeteciliğe dönmeyi tekrar gözden geçirmesi gerektiğini söyleyince çantasını açıp “Ara sıra gazetecilik yanım depreşip bir şeyler not alsam da artık yazmamaya kararlıyım. Bu sende kalsın, merak ettiğin ne varsa hepsi burada” diyerek o meşhur deri ciltli eski ajandayı bana uzattı. Alıp almakta tereddüt ederken ajandanın içinden sözünü ettiğim resim düştü. Eğilip yerden aldı ve “bu da sen de kalsın, rahmetli Bedri gibi bu resme ben de artık bakamıyorum” diyerek ajandayı masama bıraktı.


O günden sonra bir daha karşılaşmadık. Hastamızın karaciğer ile ilgili sorununu gidersek de ek sağlık sorunları yaşayıp bir kaç yıl sonra kaybedildiğini bir gazete haberinden edindik. Haberde değerli gazetecimizin vefatından sonra İzmir’de adını taşıyan bir oyun parkı yapıldığını ve parkın açılışından sonra ilk kez torununun oynadığı vurgulanıyordu.


Bıraktığı ajanda ve resim ise çekmecemde öylece duruyor.


Mehmet Uhri


Not: İzmir Gazeteciler Cemiyeti Şeref Divanı üyesi merhum Yaşar Tufan Aksoy’un anısı içindir.

Leave a Reply