UTANCIN SIRADANLIĞI

Ekim 23rd, 2020

20150820_111937

Pandemi notları: Ekim 2020

Her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor.

Açıkça dillendirilmese de Covid 19 pandemisini kontrol altına alma çabaları yerini ekonomileri ayakta tutma önceliğine bıraktı.

Sessizce yenilgiye alışıyor hastalığa teslim oluyoruz. Öyle ateşkes filan değil, kayıtsız şartsız teslimiyet yaşanıyor.

Üstelik neredeyse tüm ülkelerde benzer uygulamaya sessizce geçildiği için anormalliği algılamakta zorlanıyoruz.

İnsanlık, yaşlılar üzerinde öldürücü etkisi genç nüfusa göre 6-10 kat fazla olan bir hastalığa ekonomileri ayakta tutma uğruna teslim oluyor.

Hastalık hızla yayılıyor.

Hastalığın yayılmasıyla toplumsal bağışıklık artarken aylar önce özene bezene koruduğumuz yaşlı nüfus için önlem alınmaması  ileri yaş ölümlerinin artacağı gerçeğini işaret ediyor.

Bir diğer deyişle ekonomiyi kurtarma uğruna yaşlı nüfusa pasif ötanazi uygulanıyor.

Bir tür soykırım utancına sürükleniyoruz.

Hep birlikte aynı utancın içinde debelenince utanma da sıradanlaşıyor.

Hastalığı kontrol altına almak için uygulanan izolasyon ve karantina önlemlerinin dünya ekonomisine büyük zarar verdiği vurgulanarak aleyhinde sessiz bir propaganda yürütülüyor.

Üstelik karar alıcılar, bir taşla iki kuş vuracaklarını düşünüyorlar.

Ekonomiye katkısı görece daha az olan yaşlı nüfusun hastalanıp ölmesi ile sosyal güvenlik kurumları üzerindeki yükün de azalacağı gibi dile getirilmeyen riyakârca ekonomik bir beklenti içindeler.

Aklımızı emanet ettiğimiz devlet ricali yaşlı nüfusa pasif ötanazi uygulanması konusundaki tavrını “şartlar böyle gerektiriyor, tüm dünya aynısını yapıyor” diyerek yutturabilir.

İyi de, gelecek kuşaklar böylesi bir soykırım ile nasıl yüzleşecek, nasıl hesaplaşacak?

Utancın sıradanlaştığı günlerden geçince vicdanlar da köreliyor.

İnsanlık körelmiş vicdanlarla geçmişte pek çok örneği olan ve toplumsal bilinçdışında yer edecek acılı bir süreçten geçiyor.

Toplum için zararlı oldukları ileri sürülüp toplama kamplarında imha edilmelerine karar verildi diye “içlerinden birileri” topyekûn imha edilirken seslerini çıkarmayıp zımnen onay verenler de aynı utancın sıradanlığı içindeydi.

Pasif duruşlarıyla gelecek kuşakları da toplumsal bir utanca mahkûm ettikleri akıllarına bile gelmiyordu.

Sokak köpeklerini toplayıp aç susuz terk ettikleri adada çığlıklar içinde ölmelerini izleyen İstanbulluların aradan yüz yıl geçse de taşıdıkları utanç toplumsal bilinçte resmi adı Sivri ada olan adanın Hayırsız ada olarak anılmasına yol açmıştı.

Görünen o ki; utanç sıradanlaştıkça etkisini yitiriyor.

Hâlbuki pandemi öncesinde utanç çağında yaşıyorduk. Utanma duyusu davranışlara yön veriyor tüketim davranışlarını belirliyordu. Kazancı ne olursa olsun cep telefonu eski diye utanç duyan kendini ezik hisseden insanları hepimiz görüyorduk. Benzer örnekleri dış görünüşü, kılığı kıyafeti, evi veya arabası yüzünden utanç duyan insanlar için de verebiliriz.

Konu toplumsal konularda alınan kararları sorgulamaya geldiğinde başkalarının aklına kendi aklımızdan daha çok güveniyoruz. Birlikte hareket edince yanlışın yanlış olmaktan, suçun suç olmaktan çıkabildiğine kolay ikna oluyoruz. O nedenle utanılacak duruma düşmekten korktuğumuz kadar suç işlemekten korkmuyor, suçu hep birlikte rasyonalize edebileceğimize inanıyoruz.

“Herkes geçiyor kırmızı ışıkta ne olmuş yani?”

İnsanlığın virüse teslim olmasına ses çıkarmıyor, yaşlı nüfusa yönelik soykırım utancına suskun kalıyoruz.

Mutlu olamasa da neşeli görünmeye çabalayanların riyakârca telaşıyla bu ortak suça gözünü kapayıp “ama ben ne yapabilirim ki?” masumluğuna sığınılıyor.

Yaşlı nüfus ise mesajı çoktan aldı.

Eski yaşanmışlıklar ile yüklü ruhlarını esen rüzgâra teslim edip sessizce gitmeye hazırlar. Fırtına dinip sular durulduğunda gelecek kuşaklara kalacak soykırım utancının da farkındalar.

İnanın, onlar yaşanacaklar için hepimizden daha çok kaygılanıyor ve utanç duyuyorlar.

İnsanlık geçmişteki pek çok benzeri gibi yine bir akıl tutulması yaşıyor.

Rasyonel olduğuna ikna olunan akıl dışı çözümlere yönelip suçluluk duygusundan kurtulmaya çabalıyor.

Gerçekte ise o yere göğe koyamadığımız insanlığımız utancın sıradanlaştığı bir bataklıkta debeleniyor.

Mehmet UHRİ

* Hannah Arendt. Kötülüğün Sıradanlığı

Ömrün vitrini

Ekim 15th, 2020

ov2

Ömür dediğin bir eskici dükkânı, her şeyi vitrine çıkaramazsın” demişti.

Ailenin kalan son ferdi annemin de vefatından sonra hüzün içinde doğup büyüdüğüm evi kapatıp eşyaları hayır kurumuna vermiştik. İçinde fotoğraflar ve albümler bulunan eski valizi ise ayırmış açmadan evde bir yerlere kaldırmıştım. Uzun süre de valizi açmaya elim gitmemişti.

Her şey, yıllar sonra valizin varlığını hatırlamamla başladı.

Valizi gün ışığına çıkarıp açtığımda çoğu siyah beyaz fotolar ve birkaç eski yıpranmış albüm dışında pek bir şey görünmüyordu. Fotoğrafların çoğunda ne bir tarih ne de tanıtıcı yazı vardı. Öylece istiflenmişti. Arada nişan düğün gibi bir olaya ait kurdele ile bağlı birkaç grup fotoğrafta da açıklama yoktu.

Valizin derinliklerinde bir bez torba içinde fotoğraf makinesini bulunca işin rengi değişti. Rahmetli babamın fotoğraf makinesini hayal meyal hatırlıyordum. Çocukken merakla kurcalamak istesem de gözü gibi korur elimizi sürmemize izin vermezdi.

Makine dediysem EXAKTA marka zamanının sıradan makinelerinden biriydi. Koruyucu kabı bile yoktu. Amerikan bezinden eski bir torba içinden çıkmıştı.

Makineyi elime alıp sağını solunu kontrol ettim. Mekanizmaları paslanmış görünüyordu. Kapağını açmadan makarayı geriye sarıp kontrol ettiğimde içinde film kalmış olduğunu fark edince heyecanlandım. Kırk yılı aşkın süredir içinde film ile duran paslanmış fotoğraf makinesi ile ne yapacağımı düşünmeye başladım.

Sağı solu arayıp sora sora o fotoğraf makinesi tamircisini buldum.

Çok yıllar önce kendi fotoğraf makinemdeki sorunu gidermek için uğradığım dükkân yerinde duruyordu durmasına ama artık saat tamircisi olmuştu. Usta da hayli yaşlanmış görünüyordu. Dükkânın bir kenarında fotoğraf makine ve ekipmanları ile dolu cam dolap olmasa fotoğrafçılığı tümden bıraktığı düşünülebilirdi.

İçerideki müşterinin saat pilini değiştirmesini bekledim. Sonra torbadan çıkardığım makineyi masasının üstüne bırakırken “İçinde film kalmış, ne olduğunu merak ediyorum. Tamir olması gerekmiyor. Filmi kurtarabilir miyiz?” diye sordum.

Sesini çıkarmadan makineyi eline aldı bir süre öylece bakıp “Yangından sele tüm felaketleri yaşamış başına gelmeyen kalmamış gibi görünüyor. Çok ümitli olmamak gerek” diyerek arkadaki küçük odaya geçti. Dükkânda öylece bekledim. Az sonra elinde film bobini ile karanlık odadan çıktı. Makinenin dişlilerinin paslandığını, tamir ile uğraşmanın anlamsız olduğunu elinde tuttuğu film bobini için de umutlu olmamak gerektiğini söyledi.

img_0911

Makineyi ve filmi bana uzattı.

- Filmi banyo edebilir misiniz?

- Siyah beyaz ORVO marka bir film. Bu zamana üzerinde görüntü kalmış mıdır bilemem. Denerim. Denerim de bunca yıl sonra içindekileri görmek istediğine emin misin?

- Anlamadım.

- Bak, çeken her kimse filmi sonuna kadar kullanmış ancak makinede bırakmış. Belki de gün yüzüne çıksın istememiştir. O yüzden sordum.

Açıkçası bu sözler o gün anlamsız gelmişti. Çok düşünmeden banyo edilip basılmasını rica ettim. Borcumu sordum. Makineyi geri verirken “geldiğinde verirsin” dedi.

Birkaç gün sonra telefon ettiğimde filmi banyo edip bastığını gelip alabileceğimi söyledi. Akşamüzeri heyecanla dükkânın yolunu tuttum. Aklımdan bin türlü şey geçiyordu. Rahmetli babamdan kalma makine kırk yıl sonra dile gelip belki de babamın bilinmesini istemediği bazı gerçekleri ortaya dökecekti.

Dükkânda daha sonra öğretmen emeklisi olduğunu öğreneceğim biri daha vardı. Müşteriye benzemiyordu. Karşılıklı çay içiyorlardı. İçeri girdiğimi görünce “otur hele bir çay iç” diyerek tabure uzattı. Fotoları alıp hemen çıkmayı ve sakin bir yerde incelemeyi planlamıştım. Israr üzerine uzattığı tabureye oturdum. Önce sakince çayımı doldurup uzattı. Sonra çekmeceden çıkardığı banyo edilmiş filmi ve fotoğrafları içeren zarfı bana uzatırken gözümün içine baktı “Emin misin?” diye sordu.

Çaydan kuvvetli bir yudum alıp fotolara hızlıca göz attım.

Tahmin ettiğim gibi fotoları rahmetli babam çekmişti. Kuruluşundan itibaren yirmi beş yılı aşkın öğretmenlik yaptığı okula aitti. Sanırım emekli olduğu yıl çekilmişti. Sadece binaları, bahçeyi ve çevreyi fotoğraflamıştı. Ne kendi ne de bir başkası görünmüyordu.

Bir süre öylece durup fotoğraflara tekrar baktım. Çevresi binalar ile dolsa da okul bugün de aynı görüntüyü koruyordu. Detay arıyor bulamıyordum. Karşımda taburede oturan tamircinin “hoca” diye hitap ettiği yaşlıca bey efendi “Ne dersin? Makinede kalsa daha mı iyi olacaktı?” diye sordu.

Kısaca başımdan geçenleri anlatıp “Anlamıyorum, kırk küsur yıl önce babam bunları niye çekmiş sonra da makinede bırakmış olabilir?” diye söylendim. İki ihtiyar birbirlerine bakıp gülümsediler.

Taburede oturan “hoca” eliyle fotoğrafları işaret edip “Eeeee, ömür dediğin bir eskici dükkânı, her şeyi vitrine çıkaramazsın” dedi.

Şaşkınlık içinde fotolara tekrar baktım ve “hiçbir şey anlamadım” dedim. Tamirci bana dönüp “O zaman baştan başlayalım. Söyle bakalım insan niye fotoğraf çeker?” diye sordu. “Ne bileyim? Her halde bir anı ölümsüzleştirmek için” diye yanıtladım.

- Demek ki işin bir ucunda ölüm ve ölümden kaçma çabası var.

- Dahası da var mı?

- Olmaz mı? Fotoğraf çekilirken herkes kendine çekidüzen vermeye çabaladığına göre başkalarının gözünde nasıl görüneceğini de önemser. Fotoğraf albümlerinde herkes çok bakımlı güzel ve neşeli görünürler. Yani, başkalarının gözünde olması gerektiği gibi…

- Öyleyse fotoğraf ne gösteriyor?

- Yanlış soru. Neyi göstermiyor, hatta gizliyor diye sormalısın. Aile albümlerinde hep mutlu günler, önemli anlar yer alır. Ölümler acılar albüme kolay kolay giremez. İçeride ne yaşanırsa yaşansın albümü eline alanın mutlu mesut bir aile görmesi istenir. Fotoğraflar için de böyle…

Kısa süren suskunlukta “hoca” araya girip “Bugün sosyal medyaya sıçrasa da bu gerçek değişmiyor. İnsanlar başkalarının gözündeki kendilerini düzeltmeye uğraşmakla o kadar zaman yitiriyor ki kendilerini tanımaya zaman kalmıyor” dedi.

“İyi de, rahmetli babam bunları neden çekmiş ve neden makinede bırakmış hâlâ anlamıyorum” diye üsteledim.

Tamirci elindeki saatten kafasını kaldırmadan “bazı anların gerçekliğini koruması için gün yüzüne çıkmaması, susup üzerinde konuşulmaması gerekir. Bu da öyle bir durum olmalı” diye yanıt verdi.

Sonra konuştuğumuz dilin hep yetersiz kaldığını, gözleri görmeyen birine basit bir şeyi ne kadar anlatırsak anlatalım tüm gerçekliğini aktarmanın mümkün olmadığını hep bir şeylerin eksik kalacağından söz etti.

- Sonuçta konuştuğumuz dil zihnin vitrinidir. Bir şeyleri ortaya dökerken pek çok şeyi de gizler. Fotoğraflar da öyle… Göstermek istediklerini vitrine çıkarır geride kalanın üstünü örter,  unutturmaya çabalarsın. Hatta gün gelir kendin de unutursun.

- Peki ya bu fotolar.

- Söyledin ya. Babanız emekli olup ayrıldıktan sonra okulunu fotoğraflamış. Sonra da makinede bırakmış. O görüntülerin kendinde kalan anıları, gerçekleri yeterince yansıtmayacağını, hatta bazılarını gizleyip unutturabileceğini düşünüp suskun kalmalarını istemiş olabilir. O yüzden “emin misin?” diye sormuştum.

- Peki, şimdi ne yapmalıyım?

- Bence babanızın kararına saygı duyun.

- Yani?

- Hoca az önce “Ömür dediğin bir eskici dükkânı, her şeyi vitrine çıkaramazsın” demedi mi? Kararı sen vereceksin.

ov3

Ayağa kalktım. Çay için teşekkür edip borcumu sordum. Ödemeyi yaparken ikisine de tekrar teşekkür ettim. Filmi ve fotoları alıp çıktım.

O gece uyku tutmadı. Rahmetli babamın kırk küsur yıl önce emekli olduktan sonra çektiği o fotoları gözden geçirip bir anlam aradım.

Belki de bu fotoları çekerken aynı anlamı babamın da aradığını ve hatta belki de her şeyin basit bir anlam arayışından ibaret olduğunu düşündüm.

Birkaç gün sonra filmi, fotoları ve makineyi torbasına koyup olması gerektiği yere valizin içine yerleştirdim.

Valizi ise sanki hiç açmamışım gibi çıkardığım yere bıraktım.

Mehmet Uhri

Not: İzmir Koleji ve BAL Matematik öğretmeni babam merhum İhsan UHRİ’nin anısı içindir.

Perde açık kalsın

Eylül 5th, 2020

79105231_10157896314193415_4000746625881341952_n
Yaşlı hanım hastamız ?İstemiyorum. Perdelerin kapanmasını istemiyorum. Pencere bahçeye bakıyor, üstelik 4. kattayız. Kimsenin içeriyi göreceği yok. Lütfen perdeleri kapatmayın? diye söyleniyordu.

O gece yattığı koğuştaki diğer hastalar perdeleri kapattırmadığı için servis hemşiremizden yardım istemiş, hastamızı ikna edemeyen hemşiremiz de sorunu bana iletmişti. Odadaki diğer iki hasta pencere kenarında yatmakta olan hastamızın perdelerin kapanmaması yönündeki ısrarını anlamamış biraz da öfkelenmişti.

Odaya neden girdiğimi anlayan hastamız ağzımı açmadan ?perdelerin kapanmasını istemiyorum, lütfen ısrar etmeyin? diyerek karşılamıştı beni.

İkna olacak gibi görünmüyordu.

Yatağının kenarına oturup sakinleştirmeye çalıştım. Odadaki diğer hastaların isteğini de ileri sürerek hiç olmazsa tül perdeyi çekmeye razı ettim. Pek içine sinmemişti ama oyunun kuralına göre oynanması gerektiğinin de farkındaydı.

Odada gerginlik sürüyordu. Yanlarında kalıp konuşturup sakinleştirmeyi düşündüm.

Hastamızın ziyarete gelen çocukları ve torunları olduğunu hatırlayıp, onları sordum. Özellikle torunlarından söz etmeye başlayınca yumuşadığını, yüzünün güldüğünü fark ettim. Oğlu ve kızının çok çalıştığından, kendi çocukları ile ilgilenmeye zaman kalmadığından yakındı.

- Evde herkes çalışıyor. Büyük torunum okuldan eve geldiğinde karşılayan kimse olmuyor. O kocaman evde tek başına ne bulursa onunla karnını doyurup televizyonun karşısına oturuyor. Garibimin önüne sıcak yemek koyup sırtını sıvazlayacak, saçını okşayacak biri bile yok yanında.
?Ama modern hayat hep böyle. Hayat hızlı ve herkes meşgul, ne yapacaksınız? Bütün büyük kentlerde bu sorunlar yaşanıyor sanırım? diye üsteledim. Omuzlarını silkti. Doğrulup yastığını düzeltti. Sonra yine o öfkeli gözlerle baktı.

- Modern hayatmış, sevsinler. İnsanı yalnız bırakan, başkalarından uzaklaştırıp içine kapanmasına yol açan modernliği ne yapayım? Herkes yalnız, çocuklar bile yalnız görmüyor musunuz? Kimse kimsenin derdini bilmiyor, bilse bile kulağının üstüne yatıp görmezden geliyor. Anlatmaya çalışsan yaşama telaşından kimsenin durup dinlediği de yok.
- Nasıl bir yalnızlık bu sözünü ettiğiniz?
Her ne kadar konu ilgimi çekse de gerçekte, hastamızı biraz daha konuşturup sakinleştirmeyi ve böylece odadaki gergin havanın bir ölçüde giderilmesini amaçlamıştım.

- Doktor bey oğlum, yıllar içinde azar azar öyle şeyleri yitirdi ki insanlar, evlerine kapandıkları yetmedi, şimdilerde kendilerine de kapanmalarını bekliyorlar.
Sonra çocukluğunu, insanların bahçeli konu komşunun birbirini görebildiği evlerde yaşadığı yılları anlattı. Konu odadaki diğer hastaların da ilgisini çekmiş, az önceki hırlaşmayı unutup hastamıza kulak kabartmışlardı.

- Önce bahçeler otopark oldu. Apartman hayatı, modern yaşam dedik bahçenin çamurundan kurtulduk diye kandırdık kendimizi. Herkes evlerine çekildi. Kimse kimseyi görmez, duymaz oldu.
- Peki sonra?
- Sonra sıra balkonlara geldi. Balkonları kapatıp eve kattılar. İşyerleri de balkonsuz oldu. Dışarının tozundan kirinden kurtulduk diye kandırdık yine kendimizi. Konu komşuya, gökyüzüne, dünyaya açılan balkonlar da gitti elimizden. Yetmedi sıra pencerelere geldi. Tül perdeydi, güneşlikti, kalın perdeydi derken pencereler de örtüldü. Jalûzi, panjur stor derken pencereler kapandı. Onca para döktüğümüz perdelerimize bakıp ?ne güzel oldu? diye avunduk. Güneş görmeyen, gün ışığı gibi yanan lambalarla aydınlatılan işyerlerine, evlere kavuştuk. Her şey yavaş yavaş oldu. Modernleşiyoruz diye tüm bunları sineye çektik.
- Peki ya şimdi?
- Görmüyor musunuz? Herkes içine kapandı. Bahçesi balkonu olmayan pencereleri örtülü o çok modern evlerde dışarıyla tek bağlantısı televizyon olan insanlara dönüştük. Gerçi biraz daha okumuş olanların internet ve cep telefonları da var ama yalnızlık aynı yalnızlık. İnsanları içine kapatıp yalnızlaştırdılar. Şimdi sadece bakmaları istenen yöne, televizyona bakıp orada izledikleri dünya ile yetinmelerini orada yaşayıp tüketmelerini, sadece tüketmelerini bekliyorlar. Dedim ya modernlikmiş, sevsinler?
Odadaki hastalardan biri televizyonun sesini önce kıstı, sonra da kapattı. Diğer hastamız dayanamayıp ?Durum bu kadar mı kötü?? diye sordu. Bizimki gülümsedi duvarda asılı olan manzara resmini gösterdi.

- Kimileri durumun farkında. Duvarlarına resimler asıp ara sıra da olsa başka yöne bakmayı, resimlerin içine dalıp hayaller kurmayı veya kitap okuyarak kendini avutmayı başarabiliyor. Ama ben çocuklar için, torunlarım için kaygılıyım. Hangi çocuk gökyüzündeki bulutlarla veya oyun oynadığı halının üstündeki desenlerle hayaller kurmamış, oyunlar oynamamıştır? Öyle bir kapandık ki hayata, şimdi ne o halılar var, ne de çocuklarımızın görebileceği gökyüzü. Varsa yoksa televizyon. Her şey hazır, hayaller bile. Hayal kurmayı bile çok görüyoruz, çocuklara.
Eliyle pencereyi gösterip ?Bu yüzden istiyorum, penceremi. Hastane odasında bile olsa pencere örtülmesin, perdeler açık kalsın istiyorum. Gökyüzümü kaptırmayacağım bu yamyamlara? dedi.

Bu sözlerden sonra başucundan kitabını ve gözlüğünü aldı.

Odada az önceki gerginlikten eser kalmamıştı. İzin isteyip yanlarından ayrıldım. Ertesi sabah ve daha sonraki günlerde o odanın tüm perdelerinin açık olduğu dikkatimizden kaçmadı.

Üstelik hastamızın taburcu olmasına ve aradan geçen onca zamana karşın hiçbirimizin eli gitmedi o perdeleri kapatmaya.

Dr. Mehmet Uhri

Don

Ağustos 18th, 2020

don

Covid-19 nedeniyle hastanelerin işi gücü bırakıp salgınla mücadele ettiği günleri yaşıyorduk. Bırakın sıradan hastaları, salgın nedeniyle kanser hastaları bile hastanelere gelmeye çekiniyor, sağlık çalışanlarına ise “vebalı” gözüyle bakılıyordu.

Covid19 tanısı alan hastaların çoğu hastaneye yatırılıyor, yakınlarına ise evlerine gidip kendilerini karantina altına almaları filyasyon ekiplerinin denetiminde kalmaları öğütleniyordu.

Refakatçi de kabul edilmediği için yatırılan her hasta en az 2-3 hafta sürecek bir tedavi sürecini yakınları ile görüşmeden geçirmek zorundaydı.

İçerde ise; yaşanan bu özel durum nedeniyle hastaların basit gereksinimleri için dahi hasta yakınlarından yardım talep edilemiyor tüm gereksinimler hastane olanakları ile çözülmeye çalışılıyordu.

Hastalar kelimenin tam anlamıyla yalnızdı.

Bu filmi yıllar önce de görmüştük.

İlk şoku atlatıp işine yoğunlaşan sağlık çalışanları hastalık ile mücadelede ellerinden geleni yapsalar da hastaların basit gereksinimlerini karşılamakta o zaman da çok zorlanmıştı.

Her ne kadar kayıtlara Gölcük depremi diye geçse de 17 Ağustos 1999 depreminde İstanbul Avcılar?da da büyük yıkım yaşanmış 1000?e yakın kayıp verilmişti. Yaralıların önemli bir kısmı en yakın hastane olarak çalışmakta olduğum hastaneye getirilmişti.

Sıcak bir Ağustos günü sabaha karşı yaşanan deprem nedeniyle yakınlarına ulaşılamayan ve enkazdan çıkarılıp toz toprak içinde hastaneye ulaştırılmış hastalar tedavi edilmeye çalışılıyordu.

Bir yandan da herkes gibi gözümüz televizyon haberlerindeydi. Depremin merkez bölgesine yardım ulaştırmaya çabalıyorduk.

Tüm bunlar yaşanırken hastanemiz başhemşiresinin utana sıkıla “bir konuda yardımınız gerekiyor”? demesiyle içinde bulunduğumuz dramın farkına vardık. Hastanemize getirilen hastaların çoğunun yakınlarına ulaşılamıyordu. Evleri yıkılmıştı, üstlerinde başlarında giysileri de yoktu. Hastane çarşaf nevresim hatta pijama sağlayabilse de taburcu olacak hastalar için giysi bulunamıyordu.

Başhemşire hanım hastalar için giysi ve özellikte iç çamaşırı gerektiğini söyleyip yardım rica ediyordu.

Körlüğümüzden utanıp yardıma koşmuş elbirliği ile sorunu kısa sürede çözmüştük.

Yıllar sonra aynı süreç çok benzer haliyle bugün de yaşanıyor olmalıydı.

Hastalar yalnızdı, yakınları ev hapsindeydi ve refakatçi kabul edilmiyordu.

Bir kez daha aynı körlüğü ve utancı yaşamamak için hastanemiz başhemşiresini (sağlık ve bakım hizmetleri müdürü) arayıp hastaların giysi gereksinimi varsa yardım edebileceğimi söyledim. Başhemşiremiz giysi sorunu olmadığını ancak normalde hastane envanterinde olmadığı için iç çamaşırı bulmakta sıkıntı yaşadıklarını bildirdi.

Konuyu paylaşıp yardım rica ettiğim tekstil işiyle uğraşan değerli bir dostum “ben hallederim” dedi ve kısa sürede hastanemize gönderttiği bir kaç koli iç çamaşırı ile sorunun çözümüne destek verilmesini sağladı.

Kolilerin teslimatında gecikme olunca kargo şirketinin müşterilerden gelen talep nedeniyle hastane teslimatlarını durdurduklarını öğrendim. (Hastaneye uğramış bir kargocunun eve teslimat yapması riskli görülüp istenmiyormuş) Haber bile vermeden iade işlemi başlatmışlardı. Arayıp anlayış göstermelerini rica ettik. Lütfedip teslimatı hastane dışında bir sokak ötede yaptılar.

Bu arada birlikte çalıştığım meslektaşlarım her ne kadar çabamı olumlu bulsalar da bir önceki filmi görmedikleri için iç çamaşırı bulma konusundaki gayretlerime takılmadan edemediler. Hastaneye “don”? gönderilmesini organize eden olduğum için hastanenin “donanma komutanı” ilan edildim.

Birkaç hafta sonra başhemşire hanımı arayıp biraz daha iç çamaşırı veya başka bir eksiği olup olmadığını sorduğumda teşekkür etti ve ellerindekinin yeterli olduğunu hatta bir kısmının komşu hastaneye de iletildiğini söyledi.

Kısa bir sessizlikten sonra “söylemem gereken bir şey daha var” dedi ve o hayırsevere iç çamaşırlarını hastaların yanı sıra sağlık çalışanlarının da kullandığını ve gönderilenler için sağlık çalışanlarının da teşekkürlerini iletmemi istedi.

Pandemi nedeniyle sağlık çalışanlarının önemli bir kısmı ailesini riske atmamak için evlerine gitmiyor, hastane veya yakınında kalıyordu. Meğer evleriyle teması kesilen sağlık personeli hastanenin verdiği özel kıyafetleri giyse de çamaşır bulamadıkları için iç çamaşırı yerine kullanılıp atılan hasta alt bezleri bağlıyormuş. Gönderilen çamaşırlara hastaların olduğu kadar sağlık çalışanlarının da büyük gereksinimi varmış. Çekinip utandıkları için de dile getirilemiyormuş.

Körlük böyle bir şey dostlar.

Meşhur bir kozmetik markası yoğun bakımda sürekli maske ile çalışmak zorunda kalan sağlık çalışanları için koliyle yüz kremi göndermeyi akıl ederken aynı hastaneyi paylaştığımız fedakâr sağlık çalışanlarının gözümüzün önündeki sessiz dramını görememiş büyük resmi yine gözden kaçırmıştık.

Pandemi sürecinde pek çok önemli ve öncelikli sağlık sorunu yaşanırken bir “don” için utanıp sesini çıkarmayan sağlık çalışanları olduğu da bilinsin istedim.

Mehmet Uhri

Sahi, ne değişti?

Temmuz 3rd, 2020

Pandemi notları: Temmuz 2020

epyd6751

Temel doktor olmuş, ishal şikâyeti ile gelen bir amcaya ilaç yazacakmış ama ilacın adını bir türlü hatırlayamamış. Şimdilik bir xanax yazayım da yarın hatırlarım diye düşünmüş.

Ertesi gün hastayı görünce “nasılsın amca” diye sormuş?

Amca da; “pisliğe battım ama kafama da takmıyorum” demiş.

En son söyleneceği baştan söyleyelim.

Pandemi gerçeğinde bir değişiklik olmadı.

Sadece fıkradaki gibi gerçeği algılayışımız değişti.

Salt yalın haliyle olduğu gibi karşımızda-içimizde duran gerçeği başka türlü algılamamız isteniyor.

Bizler de emre itaat ediyoruz.

Algının değiştiğinin, değiştirildiğinin farkında olmamız yeterli görülüyor.

Ötesinin sorgulanması ise hiç istenmiyor.

Hepsi bu.

Tüm bunlar ne anlama geliyor?

Felsefeci ve siyaset bilimci Michel Faucault (1926-84) yönetim biçimlerini üç gruba ayırır.

Birinci grup koyduğu yasa ve yasaklar ile kendini var eden toprak mülkiyetini esas alan hükümranlık tipi yönetimlerden oluşur. Negatif taleplerle kendini var etme gereği duyan bu tür yönetimler yasaklar ve cezalandırma üzerine kuruludur.

Tarım devriminden beri uzun yıllar uygulanan hükümranlık tipi yönetimler sanayi devrimi ile birlikte ikinci yönetim biçimi olan disipline edici yönetimlere doğru evrim geçirmiştir. Bu yönetimlerde yasakların yerini öğrenilmiş davranış kalıpları ve bu kalıplar üzerinden yeniden tanımlanan ahlak anlayışı almaktadır.

İkinci tip yönetimler genişlemiş sosyal sınırları aşmamak kaydıyla “yapma” demek yerine ne yapılması, nasıl yapılması veya nasıl davranılması gerektiğini öğreten normlar, yaşam alışkanlıkları kazandırmayı amaçlar.

Modern diye tanımlanan bu yaşam biçiminde önce nasıl davranılacağı öğretilir sonra bu tür davranmayanlara yönelik suçlayıcı, ötekileştirici ve ayıplayıcı tavır ile tanımlanan bir ahlak mekanizması işlerlik kazanır. (Eskilerin talim ve terbiye dedikleri tam da böyle bir şey)

18. yüzyılda Avrupa ordularının modernizasyonu ile başlayan eğitimli ve nitelikli ordu modeli toplumu da etkiler. Okullar, hastaneler gibi kamusal mekânlar farkında olmadan askeri bir disiplinin yeniden uygulanıp öğretildiği yönetsel birimlere dönüşür.

Disipline edici “modern” yönetim yasak koymak yerine davranışları dizayn etme üzerinden toplumu yönetmeyi amaçlayan pozitif bir talep ile kendini belli eder. Bu yönetim modeli toprağa bağlı olmaktan çok o toprak üzerinde kurulmuş bir devlet çatısı altında yaşayan sayılabilir tüm ekonomik unsurları yönetmeyi amaçlar. Bu sayılabilir unsurlara emek gücü ile insan da dahildir.

19. yüzyılda liberalizm adıyla başlayıp 20. Yüzyılın sonlarına doğru “neoliberalizm” adı ile güçlü biçimde ortaya çıkan yönetim modelinde ise emek, sermaye ve üretilen emtianın serbestçe dolaşabileceği sınırların olmadığı bir dünya arayışına yönelik üçüncü bir yönetim biçimi devreye girmektedir. (Faucault “ekonomi-politik yönetimsellik” olarak adlandırmaktadır ).

Neoliberalizmin ortaya koyduğu iktidar diğerlerinden farklı olarak algılar ve normlar üzerinden varlığını hissettirerek görünmezlik kazanır.

Sınırların olmadığı özgürlüklerle dolu bir dünya algısı üzerinden tanımlanan iktidar, edinilmesi neredeyse zorunlu yaşam kalıpları üzerinden kendini inşa etmektedir.

Meslek edinilip, iş sahibi olarak edinilmiş kimlikler ile ayakta durulabilen, paranın yönettiğine inanılması istenen bu yönetim biçiminde özgürlükler “paran kadar özgürsün” mottosu içine sığdırılarak topluma sunulur. Kutsallaştırılmış mülkiyet üzerinden topluma bir tür harcama?mülk edinme davranışı aşılanır.

Neoliberal yönetim biçiminde bir hükümran veya devlet gibi otoriter yapı görünmez. “Piyasanın gizli eli” şeklinde adlandırılan bu yönetim biçiminde insan da dâhil sayılabilir her şey yönetimin kontrolündedir. İnsanın özne olmaktan çıkıp tüketim paradigmasının nesnesine dönüştüğü bu yönetim biçiminde bireylere tüketim alışkanlıkları kazandırmak ve onları bu davranış kalıpları içinde kalmak şartıyla özgür olduklarını hissettirmek esastır.

İşte tüm bu algı dünyası bir virüs ile yıkılıverdi.

Kendini gizlemeyi başararak tüm dünyayı algılar ve normlar üzerinden sessizce yöneten neoliberalizm bir virüs yüzünden yönetsel erkini yitirip olanca çıplaklığı ile görünür hale gelince tüm dünya kaotik bir sürece sürüklendi.

İnsanın acizliği ve yönetimlerin yetersizliği gün yüzüne çıktı.

Pandeminin doğurduğu “can derdi” yüzünden dünya ile olan bağlantısını azaltıp hayatını temel gereksinimlere indirgeyen insanlar öğretilen tüketim paradigmasının balondan ibaret olduğu gerçeği ile yüz yüze geldi.

Şehrin mutena semtlerindeki milyonlarca dolarlık apartman dairelerinin bildiğimiz hapishaneye dönüştüğüne, harcayacak yer olmayınca paranın anlamsızlaştığına, sınırlar kapatıldığı için kaçacak yer olmadığına virüsün kimlik, statü, zengin fakir göz etmeden herkesi eşitlediğine hayretler içinde şahit oldular.

Borsalar göçtü, dünya ticareti durdu, tedarik zincirleri işlevini göremez hale geldi.

Neoliberalizmin merkezi büyük devletlerin dizlerinin üzerine çöküp yardım dilenmek zorunda kaldığını da gördük.

Virüsün doğurduğu yönetimsel krizden çıkış için bilinen eski yönetim biçimlerini devreye almaktan başka çare kalmamıştı.

Önce yasaklayıcı ilksel baskıcı yönetim biçimi devreye girdi. Sınırlar kapatıldığı gibi toplum tümüyle ev hapsine alındı.

Kontrolü yasa ve yasaklar ile ele alan totaliter yönetime razı olundu.

Ancak istenen ve beklenen böyle bir yönetim olamazdı. Sistemin yürümesi için ekonomik modeli ayakta tutan yaşam biçimini dayatacak yönetime gereksinim vardı.

Hızla ikinci tip yönetim biçimi uygulamaya konuldu. Yasakların yerini disipline edilmiş yeni davranış kalıpları aldı. (Maske, mesafe, hijyen vs.)

Neoliberal ekonomik modeli ayakta tutmak için bunlar da yeterli değildi.

Sınırlar açılmalı emek, sermaye ve emtia özgürce dolaşabilmeliydi.

Bunların olabilmesi için ise insanların eski tüketim alışkanlıklarına dönüp virüs gerçeğinden uzaklaşması gerekiyordu. “Gerçek değişmiyorsa algıyı değiştir” sloganıyla yeni bir aşamaya geçildi.

Peki ya gerçek?

Hepimiz görüyoruz. Gerçek değişmedi.

Gerçeği algılayış biçimimizi değiştirip yeni normalleşme adı altında insanların eski yaşam biçimlerine dönmesine çalışılıyor. Bunun için pandemi istatistikleri* kullanılıyor.

Eh bizler de ikna olmaya eğilimliymişiz ki kimsenin pek sesi çıkmıyor.

Açıkçası insanın acizliği ve yönetimlerin güçsüzlüğü gerçeği ile yüzleşmek kimseyi memnun etmedi.

Gerçeklerden kaçma çabası, eski rüya âlemine dönüp orada kalmak isteği ile desteklenince gerçeği algılayış biçimimizi çabucak değiştiriverdik.

Yönetsel erk eski yönetim biçimleri üzerinden geriye doğru hızlıca bir gidiş dönüş yapıp kontrolü eline almaya çabalıyor.

Peki, bu arada biz ne yapıyoruz?

Fıkradaki gibi pisliğe battık ama kafaya da takmıyoruz.

Hepsi bu.

Mehmet Uhri

* Her ne kadar günümüzde farklı anlamda kullanılıyor olsa da “istatistik” sözcüğü 18. yüzyılda İtalyanca “stato” devlet sözcüğünden türetilmiştir. “Devlet idaresi sanatı” anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla yönetim için gerekli sayılabilir tüm unsurların (insan dahil) kayıt ve kontrolünü amaçlamaktadır.

Durun, siz kardeşsiniz…

Haziran 20th, 2020

56f9436f-3e46-4bb3-85a7-f26da82e92bd

İnsanın renkli bir abisi olmaya görsün.

Arayıp İstanbul’a geleceğini, ancak akşama dönmesi gerektiğini bildirip hava alanından karşılamamı istedi.

Neymiş? Un sanayicilerinin bir toplantısında gıda mühendisi ve arkeolog olarak buğdayın kültür tarihini anlatacakmış.

İkimize de rahmetli babamızdan miras kalan “telaşlılık” yine devredeydi.

Dışarıdan bakıldığında rahat ve umursamaz görünen abimin bir yerlere zamanında yetişme telaşı hep eğlendirici olmuştur.

Yine öyle oldu.

Arabaya binince merhaba bile demeden saati işaret edip hızlıca gitmesi gereken yere ulaştırmamı söyledi. İstanbul?un malum trafiğinde adım adım ilerlerken telaşı daha da arttı.

Bir önceki uçakla gelmediğine hayıflanmaya başladı.

Gideceğimiz mekânı ve yolu biliyor olmanın rahatlığı ile sürsem de yanlış bir yola gireriz kaygısıyla abimin gözü navigasyondaydı.

Neyse ki zamanında yetiştik.

Özel şoförü olarak toplantıya ben de katıldım.

Abimin, buğday ve diğer tahılların evcilleştirilmesi ile başlayan tarım devriminin mutfak yemek ve yaşam alışkanlıkları üzerinden insanı da evcilleştirdiğini anlatan sunumunun ardından tartışma bölümüne geçildi.

Üzerinde konuşulacak onca konu varken zıtlaşmalar ile görünür olmayı seven yurdum insanı konuyu yine çözümsüz bir çekişme noktasına getirmeyi başardı.

Baklava üreticileri birbirine girdi.

73eb8cad-5fd9-43d4-bcb7-dd740dbf6d89-1

Neymiş baklava cevizli mi olurmuş yoksa fıstıklı mı?

Un sanayicileri içinde önemli yer tutan baklavacıların bu konudaki bitmek bilmeyen kavgasında her iki taraf da bilim insanı olarak gördüğü abimden destek bekliyordu. Bu arada baklavanın cevizli mi fıstıklı mı olmasında anlaşamayan taraflar abimin söze girmesini beklemek yerine birbirine laf atmayı sürdürünce abim oturduğu masadan ayağa kalkıp dinleyicilere yaklaştı.

Ellerini açıp yüksek sesle “durun siz kardeşsiniz” diye bağırdı.

Meğer bizimki hazırlıklı gelmiş.

Salonun sessizliğe bürünmesinden yararlanıp perdeye yansıttığı Hitit kaya kabartmalarını gösterip tanrısal törenlerde yufka gibi pişirilmiş ekmekleri gösterdi. Günümüzden 4 bin yıl önce de üzerinde yaşadığımız topraklarda buğdayın öğütülüp yufka benzeri ekmek yapıldığını, yöresel olarak ne yetişiyorsa ?ceviz, fıstık, fındık, meyveler vb- ekmeğe katık yapılmasının doğal olduğunu vurguladı.

98066742-cbd8-4ef3-baa7-f6a1b246b2c2Tartışmanın bu şekilde beraberlik ile sonlanmasından taraflar pek memnun olmamıştı.

Toplantı biter bitmez izin isteyip mekândan ayrıldık.

Dönüş uçuşu için zamanımızın olduğunu söyleyip hava alanına yakın bir yerde yemek yemeği önerdim.

Ses çıkarmadı.

Abim görevini yapmış olmanın verdiği rahatlıkla telaşlı halinden sıyrılmış o herkese gösterdiği rahat ve umursamaz haline geri dönmüştü.

Yol boyunca cep telefonuna gelen mesajlara yanıt vermekle uğraştı.

Trafik rahatlamıştı. Bakırköy yakınlarında bir yere oturup yemek siparişlerini verdik.

Başından üç evlilik geçmiş ve bohem yaşamaktan vazgeçmemiş abime uzlaşılmış sosyal normlara sığınıp yorgun bedenini dinlendirmeyi düşünüp düşünmediğini “emeklilik ne zaman?” diyerek sordum.

Sağlam bir küfür yedim.

“Onca gönül ilişkisinden sonra kadınları anlayabildin mi bari?” diye sorunca Kadınları anlamaya çalışmayı bırakalı uzun zaman oldu gibi bir yanıt verdi.

“Nasıl yani?” Diye üsteledim. Bir süre çevresine bakınıp cevap verip vermeme konusunda tereddüt etti. Sonra “Dur sana sosyolojik bir deneyle anlatayım” dedi.

- Bak şu çaprazda kalan masada üç hatun oturuyor. Biz içeri girince hatunlar dikkatlice bizi kesip aralarında bir şeyler konuştular. Arada kaçamak bakış atmaya da devam ediyorlar. Tabii arkan dönük olduğu için hiç bir şeyin farkında değilsin.

- Eeeee

- Şimdi kalkıp tuvalete gideceğim. Kadınların beni izleyip izlemediğine dikkat et. Az ötelerindeki masada kalabalık bir grup oturuyor. Masadaki hatunlardan birini uzaktan tanıyorum. Dönüşte o masaya gidip sözünü ettiğim hatunun omzuna elimi koyacak ve kısa bir süre konuşup geleceğim. Tüm bunlar olurken o üç hatunu izlemeni istiyorum.

Doğrusu sağa sola bakınmadan masasına oturup sunulan yemekten başka pek bir şey görmeyen saf Anadolu çocuğu muamelesinden pek haz etmemiştim. Abimin özgüvenini ise gereksiz ve hayli şişkin buluyordum.

Ne bileyim? Belki de biraz içerlemiş hatta hafif kıskanmış bile olabilirim.

Ancak o an şaşkındım.

Yerimi değiştirip abimi ve öte masadaki üç hatunu izlemeye başladım. Uzun saçları ve kırlaşmış sakalı ile “havalı” bir tip olduğu için abimin ister istemez dikkat çektiğini düşündüm.

Hatunlar konuşmayı bırakıp abimi gözleriyle izlemekle yetindiler. Dönüşte sözünü ettiği masaya uğrayıp tanıdığı hatun ile kısa süreli konuştu. Dediği gibi elini hatunun omzuna koymayı ihmal etmedi. Sonra dönüp yanıma geldi. Bir süre sustuktan sonra “gördün mü?” diye sordu.

Olanca saflığım ile “Neyi gördüm mü?” diye cevap verdim.

- Şimdi o hatunlara tekrar bak. Az önce beni takip eden hatunlar orada omzuna elimi koyduğum hatuna düşman gibi bakıyorlar. Artık ben hedeflerinden çıktım. Orada ortak bir rakip belirdi.

- Yani?

- Yani hatunları anlamaya çalışma. Kendi aralarındaki çekişme onlara yeter. Sonuçta nesli devam ettirecekleri için biyolojik güç de kadınların elinde. Kuyruğu dik tutma gayretindeki erkekler ise figürandan öte değil.

Gerçekten de hatunlar diğer masadaki hatuna gözlerini dikmiş dikkatlice bakıp yine aralarında bir şeyler konuşuyordu.

Masaya gelen yemekler ile konu bölünse de şaşkınlığım geçmemişti. Abim ise yemeğine yumulmuştu.

“Az önce biyolojik güç kadınların elinde dedin. Hekimler açısından da insan biyolojik bir canlı olarak görülür ama anladığım kadarıyla arkeologlar öyle düşünmüyor” diye bir soru yönelttim. Bizimki garsona bardağını göstererek bir tane daha istediğini işaret etti. Sonra bana döndü;

- İnsanı değil insanlığı incelemeyi amaç edinen arkeoloji açısından insanlık “kültürel” bir durumdur. Alet yapmayı başarabilen Homo Habilis’ten beri biyolojik bir canlı olmanın az ötesinde bir yerlerdeyiz. İnsandan geriye diğer canlılar gibi kemiklerinden başka bir şey kalmasaydı hekimler haklı olacaktı. Ancak insanın geriye bıraktıklarına bakınca işin rengi değişiyor.

- Kültürel derken?

- Kültürün pek çok tanımı vardır. Ancak derdimi anlatabilmek için “Doğanın yaptıklarına karşın insanın yaptığı her şey kültürdür” diyen Marks’ın tanımını kullanacağım. İnsan biyolojik bir canlı olarak dünyaya gelse de aile veya toplum içinde kendini ve ötekileri tanır. Edindiği kimlikler üzerinden de sosyal bir canlıya dönüşür.

- Peki ya sonra?

- Sonra öznellik ile sosyallik arasında salınarak içinde bulunduğu toplumun ortak değerlerini içselleştirir. Bazıları öznelliğinden beslenen ürünler üretir. Ürettiği toplumca kabul görürse kültüre dönüşür. İşte bunların hepsine insanlık diyoruz.

- Yani?

- Yani, insan biyolojik ve sosyal bir canlıdır. İnsan kültürel bir canlı olamasa da insanlık kültürel bir duruma işaret eder. Sayıların tek tek insanlara karşılık gelmesine karşılık matematiğin kültür olması gibi bir durumdan söz ediyorum. Ortak kültürde buluşan insanlık, üzerine bir de kamusal alan inşa etmeye çabalıyor. Ancak işin çok başındayız gidilecek yol hayli uzun.

Açıkçası tam anlamamıştım. Daha basit anlatmasını istedim. O da erken de olsa hava alanına bırakmam şartıyla olur dedi.

Hesabı isteyip çıktık.

Otoparkta flaşörlerini yakıp çıkmakta olan müşteriyi bekleyen hanımefendinin yerine diğer yönden gelen müşteri bir güzel park edince tartışma çıkmıştı. Gözümüzün önünde olanlara otoparkçı ses çıkarmayınca dayanamayıp hanımefendinin önceliği olduğunu söyledim. Haksız yere park eden “herif” üzerime yürüyüp “Sana ne? Sen polis misin? Ne karışıyorsun?”diye yanıt verdi. Bu arada bir başka araba çıkıyor olmasa otoparkta yer kavgası büyüyecekti.

Hava alanına doğru yola koyulduğumuzda abime otoparktaki olaya neden karışmadığını sordum. “Az önce daha basit anlatmamı istemiştin ya hani. Bak bu olay iyi anlatıyor.” Diye söze başladı.

- Herkesin biyolojik varlığından kaynaklanan öznel bir alanı var. Sosyal varlık olmasından beslenen herkesi temsil eden bir de devlet var. İnsanlık, işte bu ikisinin arasına sözünü ettiğim kamusal alanı inşa etmeye çabalıyor. Kolay olmuyor. Her iki taraf da kendi alanından vermek istemiyor. Adam sanki dünyada tek başına yaşıyor otoparkın kamusal alan olduğunun farkında bile değil. Tek korkusu devlet. Kamusal paylaşımı hatırlatınca “Sen devlet misin? Ne karışıyorsun?” diye sorabiliyor. Tartıştığın adamın kamusal alandan haberi yok. Ne söylesen boş.

- Peki ya devlet?

- Devletler de o adam gibi davranıp kamusal alana kendinden bir şeyler vermeye kolay ikna olmuyor. Demokratik mücadele gerekiyor. Tarih böyle söylüyor. Gidilecek yol zor ve uzun derken bunu kastediyordum.

Bu arada uçağın kalkmasına 3 saate yakın bir süre kalmış hava alanı görünmüş bizimkinin telaşı yine bitmemişti.

Bu kez tabelalara bakıp “hep geliş yazıyor, nerede bu gidiş?” diye söylendi. Aradığı tabelayı görünce kendi haline güldü.

Birlikte bir daha güldük.

İç hatlar terminaline varınca çantasını alıp “hadi ben kaçtım” diyerek hızlı adımlarla binaya yöneldi.

Bir süre durup ardından baktım.

Uçağın kalkışından 3 saat önce hava alanına ulaşıp terminale girmeden kemerini çıkarmaya davranacak kadar telaşlı başka bir tanıdığım olup olmadığını düşündüm.

Dedim ya insanın renkli bir abisi olmaya görsün.

Mehmet Uhri

Not: “Gerçek ile kurmaca arasında hiçbir fark yoktur. Geçmişin tamamı belleğimizde kalanlardan ibarettir.” JORGE LUIS BORGES

Dünyadayken Dünyasızlaşma

Haziran 13th, 2020

dada4

Takke düştü kel göründü…

İçine doğduğumuz anlamlar, değerler ve kavramlar dünyasının “hazır” algıları ile iyi kötü yaşarken 125 nanometrelik bir virüs içinde bulunduğumuz gerçeklik balonunu patlatıverdi.

Patlayan balon ile birlikte anlamlar, değerler kavramlar üzerine inşa ettiğimiz dünya bir anda gerçekliğini yitirdi.

Dünyadayken dünyasızlaştık.

Küreselleşme karşıtlarının yıllardır göstermeye çalıştığı, “başka bir dünya mümkün” sloganıyla sokaklara dökülüp sosyal forumlar düzenlediği dev yalan balonunu patlatmaya bir virüs yetti.

Balığın suyu sorgulamadığı gibi içine doğulduğu için normal kabul edilen anlam, değer ve kavramlar dünyasını sorgulamayı aklından bile geçirmeyenler yaşadıkları dünyanın gerçekler üzerine oturmadığı ile yüzleşmek durumunda kaldı.

Aslında dünyaya geldiğimiz haldeki gibi aciz, eksik, korunmasız bir canlı olduğumuz gerçeği tokat gibi yüzümüze çarptı.

Apartman dairelerinin hapishaneye, en yakınlarının bile korku nesnesine dönüştüğünü, paranın işe yaramadığını, tüketimin anlamsızlaştığını görerek panik içinde “başka” bir dünya arayışına kapıldı.

Bir virüs “Ölüm her şeyi eşit kılar”  diyen Seneca’yı hatırlatırcasına tüm o kimlikler, statüler, ötekiler üzerine kurulmuş değerler ve anlamlar dünyasını yerle bir etmeye yetti.

Virüs salgınından önce içinde bulunulan kurgusal gerçekliğe başkaldıran, marjinalize edilip görmezden gelinen “başka bir dünya” arayışında olan küreselleşme karşıtları haklı çıktı.

İyi de onlar bir şeylerin yanlış gittiğini nasıl sezmişlerdi?

Bu soruların yanıtı için yüz yıl öncesine uzanıp benzer algı kaosunun yaşandığı bir döneme bakmak gerekiyor.

Bir kıvılcım gibi parlayıp sönen Dada düşüncesi ve Dadacılık günümüzde aşikar hale gelen algının yenidünyasının kıvılcımı olabilir mi?

Masal gibi bir yüzyıl başlangıcıydı.

1900 yılından söz ediyorum.

20. yüzyıla girilirken insanlığın bilgi birikiminde devrim niteliğinde buluşlar gerçekleşmekteydi. Radyoaktivitenin keşfi ile “maddenin sakınımı-değişmezliği” yasası yıkılmış, kuantum davranışının keşfi ise madde ile ilgili tüm algıları alt üst etmişti.

Psikanaliz ile içimizdeki dünya ortaya saçılmış, fenomenoloji ile çağdaş felsefe varoluşçuluğa doğru giden bambaşka bir yola girmişti.

Teknolojik keşifleri saymıyorum.

Dediğim gibi, masalsı zamanlardı.

Bir sanat akımı olarak ortaya çıkıp 6 yıl içinde dağılan ancak algının yenidünyası olarak tüm yaşam alanlarına etki eden Dadacılık 20. Yüzyılın başlarında 1. dünya savaşını yaşayan Avrupa topraklarında ortaya çıkmıştı.

İçlerinde Jean Arp, Richard Hülsenbeck, Tristan Tzara, Jacques Magnifico ve Marcel Janco’nun da yer aldığı bir grup sanatçı tarafından Zürih’te Hugo Bell ve eşi Emmy Hennings tarafından işletilen “Cabaret Voltaire’de” 1916 yılında kurulmuş ve yine aynı yerde 1918 de Dada Bildirisi ile görünür hale gelmişti.

Yerleşik anlam ve düzeni reddeden eserler ile Berlin’de Dada Fuarını gerçekleştiren Dadacılar 1922 dağılmış, bir kısmı Sürrealizm akımına yönelmiştir. En önemli temsilcileri arasında Hugo Ball, Max Ernst, Marcel Duchamp, George Grosz, Jean Arp, Tristan Tzara ve Kurt Schwitters yer almaktadır.

dada11900 yılı ile birlikte Viyana’da “çağın sanatı yapılmalı, sanat özgür olmalı” sloganıyla geleneksel sanat ve estetiği reddeden “secession-ayrılıkçılar” hareketi ile başlayan sanatta yeni arayışlar Dadacılık üzerinden sürrealizme giden başka dünya arayışlarının yolunu açmıştır.

Geleneği ve hazır algıları reddettiği için anti-sanat biçiminde de adlandırılan Dada düşüncesinde sanatçıları buluşturup birlikte hareket ettiren ise zamanın ruhuydu.

Savaşların bitmek bilmediği 20. yüzyılın başında bilim ve felsefe alanında eş zamanlı gerçekleşen devrim niteliğindeki buluşlar sanat ve sanatçıları etkilemiş, Dada düşüncesinin filizlenmesine katkı sunmuştur.

1900 yılında Ernest Rutherford’un radyoaktivite yasaları maddenin izotoplar üzerinden başka maddelere dönüşebileceğini gösterip “maddenin değişmezliği” inanışını ortadan kaldırmıştı. Max Planck tarafından ortaya konulan kuantum düşüncesi ise algı ile ilgili tüm kavramları alt üst etmişti. Ortamda gözlemcinin olup olmamasına göre algı ve tanımların değişkenlik gösteriyor olması mutlak gerçek arayışına yönelik “algıya” olan güveni sarsmıştı.

İnsanın dünya ile olan anlam ilişkisinde “algının” güvenilirliği ortadan kalkmış algı duvarları yıkılmıştı.

Benzer devrim niteliğinde değişiklik ise felsefe alanında da yaşanmakta Edmund Husserl tarafından ortaya atılan ve öğrencisi Martin Heidegger ile geliştirilen fenomenolojik yaklaşım yeni bir düşünce biçimi olarak güncel felsefenin yerini almaktadır.

Bu yaklaşım biçiminde de yine algının yanılabilir oluşu nedeniyle insanın dünya ile kurduğu anlam ilişkisi askıya veya paranteze alınarak tüm ön kabuller reddedilmektedir.

Yetmezmiş gibi Sigmund Freud 1900 de yayınladığı “Düş Yorumu” ve 1901 yılında yayınlanan “Günlük Yaşamın Psikopatolojisi” adlı yapıtları ile psikanalizi gün yüzüne çıkarmakta, dünyaya atılmış eksik ve bakıma muhtaç doğmuş olma algısıyla mücadele etmek zorunda kalan insanın acizliğini, ruhsal ikilemlerini ve savunma mekanizmalarını gözler önüne sermektedir.

Fizikte radyoaktivite ve kuantum düşüncesinin beslediği “algının” güvenilmezliği, felsefe alanında tüm gerçekliğin askıya alındığı fenomenolojik yaklaşım ve ruhsal alanda bastırılmaya çalışılan bilinç dışının insan üzerinde etkileri “algı” konusunun sorgulanması sonucunu doğurmuştur.

Algının yenidünyası: Dadacılık

Tüm bunlar yirminci yüzyılın ilk yıllarında gerçekleşmiş ve düşünsel hayatı derinden etkilemiştir.

Dönem felsefecilerinden Henri Bergson algının yanılabilir olduğundan hareketle sezgiselliği yücelten düşünsel dönüşüm ile Dada hareketinin felsefi alt yapısını oluşturmuştur.

Bergson’un öğrencisi Maurice Merleau Ponty ise “algının fenomenolojisi” adlı yapıtı ile algıyı kategorilere ayırarak insanın bir hazır algılar dünyasına doğduğuna işaret edecektir. İnsanın doğumundan itibaren dünya ile olan iletişiminde ona öğretilen hazır algıları kullanmakta olduğunu ve bu sayede sosyalleşebildiğini vurgulayan Ponty, bu algıları “evcil” algılar olarak tanımlamaktadır.

Evcil algıların doğru olup olmadığı sorgulanmadan kabul edilen ortak algılar olduğuna dikkat çeken Ponty masa, sandalye, anne, baba, dayı ve benzeri ne varsa önceden tanımlanmış tüm evcil algıların sorgulanmadan içselleştirildiğine vurgu yapmaktadır.

Salt gerçeğe ulaşmak için ise doğa ile ilk temas kurduğumuz “yaban” algıya ulaşmak ve oradan özgün algının üretilmesi gerektiği fikrini işaret eden Ponty’nin önerisi de hocası Bergson’un işaret ettiği gibi bir tür sezgisel algıdır.

Ponty, ancak yaban algılarımıza güvenerek özgün gerçeğe sezgisel de olsa ulaşılabileceğinin felsefi yolunu işaret etmektedir.

Bir yanda kuantum düşüncesinin varlık gerçeğini tartışılabilir hale getiriyor olması, diğer yanda evcilleştirilmiş algılardan kurtulup bebekliğin yaban algısına ulaşmadan gerçeğe yaklaşılamayacağı düşüncesinin tartışıldığı kaotik ortamda Dada düşüncesinin bir sanat akımı olarak ortaya çıkışı hiç de şaşırtıcı değildir.

Dada düşüncesinin özünde sanatın ve sanatçıya önceden sunulan tüm evcil algıların reddi Bergson ve Ponty’nin işaret etmeye çalıştığı yabanıl algı üzerinden dünyanın yeniden algılanıp sanat yapıtına dönüştürülme kaygısı yatmaktadır.

Felsefenin içine doğduğumuz dünyaya dair tüm algı ve ön kabulleri askıya alma çabası ile başlayan fenomenoloji üzerinden varoluşçuluğa doğru ilerleyen gerçeğe ulaşma arayışı sanata da etki ederek “hazır-evcil” algının reddi ve “bebek” algı ile yeniden kurgulanan bir dünya arayışı biçiminde Dadacıların düşünsel arka planını oluşturmuştur.

Dada düşüncesi öznenin dünya ile olan ilişkisinde ilksel bir yaklaşım biçimi olarak önceden tanımlanmış tüm evcil algıları reddederek sezgiselliği yüceltmektedir.

Yaban algı veya bebek algıya ulaşma arayışı ile tüm klişeler gibi sanat, sanatçı, eser ve hatta dil gibi kavramların da reddini gerektirdiği için kendi ile birlikte tüm sanatları da reddetmek durumunda kalan Dadacılık anti-sanat olarak görülmüş ve marjinalize edilmeye çalışılmıştır.

dada3

Dadacılar, anlam, kavram ve değerlerle örülü evcil algılar balonunda mutlu mesut yaşayan insanlara dışarıdaki yaban algılar dünyasını göstermeye çalışırken oluşturdukları anarşist iklim yüzünden günümüzün küreselleşme karşıtları gibi sistem tarafından marjinalize edilmiş ve dışlanmıştır.

Evcilleştirilmiş tüm algıları değiştirip dönüştürerek rastlantısallık içinde bir araya getiren Dada düşüncesi, bu haliyle sanatta, edebiyatta, sokakta kısaca yaşamın her anında savaşlarla, yıkımlarla varlığını devam ettiren, hiç değişmeyecekmiş gibi görünen ve bize inandırılmaya çalışılan sisteme ait algı ve düşünceye yıkıcı anarşist bir itiraz getirmektedir.

Dadacılar arasında yer alan ressam Francis Picabia’nın “Sonradan Görme İsa” adlı yapıtında vurguladığı “Babanın ve annenin, çocuklarının ölümü üzerinde söz hakkı yok ama vatan, bizlerin ikinci anası, politikacıların şanlı zaferi için yavrularını gönlünce canlı canlı gömebilir” sözleri 20. Yüzyıl başları için son derece sert ve kışkırtıcı kabul edilse de Dada düşüncesinin bir yansımasıdır.

Beklendiği gibi kısa sürede gözden kaybolan Dadacılıktan geriye heyecan, coşku ve toplumsal bilinçaltına sızan fikirleri kalmıştır.

Dadacılık neden devam edemedi?

Bergson ve devamında Ponty’nin açıkladığı algı kategorileri ile gerçeğe yönelebilmek için yaban algı arayışı Freud’un vurguladığı insanın dünyaya atılmış, cennetten kovulmuş, eksik bir canlı olma gerçeği ile yüzleşmeyi de gerektirmektedir.

Nitekim Freud’da çocukluk yıllarından itibaren akrabalık ilişkileri üzerinden evcilleştirilmiş algılar sunularak gerçeğin üzerinin örtülmesi ile çocuğun eksik ve yetersiz varoluş sıkıntısından kurtulmasının gerçekleştiğine vurgu yapar. Günlük Yaşamın Psikopatoloji ve 1913 de yazdığı Totem ve Tabu kitaplarında Freud, evcilleştirilmiş algılar ile üzeri örtülen bireysel varoluş kaygılarının nevrozların temelini oluşturduğunu, ilerleyen yaşlarda ise inanç sistemleri  üzerinden (Tanrı babanın koruması vb) kitlesel nevroza evrilerek sosyalleşmeyi ve toplumsal bilinç dışını oluşturduğunu ortaya koymaktadır.

Freud, kabul edilmesi içselleştirilmesi çok zor olan “eksik ve yetersiz” bir canlı olma gerçeği ile yüzleşmemek ve gerçeğin ağırlığı altında ezilmemek için evcil algılara sığınıldığını vurgulayan çalışmalarıyla insanın içine düştüğü açmazı da işaret etmektedir.

Bu açmazın doğurduğu olumsuz iklim Dada düşüncesinin sürrealizme savrulmasını da açıklamaktadır.

dada2

Dada düşüncesi veya yaklaşım biçiminin sürrealizme yönelmesinin özünde yaban algının sunduğu ve Freud’un işaret ettiği çıplak, acımasız gerçeğin altında ezilmeme çabası da yatmaktadır.

Öznel gerçek arayışı için yaban algı üzerinden bir yaklaşım biçimi sunan Dada düşüncesi, karşılaşılan gerçek ile yüzleşmenin ve içselleştirmenin zorluğu yüzünden kendini de reddederek gerçek üstüne kaçmanın yolunu aramak zorunda kalmıştır.

Kendi yabanıl algılarıyla temas kurdukları dünyaya bakıp sanatsal kurgularını üretme çabasında olan Dadacılar sanatın, düşüncenin ve hatta hayatların bile sabun köpüğü gibi var ile yok arasında geçici bir durum olduğu gerçeğini sezgisel olarak yapıtlarına aktarmışlardır.

Dadacılar hayata dair her şeyin bir sabun köpüğü gibi var ile yok arasında olduğunu işaret edip dışarıdaki salt gerçeği görünür kılmak için yapıtları ile köpüğü yırtarak kendilerini yok etme yolunu gönüllü olarak seçmişlerdir.

Virüs ve başka bir dünya

Dadacılık yok olsa da Dada düşüncesi içine doğduğumuz kavram, değer, anlam ve evcil algılar dünyasından ötede “dışarıdaki” salt gerçeği sezgisel olarak işaret ederek günümüzdeki “başka bir dünya” arayışlarının ateşini de geleceğe taşımaktadır.

Günümüzde aynı düşünceden beslenip sorgulanması istenmeyen gerçekleri sorgulayan “başka bir dünya” arayışında olanlar da sistem tarafından marjinalize edilmeye çalışılırken ufacık bir virüs evcil algılardan oluşan gerçeklik balonunu patlatmış, insanlığı olanca acizliği ve korunmasızlığıyla yaban algılar dünyası ile yüzleşmek zorunda bırakmıştır.

Virüs yüzünden evler hapishaneye, en yakınlarımız bile korku nesnesine dönüşürken insanın dünya ile kurduğu anlam ilişkisi neredeyse tümüyle ortadan kalkmıştır.

Patlayan gerçeklik balonu ile anlamlar, değerler kavramlar üzerine inşa edilen iyi kötü sığınıp idare etmeye çalıştığımız “yalan dünya” ifşa olmuştur.

Bu durumu, felsefeci Jacques Lacan dünyada dünyasızlaşmak olarak adlandırıyor.

Zamanında Dadacıların da işaret etmeye çalıştığı ve marjinalize edilip tepki gördüğü, Freud’un açıklamalarından anlaşıldığı üzere pek de katlanılabilir olmayan bu durumdan kurtulmak için yeni bir anlamlar, değerler, kavramlar balonu inşa edip içine girene kadar insanlığın tedirginliği devam edecek gibi görünüyor.

Peki ya sonra?

Sonra “yeni” evcil algılardan özenle inşa edeceğimiz kavramlar, değerler ve anlamlar dünyası balonuna sığınıp “yeni gerçeklik” algısı içinde tüm bu yaşananları unutmaya çabalayacağız.

Hepsi bu…

Mehmet Uhri

Sanırım abim haklı

Mayıs 30th, 2020

11055258_873987555995659_9156841081129518781_n

Sıradan bir gündü.

Her şey İzmir’de yaşayan abimin mesleki bir kongre için İstanbul’a gelmesi ile başladı. Her zamanki abi kardeş buluşmalarından biriydi.

“Dışarıdan” İstanbul’a gelenlerin çoğunlukla yaptığı gibi pek çok işi telaş içinde yapmak isteyen abim de buluşma için Beyoğlu’nu uygun görmüştü. Sanat galerileri ve müzeler arasında geçen sanat ağırlıklı buluşmaya ikimizin de itirazı yoktu.

Aynı ailede aynı çatı altında yetişmemize karşın huylarımız farklıydı.

Günümüzde “hiperaktif” zamanında ise “haylaz, yaramaz” diye adlandırılan bir abi ve ona ayak uydurmaya çabalayan kardeş formatında “düz duvara tırmanan” biçiminde ifade edilen bir çocukluktan sonra hayat ikimizi de farklı yollara savurmuştu.

Abim mühendislik ben tıp okumuştum.

Mühendisliği bitiren abim çalışma hayatına atılmış sonra sıkılıp tekrar üniversiteye girip bu kez çocukluk hayali olan arkeolojiye yönelmişti. Ben ise tıbbiyeyi bitirip uzmanlığa yönelip ailenin görece daha “uslusu” olarak hayatımı sürdürmeyi seçmiştim.

İkimizde aynı zamanlarda evlenmiştik.

Abim sonrasında iki evlilik daha deneyip hepsinde çuvallamış, bohem yaşamayı seçmişti. Abimin şaka yollu takılmasıyla ben ?maalesef? birinci evlilik ile yetinip bir kız babası olarak mazbut bir aile yaşantısı sürdürüyordum.

Abimin İstanbul’a bana haber vermeden daha sık gelip gittiğini ve bu gelişlerinin her birinde farklı hatunlarda ikamet ettiğini sonradan öğrenecektim. Neymiş? Bir hatunun yanında diğer bir hatundan söz edip pot kırarmışım. Racona tersmiş.

Her neyse. Yine böyle bir buluşmaydı.

“Bu gelişinde arayıp haber verdiğine göre hatun performansında düşüş söz konusu gibi görünüyor. Tıbbi yardım gerekiyorsa kardeşlik hatırına elimden geleni yaparım” biçiminde takılmadan edemedim.

Küfrü yedim.

Eh, ne de olsa kardeşler birbirinin damarına basmayı iyi bilir. Aile ortamında anne babanın ilgi ve sevgisini paylaşmak için farkında olmadan yarışıyor olmanın getirdiği uzaklaşma zaman içinde anne babanın kaybı ile sanırım anlamını da yitiriyor.

Farklı şehirlerde farklı hayatlara savrulup uzak olsak da birbirini iyi tanıyan, derdini sıkıntısını, kalabalıklar içinde yalnızlığını fark edip sessizce arkasında duran kardeşler olmak için anne babanın yitip gitmesini beklemiş olmak kabul edilmesi zor olsa da bizde de öyle oldu.

57447268_10157236072953415_1036031345421189120_oYaş aldık, değiştik, büyüdük. Bizimle birlikte hayat da büyüdü. Kardeşler arasındaki çocukluk çağlarında yaşanan rekabet yerini birbirinin yaptıklarıyla gurur duymaya, sevinip mutlu olmaya bıraktı.

Hekim olmanın gerektirdiği form ve normlara uyup gereksiz sosyal çatışmalardan uzak duran ?uyumlu? biri olup çıkmıştım. Abim ise “mahallenin delisi” misali pek çok sosyal norma arkasını dönüp kendi bildiği yoldan ilerleyip akademisyen olmuş, üniversitenin görece özerk ortamında kendini kaybettirmeyi başarmıştı.

Dönüp geriye baktığımızda ikimizin de yaşanmışlıklarımızdan pek öyle önemli pişmanlığı olmadığını görüyorduk.

Buluşma Beyoğlu İstiklal caddesinde olunca bir iki sanat galerisi ve müze gezmemek olmazdı. Kahvemizi içip İstiklal caddesinde yürümeye başladık.

Bir kaç mekan gezdikten sonra abim bir ressam arkadaşının atölyesine uğramayı önerdi.

Ressam arkadaşının yaptığı devasa boyutlu soyut resimlerinin binlerce Euro bedel ile kapış kapış gittiğini, çok tanınan ve ilgi gören biri olduğunu anlatınca merakım arttı. Sözünü ettiği “meşhur” ressamın adını o güne kadar duymamış olmanın verdiği eziklikle abime uyup tünele doğru ilerledik.

Eski metruk bir binanın dördüncü katına tırmanıp atölyeye girdiğimde gördüklerim tam bir hayal kırıklığıydı. Ressam atölyede yoktu. Ancak atölye fabrika gibi çalışıyor resim üretiyordu. Tuvallerin üstünde bilgisayar çıktısı gibi çizilmiş küçük yaprak benzeri motiflerin içleri ressamın “ekibindekiler” tarafından fırça darbeleri ile dolduruluyor, ortaya duvar kâğıdını andıran büyük boyutlu resimler çıkıyordu. Her bir tuvalin başında bir kişi çalışıyor Fordist üretim modeli ile hazırlanan fabrikasyon resimler imza için ressamın tatilden dönüşünü bekliyordu.

“Burası atölyeden çok bir imalathaneyi andırmıyor mu?” diye sordum. Abim sanata ve sanatçıya saygıdan söz edip itiraz etmese iş büyümeyecek gün uzamayacaktı. Üzerinde başka birinin fırça darbeleri olan bir tablonun altına imza atılmasını etik bulmadığımı söyledim. Fikir ressama ait diyen abimi ikna edemedim. “Hiç olmazsa iki imzalı olsaydı diye üsteledim” “öyle hiç olmaz” yanıtını aldım.

“Yahu bilimsel bir makaleye emeği geçenlerin hepsinin ismi yazılmıyor mu? En azından bir teşekkür notu eklenmiyor mu? Burada niye olmuyor? Etik değil bu yapılan” Diye tekrar üsteledim.

Abimin kafasını bulandırmayı başardım ama yine de ikna olmamıştı.

Benim söylendiğimi görünce atölye çalışanları kötü kötü bakmaya başladılar. Abim çıkmamız gerektiğini söyleyip ressam arkadaşına selam bıraktı.

Binadan çıktığımızda şaşkınlığım ve hayal kırıklığım devam ediyordu. İçin için öfkeleniyordum. Sağlığın piyasalaşmasının olumsuz sonuçlarını içimize kadar hissettiğimiz bir dönemde sanatın da benzer bir akıbete uğramakta olduğunu kabullenmekte zorlanıyordum.

Abime “Sanatın ve sanatçının fabrika patronluğuna tedavül edilmesinin kabul görüp üstüne destek veriliyor olmasını nasıl açıklayacağız?” diye sordum. Abim paranın girdiği her yerde durumun aynı olduğunu sanat piyasası karşısında sanatçının aç kalmamak için da eğilip bükülmek zorunda kaldığından söz etti. Geçmişin meşhur ressamlarının dönemin zenginlerine ait portreler ile geçimlerini sağladıklarını hatırlattı.

Resimlerini satamasa da yine de Van Gogh gibi ressamlar da yaşamış ve sanatı özgürce yapabilmiş diye itiraz ettim.

Baktım anlaşamıyoruz bu kez ben bir ressam arkadaşımı aradım. Biraz da emrivaki ile kendimizi davet ettirdim. Ressam arkadaşım ile tanışmamız kızlarımızın ilkokulda sınıf arkadaşı olması ile başlamıştı. Kızlarımız büyüyüp farklı yönlere savrulsalar da dostluğumuz devam ediyordu.

Doğrusu yakından tanıdığım başka bir ressam olmadığı için o güne kadar bütün ressamların benzer olduğunu düşünüyordum.

Abimi de alıp ressam dostumun Şişli?deki atölyesine gittik. Kapıyı kendi açtı. Atölyede kendinden başka çalışanı olmadığını gören abim kulağıma eğilip “öğrencisi de mi yok?” diye sordu. Biz geliyoruz diye toplamaya çalışsa da atölye dağınık ve görece “kirli” sayılırdı.

Nereden geldiğimizi ve neden orada olduğumuz konusuna hiç girmeden “abim seninle tanışmak istedi” diyerek konuya girdim. Atölyede çeşitli yerlerde duran bir kısmi bitmemiş resimlere göz attıktan sonra oturup ressam dostumu sorularımla konuşturmaya çalıştım. Bu arada sevgili eşi de ikramda bulunarak muhabbetimize eşlik etti.

Liseden sonra ressam olmaya karar verip akademiye ancak yedek listeden kabul edildiğini ailesinin itirazlarına ve babasının “oğlum tabelacı olacak” diye ağlamasına karşın sanat eğitimine başladığını, hayatını sadece resim yaparak kazandığını, ders veya kurs vermediğini, sipariş resim yapmadığını ve “ucuz mal” satın almaya çalışan sanat tacirlerinden uzak durduğunu anlattı.

Atölyesine kapanıp günlerce dışarı hiç çıkmadan çalışabildiğini, sanatını özgürce yapmaktan başka kaygısının olmadığından söz etti.

Bu arada ressam dostum da abimi konuşturup tanımaya çalıştı. Abim de ortamın samimiyetine kapılıp kendini gizleme gereği duymadan hayatını ve yaptıklarını anlatıverdi.

Günün sonuna doğru teşekkür edip izin isteyip atölyeden ayrıldık.

Abimi kalacağı kongre oteline bırakıp eve dönerken eşim aradı. Nerede olduğumu sorup eve beklediğini söyledi. Pek alışkın olmadığım bu duruma önce anlam veremedim.

Meğer biz atölyeden çıktıktan sonra ressam arkadaşım ve sevgili eşleri eşimi arayıp abimle tanıştıklarını anlatıp rapor vermişler. Dahası abim gibi bohem tipleri çok iyi tanıdıklarını, hatta bir zamanlar kendilerinin de benzer bir hayata bulaşmış olduklarını söyleyip abim ile fazla teşriki mesaide bulunmanın bizim gibi ?mazbut? aileler açısından sakıncalı olabileceği konusunda eşimi uyarma gereği duymuşlar.

Endişe edilecek bir durum olmadığına eşimi ikna etmem zaman aldıysa da bir şekilde kıskanılıyor olmak hoşuma gitmedi değil, hani.

Velhasıl, abimin İstanbul’a gelmesi ve sanat, sanatçı, sanatın piyasalaşması üzerine tartışma ile başlayan günün sonu, abim ile birlikte fazla zaman geçirmemem hatta olabildiğince uzak durmam gerektiği gibi abuk sabuk bir sona ulaşmış oldu.

İzmir’e döndükten sonra abimi arayıp yaşananları biraz da şaşkınlıkla abime aktardığımda bir süre gülüpBizim hararetle tartıştığımız konu çoğunluğun umuru bile değil. Soyun devamı için aile kurumunun kutsallığı ve dokunulmazlığı ise ilk yazılı metinler olan Sümer ve Hitit tabletlerinde bile anlatılır. Neden şaşırıyorsun?” diye yanıt vermişti.

Bir sonraki İstanbul ziyaretini baş başa bir meyhanede daha eften püften konular üzerine konuşarak yapmak üzerine anlaşıp telefonu kapattık.

Bu da öyle bir gündü…

Mehmet Uhri

Not: Abim haklı sanırım. Yukarıdaki anlatıyı paylaştığım her ortamda kısa bir sessizlik ve gülümsemeden sonra üzerine konuşulacak onca konu dururken istisnasız olarak ?abinizin çocuğu var mı?? sorusunun gelmesine neden şaşırıyorum ki?

Bir Daha Darılmayalım

Mayıs 23rd, 2020

darilmayalim

Bu yaşımda teröre yardım, yataklık etme suçlamasıyla savcı önüne çıkarılmış sefil bir mahalle bakkalıyım.

Yaşlı bir bakkalın terörle, teröristle ne işi olur? Anlamakta zorlanıyorum.

Öyle suçlamalara maruz kaldım ki, kendimden şüphe etmeye başladım. Yakınlarım bile şüphe ile sorular sorduğuna göre farkında olmadan iddia edilen suça karışmış olabilir miyim diye kaygılanmadan edemiyordum.

Şehrin hayli eski mahallelerinden birinde babadan kalma bakkal dükkânı ile geçimimi sağlıyorum. Mütevazı görünse de o dükkân, bir aileyi geçindirip eli ekmek tutan üç çocuk okutmuştur. Şimdilerde adım pek anılmasa da zamanında mahallenin bakkal amcasıydım. Ortalığı marketler sarınca tekel bayiliğine dönüşüp ayakta kalmaya çalıştım. Ancak gün döndü değişti, ne eskinin bereketi ne de kazanılan paranın hayrı kaldı. Masraflarımı kısıp gücüm yettiğince işimin başında durmaya çabalıyorum.

Şimdi ise, terör şüphelisi olarak savcının karşısında terliyorum.

Her şey, aranan azılı terör zanlısının bakkalın bulunduğu binada sahte bir kimlikle ev kiralaması ile başlıyor. Sigara almak için ara sıra uğrayan, genellikle ortalıkta görünmeyen sakallı delikanlıyı emniyette fotoğrafları gösterilince tanıdım. Tuttuğu evin sahibesi bayan ile birlikte beni de şüpheli sıfatıyla gözaltına almışlardı. Hanımefendi bir şey bilmediğini söyleyip ifadesini verip serbest bırakılsa da beni bırakmadılar.

Neymiş? Bakkalın güvenlik kameraları niye çalışmıyormuş? Geçmişe dönük hiçbir kaydın bulunmaması şüphelerini daha da arttırmış. Sorguda itiraf ettirecek bir şey bulunamasa da kasıtlı olarak güvenlik kameralarını çalıştırmadığım ve olan kamera kayıtlarımı da sildiğim düşünülerek cihazlar incelemeye alınmıştı. İnceleme süresince gözaltında kaldım. Sonuçta değil silmek kamerayı hiçbir zaman çalıştırmadığım anlaşılarak savcıya teslim edildim.

Savcının yüzü asıktı.

Yüzüme bile bakmadan dosyayı inceliyordu. Kafasını kaldırmadan aranan zanlıyla bir bağlantım olup olmadığını tekrar tekrar sordu. Tüm akrabalarım ve geçmişim didik didik edilmiş bağlantı bulunamamıştı. Sosyal medya kullanmıyor olmam bile şüphe uyandırmıştı. Terör zanlısına yardım ettiğimi düşünen savcı kameraların neden çalışmadığı konusunda inandırıcı bir hikâyemin olup olmadığını sordu. Aksi halde yardım ve yataklıktan tutuklanma talebiyle yargıç karşısına çıkarılacağımı buyurdu.

- Savcı bey, adı geçen şahısla bir bağlantım olmadığını söyledim, inanmadınız. Söylediklerime inanmadığınız halde benden hikâye duymak istiyorsunuz. Hem de inandırıcı bir hikâye istiyorsunuz. Dinleyin o zaman…

Açıkçası biraz da ümitsizce unutmak istediğim o talihsiz günü ve sonrasında yaşananları savcıya ve ifademi yazıya döken sekretere anlatmaya başladım.

Aşağıdaki satırlar savcıya verdiğim ifade metninden alıntıdır:

“Kameraların arızalı olmadıkları halde neden hiç kayıt yapmadığı konusunda inandırıcı bir yanıt vereceğimden emin değilim.

Her şey, birkaç kalem pil yüzünden oldu.

Yaklaşık 20 yıl önce bahar aylarında yaşanmış unutmak istediğim küçük bir hırsızlık olayıydı. O yıllar tekel bayi değil sıradan bir mahalle bakkalıydım. O delikanlı ise lise öğrencisiydi. Kaşla göz arasında tezgâhın yanından kalem pil çalıp kaçmaya yeltenmişti. İlk anda ne çaldığını anlamamış ancak cebine bir şey attığını görmüştüm. Onu gördüğümü fark edince telaşla dışarı çıkmıştı. Peşinden koşturup yakalamaya çalışırken kavşağa hızlı giren bir aracın altında kaldı. Delikanlı hastaneye yetiştirilse de kurtarılamadı. O günden sonra hep vicdan azabı çektim.

Kazanın ölümle sonuçlanması yüzünden olay adliye yansımıştı. Her şeyin delikanlının peşinden koşturduğum için yaşandığını söylesem de beni bırakıp çarpan aracın sürücüsünü gözaltına aldılar. Kısa süren dava süreci delikanlının cebinden çıkan kalem piller ile hırsızlık ve kapkaç sırasında oluşan kaza olarak kayıtlara geçmiş kimse ceza almamıştı. Tüm fatura ölen delikanlıya çıkarılmıştı.

18 Yaşında lise öğrencisi delikanlı birkaç kalem pil için hayatından olmuştu. Üstelik oğlum yaşındaydı, gencecikti. Uzun süre olayın etkisinden kurtulamamıştım. Keşke çalıp gitseydi pilleri, görmezden gelseydim, peşinden gitmeseydim diye hayıflanmıştım. Zaman geçince günlük koşuşturmanın içinde olayı unuttuğumu sansam da delikanlının ürkek korkak bakışları ve o gün yaşananlar rüyalarıma giriyordu.

img_0124

Yaz geçip sonbahar yaklaşınca karşı kaldırımda taburesine ilişip oturan ve bize doğru bakan o kadını bir müşteri sorunca fark ettim. Her gün öğlene doğru aynı yere taburesini koyup oturuyor kulaklıklarını takıp walkman dinleyerek gün boyu öylece karşıya bakıyordu. Başlangıçta önemsemedim. Ancak kadının gözlerinin sürekli üzerimde olması tedirgin edince bir polis arkadaşımdan yardım istedim.

Yapılan incelemede kadının ölen delikanlının annesi olduğunu öğrenince sıkıntım büyüdü. Kadın hiçbir şey yapmadan öylece bütün gün bana baktıkça vicdan azabım giderek kaygıya ve sonunda “bu kadın bana bir kötülük yapacak”  saplantısına dönüştü.

Cesaretimi topladım, yanına gidip konuşmayı denedim. Yüzüme bile bakmadan taburesini alıp az ileriye oturdu. Sırtını döndü. Bu durum tedirginliğimi arttırdı. Polisten yardım istedim. Ancak kadının her hangi bir suç işlemediği gibi ima yollu bile olsa tehdit etmemesi nedeniyle bir şey yapamayacaklarını söylediler. Acılı bir anne olarak görmezden gelmemi istediler.

Kadın her gün aynı yere geliyor kulaklığını takıp walkman dinleyerek gün boyu dükkâna bakıyordu. Birkaç ay böyle geçti. Alıştığımı söyleyemem. Yüzündeki o hüzünlü ifade ve donuk bakışları belleğime kazınmıştı. Bir süre sonra kadının yanında bir genç kızın ara sıra ona eşlik ettiğini fark ettim. Elindeki kitaplara bakılırsa üniversite öğrencisiydi. Yanına oturduğunda kadın kulaklıklardan birini ona uzatıyor ve ikisi birlikte dinliyorlardı. O kızı ve ailesini tanıyordum. Seyrek de olsa bakkalıma uğrarlardı. Yakınlarda oturuyorlardı. Genç kız genellikle okul dönüşü haftada bir bazen iki kez o acılı kadının yanına ilişip bir süre orada kalıyor, sonra yine hiç konuşmadan ayrılıyordu.

Yağmur ile uyandığımız ve hiç durmadan yağan yağmura tutulduğumuz günün öğleden sonrasıydı. Genç kızın alışveriş için uğramasını fırsat bilip ucuz şemsiyelerden iki tane çıkarıp “günün hediyesi” diyerek uzattım. Şaşırsa da dışarıda şiddetini arttıran yağmuru görüp geri çevirmedi.

- Teşekkür ederim. Ancak neden iki tane?

- Biri senin diğeri o yanında oturduğun kadın için. Bu gün işi çok zor olacak.

- Onu tanıyor musunuz?

- Kazada ölen delikanlının annesi olduğunu biliyorum. Benimle hiç konuşmadı. Konuşmak da istemiyor. Açıkçası başlangıçta tedirgin olsam da bir kötülük yapacak olsaydı yapardı diye düşünüp sesimi çıkarmıyorum. Onu teselli etmek istesem de elimden bir şey gelmiyor.

- Kaza mı dediniz? Kaza filan değildi. Onu biz, hepimiz öldürdük. Hem sesinizi çıkarsanız ne olacak? O annenin canını daha fazla yakamaz, üzemezsiniz. Oğlu öldüğü gün o da biraz öldü. O artık bir zombi, yaşayan bir ölü. Bilir misiniz? Zombiler uzaktan canlı görünseler de yaşadıklarının farkında bile değillerdir.

- İnanın yaşananlardan ben de çok üzgünüm böyle olmasını istemezdim.

Gözleri dolmuş ve öfkelenmişti. Sözlerimi bitirmemi beklemeden ve şemsiyeleri almadan bir hışım çıktı gitti. Ertesi gün yağmur yine yağıyordu. Kadın her zamanki saatte yine gelip taburesine oturdu. Elime tabure ve iki şemsiye alıp yanına gidip oturdum. Şemsiyelerin birini ayakucuna bıraktım. Diğerini de kendim için açtım. Yağmur şiddetlense de alıp kullanmadı. Bir süre öylece yanında sessizce durdum. O ise kulaklığını takıp gözlerini ayırmadan o menfur olayın yaşandığı yere ve bakkal dükkânına bakıyor, benimle ilgilenmiyordu. Müşteriler gelince onu orada bırakıp bakkala döndüm. Yağmur şiddetini arttırınca müşteriler ayrılmayıp beklemeyi seçince çıkıp tekrar yanına gidemedim.

Öğleden sonra genç kızın kadının yanına ilişip bıraktığım şemsiyeyi açtığını, birlikte kullandıklarını gördüm. Kadın onca ıslanmaya rağmen o donuk bakışlarını hiç değiştirmeden her zamanki gibi oturmayı sürdürüyordu. Akşama doğru kızın koluna girip ağır adımlarla uzaklaştılar.

Günler böyle geçerken genç kızın bakkala uğramasını fırsat bilip “ben de bir babayım. O çocuk benim de rüyalarıma giriyor. Kabul edilmeyeceğini bilsem bile elini öpüp af dilemek istiyorum. Lütfen onunla görüşmeme yardımcı olun” dedim. Cevap vermeden çıkıp gitti.

Günler geçiyor kadının her gün ayin yapar gibi gelip öylece oturuşu hiç değişmiyordu.

Sonbahar ilerleyip havalar soğuyunca bir kez daha şansımı denemek istedim ve sıcak iki bardak çay alıp yanına gittim. Bardağı uzatınca bu kez geri çevirmedi. Kafasını önüne eğmesini fırsat bilip “sizin kadar olmasa da o günden beri ben de acı çekiyor, kendime kızıp duruyorum. Oğlunuzu tanımak isterdim. Bir şeyleri değiştiremem ama gün gelir beni affedersiniz diye umut ediyorum. Bana oğlunuzu anlatabilir misiniz?” dedim.

Yine cevap vermedi.

Sonraki günlerde de sıcak bir içecek alıp hep yanına gitmeye çalıştım. Konuşmadan yanına oturup hayatımın çoğunu geçirdiğim o dükkâna ve gelen geçene baktım. Oradan bakılınca yaşadığım hayatın önemsiz ve hatta anlamsız göründüğünü düşündüm. Kendimi o bakkal dükkânına bağlı sadık ve evcil bir köpek gibi hissediyordum. Sanki ben dükkânın değil, dükkân benim sahibimdi. Konuşmasak da yanına oturup ona eşlik etmeyi sürdürdüm. O ise ısrarla konuşmuyor, kulaklığını takıp öylece oturuyordu.

Bir gün öğlen saati olmasına karşın kadın gelmedi. Gün ilerledi ama yine yoktu. Alışkanlık icabı taburemi her zamanki yere koyup oturmuş bakkal dükkânını izleme ayinini tek başıma sürdürüyordum. Akşama doğru genç kızın kolunda ağır adımlarla yanıma geldiler. Beni orada öylece oturmuş halde görünce şaşırmışlardı.

Kadın sessizce yanıma gelip oturdu. Cebinden çıkardığı taşınabilir müzik aletine taktığı kulaklığın birini bana uzattı. Diğerini de kendi kulağına takıp düğmesine bastı. Gitar eşliğinde söylenen amatörce kayıt edilmiş “bir daha darılmayalım” diye tekrar eden dokunaklı bir aşk şarkısı çalıyordu. Bildiğim bir şarkı değildi. Genç kız yanımıza oturmuş sessizce ağlıyordu. Genç kızın omzuna dokunup “O mu söylüyor?” Diye sordum. Bu kez kendini tutamayıp hıçkırarak ağlamaya başladı. Kayıt bitiyor ve aynı şarkı yeniden başlıyordu. Bir süre sakinleşmesini bekledim. Anne ise her zamanki donuk haliyle bizimle ilgilenmeden dükkâna bakınıyordu. Neden sonra genç kız anlatmaya başladı;

- Lisede sınıf arkadaşıydık. Birbirimizi sevmiştik. İkimizin de ilk aşkıydı. Duygularımızın gerçek ve temiz olduğundan emindik. Kısa süren anlamsız bir dargınlığı sonlandırmak ve kendini affettirebilmek için bu şarkıyı benim için bestelemişti. Ailelerimiz varlıklı değildi. Öğrenci harçlığı ile çay içip sohbet edecek kadar bile paramız olmadığı için parklarda vakit geçirirdik. O gitar çalar, sesim yettiğince eşlik ederdim. Umutlarımız vardı, geleceğe dair konuşurduk. Olayın yaşandığı günden bir gün önce af dilemek istediğini söyleyip buluşmak istemişti. Nedense nazlanıp ertesi güne bırakmıştım. O gece annesi gitarıyla fazla vakit geçirip üniversite sınavına yeterince hazırlanmadığı için söylenince atışmışlar. Ertesi gün annesinin gitarını sakladığını, buluşmaya gitarıyla gelemeyeceğini görünce besteyi yaparken kaydettiği kaseti ve babasının hediye ettiği walkmanı alıp evden çıkmış. Bestesini canlı okuyamayacağını anlayınca kaset kaydını dinletme derdine düşmüş. Walkman için pil gerektiğini ve cebinde de para olmadığını fark edince bakkaldan pil çalmak zorunda kalmış. Gerisini biliyorsunuz. O günden beri yitirdiğimiz yerde, ana kız burada oturup o gün dinleyemediğimiz şarkıyı dinliyoruz.

Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. 18 yaşın heyecanıyla sevgilisi için yazdığı şarkıyı dinletebilmek uğruna, beceriksizce çalmaya çalıştığı birkaç pil yüzünden koca bir hayat yok olmuştu.

Hikâyeyi merak etmiştiniz, savcı bey!..

İnandırıcı olup olmadığını bilemem. Ancak o günden beri dükkânımdan kim ne çalmaya çalışırsa çalışsın görmezden gelir, hiç sesimi çıkarmam. İhtiyacı olmasa almaz diye düşünürüm. O nedenle güvenlik kamerası taktırmadım. Yasa değişip devlet zoruyla taktırılan kameraları da aynı nedenle hiç çalıştırmadım. Bir avukat müşterime sormuştum. Söylediğine göre kanunda çalışır durumda güvenlik kamerası bulunması gerektiği yazıyormuş. Kameraların bakımlarını yaptırıp çalışır durumda olmalarına dikkat ediyorum. Çalışır görünse de düğmesine basan olmayınca kayıt yapmıyor. Yani kameralarım da o anne gibi biraz zombi…

O aradığınız teröriste birkaç sigara sattım diye hapse atacaksanız hiç durmayın. O gün delikanlı ile birlikte annesi ve sevgilisi gibi ben de biraz öldüm. Hapisliği o uğursuz gün için kesilmiş cezaya sayarım.

Başka söyleyeceğim yoktur, savcı bey”

Savcılık ifademi imzalarken sekreterin gözlerinin yaşarmış olduğunu fark ettim. Savcı ise uzun süre düşündükten sonra polis memurunu çağırıp dışarıda beklememi kararını bildireceğini söyledi.

Az sonra pek de alışılmadık bir durum oldu. Odaya çağrılıp savcılık kararının yüzüme okunmasını beklerken elinde kâğıt ile savcı bey kapıda belirdi. Polis memuruna kelepçeyi çözebileceğini, soruşturmanın sona erdiğini ve mahkemeye gerek kalmadığını, şüphelinin serbest bırakıldığını bildirdi.

Karşılaştığımız ilk andan itibaren göz teması kurmayan savcı kelepçeler çözülürken yanıma yaklaştı ve ilk kez gözümün içine bakıp “Yanlış anlamayın. Sekreterim ısrarla sormamı istedi. O anneye, kıza ve o şarkıya ne oldu? Şimdi neredeler?” diye sordu.

Kâğıdı elinden alıp ayağa kalktım. Sekreter hanım da kapıya çıkmış bizi izliyordu. Elimdeki kâğıdı gösterip “Savcılık sorgusu bittiğine göre bu soruya cevap vermem gerekmiyor. Ancak merak ediyorsanız adresim burada yazılı. Gelir kendi gözlerinizle görürsünüz. Hatta zamanınız olursa delikanlıdan kalan o şarkıyı bile dinleyebilirsiniz.” Dedim.

Koridorun ucuna geldiğimde ikisine de el sallayıp “Bekliyorum savcı bey. Bir gören olur diye korkmayın. Ne de olsa kameralar çalışmıyor.” Diye seslendim.

Mehmet Uhri

Not: Sözü edilen şarkıya bir-daha-darilmayalim linkinden ulaşabilirsiniz.

(Söz: Şenay Yoldaş, Beste: Oğuzhan Yoldaş, Seslendiren: Ali Murat KARAASLAN)

Çilehane

Mayıs 8th, 2020

saatci-7

Telefonun ucundaki Bakırköy çarşısının eski saatçilerindendi.

Tamir için bıraktığım aile yadigârı kurmalı duvar saati bulunamayan parça yüzünden dükkânda bekliyordu. Saatçi, bulundukları binanın kentsel dönüşüm nedeniyle yıkılacağını, dükkânı boşaltması gerektiğini söyleyip utana sıkıla bıraktığım saati tamir edemeden iade etmek istediğinden söz etti.

Saatin acelesi olmadığını söylemem üzerine derin bir iç çekip bir süre sustu sonra yine aynı sıkıntılı ses tonu ile sözlerini sürdürdü;

- Salgın hastalık nedeniyle çarşıda işler durdu, ne olacağı da belli değil. Yaşım nedeniyle sokağa çıkmam ve iş yerini açmam yasak. Maalesef dükkânı kapatıyorum. Size de mahcup oldum, doktor bey.

- Önemli değil. Ancak yılların dükkânının kapanıyor olmasına doğrusu çok üzüldüm. Hayırlısı olsun.

Bu hengamede virüs pandemisinin doğurduğu olağanüstü şartların inşaat sektörünü hiç etkilemediğini düşündüm.

İş çıkışı uğrayacağımı söyleyip telefonu kapadım.

Akşamüzeri o eski saatçi dükkânına uğradığımda çevredeki iş yerlerinin çoğunun boşaltılmış yıkıma hazırlandığını gördüm. Çarşıya hüzün çökmüştü. İhtiyar saatçi ile birlikte dükkânda kendi gibi yaşlı bir adam daha vardı.

Maskelerini indirmiş karşılıkla çay içiyorlardı.

Saatçi, ambalajlayıp hazırladığı duvar saatini tezgâhın altından çıkarırken çay teklifini geri çevirmememi rica etti.

Çantamı bırakıp tezgahın altından çıkardığım tabureye iliştim. Çayı doldururken hastanede durumun nasıl olduğunu, virüs ile mücadelede hangi aşamada olduğumuzu sordu.

Ani bastıran salgın nedeniyle ilk andaki şaşkınlık ve “yeniliyoruz” hissinin atlatıldığını, morallerin yerine geldiğini ancak bu arada diğer hastaların ötelenmiş sağlık talebi yüzünden hasta dolaşımının artması ile salgının alevlenmesinden kaygı duyduğumuzu söyledim.

Saatçi ise yaş kısıtlaması nedeniyle sokağa çıkamadıklarını, dükkânı toplayabilmek için bile zor bela izin aldığını, kentsel dönüşüm adı altında çarşıda bir tarihin eriyip yok olduğundan yakındı. O ana kadar sesini çıkarmayan kır saçlı kirli sakallı diğer ihtiyar “bırak artık geçmişe üzülmeyi, ne geçmiş kaldı ne de gelecek.” Diye söylendi.

İkimiz birden susup bu sözlerin sahibine baktık. Baktığımızı görünce çayından bir yudum alıp “Görmüyor musunuz? Geçmişin hülyaları ile geleceğin hayalleri arasında sıkıştık. Hep aynı güne uyanıyoruz. Ne geçmişin bir yararı oluyor ne de geleceğe dair hayal kurabiliyoruz. Çarşının yitirdiklerine üzüleceğine kendi haline bak.” Diyerek sözlerini sürdürdü.

Saatçi, arkadaşını tanıştırıp “teknesiyle her gün balığa açılan adamı ihtiyar diye eve tıkarsan böyle huysuz biri olur çıkar” diye takıldı. Adam bu sözlere “kimmiş huysuz ihtiyar? Az önce giden dükkân ve saatler için dellenip duran sendin” diye yanıt verdi. Kısa bir sessizlikten sonra saatçi “iyi ki bazı şeyler hiç değişmiyor” deyince ikisi birden gülerek dostluklarının çok eskiye dayandığından ve atışmayı sevdiklerinden söz edip açıklama yapma gereği duydular.

Balıkçı diğerine göre daha sert ve aksi birine benziyordu. Balıkçıya dönüp “Peki, denizden bakınca durum nasıl görünüyor?” diye bir soru yönelttim.

Balıkçı saatçiyle göz göze geldi. Saatçi az önce kendine anlattıklarını tekrarlamasını istedi.

- Durum kötü değil, çok kötü. İnsanlığın bugünkü halini denizci diliyle anlatırsak; açık denizde motorları arıza yapmış gemiye benzetebiliriz. Yetmezmiş gibi rüzgâr olmadığı için yelken de işe yaramıyor. Hiç bir alet çalışmıyor. Derin sulardayız. Çıpa da tutmuyor. Duruyor muyuz, sürükleniyor muyuz? Onu bile bilmiyoruz. Pruvadaki Cenova yelkenini açmış rüzgâr bekliyoruz.

- O kadar mı kötü?

- Daha ne olsun? Bir dünya dolusu insan sığınacak güvenli bir liman veya yardım bekliyor. Kurtarma sandalına tutunmuş kazazedelere döndük. Herkes kendi kabuğuna çekildi. Hayatta kalmaya ve zaman kazanmaya çabalıyor. Ben demiyorum. Ülke liderleri söylüyor.

- Sağlıkçılar boşuna mı çabalıyor?

- Sizler teknenin yüzer durumda kalması için elinizden geleni yapıyorsunuz. Birileri de temel gereksinimleri sağlıyor. Geri kalan herkes bekliyor. Ne geçmişin anıları ne de geleceğin hayalleri kaldı. Hep aynı güne uyanarak bekliyoruz.

Saatçi, boşalan bardaklara çay takviyesi yaparken balıkçı eliyle saatçiyi gösterip; “Dükkân için üzülme diyorum, bizimkine. Hangi güne uyandığımızı unuttuk. Ne koldaki ne de duvardaki saatin anlamı kaldı. Zaman sanki öylece durdu. Hep aynı güne uyanan mahkûmlara döndük.” Dedi.

Saatçi çayından bir yudum alıp “Bence zaman yine akıyor ancak algılamakta zorlanıyoruz. Kabul ediyorum; benim gibi ömrü saatçilik ile geçen birinin bile alışık olmadığı bir durumdayız. Algılamakta zorlanıyor olsak da insan varsa zaman da olmak zorunda. Bildiğimiz zaman anlamını yitirmiş olabilir ama yine de bir yerlerde akıyor olmalı.” Diyerek Tanpınar’ı hatırlattı;

- Tanpınar’ın sözünü ettiği “yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışında” tutuklu kaldık. Ne içindeyiz, ne de dışında. Her birimiz ışık huzmesinin içinde varlığı yokluğu belirsiz birer foton gibiydik. Dalgamızı yitirdik. Yeni bir zaman dalgasının gelip bizi sürüklemesini bekliyoruz. Açık denizde rüzgarı bekleyen gemiye ne kadar da benziyor değil mi?

- Yani bildiğimiz zaman yok mu oldu?

- Bildiğimiz zaman anlamını yitirdi. Daha ilkel zamanlara tutunmaya çabalıyoruz. Zamanın farkında bile olmadığımız çocukluğumuzdaki zamanlara dönmüş olabiliriz. Aynı oyunu sıkılmadan oynayan çocuklar gibi işi gücü bıraktık kendimizi oyalıyoruz. Balıkçı o nedenle haklı. Hangi çocuk kolunda saat olsun ister? Kolunda saat olsun isteyen de çocuktan sayılmaz.

- Şunları bana baştan bir daha anlatabilir misiniz? Hepimiz aynı zamanda değil miyiz?

- Değiliz elbette. Çocuklukta geçmek bilmeyen zaman, yaşlılıkta hızlıca akıverir. Evdeki zaman ile işteki zaman bile farklıdır. Dahası da var.

- Dahası mı?

Balıkçı araya girip “insanın ömrü saatçi dükkânında geçerse kafayı az sıyırması doğaldır. Hoş ben de tuttuğum balıklarla muhabbet ederim. Sen yine de dinlemeye devam et” diyerek benim üzerimden arkadaşına takıldı.

Saatçi oralı olmadan sözlerini sürdürdü.

- Zaman dediğin de kendi içinde farklılık gösterir. Ait olduğumuz bir zamanın içine doğarız. Büyüdükçe içine doğduğumuz zamanı çocukluğumuzda bırakır çabuk unuturuz. Bizimle birlikte büyüyen hayatı yönetebilmek için düzenlenmiş zamanların içine yuvarlanırız. Meslekten kent hayatına, aile ilişkilerinden taşıdığımız kimliklere kadar önceden tanımlanmış düzenlenmiş ne varsa hepsinin içinde bir ömür tüketiriz. Tüm bu zamanlar anlam dünyamızı oluşturur.

- Peki ya şimdi hangi zamandayız?

- Bence şimdi yitik bir zamanın içinde debeleniyoruz. Neredeyse tüm hayatımızı içine alıp yöneten “zaman” anlamını yitirdi. Yeni bir anlam bulana kadar herkesin her şeyin eşit olduğu çocukluğumuzun o basit yalın zamanına tutunmaktan başka çaremiz yok.

Balıkçı hafifçe bıyık altından gülerek “benim gibi bunak yaşlılar için bir önerin var mı? Çocukluğumu unutalı çok oldu da…” Diye saatçiye takıldı.

Saatçinin susup düşündüğünü görünce sözlerini sürdürdü;

- Eskiden tekkelerde çilehaneler vardı. Dervişler ruhlarını ıslah etmek için bir taş odada günlerce kalır oruç tutar, çile çekerlerdi. Şimdi biz yaşlılar için bütün evler çilehane oldu. Üstelik can derdinden giriyoruz o çilehanelere. Ruhu özgürleştirmek için bedenlerinden sıyrılmaya çabalayan dervişlerin aksine bedeni yaşatmak uğruna ruhlarımıza eziyet ediyoruz. Böyle olunca insan kendini fazlalık gibi görmeye başlıyor. Bizim gibi moruklar için de bir önerin var mı?

- İnsanlar senin gibi söylenip öfkelenmek yerine geçmişin eski anı ve yaşanmışlıklarıyla avunuyorlar. Yaşanmış kocaman bir hayatın tortusu içinden doğru soruları sorarak kendilerini mutlu eden zamanları arıyor, onlarla avunuyorlar. Sen de öyle yapmalısın.

- Yani eski fotoğraf albümlerine bakmayı mı öneriyorsun?

- Orası sana kalmış. Geçmişte kendince önemli bulduğun, hatırlamak istediğin, tekrar yaşamayı düşleyeceğin yakalanmış zaman parçalarından söz ediyorum. Hiç yoktur deme, mutlaka az ya da çok vardır.

- Ne bileyim? Çok balık tuttuğum, milletin imrendiği zamanlar geliyor aklıma. İşe yarar mı?

- Bence yaramaz, dostum. İşini iyi yaptığın için başkalarının takdirini almaktan söz etmiyorum. Hayatında, senden başka kimsenin bilmesi gerekmeyen zaman parçaları, söz gelimi yaşaması için denize bıraktığın balığın ardından veya kendin için ayırdığın balıkları sokak kedileri ile paylaşıp mutlu olduğun zamanlar gibi anıların olmalı. Kendinle baş başa kaldığın ve keşke tekrar yaşasaydım diyeceğin bir gün batımı bile olabilir.

Balıkçı cevap vermedi.

Kısa süren sessizlik sırasında kendi yaşanmışlıklarım üzerine hızlıca düşünmeye başladığımı fark ettim.

Saatçi dükkânındaki saatlerin çalmaya başlamasıyla zamanın hızlıca akmış olduğunu fark edip izin istedim.

Ayağa kalkıp tabureyi yerine ittirdim. Çay için teşekkür ettim. Tamir olamamış duvar saatimi koltuğumun altına aldım. Sosyal mesafe kuralları nedeniyle el sıkamadığım için üzgün olduğumu söyledim.

Çıkmadan kapıda durup saatçiye döndüm “Peki, o dediğiniz çocukluğumuzun zamanına döndüğümüzü orada olduğumuzu nasıl anlayacağız?” diye sordum. “Hatırla bakalım evlat. Bir çocuk azar işitip ağladığında yakınındaki tüm çocukların sanki kendi azar işitmiş gibi ağladığı zamanlardan söz ediyorum. Öteki beriki ayırmaksızın aynı sıkıntının paylaşılarak yaşandığı çok daha anlamlı ve insancıl zamanlara tutunacağız. Umut verici tedavi veya aşı bulunana kadar aynı acıyı sıkıntıyı hep birlikte hissedeceğiz. İyi de olacak. İnsanlığımızı hatırlayacağız.” dedi.

“Son zamanlarını” yaşamakta olan o saatçi dükkânından çıktığımda akşamın alacası belirmiş gölgeler uzamıştı.

Kentsel dönüşüm ile ilgili tabela gözüme ilişti. Gururla isimlerini yazmış ve asmışlardı.

Geri dönüp dükkâna girdim. “Belki bir yerden parça bulunur ve yine çalışır diye umutlanmak için bu saatin sizde kalmasını istiyorum. Bende telefonunuz var. Ara sıra arar kendimi hatırlatırım.” Diyerek tezgâhın üstüne bıraktım.

Saatçinin cevap vermesini beklemeden saatçi ve balıkçıyı selamlayıp dükkândan ayrıldım.

Dr. Mehmet Uhri