Hayata Tapınanlar

35263_404087313260_611868260_4442655_6028946_n1Cumhuriyet döneminin yetiştirdiği ilk hekimlerdendi.

Koca tıbbiye sınıfından 20 kişi kadar kalmışlardı. Sınıf toplantısı için bir araya geldiklerinde arkadaşlarından birinin yemek borusu kanserine diğerinin ise karaciğer anjiyosarkomuna yakalandığını ve her şeye karşın toplantıya katıldıklarını öğreniyorlardı. Açıkçası arkadaşlarını teselli edip geçmiş olsun dilemelerini bekliyordum. Ama onlar arkadaşlarının yanına gidip yakalandığı hastalık için onları tebrik ettiler.

Her iki kanserin de ender olduğundan dem vurarak “Sizlere de böylesi yakışırdı” biçiminde övgülerde bulundular. Hasta olan arkadaşlarının ise yüzleri gülüyor durumdan rahatsız görünmüyorlardı.

Ortalıkta “Nasıl olsa öleceğiz, ama bizim gibi eski hekimlere öyle sıradan hastalıklar yakışmaz, adı sanı duyulmuş ender-i nadirattan hastalık bizi öldürmeli ki ölüm bir şeye benzesin, helal olsun, kadehimi böylesi ölümlerin şerefine kaldırıyorum”sesleri işitiliyor, kadehler tokuşturuluyordu.

Pek çoğundan önce terki diyar eyleyecek arkadaşlarını kutlayıp ölümün şerefine kadeh kaldırdılar. Garsonlar şaşkın bakışlarla izliyor, kendi aralarında bunlar aklını oynatmış olmasın diye konuştuklarını işitiyordum.

35263_404087308260_611868260_4442654_6204507_n

Hepsi yılların hekimiydi. Hayatları hastalarını ölümden uzak tutmakla geçmişti. Ölümü düşman bellediklerini düşünürdüm. Ama onlar sanki ölüme tapınıyordu. Ortalık sakinleşince kanser olduğu için kutlamaları kabul edenlerden birinin yanına oturup açıklama istedim.


- Sizin burada yaptığınız bir anlamda ölümü kutsamak, ona tapınmak olmuyor mu?


- Evet. Aynen öyle. Ne var bunda?


- Ama içinde yaşadığımız dünyada yaşanacak bunca şey varken ölüme bu kadar yakın durmak onu kutsamak…. Hele bir hekim için böylesi bir tavır. Anlayamadım doğrusu.


- Eh o kadar da kuşak farkı olsun aramızda. İkimiz de hekimiz ama sen yolun başındasın ben ise sonunda. Aramızda fark olması kaçınılmaz değil mi?


- Evet ama bu kadar biri birine zıt olmak zorunda mı?


- Bu bir tercih ve hayata bakış sorunu. Çok değil. 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar hayat acımasızdı. Bulaşıcı hastalıklar, savaşlar, kıtlık ve benzeri nedenlerle büyük insan kayıpları yaşanıyordu. Ölüm her şeyin önündeydi. İnsanlar için temel hayat gerçeği ölümdü. Herkesin yakın çevresinde birileri ölüyor, ölüm hiçbir sınıf zümre ayırmaksızın kol geziyordu. Bu nedenle ölüm kutsaldı. İnsanlar veba gibi öldürücü hastalıklar ve ölenleri için heykeller, anıtlar yapıyordu. İşte bizler de böyle bir sürecin son dönemlerinde hekimliğe adım attık. Bizim için de ölüm kutsaldı. Temel hayat gerçeği ölümdü.


- İnsanlar ölüme mi tapınıyordu?


- İnsanlar ölümün kaçınılmaz olduğunu biliyor ve çoğu öteki dünya için yaşıyordu. Tüm ibadetler ölümden sonraki hayata yatırım olarak şekilleniyordu. İnsanlar oruç tutuyor, ibadethanelere gidiyor ve bir takım ritüelleri kullanarak ölüm ve ölümden sonraki hayatları için çabalıyordu.


- Peki sonra ne oldu da bu bakış açısı değişti?


- Sanırım 19. yüzyılın ikinci yarısında yaşanan gelişmeler ile birlikte insanların doğaya bakış açısı değişti. Hastalıklar, büyük savaşlar ve kıtlık gibi mahşerin atlıları bir bir ortadan kalktı. İnsanlar çevrelerinde ölüm görmeyi unutup, yaşayanları ve yaşanacakları keşfetmeye başladılar. Sanat ve edebiyat alanında gerçekleşen eserler de hayatı öne çıkaran ölümü öteleyen bir bakış açısını aşıladı insanlara. Böylece ölüm ve onunla ilgili ibadetler, ritüeller yavaş yavaş ortadan kalktı. Günümüzde artık kutsal olan hayatın kendisi. İnsanlar hayata tapınıyor, hayatta kalmak gerektiğine ve yaşanacak çok şey olduğuna inanıyor. Ölüm günümüz hayatında unutulan ya da unutturulan bir şey. Ölümü hayatın içinden çıkarıp, öteleyerek insanlara hayata tapınma öğütleniyor.


- Hayata tapınma nasıl oluyor?


- Bak dostum, ibadet ibadettir. Yıllar önce öteki dünya için, ölüm için ibadet edenlerin yerini hayat ibadeti aldı. İnsanlar artık hayatta daha fazla kalabilmek için sabahın köründe kalkıp koşuyor, kırmızı et yememeye, katı yağ tüketmemeye özen gösteriyor. Bu yapılanların bir ibadetin ritüellerine ait olmadığını kim inkar edebilir? Kendi iradesiyle oruç tutan insanın yerini yine kendi iradesiyle sabahın köründe kalkıp koşuya çıkan kilo almamak için yemek yemeyen insan aldı. Ama ibadet değişmedi.


- Böylesi daha iyi olmadı mı?


- Bilemem. Zaman gösterecek. Bana sorarsan insanlar kendilerini kandırıyorlar. Hayatta daha uzun süre kalmakla hayatı kutsadıklarını sanıyorlar. Halbuki hayat ölüm gibi bir gerçeği içinde barındırdığı ölçüde kutsanacak bir şeydir. Ölüm gerçeğini öteleyip görmezden gelirsen hayatı sana sunulan ve tüketilmesi gereken süreçler silsilesi olarak görür ve öyle tanırsın. Ölüme rağmen hayatta kalmanın ne demek olduğunu da hiçbir zaman anlayamazsın. İşte bu nedenle bizim burada yaptığımız töreni anlamakta güçlük çektin.


Bunları söyledikten sonra sınıf arkadaşı hayli yaşlı hanımefendi ile çalan müziğe eşlik edip nefesi yetene kadar dans etti. Dans sırasında bir ara yanıma gelerek “bu kadar çok düşünme, hayatın tadını çıkar” demeyi de ihmal etmedi.


Dr. Mehmet Uhri


Not: Rahmetli dayım iç hastalıkları uzmanı Dr. Erdoğan ACARLAR’ın (İÜ.Tıp.Fak./1947) anısı içindir.

2 Responses to “Hayata Tapınanlar”

  1. Ahmet Çağıldak diyor ki:

    Gene yaktın beni…

  2. Orhan Şan diyor ki:

    Hayatla ölüm arasındaki o ince çizgideki bizler için çok anlamlı.
    Etkilediniz yine!
    Teşekkürler.

Leave a Reply