Durun, siz kardeşsiniz…

56f9436f-3e46-4bb3-85a7-f26da82e92bd

İnsanın renkli bir abisi olmaya görsün.

Arayıp İstanbul’a geleceğini, ancak akşama dönmesi gerektiğini bildirip hava alanından karşılamamı istedi.

Neymiş? Un sanayicilerinin bir toplantısında gıda mühendisi ve arkeolog olarak buğdayın kültür tarihini anlatacakmış.

İkimize de rahmetli babamızdan miras kalan “telaşlılık” yine devredeydi.

Dışarıdan bakıldığında rahat ve umursamaz görünen abimin bir yerlere zamanında yetişme telaşı hep eğlendirici olmuştur.

Yine öyle oldu.

Arabaya binince merhaba bile demeden saati işaret edip hızlıca gitmesi gereken yere ulaştırmamı söyledi. İstanbul?un malum trafiğinde adım adım ilerlerken telaşı daha da arttı.

Bir önceki uçakla gelmediğine hayıflanmaya başladı.

Gideceğimiz mekânı ve yolu biliyor olmanın rahatlığı ile sürsem de yanlış bir yola gireriz kaygısıyla abimin gözü navigasyondaydı.

Neyse ki zamanında yetiştik.

Özel şoförü olarak toplantıya ben de katıldım.

Abimin, buğday ve diğer tahılların evcilleştirilmesi ile başlayan tarım devriminin mutfak yemek ve yaşam alışkanlıkları üzerinden insanı da evcilleştirdiğini anlatan sunumunun ardından tartışma bölümüne geçildi.

Üzerinde konuşulacak onca konu varken zıtlaşmalar ile görünür olmayı seven yurdum insanı konuyu yine çözümsüz bir çekişme noktasına getirmeyi başardı.

Baklava üreticileri birbirine girdi.

73eb8cad-5fd9-43d4-bcb7-dd740dbf6d89-1

Neymiş baklava cevizli mi olurmuş yoksa fıstıklı mı?

Un sanayicileri içinde önemli yer tutan baklavacıların bu konudaki bitmek bilmeyen kavgasında her iki taraf da bilim insanı olarak gördüğü abimden destek bekliyordu. Bu arada baklavanın cevizli mi fıstıklı mı olmasında anlaşamayan taraflar abimin söze girmesini beklemek yerine birbirine laf atmayı sürdürünce abim oturduğu masadan ayağa kalkıp dinleyicilere yaklaştı.

Ellerini açıp yüksek sesle “durun siz kardeşsiniz” diye bağırdı.

Meğer bizimki hazırlıklı gelmiş.

Salonun sessizliğe bürünmesinden yararlanıp perdeye yansıttığı Hitit kaya kabartmalarını gösterip tanrısal törenlerde yufka gibi pişirilmiş ekmekleri gösterdi. Günümüzden 4 bin yıl önce de üzerinde yaşadığımız topraklarda buğdayın öğütülüp yufka benzeri ekmek yapıldığını, yöresel olarak ne yetişiyorsa ?ceviz, fıstık, fındık, meyveler vb- ekmeğe katık yapılmasının doğal olduğunu vurguladı.

98066742-cbd8-4ef3-baa7-f6a1b246b2c2Tartışmanın bu şekilde beraberlik ile sonlanmasından taraflar pek memnun olmamıştı.

Toplantı biter bitmez izin isteyip mekândan ayrıldık.

Dönüş uçuşu için zamanımızın olduğunu söyleyip hava alanına yakın bir yerde yemek yemeği önerdim.

Ses çıkarmadı.

Abim görevini yapmış olmanın verdiği rahatlıkla telaşlı halinden sıyrılmış o herkese gösterdiği rahat ve umursamaz haline geri dönmüştü.

Yol boyunca cep telefonuna gelen mesajlara yanıt vermekle uğraştı.

Trafik rahatlamıştı. Bakırköy yakınlarında bir yere oturup yemek siparişlerini verdik.

Başından üç evlilik geçmiş ve bohem yaşamaktan vazgeçmemiş abime uzlaşılmış sosyal normlara sığınıp yorgun bedenini dinlendirmeyi düşünüp düşünmediğini “emeklilik ne zaman?” diyerek sordum.

Sağlam bir küfür yedim.

“Onca gönül ilişkisinden sonra kadınları anlayabildin mi bari?” diye sorunca Kadınları anlamaya çalışmayı bırakalı uzun zaman oldu gibi bir yanıt verdi.

“Nasıl yani?” Diye üsteledim. Bir süre çevresine bakınıp cevap verip vermeme konusunda tereddüt etti. Sonra “Dur sana sosyolojik bir deneyle anlatayım” dedi.

- Bak şu çaprazda kalan masada üç hatun oturuyor. Biz içeri girince hatunlar dikkatlice bizi kesip aralarında bir şeyler konuştular. Arada kaçamak bakış atmaya da devam ediyorlar. Tabii arkan dönük olduğu için hiç bir şeyin farkında değilsin.

- Eeeee

- Şimdi kalkıp tuvalete gideceğim. Kadınların beni izleyip izlemediğine dikkat et. Az ötelerindeki masada kalabalık bir grup oturuyor. Masadaki hatunlardan birini uzaktan tanıyorum. Dönüşte o masaya gidip sözünü ettiğim hatunun omzuna elimi koyacak ve kısa bir süre konuşup geleceğim. Tüm bunlar olurken o üç hatunu izlemeni istiyorum.

Doğrusu sağa sola bakınmadan masasına oturup sunulan yemekten başka pek bir şey görmeyen saf Anadolu çocuğu muamelesinden pek haz etmemiştim. Abimin özgüvenini ise gereksiz ve hayli şişkin buluyordum.

Ne bileyim? Belki de biraz içerlemiş hatta hafif kıskanmış bile olabilirim.

Ancak o an şaşkındım.

Yerimi değiştirip abimi ve öte masadaki üç hatunu izlemeye başladım. Uzun saçları ve kırlaşmış sakalı ile “havalı” bir tip olduğu için abimin ister istemez dikkat çektiğini düşündüm.

Hatunlar konuşmayı bırakıp abimi gözleriyle izlemekle yetindiler. Dönüşte sözünü ettiği masaya uğrayıp tanıdığı hatun ile kısa süreli konuştu. Dediği gibi elini hatunun omzuna koymayı ihmal etmedi. Sonra dönüp yanıma geldi. Bir süre sustuktan sonra “gördün mü?” diye sordu.

Olanca saflığım ile “Neyi gördüm mü?” diye cevap verdim.

- Şimdi o hatunlara tekrar bak. Az önce beni takip eden hatunlar orada omzuna elimi koyduğum hatuna düşman gibi bakıyorlar. Artık ben hedeflerinden çıktım. Orada ortak bir rakip belirdi.

- Yani?

- Yani hatunları anlamaya çalışma. Kendi aralarındaki çekişme onlara yeter. Sonuçta nesli devam ettirecekleri için biyolojik güç de kadınların elinde. Kuyruğu dik tutma gayretindeki erkekler ise figürandan öte değil.

Gerçekten de hatunlar diğer masadaki hatuna gözlerini dikmiş dikkatlice bakıp yine aralarında bir şeyler konuşuyordu.

Masaya gelen yemekler ile konu bölünse de şaşkınlığım geçmemişti. Abim ise yemeğine yumulmuştu.

“Az önce biyolojik güç kadınların elinde dedin. Hekimler açısından da insan biyolojik bir canlı olarak görülür ama anladığım kadarıyla arkeologlar öyle düşünmüyor” diye bir soru yönelttim. Bizimki garsona bardağını göstererek bir tane daha istediğini işaret etti. Sonra bana döndü;

- İnsanı değil insanlığı incelemeyi amaç edinen arkeoloji açısından insanlık “kültürel” bir durumdur. Alet yapmayı başarabilen Homo Habilis’ten beri biyolojik bir canlı olmanın az ötesinde bir yerlerdeyiz. İnsandan geriye diğer canlılar gibi kemiklerinden başka bir şey kalmasaydı hekimler haklı olacaktı. Ancak insanın geriye bıraktıklarına bakınca işin rengi değişiyor.

- Kültürel derken?

- Kültürün pek çok tanımı vardır. Ancak derdimi anlatabilmek için “Doğanın yaptıklarına karşın insanın yaptığı her şey kültürdür” diyen Marks’ın tanımını kullanacağım. İnsan biyolojik bir canlı olarak dünyaya gelse de aile veya toplum içinde kendini ve ötekileri tanır. Edindiği kimlikler üzerinden de sosyal bir canlıya dönüşür.

- Peki ya sonra?

- Sonra öznellik ile sosyallik arasında salınarak içinde bulunduğu toplumun ortak değerlerini içselleştirir. Bazıları öznelliğinden beslenen ürünler üretir. Ürettiği toplumca kabul görürse kültüre dönüşür. İşte bunların hepsine insanlık diyoruz.

- Yani?

- Yani, insan biyolojik ve sosyal bir canlıdır. İnsan kültürel bir canlı olamasa da insanlık kültürel bir duruma işaret eder. Sayıların tek tek insanlara karşılık gelmesine karşılık matematiğin kültür olması gibi bir durumdan söz ediyorum. Ortak kültürde buluşan insanlık, üzerine bir de kamusal alan inşa etmeye çabalıyor. Ancak işin çok başındayız gidilecek yol hayli uzun.

Açıkçası tam anlamamıştım. Daha basit anlatmasını istedim. O da erken de olsa hava alanına bırakmam şartıyla olur dedi.

Hesabı isteyip çıktık.

Otoparkta flaşörlerini yakıp çıkmakta olan müşteriyi bekleyen hanımefendinin yerine diğer yönden gelen müşteri bir güzel park edince tartışma çıkmıştı. Gözümüzün önünde olanlara otoparkçı ses çıkarmayınca dayanamayıp hanımefendinin önceliği olduğunu söyledim. Haksız yere park eden “herif” üzerime yürüyüp “Sana ne? Sen polis misin? Ne karışıyorsun?”diye yanıt verdi. Bu arada bir başka araba çıkıyor olmasa otoparkta yer kavgası büyüyecekti.

Hava alanına doğru yola koyulduğumuzda abime otoparktaki olaya neden karışmadığını sordum. “Az önce daha basit anlatmamı istemiştin ya hani. Bak bu olay iyi anlatıyor.” Diye söze başladı.

- Herkesin biyolojik varlığından kaynaklanan öznel bir alanı var. Sosyal varlık olmasından beslenen herkesi temsil eden bir de devlet var. İnsanlık, işte bu ikisinin arasına sözünü ettiğim kamusal alanı inşa etmeye çabalıyor. Kolay olmuyor. Her iki taraf da kendi alanından vermek istemiyor. Adam sanki dünyada tek başına yaşıyor otoparkın kamusal alan olduğunun farkında bile değil. Tek korkusu devlet. Kamusal paylaşımı hatırlatınca “Sen devlet misin? Ne karışıyorsun?” diye sorabiliyor. Tartıştığın adamın kamusal alandan haberi yok. Ne söylesen boş.

- Peki ya devlet?

- Devletler de o adam gibi davranıp kamusal alana kendinden bir şeyler vermeye kolay ikna olmuyor. Demokratik mücadele gerekiyor. Tarih böyle söylüyor. Gidilecek yol zor ve uzun derken bunu kastediyordum.

Bu arada uçağın kalkmasına 3 saate yakın bir süre kalmış hava alanı görünmüş bizimkinin telaşı yine bitmemişti.

Bu kez tabelalara bakıp “hep geliş yazıyor, nerede bu gidiş?” diye söylendi. Aradığı tabelayı görünce kendi haline güldü.

Birlikte bir daha güldük.

İç hatlar terminaline varınca çantasını alıp “hadi ben kaçtım” diyerek hızlı adımlarla binaya yöneldi.

Bir süre durup ardından baktım.

Uçağın kalkışından 3 saat önce hava alanına ulaşıp terminale girmeden kemerini çıkarmaya davranacak kadar telaşlı başka bir tanıdığım olup olmadığını düşündüm.

Dedim ya insanın renkli bir abisi olmaya görsün.

Mehmet Uhri

Not: “Gerçek ile kurmaca arasında hiçbir fark yoktur. Geçmişin tamamı belleğimizde kalanlardan ibarettir.” JORGE LUIS BORGES

Leave a Reply