VİETNAM KAMBOÇYA LAOS NOTLARI -14

VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI -14
ŞELALENİN HAYALETLERİ
(Son söz yerine)
Vietnam, Kamboçya, Laos coğrafyasına üzerine kaleme aldığım metinler önsöz içermemektedir.
Başlangıç veya bitişe gerek duyulmadan, her şeyin değişe dönüşe yaşandığı coğrafyanın bir önsöz veya başlangıç gerektirmiyor oluşu umarım anlaşılıyordur.
Kaleme alınanların ise hayata dair “büyük” anlatından rastgele açılıp ortalığa saçılmış küçük bir bölümden öte olmadığı düşüncesindeyim.
İnsan var oldukça da söz ve anlatılar yine aynı akışın içinde değişe dönüşe o büyük anlatının satırlarına eklenecek gibi görünüyor.
Açıkçası burada aktarılan gezi notları tarafımdan kaleme alınmış olsa da müellifinin kim olduğu konusunda yazarın kafası karışıktır.
Çünkü yazar kendini daha büyük bir anlatının içinde vakanüvis hatta sıradan bir yazman olarak görmektedir.
Kaleme alınan metinler ise bir başka anlatının yazarın kulağına fısıldanmasından ibarettir.
İyi de o zaman yazar kim?
Zor soru…
İlla bir yanıt vermek gerekirse “Şelalenin hayaletleri” diyebilirim.
Evet. Şelalenin hayaletleri…
Bölgeye dair notlarıma o şelaleyi gördüğüm ve turkuaz rengi büyülü sularında kısa bir süre yüzdüğüm gün başladım.
Her zaman yaptığım gibi gezi boyunca küçük notlar alıyordum.
Ancak o günün akşamı eşimi de grupla bırakarak otel odasına döndüm ve geziye dair ilk makalemi üstelik o küçücük cep telefonu ekranında yazıp hemen gezi yoldaşlarımla paylaştım.
Beni yazıyı yazmaya zorlayanın ne olduğunu ve neden paylaşma gereği duyduğumu o sırada bilmiyordum.
Hoş, şimdi anlatacaklarım da pek inandırıcı gelmeyebilir.
Genellikle kendime notlar şeklinde yazıp bir kenara bırakırdım. O güne kadar da böyle bir durumla karşılaşmamıştım.
Beni rahat bırakmayan ne ise, gecenin bir vakti o metni kaleme almama ve dahası paylaşmama yol açmıştı.
Henüz bana tüm bunları yaptıran “şelalenin hayaletlerinin” farkında değildim.
Konu uçuk kaçık yerlere gitmeden baştan anlatayım;
Efendim, Laos’un eski başkenti Luang Prabang şehrindeydik.
14. Yüzyılda Lao ülkesinin kurucu kralı Fa Ngum’ un adı verilerek kutsallık atfedilen Fa dağının (Phou Fa) zirvelerinden çıkıp görkemli biçimde çağlayarak Mekong nehrine ulaşan Kuang Si şelalesini geziyorduk.
Efsaneye göre bilge bir yaşlının toprağı kazarak dağın zirvesinden çıkardığı suyun yemyeşil yağmur ormanının içinde kireç taşı travertenlerden akarak turkuaz rengini aldığı büyüleyici görünümlü bir şelaleydi.
Kurucu kralın komşu Khmer etkisi ile Budist olması ve ülkesinin dinini de Budizm olarak belirlemesi nedeniyle şelale ile ilgili söylenceye zamanla Buda’nın reenkarnasyonu olduğuna inanılan altın geyiğin şelalenin altını kazıp ev yaptığı anlatısı da ekleniyor.
Şelalenin adı da Tat(şelale) Kuang(geyik) Si(kazmak) yani “geyiğin kazdığı şelale” olarak isimlendiriliyor.
İşte bu büyüleyici şelale ve çevresinde geçirdiğim birkaç saat ve sularında yüzebildiğim 10-15 dakika sonrasında oldu, bütün olanlar.
Şelalenin gürültüsü içinden sanki yavaş okunan şiir gibi farklı bir ses geliyordu.
Kulak kabarttığımda “Sağa sola bakınacağına dinle hele, anlatacaklarımız var” dediklerini işittim.
Kim olduklarını sorduğumda şelalenin hayaletleri olduklarını, göçüp gitmiş ancak yaşamaya doyamadığı için şelalenin içinde gizlenen bedenlerini yitirmiş ruhlar olduklarını söylediler.
Sanılanın aksine hiç de ürkütücü değillerdi.
Böyle başladı bu yazıların macerası.
Sait Faik’in “Her insan kendi hikayesini anlatır” dediği gibi hayaletler de hikayelerini anlattı dilim döndüğü aklım yettiğince kaleme aldım.
O gece beni otel odasında yazıya oturtan ve sonrasında peşimden gelip anlatacakları bitmeden rahat bırakmayan o büyülü şelalenin sevimli hayaletleriydi.
2000 yıl önce Cicero’ya atfedilen “söylenmedik yeni bir söz yoktur” sözünü hatırlatırcasına kaleme aldıklarımda da inanın yeni bir şey yok.
Anlattıklarım ise hep başkalarının hikayeleri.
Şelalenin hayaletleri gizlendikleri yerden geride bıraktıkları yeryüzünü seyretmekle yetinmiyor gözüne kestirdiklerine geçmiş yaşanmışlıklardan söz ederek hatırlanmayı bekliyordu.
Kimi gün ipek böceği, kimi gün istiridye, bambu veya banyan ağacı olup anlatıya dönüşüyor bana da kaleme almak kalıyordu.
Eh… “Elçiye zeval olmaz” derler.
Burada anlatılanlar yazarının aktarımıyla Kuang Si şelalesinde yaşayan o geveze hayaletlerin anlatılarıdır.
Kim dedi?
Neden öyle dedi?
Ne demek istiyor?
Bir şey mi ima ediyor?
Ve benzeri sorular sorup yazdıklarım için “fail” arayanlara şelaleyi işaret etmekten başka yapabileceğim bir şey yok.
Metinlerde sıkıntı yaratan bir durum olur da hukuki soruşturma açılırsa şimdiden itiraf etmiş bulunuyorum.
Kendimi “Ben yapmadım, oyuncak ayım yaptı” diyen afacan çocuk gibi hissediyor olsam da içinde bulunduğum “gerçekliği” ancak bu şekilde açıklayabiliyorum.
Ha… Yazdıklarımdan sonra bunları neden anlatıyorum diye soranlara; “Olur da yolunuz düşer Luang Prabang yakınlarındaki Kuang Si şelalesine uğrarsanız içinde yüzmeye niyetlenmeden önce bir düşünün” derim.
Şelalenin büyülü sularında vaftiz olduktan sonra hayaletler sizin de peşinize düşüp anlatacakları bitmeden bırakmayabilir.
O geveze hayaletler çok şey anlatıyor olsalar da satır aralarından hatırlanma ve kendi olma çabalarını sezmemek mümkün değil.
Onlar, eksik bıraktıklarını tamamlamak, hayatlarını iyi kötü bir anlatıya dönüştürmeden gitmek istemeyen ruhlar.
Öyle ürkütücü de değiller.
Ancak acı çekiyorlar…
Yaşadıkları dönemde bir başkasının yaşantısı veya anlatısı olmaktan öteye gidememiş olduklarını geç de olsa fark edip çırpınan, isimleri olmasa da kendilerine anlatı arayan ve özne olmaya çalışan ruhlardan söz ediyorum.
Büyüdükçe masallarını yitirip özel zannettikleri hayatlarının hiç de öyle olmadığını fark eden ve bu duruma ayak direyen o ruhlar, kendilerine ait anlatı bırakamadan “başkasının” hayatı gibi eksik yaşanmış ömür tükettiklerinin farkındalar ve acı çekiyorlar.
Kaleme aldıklarım ise gidemeyip eksik bıraktıklarını tamamlama çabasıyla kıvranan o hayaletlerin anlattıklarından ibaret.
Ancak başına gelenin anlayacağı ve inandırıcı biçimde anlatamayacağı bir durumda olduğumun farkındayım.
Hepimiz çocukluğumuzda rüyalar görür ve uyanır uyanmaz birilerine anlatma gereği duyar, rüyaya uygun sözcük bulmakta zorlanırdık.
Gördüğümüzü anlatmaya sözcükler yetmez, hep bir şeyler eksik kalırdı.
Bu da öyle bir durum diyelim de anlayın siz artık.
Ancak şelalenin hayaletlerinden kurtulabilmek için yapabileceğim başka bir şey de yok.
Üstelik iki lafın birinde hatırlamak ve hatırlanmak deyip duran o sevimli hayaletlerin yaşadığı sorun sanırım derinlerde bir yere daha dokunuyor.
Anlattıklarının satır aralarından, söylencelere eklenebilecek bir anlatıya dahil olmadan bu dünyadan ayrılmamak gerektiğini de fısıldadıklarını düşünüyorum.
Tüm bu metinler şelaleye sığınıp eksik bıraktıklarını tamamlamaya ve kendi olmaya çalışan o ruhların anlattıklarıdır.
O şelale ile başlayan rüyayı sözcüklerin yettiğince anlatmaya çalışan bir çocuk telaşıyla kaleme alınanlar ise sanırım yazardan geriye kalan mütevazı anlatıdan ibaret olacaktır.
Hepsi bu…
Mehmet Uhri

Leave a Reply