Yanardöner

yd2-2

I

Arkadaşlıkları doğup büyüdükleri Anadolu kasabasında başlamıştı.

Aynı sokakta büyümüş, ilkokulu aynı okulda okumuşlardı. Zaman onları ve ailelerini farklı yerlere savursa da yıllar sonra birbirlerini İstanbul’da bulmuşlardı. Melek hemşirelik okumuş bir özel hastanede gece hemşireliği yapıyor, Alev ise muhasebecilik eğitimi sırasında staj yaptığı şirketin muhasebe bölümünde mezuniyet sonrası işe girmişti.

20’li yaşlarını bitirmek üzereydiler ve ikisi de şehrin farklı yakalarında yalnız yaşıyordu.

Sosyal medya paylaşımlarıyla aynı şehirde yaşadıklarını fark edip birbirlerine tutunmuşlar, sıkça yaptıkları gibi o gün de buluşmak için haberleşmişlerdi.

Şehrin farklı yakalarında yaşayıp çalıştıkları için ikisine de uzak olmasına karşın orta nokta olarak Mecidiyeköy’de bir kafede buluşmayı alışkanlık edinmişlerdi. Bazen sinema veya yemek için yakındaki alışveriş merkezinde buluştukları da olurdu.

Buluşma talebi genellikle Alev’den gelir Melek de bu duruma genellikle itiraz etmezdi. Bu kez acil buluşma talebi Melek’ten gelmiş başka açıklama yapmamıştı.

O soğuk kış günü akşamüzeri kafeye giren Alev masalara göz atıp arkadaşının henüz gelmediğini görünce rahat konuşabilecekleri sakin bir masa arandı. Gözüne kestirdiği masaya ilişip üstündekileri sandalyeye bıraktı. Ufak tefek görünüşüne aldırmadan taşıdığı bohça irisi çantasını açıp içinden çıkardığı kitabı masaya koydu.

Sipariş almak için gelen garsonu, birini beklediğini siparişi daha sonra vereceğini söyleyip geri gönderdi. Kafenin kalabalığına aldırmadan kitabını açıp okumaya başlayan Alev Melek’in kafeye girişini fark etmedi. Sessizce Alev’in arkasından sokulup sesini yükselten Melek “ben geldiiiiim” diyerek ürkütmeye çalışsa da istediği tepkiyi alamadı. Alev her zamanki sakinliği ile kitabını kapatıp ayağa kalktı bir şey söylemeden arkadaşına sarıldı.

Alev, Melek’in oturmasını beklemeden “Açıklama yapmayınca senin için endişelendim. İyi misin?” diye sordu. Melek yandaki sandalyeye ilişirken “iyiyim merak etme, kafam fazlasıyla karışık, o kadar“ dedi.

Alev’in meraklı bakışlarla sözlerinin devamını beklemesine aldırmayan Melek, arkadaşını hızlıca süzdükten sonra “Saçındaki mavi röfleyi fıstık yeşiline çevirmişsin. Güzel de olmuş. Yine de dövme yaptırsan böyle geçici işlerle uğraşmasan diyorum ama dinleyen kim?” diyerek arkadaşına takıldı.

Alev sağ omzuna düşen yeşil röfleli koyu kestane rengi saçlarını eliyle savurup gülümsemekle yetindi.

Elindeki menüyü masaya bırakmasına fırsat vermeden, kahve siparişi vererek garsonu gönderdiler. Melek masanın üstünde duran kitabı eline alıp kapağına baktı sonra yerine bıraktı. Arkadaşına dönüp;

- Nasıl yapıyorsun bunu bir türlü anlamıyorum.

- Neyi nasıl yapıyorum?

- Bunca kalabalığın içinde kendini dışarıya kapatıp kitap okumayı nasıl beceriyorsun? Öyle dalıp gitmiştin ki ağız tadıyla korkutmayı bile beceremedim.

- Biliyorsun, memleketten uzakta öğrencilik ve kalabalık yurt ortamlarında kalınca insan aktif yalnızlığa alışıyor. Yalnızlığımla baş edebilmek için bir işle uğraşmam veya hiç olmazsa kitap okumam gerekiyor. Bu bana iyi geliyor.

- İyi de kendini bulunduğun ortamdan, insanlardan ayırmış, uzaklaştırmış olmuyor musun?

- Dışarıdan öyle görünüyor olsa da içimdeki yalnızlığa iyi geliyor. Hem milletin ne düşündüğünden bana ne? Kitap ile kurduğum arkadaşlık beni başka yerlere götürüyor. Biliyorum herkes yapamıyor. Mesela sen, ilkokulda bile çabuk sıkılır dikkatini hiç yoğunlaştıramazdın. Belki de yapmak istemezdin. Ona buna bakmak veya takılmakla sıkıntını geçirmeye çabalardın. Hatırlasana, bu yüzden okulda beni de rahat bırakmazdın. Tam kurtulmuştum yine çıktın karşıma.

- Sen o lafları külahıma anlat. Benden kurtulamazsın. Zamanında biri sana sağlam bela okumuş. İşte ben o belayım. Hem anlatacaklarım çok önemli. Senden başkasına da anlatamam. Bana yardım etmek zorundasın.

Melek’in son cümlesi ağzından bir emir gibi dökülmüştü.

Alev soran gözlerle arkadaşına bakıp anlatmasını bekledi. Melek çevresine bakındı öne doğru eğilip sesini kısarak “Bir çocukla çıkıyorum ve her şey çok hızlı ilerliyor, ancak kafam çok karışık.” dedi.  Alev heyecanla arkadaşının elini tutup “tanıyor muyum?” diye sordu.

Kahveler masaya servis edilirken ikisi de arkalarına yaslanıp garsonun gitmesini bekledi. Kahvesinden hızlıca bir yudum alan Melek heyecanla anlatmaya başladı.

- Hiç görmedin ama sana anlatmıştım. Hani Covid servisinde yoğun bakımda uzaylı kıyafetleri ile çalışırken hastaları huylarına göre renk verip ona göre davrandığımızdan söz etmiştim. Hatırladın mı?

- Hatırlıyorum galiba. Maviler dışa dönük, Sarılar içe miydi? Neydi?

- Doğru hatırlıyorsun. Maviler dışa dönük, Sarılar içe dönük, Yeşil dünya yansa umuru olmayan mütedeyyin, Kahverengi her şeyi kendine dert eden, Kırmızı saldırgan, sorgulayan arıza çıkarmaya yatkın, Siyah hep kendini suçlayan, Lacivert varlıklı görünmeye çalışan, Mor bir zamanlar varlıklı olduğunu anlatıp duran diye gidiyordu liste.

- Renksizler, şeffaflar en tehlikelileri demiştin. Ha bir de Alacalı olan yanardönerler mi vardı neydi?

- Hah işte gün içinde sürekli huy değiştirdiği yetmezmiş gibi hasta iken başka iyileşince bambaşka olan en çekindiğim yanardöner tiplerden biriyle çıkıyorum.

- Yani tedavi ettiğiniz hastalardan biriyle mi berabersin? Yok artık. Sen şu işi en baştan anlatır mısın?

Kahvelerini yudumlarken Melek çıktığı delikanlı ile hastanede tanıştığını, yoğun bakım şartlarında astronot kıyafetli bir hemşire olarak ilgilenirken delikanlının yattığı yerde yalnızlıktan yakınıp kendi ile konuşması için yalvarması üzerine tanışıklıklarının başladığını anlattı.

- Yani tanıştığınızda çocuk senin yüzünü hiç görmedi mi?

- O kıyafetlerle görmesine olanak yoktu. Doğrusu ben de nasıl olsa dışarıda tanıması mümkün değil diye ricasını kırmadım, ara sıra uğrayıp sohbet ettim. O sırada yoğun bakımda haftalarca kalması gerekeceğini ikimiz de bilmiyorduk. Uzun süre entübe halde kaldı. Kelimenin tam anlamıyla öldü öldü dirildi. Makineyi bağlı halde, boğazındaki tüple nefes alırken bile işaretlerle yanında kalıp bir şeyler anlatmamı istiyordu.

- Ne anlatıyordun?

- Kendimi anlatacak değilim ya? Gevezelik ediyordum. Havadan sudan konuşuyor, hiçbir şey bulamasam haberleri aktarıyordum. Bir ara hastalara verdiğimiz renkleri bile anlatmışım. Boğazındaki tüp çıkarılıp rahat nefes almaya başlayınca kendi renginin ne olduğunu sordu. Cevap vermedim. Israr edince “yanardöner bir şey işte” diye geçiştirdim. İyi bir şey söylemişim gibi sevindi garibim.

- Sadede gel. Sonra ne oldu?

- Dur kız anlatıyorum. Yüzümü görmese de parfümümü fark ederek beni diğerlerinden ayırmaya başlayınca koku duyusunun geri gelmekte olduğunu iyileştiğini anladık. Uzak durmaya çalışsam da normal servise geçince ne yapıp edip ismimi öğrenmiş. Nasıl görmüşse boynumdaki dövmeden beni buldu.

Bu sözler üzerine Alev arkadaşının boynundaki zeytin dalından kanatlı meleğe dönüşen ve özgürlüğe kanat çırpan melek dövmesine baktı. Melek sanki göstermek istemiyormuş gibi eliyle kapamaya çalıştı.

- İyi de nasıl çıkmaya başladınız?

- Bir akşam nöbet için hastaneye geldiğimde holde elinde ziyaretçilerinin getirdiği çiçeklerden biriyle beni beklerken buldum. Çiçeği uzattı. Ertesi gün taburcu olacağını girişteki kafede bir kahve ikram ederek teşekkür etmek istediğini söyledi.

- Yufka yüreğin dayanamadı değil mi? Haspa seni…

- Öyle oldu.

Melek o kısacık buluşmada çocuğun müzisyen olduğunu öğrendiğini, sağlığı ile ilgili bilgiler verip öğütlerde bulunmaya çabaladığında parmağını ağzına götürüp “Unuttunuz mu? Ben yanardöner hastanızdım” diyerek susturduğunu, “Yalnızlığa gömüldüğüm inleyen ve öksüren hasta sesleri dışında bir şey işitilmeyen yoğun bakımda hava açlığı çekip ölümü beklerken kendi kendine şarkı mırıldanıp işini yapmaya çalışan biriydiniz benim için. Ama diğerlerinden farklıydınız. Yüzünüzü görmesem de yakında olduğunuzu bilmek, sesinizi duymak iyi geliyordu. Öylece yalnız başıma ölüme yuvarlanacağım diye korkarken size tutundum” dediğini anlattı.

- Sen ne yaptın? Kuyruğunu mu salladın?

- Yapar mıyım hiç? Hastalık travmasını atlatınca unutacağından emindim.

- Ama?

- Ama öyle olmadı.

Melek, bu görüşmeden kısa bir süre sonra iki hafta önce nöbete girerken delikanlının hastane kapısında eline bir davetiye tutuşturup iki gün sonra sahne alacağı mekâna beklediğini söyleyip toz olduğunu, davetiyenin üzerine de “itiraz istemem. Yanardönerin müziği nasıl olurmuş görmenizi istiyorum” yazdığını anlattı.

- Ve sen tüm bunlar olurken bana hiçbir şey anlatmadın. Haber verseydin birlikte giderdik.

- Gitmedim ki. Konser akşamı nöbetçiydim. Nöbeti değiştirebilirdim. Ama korktum kızım, korktum.

- Neden korktun?

- Ne bileyim? Daha normal şartlarda tanışsak belki birbirimizin farkında bile olmayacaktık. Kafam karmakarışıktı.

- Sonra?

- Konsere gitmeyince hastaneye çiçek göndermeler, gelip gitmeler, sıklaştı. Kimseye rahatsızlık vermemesi ve saygıda kusur etmemesi iş arkadaşlarımı etkilemiş ve bir şekilde telefon numarama ulaşmıştı. Yazışmaya başladık. Geçen hafta buluşalım istemiştin ve işim olduğunu söylemiştim ya. İşte o akşam yemeğe çıktık. Sonra daha sık yazışmaya ve görüşmeye başladık.

- Sence nasıl biri?

- Buraya kadar tam bir romantik serseri.

- Ne anlatıyor?

- Birbirimizi tanımamamız gerektiğini ve niyetinin ciddi olduğunu söylüyor. Hep onun meleği olmamı ve öyle kalmamı istiyor.

- Tamam işte. Şimdi en önemli kısmına geliyorum. Sen tüm bunları bana anlatma sır gibi sakla, çocukla işi pişir. İyi de şimdi benden ne yüzle ve nasıl bir yardım istiyorsun?

- Şey, ben. Beni tanıyorsun. Hani az önce dedin ya dikkatini toplayamıyor hayatı öylece seyretmekle yetiniyormuşum. Yine öyle bir durumdayım. Ne istediğimi, ne yapmam gerektiğini ve dahası doğru olanın ne olduğunu bilmiyorum. Bir şeyler oluyor ve olanları sadece seyretmekle yetiniyorum.

- Ve benden senin yerine karar vermemi bekliyorsun.

- Yok, öyle değil. Seninle tanıştırmak ve çocuğu senin gözünden görmek istiyorum. Bir aradayken yani biz olduğumuzdaki halimize bakıp tanıdığın Melek olup olmadığım hakkında bir şeyler söylemeni bekliyorum.

- Kızım bunlar boş laflar. Asıl sen ne istiyorsun?

- Bilmiyorum Alev. Bir elimi uzatıp diğer elimi çekiyor gibiyim. Aptalca bir şey yapmaktan korkuyorum.

Bu sözleri söylerken gözünde beliren iki damla yaşı gören Alev çantasından çıkardığı mendili Melek’e uzattı. Melek derin bir nefes alıp Alev’e “Kısaca bu akşam bizimkinin çalacağı mekâna davetliyiz. İtiraz istemem birlikte gidiyoruz” dedi.

Alev işi olduğunu söylese ve itiraz etse de arkadaşının ısrarı üzerine pes etti.

Melek istediğini elde etmenin mutluluğu ile konuyu değiştirip iş ortamında yaşadığı kendince “acayipliklerden” söz etti. Muhasebe ile uğraşan bir bölümde rakamlardan başka anlatacak bir şeyi olmadığını söyleyen Alev yılsonunun yaklaşması nedeniyle iş yükünün arttığından yakındı. Alev’in delikanlı ile ilgili bir şeyler sorma çabasını Melek “seni etkilemek istemiyorum, fotoğrafını dahi göstermeyeceğim. Benim gibi geveze biri için bunun ne denli zor olduğunu tahmin edersin. Lütfen ısrar etme” diyerek geçiştirdi.

yd2-1

II

Bir süre daha oturup hafif bir şeyler yiyerek karınlarını doyurdular. Kafeden çıktıklarında hava kararmıştı. Birlikte Şişli’ye doğru yürümeye başladılar. Alev nereye gittiklerini sorunca Melek çıktığı delikanlının lüks otellerden birinin barında hafta sonları piyano çaldığını, haftanın bazı akşamlarında da Kadıköy’de canlı müzik yapan gruba eşlik ettiğini anlattı. Otele doğru yürürlerken dayanamayıp hızlıca delikanlının müzikle dolu hayat hikâyesini anlattı.

- Biliyor musun Alev? O da benim gibi babasız büyümüş. Onun da babası evi terk edip gitmiş bir daha da arkasına bakmamış.

- Eeee. Ne var bunda?

- Anlamıyor musun? Aynı şeyleri yaşamışız ama o benim gibi bağlanmaktan korkmuyor. Babamın çekip gitmesi yüzünden hiçbir zaman birine bağlanmam, bağlanamam diye düşünüyordum. Şimdi ise kafam çok karışık.

- Nedir karışık olan. Çocuk sana ilgi duyuyor, sen de ondan hoşlanıyorsun. Bırak gittiği yere kadar gitsin.

- O kadar kolay değil. Annem benim adımı boşuna Melek koymadığını söylerdi. Hemşire olmamı isteyen de annemdi. Bilirsin, melekler özünde hep başkalarına iyilik ve yardım yaparlar. Kendi hayatlarını yaşamak yerine bir başkasının hayatına tutunur, o şekilde yaşarlar.

- Ne var bunda?

- İyi ama ben hep başkasının meleği olmak istemiyorum. İçimdeki iyilik ateşi ile birlikte özgürlüğe kanat çırpan melek olmak çok mu zor? O bana “sen benim meleğimsin” deyip duruyor. Hastane ortamında hemşirelere sembolik olarak “melek” dense de aslında orada kimsenin meleği olmuyorsun. Hastaların arasında özgürce dolaşan biri oluyorsun. Ama o, hayatıma girdiğinden beri kendimi kafese tıkılmaktan korkan bir kuş gibi hissediyorum. Annem gibi olmaktan korkuyorum.

- Nasıl yani?

- Annem de kendini babama adamıştı. Babam için yaşar hayatı onun içi kolaylaştırmak dışında hiç bir şey istemezdi. Bir gün babam öylece çekip gidince sanki kanatları kırıldı. Peşinden gitmeye, aramaya bile cesaret etmedi. Üstelik erkek kardeşimle birlikte bizlere bakmak zorundaydı. Her anne çocuklarının meleğidir derler ya, annem de öyleydi. Özgürlüğünü, kanatlarını bırakıp çocuklarının yanına yere oturdu. Bir daha da hiç uçmadı. Bizi yetiştirirken kendi de yanan bir mum gibi eridi gitti. Erkek kardeşime sahip çıkmak anneme destek vermek uğruna ben de çabuk büyümek zorunda kaldım. Kısa yoldan meslek edinmem aileme destek olmam gerekiyordu. Hemşireliğe razı oldum.

- Pişman mısın?

- Değilim. Hatta tam bana göre bir meslek. Kimseye bağlanmadan, ayrıcalık tanımadan yardım ediyor, iyiliği için çabalıyor, destek oluyorsun. Annemin bize öğrettiği gibi…

- Şimdi bu çocuğun sana tutkun olması “meleğim” diye seslenmesi mi seni ürkütüyor? Yoksa çocuğun aşkına yeterince karşılık verecek kadar kendini tutkun hissetmediğin için mi kafan karışık?

- Bilmiyorum Alev. İnan bilmiyorum.  Benden bize nasıl gidilir hiç bilmiyorum. Mesela sen hep vardın. Yani hep bizdik. Doğal olan buydu. Şimdi ise durum çok farklı. Karşımda biz olalım diyen biri var. Ben ne cevap vermem gerektiğini bilmiyorum. Kaçmak istemiyorum ama ileri doğru adım atacak cesareti de bulamıyorum.

- Benden ne istediğinin farkında mısın? Birincisi bu konuda senden daha deneyimli olmadığımı biliyorsun. Yok, mesleki açıdan bakmamamı istiyorsan bu işin bir matematiği olmadığının sen de farkındasın. Tamam, muhasebe mantığı ile bir bir daha iki eder ama söz konusu iki insanın bir araya gelmesi ise toplamanın sonucu insandan insana, ilişkiden ilişkiye hatta aynı ilişki içinde bile değişkenlik gösterebilir. Sana ne söylememi bekliyorsun?

- Bir araya geldiğimizde iki etmeyelim, ikiden az olalım sorun değil. Ancak eksilen taraf hep ben olacağım, eriyip gideceğim diye korkuyorum. İzin ver, bugün “bize” senin yanında senin gözlerinle bakayım. Bir şey söylemesen de olur.

- O zaman duruma bir daha bakalım. Çocukluğunuzda ikiniz de benzer travmaları yaşamışsınız. Onun için de babasız büyümek zor olmuş olmalı. Ama o yine de bağlanmaktan korkmuyor.

- Korkuyor aslında. O da benim gibi özgürlüğüne düşkün. Aradığı özgürlüğü müzikte bulduğunu söyledi. Annesi istemediği halde müzisyen olmuş. Bunun için araları açılmış. Ona müziği öğreten hocası ve birlikte müzik yaptığı arkadaşları dışında öyle çok sosyal bir çevresi yok. Bu yüzden hayatındaki anne baba boşluğunun yerine beni koymasından endişe ediyorum. Pek çok kadının hoşuna gider belki böyle bir bağlılık. Ama ben istemiyorum.

- Yine de bir şey seni ona çekiyor. Hatta şimdi beni bile peşinden sürüklüyorsun.

Bir süre ikisi de konuşmadan caddenin kalabalığında yürüdüler. Melek Alev’in düşkün olduğunu bildiği için seyyar satıcıdan aldığı kestaneleri soyarak tek tek ikram etti. Alev “Ne bu rüşvet mi veriyorsun? Sonra 200 gram kestane ile kandırdım filan diyeceksin değil mi?” diyerek arkadaşına takıldı. Soğuğa aldırmadan konuşa konuşa lüks otele doğru ilerlediler.

yd3

III

Otele vardıklarında piyano sesine yönelip bir kenarı bar olan genişçe hole doğru ilerlediler. Koltukların çoğu doluydu. Barda bir süre ayakta beklediler. Daha sonra boşalan masalardan birine yerleştiler. Piyano çalmakta olan kirli sakallı iyi giyimli papyonlu delikanlı başıyla selam verip gözleriyle kızları takip etmeyi sürdürdü.

Parça bittiğinde salondaki kimsenin tepki vermediğini gören Alev alkışlamaya başladı. Melek ve salondaki birkaç müşteri alkışa eşlik edince piyanist hafifçe doğrulup salonu selamladı.

Sonra tekrar çalmaya başladı.

Piyanodan yükselen tınılar salonu dolduruyor olsa da kimsenin dinlediği yoktu. Melek, çevresindeki yüksek sesle konuşan arada kahkaha atan kimseyi umursamayan insanlara kızgınlıkla baktı. Alev sakin olmasını rica etti. Parça bittiğinde daha güçlü bir alkışla piyanisti kutlasalar da masalardan pek katılan olmadı. Piyanonun başındaki delikanlı mikrofona yaklaşıp “Sıradaki eser İstanbul için bestelenmiştir. İstanbul’un değişkenliğini, yanardöner hallerini anlatmaktadır.” diyerek kızların masasına göz kırptı. Sonra ağır bir tempoyla başlayıp giderek hızlanan, arada tekrar yavaşlayıp hiç bitmeyecek gibi devam eden uzunca bir müzik eseri çaldı. Parça bittiğinde salonun dikkatini çekmeyi başarmış daha fazla alkış almıştı.

Piyano çalmayı sürdürürken kızların masasına doğru eğilen garson “sanatçımız sizlere bir şeyler ikram etmek istiyor. Ne alırsınız?” diye sordu. Kızların tereddüt ettiğini görünce “çok güzel roze şarabımız var. Birer kadeh denemenizi önereceğim” dedi. Kızların itiraz etmediklerini görünce yanlarından ayrıldı.

Masaya gelen birer kadeh şarap, kuru meyve ve çerez tabaklarını görünce Alev “keşke o kestaneleri yemeseydik” dedi. Melek cevap vermeden çerez tabağını önüne çekip Antep fıstıklarını ayıklamaya koyuldu.

Delikanlının müziğini dinleyip kadehlerini yudumladılar. Ortam hoşlarına gitmişti. “Kısa bir aradan sonra müziğimiz sürecek” diyerek piyanonun başından ayrılıp masaya yöneldiğinde Alev ve Melek delikanlıyı yanlarına gelene kadar alkışladılar. Kalabalık görünen salondan alkışlara katılan yine olmadı.

Kısa bir tanışmadan sonra delikanlı Melek’in koltuğunun kenarına ilişip elini tuttu. Sonra Alev’e dönüp “Covid illetine yakalandığım için hem kendime hem de hayata öfke duyuyordum. Ama şimdi görüyorum ki o hastalık olmasa belki de Melek’le hiç tanışamayacaktık. “Olacaksa hayırlısı olsun, hastalığın bile” diyen müzik hocam haklıymış. Covid olmasa hayatımda bir boşluk yine olacaktı. Ancak ben o boşluğun ne veya kim olduğunu hiç bilmeyecektim” dedi. Meleğin avucunun içine masum bir öpücük kondurdu. Melek’in yanakları hafifçe kızardı, başını önüne eğip gülümsedi “annem de yaşadığımız onca şeyden sonra hep hayırlısı olsun der dururdu. Kardeşim ve ben hiç anlamazdık.” diye yanıt verdi.

Delikanlı Melek’in şarap kadehinden bir yudum alıp biraz çerez atıştırdı. Sonra Alev’e bakarak konuşmasını sürdürdü.

- Çok zamanım yok. Az sonra piyanonun başına dönmek zorundayım. Melek yoğun bakımda yaşadıklarımı anlatmıştır ama bir de benden dinlemenizi istiyorum.

- Zor olmalı.

- Zor değil, çok zor. İnsanlığından çıkıyorsun. Hiç bilmediğin bir ortamda yatağa bağlı bir şekilde can çekişiyorsun. Her tarafından borular çıkıyor. Altını bezliyorlar. Günler, haftalar geçiyor hiçbir şey değişmiyor. Hatta arada daha da kötüye gidiyor. Sağında solunda kendin gibi can çekişenler, kimse kimseyi görmüyor. Herkes can derdinde. Arada ölüp gidenler. İki dünya arasında bir yerdesin. Ölüyorsun. Yalnızsın. Her şey anlamını yitirmiş görünüyor. O zamana kadar kendimi koca bir ağaç, içinde yaşadığım toplumu da orman gibi görürdüm. Fazla kibirli olduğumu orada fark ettim. Ben ve benim gibi yoğun bakımda can çekişenleri, ölüp gidenleri görünce kocaman bir ağacın yapraklarından başka bir şey olmadığımızı düşündüm. Ben de diğerleri gibi tutulduğu rüzgâr yüzünden zamanından önce kopup gidecek yaprağı andırıyordum.

Melek araya girip “Abartmasaydın. Tamam, tedavin zor ve uzun sürdü ama sonuçta iyileştin işte” dedi. Delikanlı Melek’e bakıp hafifçe gülümseyerek sözlerini sürdürdü;

- Sağlıkçılar alışkın olabilir. Ama ben içimdeki yalnız, biçare, eksik ve ezik insanla orada tanıştım. Birileri tutmasa yok olup gideceğim hissi içinde günler, haftalar geçirdim. Arada bilincimin kapandığı da olmuş. Ancak işte o sıkıntılı günlerde astronot gibi giyinmiş biri gelip başımda bir şeyler yapıyor bu arada kendi kendine şarkı mırıldanıyordu. Beni görüp görmediğinden bile emin değildim. Bana bakmıyordu. Ama özellikle geceleri yoğun bakımda solunum cihazlarının seslerinden başka ses duyulmazken sanki Melek’in mırıldandığı şarkıya tutundum. Hangi şarkıyı mırıldandığını hatırlamıyorum. Sadece fazlasıyla kötü söylediği kalmış aklımda.

- Eh yani. Bir de şarkı beğendirecektik sana. Öylece yatıyordun ve ben de işimi yapıyordum. Çalışırken farkında olmadan bir şeyler mırıldananlardanım. Hangi şarkıyı söylediğimin veya nasıl söylediğimin ne önemi var?

- Latife yapıyorum, Meleğim. Sonuçta benimle konuşmasını bir şeyler anlatmasını rica ettim. İki günde bir geceleri nöbete geliyordu. Aklına gelen ne varsa bir şeyler anlatıyordu. O konuşurken yalnız olmadığımı veya öleceksem bu dünyadan yalnız gitmeyeceğimi düşünüyordum. İyi geliyordu.

- Aslında haklısın. Yaptığımız tedavi pek işe yaramıyordu. Bir ara doktorlar ümidi kesmeye bile başlamıştı. Ama seninle konuşmaya başladıktan sonra yavaş yavaş iyileştin. Yani biz destek tedavi verip öte tarafa gitmene izin vermesek de iyileşmeni sağlayamadık. Vücudunun kendi mücadelesi seni iyileştirdi.

Delikanlı Alev’e dönüp “Meleğim demekte haksız mıyım?” diye sordu. Alev gülümsemekle yetindi.

Delikanlı çerez tabağında kalan son çerezleri ağzına atıp “Müzik devam etmeli” diyerek izin istedi. Piyanoya doğru ilerlerken garsona masayla ilgilenmesini işaret etti. Piyanonun yumuşak tınılarını salondakiler umursamasa da kızlar susup ilgi ile dinlediler. Her şarkıdan sonra alkışlasalar da salondan istedikleri seyirci desteğini sağlayamadılar.

Çok yıldızlı otelin barı dolup boşalıyor, koltukların sahipleri değişiyor, müzik ağır ve yumuşak tempoda devam ediyordu. Yandaki masadakilere katılmak isteyen iyi giyimli bey efendi Alev’in çantasını koyduğu boş koltuğu işaret edip “Alabilir miyim?” diye sordu. Alev bohça irisi çantasını kucağına alıp koltuğu boşalttı. Bey efendi ise koltuğu çevirmek yerine bu iş için çağırdığı garsonun gelmesini bekledi.

Alev salona gelen gidenlerin şık ve pahalı kıyafetler taşıyor olsalar da birbirlerine ne kadar benzediklerini düşündü. Neredeyse hepsi aynı şekilde davranıyordu. Salonun kapısında bir süre durup içeridekileri süzer gibi yapıyor, fark edilmeyi bekliyor sonra oturacakları yere doğru ilerleyip sanki çevrelerinde kimse yokmuş gibi tavır takınıp garsona sesleniyorlardı.

Çift olarak gelenlerde de durum değişmiyordu. Genellikle kadın salonun kapısında eşinin elini tutuyor veya koluna giriyor ama yine kısa bir süre tanıdık arıyormuş gibi bakınıp fark edilmeyi bekliyorlardı. Çalan müzik veya piyanodaki delikanlı umurlarında bile değildi. Delikanlı ise alkış gelmeyeceğini anladığı için parçaları birbirlerine ekleyerek çalmaya başlamıştı. Bir süre daha çaldıktan sonra daha uzun bir ara için salondakilerden izin istedi.

Yine kimse umursamadı.

Piyanonun başından kalkıp kızların masasına gelen delikanlı Melek’i göremeyince soran gözlerle Alev’e baktı. Alev “lavaboda” diye yanıt verirken mendilini ağzına götürüp birkaç kez olabildiğince sessiz aksırdı. Delikanlı “çok yaşa” derken ceketinin düğmesini açıp Alev’in karşısına oturdu. Delikanlının suskunluğunu gören Alev “Nasıl oluyor bu?” diye sorarak konuşturmaya çalıştı. Delikanlı soran gözlerle ellerini açarak açıklama beklediğini ifade eden bir jest yaptı.

- Nasıl oluyor? Müzik bir insanın hayatının ortasına nasıl bu kadar girebiliyor? İlgilenecek bunca şey, kitap, başka konular hatta sanatlar varken müzik nasıl tüm bunların yerini alabiliyor?

- Kulağımın müziğe yatkın olduğunu anladığımdan beri müzik hep hayatımın ortasında oldu. Bir kuş için rüzgâr veya hava neyse benim için de müzik öyle bir şey. Anlatması kolay değil. Madem kanatlarım var o zaman uçmalıyım diyen bir kuş değilim ama kanatlarımın hissettiği neyse onun varlığı iyi geliyor diyebilirim. Kendimi ve hayatı sözcüklere sığdıramasam da müzik üzerinden anlayıp aktarabiliyorum. Bu da şimdilik yetiyor.

- İyi de müzik sizi nereye kadar taşıyabilir? Müziğin nereye taşımasını hayal ediyorsunuz?

Delikanlı oturduğu koltukta hafifçe yana kayıp yaklaşmakta olan Melek için yer açtı. Melek sıkışık olmasına aldırmadan delikanlının yanına otururken “Ne kaynatıyorsunuz bakayım? Beni mi çekiştiriyorsunuz?” diye sordu. Alev “Konuşacak onca konu varken seni niye konuşalım? Müzik üzerine konuşuyorduk” diye cevap verdi. Delikanlı Melek’in elini tutup avucunun içine bir öpücük kondurdu. Melek yine kızarıp çevresine bakındı. Elini hızla geri çekti. Delikanlı gülümseyip Melek’e baktı;

- Alev bana müzik ile sadece müzik ile yaşamayı nereye kadar sürdürebileceğimi sordu.

- Yok, öyle sormadım. Müziği rüzgâr veya havaya benzetmişti. Ben de nereye uçmayı düşlediğini sordum.

- Bilmiyorum sevgili Alev. İnan bilmiyorum. Tek bildiğim müziğin hayatın içinden yavaş yavaş çekilmekte olduğu. Her şey, herkes görsellik üzerine yoğunlaşıyor. İnsanlar kulağını yitiriyor, konuşmaktan başka bir iş için kullanamaz olacaklar diye korkuyorum. Aynı korkuyu paylaştığım müzik hocama “ne yapmalı?” diye sorduğumda “Müzik yapmaya devam et, yeter” diye cevap vermişti. Yani bu şehrin martıları gibi hiçbir yere gitmeden aynı yerde dönüp duruyorum. Müziğin olmadığı bir hayatın ne kadar boş olacağının farkında bile olmayanlar için ve daha çok da kendim için hayatımı müzikle doldurmaya çalışıyorum.

Melek delikanlının koluna girip “Geçen gün bana anlattıklarını Alev’e de anlatır mısın? Müziği öğrendiğin hocanın kaygılarını paylaşmıştın. İnsanın duyu organlarını yitirip kocaman bir göze dönüşmekte olduğundan söz etmiştin.” Dedi.

Piyanistimiz sevgi dolu gözlerle Melek’e baktı. Garsona uzaktan bir el işareti yapıp içecek bir şeyler getirmesini rica etti. Anlaşıldığı kadarıyla içkiler ikram olduğu için hangi şişe açıksa o şişeden şarap servisi yapılıyordu. Bu kez masaya beyaz şarap servis edildi. Fark ettirmemeye çalışarak garsonun cebine bahşiş bırakan piyanistimiz Alev’e döndü.

- Az sonra müziğe dönmem gerekecek. Konu uzun çabucak anlatmaya çalışayım. Hocamın anlattığına göre teknoloji ve modern yaşam ile birlikte duyu organlarımız arasında göz, her şeyin önüne geçip tüm algıları yönetir olmuş. Günümüzde her şey görünürlük ve görsellik üzerinden var olabiliyor. Sosyal medya ortamlarına baktığında görünürlük ve seyredilir olmanın baskın olduğunu görüyorsun. Her şey göze bağlanınca koca bir ömrün hayata gözlerini açmak veya yummak diye tanımlandığından hatta insanların artık okumak yerine seyretmekle yetinen kocaman bir göze dönüşmekte olduğundan yakınmıştı, hocam.

- Yani?

- Yani görsellik arttıkça diğer duyu organlarımız giderek köreliyor. Farkındaysan önce koku duyumuzu yitirdik. Koku duyusu, tat duyusunun içine kısıtlı bir alana tıkıldı ve haliyle köreldi. Hocam, günümüzde hep yapay kokular ile avunduğumuzdan söz ediyor. Dahası böyle giderse pandeminin getirdiği sosyal mesafe uygulaması ile dokunma duyumuzdan da olacağız. Başlangıçta çok önemsememiştim ama müzik hocam aynı şekilde sesimizi ve kulağımızı da yitirmekte olduğumuzdan söz edince durumun ciddiyetini anladım. Sesimiz kısılırken müzik de hızla hayatın kenarına atılıyor. Koku duyusunun başına gelenler müziğin de başına gelecek gibi görünüyor.

- Nasıl olacakmış bu? Konuşurken sesimizi kulağımızı kullanmayı da mı bırakacağız?

- Konuşacağız ama sesimiz daha kısık çıkacak, hayatımızda müzik azalırken konuşma da bu durumdan nasibini alacak. Az önce olduğu gibi kimseye duyurmamak için ses çıkarmadan aksıracaksın ve saçının ucundaki yeşil röfle ile aynada kendini fark etmek veya ettirmekle yetineceksin.

- Seviyorum o röfleyi.

- İlk kez fark ettiğimde başkalarının dikkatini çekmek isteseydin daha gür olan saçının arka kısmına röfle yapardı diye düşünmüştüm. Saçının önüne yaptığına göre kendin de göresin diye yapıyorsun. Bu güzel. Ama sonuçta o da diğer duyulara değil, göze hitap ediyor.

- Peki, ne olacak?

- Hocamın söylediğine göre çok kısa süre içinde o gürültülü arabaların yerini elektrikli motorlarıyla ses çıkarmadan yol alan arabalar alacak. Önce şehirlerin gürültüsü azalacak. Bu durum ilerleme olarak görülecek, herkes iyi bir şey zannedecek. Ancak insanların sesleri de daha az çıkmaya daha az itiraz etmeye başlayacaklar. Kendi kendine yüksek sesle şarkı söylemeye bile çekinir olacaklar. Şehirler yavaş yavaş kütüphane sessizliğine bürünecek. Sonra sıra müziğe gelecek. Müzik insanların hayatlarının arkasında bir fon haline dönüşecek. Şu an salondaki kokuyu burnumuz algılamadığı gibi kulaklarımız da çalmakta olan müziği işitmez olacak. Belki yine bir yerlerde müzik çalacak ama kulağımız müziğe uzaklaşacak. Kendimizle ve başkalarıyla ilgilenip nasıl göründüğümüzle oyalanırken müzik hayatımızdan eksilerek yok olacak.

- Hayatın doğal akışı gibi söz ediyorsunuz. Müziğin hayatın içinde bir fona dönüştüğünden söz ederken bile görselliğe gönderme yapıyorsunuz. Yine de yitirilenin ne olduğunu tam olarak anlayamadım. İşitme duyum yerinde duruyor ve konuştuklarınızı anlayabiliyorum.

- Bu soruyu ben de hocama sormuştum. Müzik olmazsa hatıraların eksik kalacağından söz ederek günümüz müziğinde aradığını bulamayanların geçmişin 45lik plaklarına yönelmesinin boşuna olmadığını anlatmıştı. Hatıralara eklemlenmiş müzik parçaları ile yaşanmışlıklarına tutunulduğundan söz etmişti. Dediğine göre müzik hayatın içinden çekildikçe hatıralar eksik kalacaktı. İleride bugün burada oturup konuştuğumuzu belki yine hatırlayacağız ama çaldığım müziğin bu hatırlamada katkısı çok az olacak. Hâlbuki insanlar çalmakta olan müziğe eşlik etmiş olsa bugüne dair o coşku unutulmayacak, bir gün aynı müzik karşılarına çıktığında bugünü hatırlayıp yaşadıklarının kendi hayatı olduklarını fark edecekler. Hocam, “Müzik de koku gibi hayatın içinden eksildikçe yaşanmışlıklar fakirleşecek diye kaygılanıyorum” diye söyleniyordu. Korkarım haklı çıkacak.

Melek piyaniste sevgi ve hayranlık dolu gözlerle baktı ve “İyi de insanların burada yaşadıklarının kendi hayatı olduğunu hissetmediklerini nereden biliyorsun?” diye sordu. Soruya Alev yanıt verdi.

- Baksana bu salondaki herkes birbirine benziyor, kime baksan aynı şekilde davranıyor ve nasıl göründüğü ile çok meşgul. İnsanlar gelip gidiyor ama salonda hiç bir şey değişmiyor. Bir tek yaşlıca bir bey efendi az önce çıkarken piyanoya doğru ilerleyip saygı dolu selam verdi. Şimdi o da yok. Bugün buradan geriye kimseye hatırlayacak pek bir şey kalmayacak. İyi vakit geçirmiş olacaklar ama o yaşlı beyefendi haricinde buradakilerin ömürlerine ekleyecekleri hatırlamaya değer anı kırıntısı bile olmayacak.

- Anlamadım. Burada oturup sohbet etmiş olmaları yetmiyor mu?

- Kızım bizim sen her sohbetimizi hatırlıyor musun? Çoğunu unutup gidiyoruz. Lakırdı ediyoruz. Ama bazen bir film üzerine saatlerce konuşup tartışıyoruz. Sonra günler geçiyor o filmi hatırlatan bir şey, bir müzik işittiğimizde film ile birlikte o tartışmayı hatırlıyoruz. Sanırım böyle bir hatırlamaya ihtiyacımız var.

Delikanlı bu sözleri başıyla onaylayıp tekrar Melek’in elini tuttu. Melek bu kez elini çekmedi. “Meleğim hayatlarımız fakirleşiyor, her şeyi seyretmekle yetiniyor içine giremiyor, bir şeylerin hayatımıza dokunmasına anı oluşturmasına fırsat bırakmıyoruz. Ben bunu o yoğun bakımda canım çekilirken kendi kendine şarkı söyleyen veya gelip benimle konuşan bir meleği dinlerken fark ettim.” Dedi. Meleğin yanakları kızardı. Kısa süre sevgi dolu gözlerle birbirlerine baktılar. Alev sesini çıkarmadan “onları” izledi.

Delikanlı kadehinde kalan son yudumu içip ayağa kalktı, önünü ilikledi. Müziğe devam etmesi gerektiğini söyleyip piyanoya yöneldi. Alev “Biz birazdan kalkarız, tanıştığımıza memnun oldum. Davet için teşekkürler” dedi. Piyanist “Şimdi kim beni alkışlayacak, müziğim yalnız kalacak, Melek, hiç olmazsa sen biraz daha kalsaydın” diyerek yüzünü ekşitti. Kızların cevap vermesini beklemeden piyanoya yöneldi.

IV

Otelden çıktıklarında hava iyice soğumuştu ve inceden yağmur yağıyordu. Yürünecek gibi değildi ama Melek arkadaşının söyleyeceklerini dinlemeden yanından ayrılmak istemiyordu. Alev çantasından çıkardığı kaşkolunu kafasına ve boynuna sarıp uçlarını kabanının içine soktu. Önünü ilikledi.

Melek, soran gözlerle arkadaşına baktı.

- Bir şey söylemeyecek misin?

- Yanınızda olup benim gözümden birlikteliğinizi görmek istemiştin. Gördün işte. Benim görevim bitti.

- Ama

- Aması maması yok. Hayat senin hayatın. Ben mi, biz mi kararını sen vereceksin. Şunu bil ki hangi kararı verirsen ver geride bıraktığın seçenek hep kafanı tırmalayacak. Merak etme her şartta seni bırakmam. Bunca yıldan sonra sen de beni bırakmazsın.

- İyi de çocuğa ne söyleyeceğim.

- Bir şey söylemen gerekmiyor. İçindeki melek ile dışındaki melek baş başa verip bir karar verecek elbet. Sen sadece bekleyeceksin. Gördüğüm kadarıyla çok fazla beklemen de gerekmeyecek. Geç oldu gitmeliyim. Burada ayrılalım.

- Eve gidince seni arayabilir miyim?

- Sen bilirsin. Bence bu gece böyle kalsın. Yarın konuşalım.

Bu sözlerden sonra Alev caddeye doğru hızlı adımlarla ilerledi. Bir an durup arkasını döndü Melek’e baktı “ Ha bu arada, farkındaysan seninkinin çaldığı o yanardöner İstanbul parçasını ikimiz de beğendik. Yani yanardönerlerden de arada hatırda kalır güzel bir şeyler çıkabiliyormuş. Hastalarınızı renkler ile etiketleyerek haksızlık ediyorsunuz dediğimde gülmüştün. Hatırlatayım istedim.” dedi.

Bohça irisi çantasını omzuna asıp hızını arttıran yağmura aldırmadan metroya doğru ilerledi. İstasyonun merdivenlerine geldiğinde dönüp uzaktan arkasına baktığında Melek’in otelin kapısında kararsız halde durmakta olduğunu gördü.

Geri dönüp arkadaşının yanına gitti ve koluna girdi. “Gün daha bitmedi. Seninkinin yanına dönmek veya bugün bir karar vermek zorunda değilsin. Hadi gel bana gidelim. Ama öyle hemen zıbarıp uyumak yok. Gece uzun ve benden çekeceğin var. Konuşacağız” dedi. Melek’in yine kararsız kaldığını görünce “Yağmurda kanatların ıslanacak diye korkma, uçmayacaksın. Metro ile gideceğiz haydi nazlanma” diye üsteledi.

Melek arkadaşının koluna sıkıca sarıldı. Birlikte metro istasyonuna doğru yürümeye başladılar.

İki arkadaş için Alev’in gölgesinde geçecek yanardöner bir İstanbul gecesi devam ediyordu.

Mehmet Uhri

One Response to “Yanardöner”

  1. Yılmaz Ali diyor ki:

    Merakla okudum.Ummadığım yerde yazı bitti. Devamı var ise okumak isterim. Yarım saatlik okumu sürem de çağlar boyu yaşamın fark etmediğimiz değişimler geçirdiğini anladım. Müziğin değişime uğrasa da gündemden düşmeyeceği kanaatındayım. Müziğin şifa enerjisinin bütün hüçrelerimizde dolup taşması dileğiyle selamlar

Leave a Reply