Yaşamıyorlar ki…

Bir süre önce sessiz sedasız emekli olup ayrılan hastanemizin emektar bahçıvanıyla hastanenin arı kovanını andıran kalabalık koridorunda karşılaştık. Seyrelmiş saçları, kırlaşmış sakalına rağmen güneş yanığı esmer teni ile heybetli duruşunu koruyordu. Poliklinik kuyruğunda sıranın kendine gelmesini bekliyor, sessizce çevresine bakınıyordu. Biraz yorgun görünüyordu. Selam verdim. Yüzüne ışıltı yayıldı gülümsedi.

- Nasılsın doktor bey,  iyi misin?

- Sağ ol, iyiyim. Asıl sen nasılsın? Ne işin var buralarda?

- Emekli olduktan sonra önce yüksek tansiyon sonra şeker hastalığı çıktı. Kaderde bu hastaneye hasta olarak gelmek varmış. Çok kalabalık olmuş buralar. Hastalıklar çoğalmadığına göre sanırım millet işi gücü bırakıp kendiyle uğraşıyor. Kimsenin gözü kimseyi görmez olmuş. Şurada yarım saattir oturuyorum onca tanıdık doktordan görüp, selam veren bir sen oldun. Bu keşmekeşte hasta olmak kadar çalışmak da yorucu olmalı.

bah4

Emekli bahçıvanımıza yardımcı olup muayene ve tahlillerini hızlandırdım. Tahlil sonuçlarını beklerken odama davet edip çay ikram ettim. Devletin tasarruf önlemleri nedeniyle hastanelerin bahçıvan kadroları kaldırılmıştı. Bizimkinin emekli olmasından sonra yerine gelelen olmamış, temizlik elemanları ilgilense de hastane bahçesi eski bakımlı halini yitirmişti. Bizimki pencereden bahçeye baktığında ilaçlama yapıldığını görünce yüzü asıldı.

- Nedir bu bahçenin hali böyle, ilaçlamadan başka bir şey yapmıyorlar mı? Üstelik ağaçları bırakmışlar toprağı ilaçlıyorlar.

- Sen gittikten sonra yeni bahçıvan gelmedi. Temizlik şirketi çalışanları bahçeyi temiz tutup suluyor, o kadar.

- Ama ağaçlar budansın, bakılsın, her yıl toprağı eşelensin ister.

- Haklısın. Ancak herkes kendi derdinde. Artan hasta yükünün de katkısı var sanırım bu duyarsızlıkta. Neyse, sen neler yapıyorsun, ne işle uğraşıyorsun? Emeklilik nasıl gidiyor?

- Ne emekliliği, doktor bey? Üniversitede çocuk okutuyorum. Çalışmadan olmuyor. Sağ olsun eski başhekim tanıdığı bir iş adamının şehir dışındaki çiftliğinde işe girmemi sağladı. Kocaman bahçeli lüks bir çiftlik. Hanımla birlikte evin bir göz odasında kalıyoruz. Biraz bahçıvanlık, biraz güvenlik gibi bir iş.

Sözlerini tamamladıktan sonra çay bardağını eline alıp ayağa kalktı pencereye yürüdü. Camdan dışarıya, her karışında emeği olan bahçeye ve ağaçlara sessizce baktı. Eliyle bir ağacı işaret etti;

- Şu kayın ağacını ben dikmiştim. Üniversiteye giden oğlumla yaşıttır. Yerini sevmiş hızlı büyümüştü. Neredeyse binanın boyuna ulaşmış. Zaman ne güzel akıyor değil mi, doktor bey?

- Zamanın çabuk aktığından yakınan çok duydum da senin gibi güzel aktığından söz edeni duymamıştım.

- Anlamıyorum zaten bu insanları. Geçen zamanın güzelliğini göreceklerine hep ne kadar hızlı aktığından, geçip gittiğinden yakınıyorlar. Çalıştığım evin sahibi villasının arkasındaki 20 dönümlük araziyi ormana dönüştürmek istedi. Parayı bastırıp yakındaki bir ormandan yüzlerce büyük ağaç getirip neredeyse bir haftada arazisine ekti. Altını da hazır döşeme çimlerle çimlendirip işi bitirdi. Kendince ?orman? yaptı. Hatta davet bile verdi. Bir daha da uğramadı. Yaptığının orman olmadığını, getirdiği ağaçlar yüzünden bir başka ormana zarar vermiş olabileceğini anlatmaya çalıştım. Bir de azar işittim.

- Adam ağaçları getirip ekmiş. Toprağı da çimlendirmiş. Ne güzel orman olmuş işte. Daha ne istiyorsun?

- O senin kafandaki orman, doktor bey. Masallarda çocuklarımıza anlattığımız ormanı ne çabuk unuttuk? Ağaçların yanı sıra, toprağı, dökülen çürümüş yaprakları, solucanları, onlarla beslenen kuşları, böcekleri ve canlıları ile bütün değil miydi, orman? İstediğimizi seçip, istemediklerimizi dışarıda bıraktığımız oyun alanına orman demeye utanması lazım, insanın. Ancak gel de anlat derdini. Kimse anlamıyor. Herkes telaş içinde zamanın peşinde koşturuyor. Dünü, bugünü yarını birlikte yaşamak istiyor gibiler.

- Sen olsan nasıl yapardın o ormanı?

- Çocuklarımla birlikte her ay üç beş ağaç fidanı diker, birlikte sular, ağaçların büyümesindeki güzelliği göstermeye çabalardım. Yıllar sonra torunlarımın, diktiğim ağaçlar için bana hayır duası edeceğini düşünür mutlu olurdum. 

- Ama günümüzde hayat daha hızlı akıyor. Hele büyük şehirde yaşıyorsan hep telaş içinde oradan oraya koşturuyorsun.

- Beyim sen doktorsun, haddim değil ama. Sen onu benim külahıma anlat. Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın kalbimiz aynı sayıda çarpmıyor mu? Bebekler daha mı hızlı büyüyor?

Şaşırmıştım. Sustuğumu görünce sürdürdü konuşmasını. 

- Bunca yılın bahçıvanıyım. Bahçeden, ağaçtan, bitkiden anlarım. Hayatı bana onlar öğretti. İnsanlar da bahçelerden farksız geliyor bana. Bu gördüğün bahçe gibi insan da her gün bakım ister, özen ister. Bakar sabredersen yıllar içinde gelişir, serpilip ortaya çıkar.  Dökülen yaprakları ile kendi kendini besler, gübreler. Ama artık herkesin acelesi var. Her şeyin hızlı olması, çarçabuk olup bitmesi isteniyor. Sabırsızlık aldı yürüdü. Hemen çiçeğe dursun diye fosfatlı gübreyi fazla atmamızı istiyorlar. Bitkilerin üzerindeki küçük kurtçuklar, böcekler alerji yapar diye ilaçlanıyor, altındaki çürümüş yapraklar koku yapar diye ayıklanıyor. İlaçlama yüzünden toprağın solucanı böceği neyi varsa ölüp gidiyor. Orman gibi görünen ne varsa canlılığını yitiriyor. Uzaktan bakınca ormana benzeyip mükemmel görünse de bizim patronu bile orman olmadığına ikna edemedim. Eh, böyle insana böyle orman.

- Bahçeye benzettiğin insanlar da mı değişti diyorsun?

- İnsanlar da bizim patronun bahçesindeki ormana benzeyen ama orman olmayan şey gibi oldular. Hatta benim oğlan da aynı kafada. Etiketi olan, milletin uzaktan hayran hayran baktığı işi olsun istiyor. Nerede kimlere yaşıyor, kime faydası olmuş umurunda bile değil. Görünüşe bakınca her şey mükemmel ama toprağında hayat olmadıktan, olduğun yere kendinden bir şeyler katamadıktan sonra ne anlamı var? Gün gelir birileri öteni berini beğenmez keser atar yerine dağ başından başka birşey getirir, diker. Sonuçta, senden geriye hiç bir şey kalmaz.

bah2

Bir süre susup bahçeye baktı sonra göz göze geldik. Yüzünü düşürdü. “Kusura kalma kafanı şişirdim, doktor bey. Ne bileyim? Herkes bir şekilde anlatır ben de meramımı ancak bahçelerin diliyle anlatabildim. Memlekette insan kalmadı, insanlık öldü diyorlar ya; Böyle yaşadıktan sonra bence zaten hiç yaşamıyorlar ki?” dedi.

Bardağında kalan çayın son yudumunu devirip teşekkür etti. Camdan dışarıya, onca yıl emek verdiği bahçeye hüzünlü gözlerle bir kez daha baktı. ”Tahlillerim çıkmıştır, kal sağlıcakla” dedi. Cevap vermemi beklemeden sessizce odadan çıktı.

Dr. Mehmet Uhri

2 Responses to “Yaşamıyorlar ki…”

  1. Her oykunuzde olduğu gıbı yalın etkıleyıcı bır gözlem ve ıfade. Her oykunuzde buyuk ınsansever yuregınızı yenıden kesfedıyorum. Saglıklar mutluluklar….

  2. Murat Türker Karaaslan diyor ki:

    Zevkle okudum, ellerine sağlık

Leave a Reply