Dünyadayken Dünyasızlaşma

dada4

Takke düştü kel göründü…

İçine doğduğumuz anlamlar, değerler ve kavramlar dünyasının “hazır” algıları ile iyi kötü yaşarken 125 nanometrelik bir virüs içinde bulunduğumuz gerçeklik balonunu patlatıverdi.

Patlayan balon ile birlikte anlamlar, değerler kavramlar üzerine inşa ettiğimiz dünya bir anda gerçekliğini yitirdi.

Dünyadayken dünyasızlaştık.

Küreselleşme karşıtlarının yıllardır göstermeye çalıştığı, “başka bir dünya mümkün” sloganıyla sokaklara dökülüp sosyal forumlar düzenlediği dev yalan balonunu patlatmaya bir virüs yetti.

Balığın suyu sorgulamadığı gibi içine doğulduğu için normal kabul edilen anlam, değer ve kavramlar dünyasını sorgulamayı aklından bile geçirmeyenler yaşadıkları dünyanın gerçekler üzerine oturmadığı ile yüzleşmek durumunda kaldı.

Aslında dünyaya geldiğimiz haldeki gibi aciz, eksik, korunmasız bir canlı olduğumuz gerçeği tokat gibi yüzümüze çarptı.

Apartman dairelerinin hapishaneye, en yakınlarının bile korku nesnesine dönüştüğünü, paranın işe yaramadığını, tüketimin anlamsızlaştığını görerek panik içinde “başka” bir dünya arayışına kapıldı.

Bir virüs “Ölüm her şeyi eşit kılar”  diyen Seneca’yı hatırlatırcasına tüm o kimlikler, statüler, ötekiler üzerine kurulmuş değerler ve anlamlar dünyasını yerle bir etmeye yetti.

Virüs salgınından önce içinde bulunulan kurgusal gerçekliğe başkaldıran, marjinalize edilip görmezden gelinen “başka bir dünya” arayışında olan küreselleşme karşıtları haklı çıktı.

İyi de onlar bir şeylerin yanlış gittiğini nasıl sezmişlerdi?

Bu soruların yanıtı için yüz yıl öncesine uzanıp benzer algı kaosunun yaşandığı bir döneme bakmak gerekiyor.

Bir kıvılcım gibi parlayıp sönen Dada düşüncesi ve Dadacılık günümüzde aşikar hale gelen algının yenidünyasının kıvılcımı olabilir mi?

Masal gibi bir yüzyıl başlangıcıydı.

1900 yılından söz ediyorum.

20. yüzyıla girilirken insanlığın bilgi birikiminde devrim niteliğinde buluşlar gerçekleşmekteydi. Radyoaktivitenin keşfi ile “maddenin sakınımı-değişmezliği” yasası yıkılmış, kuantum davranışının keşfi ise madde ile ilgili tüm algıları alt üst etmişti.

Psikanaliz ile içimizdeki dünya ortaya saçılmış, fenomenoloji ile çağdaş felsefe varoluşçuluğa doğru giden bambaşka bir yola girmişti.

Teknolojik keşifleri saymıyorum.

Dediğim gibi, masalsı zamanlardı.

Bir sanat akımı olarak ortaya çıkıp 6 yıl içinde dağılan ancak algının yenidünyası olarak tüm yaşam alanlarına etki eden Dadacılık 20. Yüzyılın başlarında 1. dünya savaşını yaşayan Avrupa topraklarında ortaya çıkmıştı.

İçlerinde Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Jacques Magnifico ve Marcel Janco’nun da yer aldığı bir grup sanatçı tarafından Zürih’te Hugo Bell ve eşi Emmy Hennings tarafından işletilen “Cabaret Voltaire’de” 1916 yılında kurulmuş ve yine aynı yerde 1918 de Dada Bildirisi ile görünür hale gelmişti.

Yerleşik anlam ve düzeni reddeden eserler ile Berlin’de Dada Fuarını gerçekleştiren Dadacılar 1922 dağılmış, bir kısmı Sürrealizm akımına yönelmiştir. En önemli temsilcileri arasında Hugo Ball, Max Ernst, Marcel Duchamp, George Grosz, Jean Arp, Tristan Tzara ve Kurt Schwitters yer almaktadır.

dada11900 yılı ile birlikte Viyana’da “çağın sanatı yapılmalı, sanat özgür olmalı” sloganıyla geleneksel sanat ve estetiği reddeden “secession-ayrılıkçılar” hareketi ile başlayan sanatta yeni arayışlar Dadacılık üzerinden sürrealizme giden başka dünya arayışlarının yolunu açmıştır.

Geleneği ve hazır algıları reddettiği için anti-sanat biçiminde de adlandırılan Dada düşüncesinde sanatçıları buluşturup birlikte hareket ettiren ise zamanın ruhuydu.

Savaşların bitmek bilmediği 20. yüzyılın başında bilim ve felsefe alanında eş zamanlı gerçekleşen devrim niteliğindeki buluşlar sanat ve sanatçıları etkilemiş, Dada düşüncesinin filizlenmesine katkı sunmuştur.

1900 yılında Ernest Rutherford’un radyoaktivite yasaları maddenin izotoplar üzerinden başka maddelere dönüşebileceğini gösterip “maddenin değişmezliği” inanışını ortadan kaldırmıştı. Max Planck tarafından ortaya konulan kuantum düşüncesi ise algı ile ilgili tüm kavramları alt üst etmişti. Ortamda gözlemcinin olup olmamasına göre algı ve tanımların değişkenlik gösteriyor olması mutlak gerçek arayışına yönelik “algıya” olan güveni sarsmıştı.

İnsanın dünya ile olan anlam ilişkisinde “algının” güvenilirliği ortadan kalkmış algı duvarları yıkılmıştı.

Benzer devrim niteliğinde değişiklik ise felsefe alanında da yaşanmakta Edmund Husserl tarafından ortaya atılan ve öğrencisi Martin Heidegger ile geliştirilen fenomenolojik yaklaşım yeni bir düşünce biçimi olarak güncel felsefenin yerini almaktadır.

Bu yaklaşım biçiminde de yine algının yanılabilir oluşu nedeniyle insanın dünya ile kurduğu anlam ilişkisi askıya veya paranteze alınarak tüm ön kabuller reddedilmektedir.

Yetmezmiş gibi Sigmund Freud 1900 de yayınladığı “Düş Yorumu” ve 1901 yılında yayınlanan “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi” adlı yapıtları ile psikanalizi gün yüzüne çıkarmakta, dünyaya atılmış eksik ve bakıma muhtaç doğmuş olma algısıyla mücadele etmek zorunda kalan insanın acizliğini, ruhsal ikilemlerini ve savunma mekanizmalarını gözler önüne sermektedir.

Fizikte radyoaktivite ve kuantum düşüncesinin beslediği “algının” güvenilmezliği, felsefe alanında tüm gerçekliğin askıya alındığı fenomenolojik yaklaşım ve ruhsal alanda bastırılmaya çalışılan bilinç dışının insan üzerinde etkileri “algı” konusunun sorgulanması sonucunu doğurmuştur.

Algının yenidünyası: Dadacılık

Tüm bunlar yirminci yüzyılın ilk yıllarında gerçekleşmiş ve düşünsel hayatı derinden etkilemiştir.

Dönem felsefecilerinden Henri Bergson algının yanılabilir olduğundan hareketle sezgiselliği yücelten düşünsel dönüşüm ile Dada hareketinin felsefi alt yapısını oluşturmuştur.

Bergson’un öğrencisi Maurice Merleau Ponty ise “algının fenomenolojisi” adlı yapıtı ile algıyı kategorilere ayırarak insanın bir hazır algılar dünyasına doğduğuna işaret edecektir. İnsanın doğumundan itibaren dünya ile olan iletişiminde ona öğretilen hazır algıları kullanmakta olduğunu ve bu sayede sosyalleşebildiğini vurgulayan Ponty, bu algıları “evcil” algılar olarak tanımlamaktadır.

Evcil algıların doğru olup olmadığı sorgulanmadan kabul edilen ortak algılar olduğuna dikkat çeken Ponty masa, sandalye, anne, baba, dayı ve benzeri ne varsa önceden tanımlanmış tüm evcil algıların sorgulanmadan içselleştirildiğine vurgu yapmaktadır.

Salt gerçeğe ulaşmak için ise doğa ile ilk temas kurduğumuz “yaban” algıya ulaşmak ve oradan özgün algının üretilmesi gerektiği fikrini işaret eden Ponty’nin önerisi de hocası Bergson’un işaret ettiği gibi bir tür sezgisel algıdır.

Ponty, ancak yaban algılarımıza güvenerek özgün gerçeğe sezgisel de olsa ulaşılabileceğinin felsefi yolunu işaret etmektedir.

Bir yanda kuantum düşüncesinin varlık gerçeğini tartışılabilir hale getiriyor olması, diğer yanda evcilleştirilmiş algılardan kurtulup bebekliğin yaban algısına ulaşmadan gerçeğe yaklaşılamayacağı düşüncesinin tartışıldığı kaotik ortamda Dada düşüncesinin bir sanat akımı olarak ortaya çıkışı hiç de şaşırtıcı değildir.

Dada düşüncesinin özünde sanatın ve sanatçıya önceden sunulan tüm evcil algıların reddi Bergson ve Ponty’nin işaret etmeye çalıştığı yabanıl algı üzerinden dünyanın yeniden algılanıp sanat yapıtına dönüştürülme kaygısı yatmaktadır.

Felsefenin içine doğduğumuz dünyaya dair tüm algı ve ön kabulleri askıya alma çabası ile başlayan fenomenoloji üzerinden varoluşçuluğa doğru ilerleyen gerçeğe ulaşma arayışı sanata da etki ederek “hazır-evcil” algının reddi ve “bebek” algı ile yeniden kurgulanan bir dünya arayışı biçiminde Dadacıların düşünsel arka planını oluşturmuştur.

Dada düşüncesi öznenin dünya ile olan ilişkisinde ilksel bir yaklaşım biçimi olarak önceden tanımlanmış tüm evcil algıları reddederek sezgiselliği yüceltmektedir.

Yaban algı veya bebek algıya ulaşma arayışı ile tüm klişeler gibi sanat, sanatçı, eser ve hatta dil gibi kavramların da reddini gerektirdiği için kendi ile birlikte tüm sanatları da reddetmek durumunda kalan Dadacılık anti-sanat olarak görülmüş ve marjinalize edilmeye çalışılmıştır.

dada3

Dadacılar, anlam, kavram ve değerlerle örülü evcil algılar balonunda mutlu mesut yaşayan insanlara dışarıdaki yaban algılar dünyasını göstermeye çalışırken oluşturdukları anarşist iklim yüzünden günümüzün küreselleşme karşıtları gibi sistem tarafından marjinalize edilmiş ve dışlanmıştır.

Evcilleştirilmiş tüm algıları değiştirip dönüştürerek rastlantısallık içinde bir araya getiren Dada düşüncesi, bu haliyle sanatta, edebiyatta, sokakta kısaca yaşamın her anında savaşlarla, yıkımlarla varlığını devam ettiren, hiç değişmeyecekmiş gibi görünen ve bize inandırılmaya çalışılan sisteme ait algı ve düşünceye yıkıcı anarşist bir itiraz getirmektedir.

Dadacılar arasında yer alan ressam Francis Picabia’nın “Sonradan Görme İsa” adlı yapıtında vurguladığı “Babanın ve annenin, çocuklarının ölümü üzerinde söz hakkı yok ama vatan, bizlerin ikinci anası, politikacıların şanlı zaferi için yavrularını gönlünce canlı canlı gömebilir” sözleri 20. Yüzyıl başları için son derece sert ve kışkırtıcı kabul edilse de Dada düşüncesinin bir yansımasıdır.

Beklendiği gibi kısa sürede gözden kaybolan Dadacılıktan geriye heyecan, coşku ve toplumsal bilinçaltına sızan fikirleri kalmıştır.

Dadacılık neden devam edemedi?

Bergson ve devamında Ponty’nin açıkladığı algı kategorileri ile gerçeğe yönelebilmek için yaban algı arayışı Freud’un vurguladığı insanın dünyaya atılmış, cennetten kovulmuş, eksik bir canlı olma gerçeği ile yüzleşmeyi de gerektirmektedir.

Nitekim Freud’da çocukluk yıllarından itibaren akrabalık ilişkileri üzerinden evcilleştirilmiş algılar sunularak gerçeğin üzerinin örtülmesi ile çocuğun eksik ve yetersiz varoluş sıkıntısından kurtulmasının gerçekleştiğine vurgu yapar. Günlük Yaşamın Psikopatoloji ve 1913 de yazdığı Totem ve Tabu kitaplarında Freud, evcilleştirilmiş algılar ile üzeri örtülen bireysel varoluş kaygılarının nevrozların temelini oluşturduğunu, ilerleyen yaşlarda ise inanç sistemleri  üzerinden (Tanrı babanın koruması vb) kitlesel nevroza evrilerek sosyalleşmeyi ve toplumsal bilinç dışını oluşturduğunu ortaya koymaktadır.

Freud, kabul edilmesi içselleştirilmesi çok zor olan “eksik ve yetersiz” bir canlı olma gerçeği ile yüzleşmemek ve gerçeğin ağırlığı altında ezilmemek için evcil algılara sığınıldığını vurgulayan çalışmalarıyla insanın içine düştüğü açmazı da işaret etmektedir.

Bu açmazın doğurduğu olumsuz iklim Dada düşüncesinin sürrealizme savrulmasını da açıklamaktadır.

dada2

Dada düşüncesi veya yaklaşım biçiminin sürrealizme yönelmesinin özünde yaban algının sunduğu ve Freud’un işaret ettiği çıplak, acımasız gerçeğin altında ezilmeme çabası da yatmaktadır.

Öznel gerçek arayışı için yaban algı üzerinden bir yaklaşım biçimi sunan Dada düşüncesi, karşılaşılan gerçek ile yüzleşmenin ve içselleştirmenin zorluğu yüzünden kendini de reddederek gerçek üstüne kaçmanın yolunu aramak zorunda kalmıştır.

Kendi yabanıl algılarıyla temas kurdukları dünyaya bakıp sanatsal kurgularını üretme çabasında olan Dadacılar sanatın, düşüncenin ve hatta hayatların bile sabun köpüğü gibi var ile yok arasında geçici bir durum olduğu gerçeğini sezgisel olarak yapıtlarına aktarmışlardır.

Dadacılar hayata dair her şeyin bir sabun köpüğü gibi var ile yok arasında olduğunu işaret edip dışarıdaki salt gerçeği görünür kılmak için yapıtları ile köpüğü yırtarak kendilerini yok etme yolunu gönüllü olarak seçmişlerdir.

Virüs ve başka bir dünya

Dadacılık yok olsa da Dada düşüncesi içine doğduğumuz kavram, değer, anlam ve evcil algılar dünyasından ötede “dışarıdaki” salt gerçeği sezgisel olarak işaret ederek günümüzdeki “başka bir dünya” arayışlarının ateşini de geleceğe taşımaktadır.

Günümüzde aynı düşünceden beslenip sorgulanması istenmeyen gerçekleri sorgulayan “başka bir dünya” arayışında olanlar da sistem tarafından marjinalize edilmeye çalışılırken ufacık bir virüs evcil algılardan oluşan gerçeklik balonunu patlatmış, insanlığı olanca acizliği ve korunmasızlığıyla yaban algılar dünyası ile yüzleşmek zorunda bırakmıştır.

Virüs yüzünden evler hapishaneye, en yakınlarımız bile korku nesnesine dönüşürken insanın dünya ile kurduğu anlam ilişkisi neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştır.

Patlayan gerçeklik balonu ile anlamlar, değerler kavramlar üzerine inşa edilen iyi kötü sığınıp idare etmeye çalıştığımız “yalan dünya” ifşa olmuştur.

Bu durumu, felsefeci Jacques Lacan dünyada dünyasızlaşmak olarak adlandırıyor.

Zamanında Dadacıların da işaret etmeye çalıştığı ve marjinalize edilip tepki gördüğü, Freud’un açıklamalarından anlaşıldığı üzere pek de katlanılabilir olmayan bu durumdan kurtulmak için yeni bir anlamlar, değerler, kavramlar balonu inşa edip içine girene kadar insanlığın tedirginliği devam edecek gibi görünüyor.

Peki ya sonra?

Sonra “yeni” evcil algılardan özenle inşa edeceğimiz kavramlar, değerler ve anlamlar dünyası balonuna sığınıp “yeni gerçeklik” algısı içinde tüm bu yaşananları unutmaya çabalayacağız.

Hepsi bu…

Mehmet Uhri

One Response to “Dünyadayken Dünyasızlaşma”

  1. Kemal Bakir diyor ki:

    Emeklerine sağlık Mehmet hocam. zevkle okudum

    Sevgiler
    Kemal BAKIR

Leave a Reply