Abdallara ağıt

abdallar-agiti

Gençlik yıllarından kalma neredeyse unutulmuş kısacık bir yaşanmışlığı yıllar sonra hatırlama çabasıyla yolumu yönümü değiştirmiş Ezine yakınlarındaki o küçük sahil iskelesine sürmüştüm.

O günden en son hatırladığım balıkçının çoktan denize açılmış olduğu, arıcının ise “Hatırladığınca yaşarsın. Gerisi hep bir yolculuk.” diyerek bizleri uğurlamasıydı.

Bu sözleri gençliğin içi boş özgüveni ile yaşlıların bitmek bilmez gevezeliklerinden biri gibi algılamış o gün anlamaya bile çalışmamış üzerinde durmamıştım.

Sahil neredeyse olduğu gibi duruyordu. Koya adını veren heybetli fıstık çamı da öyle…

Yıllar önce balıkçının teknesini bağladığı iskele yıkılmış, geriye üzerinde balıkçılların tünediği paslı kazıklar kalmıştı. Koydaki bina lüks bir lokantaya dönüşüp büyümüştü. Sahilde bir süre yürüyüp denize taş attım.

Yıllar önce çadırlarımızı kurduğumuz yeri hayal etmeye çalıştım.

Rüzgârın hissettirdiği sonbahar serinliği nedeniyle binaya yöneldim.

Hatırladığım binaya benzemiyordu. Lokanta için gün yeni başlıyordu. Bir iki masa dışında müşteri yoktu. Eskiyi anımsatacak bir şeyler bulurum umuduyla içeriye hızlıca göz attım ancak gözüme çarpan bir şey olmadı.

Çay sipariş edip oturdum. Onca yolu boşuna gelmiş gibi hissediyor, kendime içerliyordum. Çayımı yudumlarken ocağın yanındaki duvarda asılı curayı ve yine aynı duvarda asılı aynaya iliştirilmiş fotoğrafı fark ettim.

Çayımı elime alıp çay ocağına yöneldim. Doldurduğu çayları tepsiye dizmekte olan ocakçıya aynanın kenarındaki yıpranmış fotoğrafı gösterip “Balıkçı hayatta mı?” diye sordum.

Garson fotoğraftakini tanımıyordu. Eliyle kasada oturan yaşlıca adamı işaret ederek “Bilse o bilir” dedi.

Kasaya yönelip adama aynanın kenarındaki fotoyu ve curayı işaret ederek balıkçı ve arıcının hayatta olup olmadıklarını sordum. Şaşkınlıkla yüzüme baktı.

- Tanır mıydın?

- Çok yıllar önce kısa bir karşılaşmaydı.

- Hayattalar mı? Neredeler?

- Önce sen söyle. Nasıl tanıdın? Ne anlattılar sana?

Yandaki masadan bir sandalye çekip “Otur, anlat hele” dedi. Kasanın yanına iliştim. Çayımı yudumlarken arıcı ve balıkçıyı ve o gün yaşananları anlattım.

O iki “abdalı” bir takım rastlantılar sonucunda tanımıştım.

1bb8735b-5dcd-4051-b108-d313637d0ac7

Biri arıcılık, diğeri balıkçılık yapıyordu. Gençliğin heyecanı ve kolaycılığı içinde “değişik” bulmuş anlamaya da çalışmamıştım.

Üzerlerinden fakirlik akıyordu ama mutluydular. Balıkçı tuttuğu balığı, arıcı da ürettiği balı tadına bile bakamadan satmak zorunda olduğundan yakınıyordu. Onca yoksulluğun içinde mutlu mesut yaşamalarına hayret etmiş sonra da unutmuştum.

Yıllar önceydi.

Üniversiteli üç arkadaş çadırları yüklenmiş Bozcaada’ya gidiyorduk. Otobüsün arıza yapması nedeniyle yolculuk uzamış Odunluk iskelesine akşamüzeri ulaşmıştık. İskeleden Bozcaada’ya kalkan tekne seferleri sona ermişti. Olduğumuz yere çadır kurup gecelemeyi düşünürken jandarma engel olmuş çadır kurmamıza izin çıkmamıştı.

O sırada Bozcaada’dan gelip limana yanaşan tekneden çıkan kamyonetin şoförü bize acımış birkaç koy ileride çadır için uygun yer olduğunu yardımcı olacağını söyleyip kamyonetin kasasını işaret etmişti.

Sözü edilen koya vardığımızda hava kararmaya başlamıştı. El değmemiş bir koya benziyordu. Kahvehane lokanta benzeri derme çatma yapı dışında tamamen doğa hâkimdi. Kahvehane sahibine yaşadıklarımızı anlatıp bir gecelik izin istemiş sahile yakın bir yere çadırlarımızı kurmaya girişmiştik.

Çadırları kurduktan sonra denize girip çıkmış karnımız iyice acıkmıştı. Kahvehanede pek kimse görünmüyordu. Kenarda bir masada iki kişi masayı kurmuş keyifle demleniyorlardı. Sonradan arıcı olduğunu öğreneceğim esmer adam elindeki cura benzeri telli çalgıyı çalıyor karşısındaki saçı sakalı birbirine karışmış yaşlıca balıkçı ise gür sesiyle eşlik ediyordu.

Balıkçının bir ayağı masanın yanındaki ağların üzerindeydi.

Öyle zengin bir masa da değildi. Birkaç dal marul ve roka yaprağı, zeytin, domates, ekmek ve biraz da leblebi ile e rakılarını yudumluyorlardı.

Az ötelerindeki masaya ilişip çay istedik. Elimizdeki kahvaltılık yiyecekleri çıkarınca patron dışarıdan yemek kabul edilmediğini söyleyerek itiraz etti. Öğrenci haliyle lokantaya verecek paramız olmadığı için toparlanıp ayağa kalktık.

Durumu gören balıkçı elini kaldırıp “Patron, şuraya bir masa daha ekle, delikanlılar misafirimiz” diyerek masalarına davet ettiler. Biraz da çekinerek eklenen masaya iliştik.

b9c72b1f-b681-4d83-91a8-ddc185ef9be2Arkadaşım çantasından çıkardığı peynir kalıbını tabağa koyup dilimledi ve “afiyet olsun” diyerek masanın ortasına bıraktı. Bu harekete patron yine bir şey söyleyecek gibi olunca balıkçı “Hesaba yaz. Racona ters olsa da bu kez böyle olsun. Onlar genç, öğrenecekler. Önce karınlarını doyuralım şu delikanlıların” diyerek masaya bir şeyler getirmesi için sipariş verdi.

Arıcı ise curayı dizine yaslayıp “İçer misiniz?” diye sormadan kadehlerimizi doldurmaya başladı. Doğrusu hiç itiraz edesimiz yoktu. Kendimizi tanıtıp üniversitede öğrenci olduğumuzu ve Bozcaada’ya gitmeye çabalarken kendimizi burada bulduğumuzu anlattık.

Elleri nasırlı yüzü güneş ve tuzdan çatlamış hayli kırışmış saçı sakalı karışmış olan yaşlıca adam önce kendini sonra arkadaşını işaret edip “ben balıkçıyım, o da arıcı. İkimiz de abdalız. Hepsi bu.” Dedi.

İsimlerini bile öğrenemedik.

Hatırladığım kadarıyla günün kararmak bilmediği sıcak bir Haziran gecesiydi.

İlk kadehleri devirip karnımız doymaya başlayınca “arıcı” Curasını eline aldı. “Kul Himmet bize katılsın” diyerek “gafil gezme şaşkın” türküsünü çalmaya başladı. Balıkçı gür sesiyle türküye katıldı. Bizler de dilimiz döndüğünce eşlik edip tempo tuttuk.

images1Arada durup kendilerini anlatıyor sonra yine türküye devam ediyorlardı. Arıcı balıkçıyı işaret edip “av yasağının bitmesiyle işlerin açılacağını sanıyor ama yıldan yıla deniz küsüyor” deyince balıkçı “Bu yıl yine kurak gitti, arılar dağda bayırda çiçek bulamadı. Balın da tadı kaçtı” diye yanıt verdi. Kısa bir sessizlikten sonra “Bak buna içilir, ne de olsa eksilenlere içiyoruz” diyerek kadehlerini masaya vurup yudumladılar.

Arıcı curasını dizine yaslayıp anlatmaya başladı;

- Ben arıcıyım. Dağda kovanları beklerim. Oğul verdirir, kovan satarım. Sahile indiğimde ise balıkçıyı bulur geçen ömre takoz koyup “bi dur hele” der içer söyleriz.

- “Bi dur hele” mi? O nasıl oluyor?

- “Arıların bal vakti zaman hızlı akar” derler. Ömür de öyle geçip gidiverir. Çalışırken insan zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Anlayabilmek için arada durup vaktin ötesine bakmak gerekir. Vaktin ötesi için dağda kayaya sırtını verip batan güneşe veya denizin ortasında sudan yansıyan yüzüne bakarsın. Bazen de böyle bir masa etrafında kendinden önceki abdalları yâd edersin.

Bu sözlerden sonra kadehler tekrar kaldırıldı. İkinci kadehler ile birlikte kafamız olmuş, karnımız doymuştu. Arkadaşım saatini işaret edip sabah erken kalkılacağı için kalkmamız gerektiğini söyleyince “daha yeni başladık ” diyerek bırakmadılar.

Bir süre daha sesimizi çıkarmadan oturduk. Kadehler boşalınca bize dönüp “vites değiştirme vakti geldi” diyerek ikisi de ayağa kalkıp üstlerini çıkardı. İskeleye doğru ilerleyip gecenin o vakti kendilerini Ege’nin serin sularına bıraktılar.

İlk anda şaşırsak da biz de eşlik ettik. Kısa süren soğuk gece denizi macerası ile ayılmış, günün yorgunluğunu da atmıştık.

Masaya döndüğümüzde üzerimizden sular akıyordu. Kadehler tekrar doldurulurken sanki hiç içmemişiz gibi ayık olduğumuzu görüp hayret ediyorduk. Balıkçı kadehleri doldururken “İyi ki Bozcaada’nın vakti sizler için gelmemiş de burada buluştuk, ne güzel oldu” dedi. Arkadaşım “Tekneye zamanında yetişemediğimiz için oldu” diye açıklamaya çalışınca elini havaya kaldırdı;

- Teknenin zamanı olur ama biz abdallar için önemli olan vakittir. Zaman dediğin o koluna taktığın saatten ibarettir. Ölçer, biçer kullanırsın. Vakitse şu deniz gibidir. “Vakti geldi” der içine girer az önceki gibi debelenir çıkarsın. Kuşluk vakti kahveni yudumlar, yemek vakti karnını doyurur, vakti-i keraat ile şişeyi açar masaya oturur, uyku vaktinde çekilirsin.

- Peki ya zaman? Zaman bu denizin neresinde?

- Vakit deniz gibidir dedim ya. Dalgası, fırtınası, akıntısı yorar insanı. Çoğu kişi denizden ürküp araya gemi, tekne, sandal gibi bir aracı koyar. Zaman dediğin zannımca vakit denizinde yüzen bir teknedir. Herkesin teknesi de kendine göredir. Zenginin zamanı ile fakirin zamanı o yüzden bir değildir.  Zamanın teknesinde olanlar için hayat keyifli bir yolculuktur. Nereye gideceğini, ne zaman varacağını, ileride ne olacağını hep zaman gösterir. Huzur arayanlar için birebirdir.

- İyi de herkes gemide değil mi? O zaman vakit denizinde kimler yüzüyor.

- Bazen insan az önce olduğu gibi kolundaki saatten kurtulur, “Gece denizi olur mu?” diye sorgulamaz zamanın teknesinden atlar, batıp çıkmaya başlar. Yoruluncaya kadar yüzer. Kısa süreliğine de olsa zamanın kendini yönetmesine izin vermez. Kimileri ise arıcı gibi kolunda saat bile taşımaz. Dağ başında şafak vakti uyanır, kuşluk vakti kahvesini yudumlar, yemek vakti karnını doyurur, uyku vaktinde de uyur.

- Yani?

- Yani ömür dediğin öyle ya da böyle bir yolculuktur. Tutunduğun vakitler hayatın olur. Günü geldiğinde de hayatın teknesinden sıradan bir yolcu olarak iner gidersin. Yani koca bir ömürden kalan bu gece olduğu gibi hatırlayacağımız o vakitlerdir.

Kadehler yeniden havaya kalktığında bu kez Arıcı sözü alıp “Bir de o denizden de uzak durup sahilde olan biteni seyredenler vardır ki, hiç sorma. Onlar için zaman bile yoktur.” dedi. Curayı eline alıp çalmaya başladı.

Türkü bitince kadehler tekrar tokuşturulurken arkadaşım dayanamayıp; “Peki ya siz, siz neresindesiniz bu hayatın?” diye sordu.

Lokanta sahibi anlattıklarımı can kulağı ile dinlerken araya giren garson müşterilerden birinin hesap istediğini söyledi. Patron hesap fişini düzenlerken o geceye dair hatırladıklarıma ve az önce anlattıklarıma ben de hayret ediyordum.

Anlattıklarımı ilgiyle dinleyen patron elini kaldırıp garsona “Beyefendi misafirimdir. Bize okkalı iki sade kahve gönder, süvari olsun” dedi. Sonra bana döndü;

- Çok şanslıymışsınız. Balıkçı hep buradaydı, arıcı ise bahar aylarında ve kışa girerken uğrar birlikte içip çalar okurlardı.

- Ne oldu onlara? Yaşıyorlar mı?

- Önce balıkçıyı yitirdik. Sahildeki iskeleyi bile parçalayan fırtınadan parçalanmış halde teknesi döndü ama kendi dönemedi. Bir mezarı bile olmadı. Bir kaç yıl sonra arıcının marazlandığını duyduk. Bir akşam üzeri çıktı geldi. Yıkık dökük o iskeleye yakın bir masaya ilişti. Kendi başına içerken curası da ona eşlik etti. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar hem ağladı hem çaldı. Sonra curasının tellerini söküp denize fırlattı. Hesabı öderken cebinden çıkardığı balıkçının o fotoğrafını ve telleri sökülmüş curayı “bunlar burada kalsın” diyerek bıraktı. Arıcıdan bir daha haber alamadık.

- Üzüldüm.

- Rahmetli peder anlatırdı. Yıllar öncesinde burada ilk bina inşa edilirken onlar yine bu sakin sessiz koya gelir sahilde oturup anlattığın gibi içip türkü okurlarmış. “Sanki buraların kuşu balığı gibiler” derdi peder.

- Sanırım yıllar önce bizi başından savmaya çalışan aksi ihtiyar babanız oluyor.

- Evet, zor adamdı.

İrice çay bardağında gelen kahvelerimizi yudumlarken o gece yaşananları anlatmayı sürdürmemi rica etti.

- “Siz neresinde oluyorsunuz bu hayatın?” Diye sormuştu arkadaşınız. Ne cevap verdiler?

- Arıcı “Sonunda ölüm olunca neresinde olduğunun önemi kalmıyor” diye yanıtlamış, balıkçı ise abdallığa sığındıklarından söz edip yalnız gelinip yalnız gidilen bu hayatı ölüme inat olabildiğince özgür yaşamaya çalıştıklarından söz etmişti.

O gece balıkçıdan sofra adabı da öğrenmiştik. Kadehini eline alıp;

- Masada ilk kadehler tokuşturulmaz masaya vurulur. O kadehler geride bıraktıklarımız, kaybettiklerimiz içindir. Yani önce ölüme, ölenlere eksilenlere içerek başlarız. Sonraki kadehleri karşılıklı tokuşturup şu dünyadaki yalnızlığımızı unutmaya çabalarız. Bu gece siz de katıldınız yalnızlığı hep birlikte gömdük, masamıza. Dem tuttuktan sonra sıra özgürlüğe ve onun olmazsa olmazı sağlığa gelir. Kimimiz özgürce çalar, kimimiz söyler, kimimiz de özgürce oynar. Ağzımızın tadı yerindeyse şükreder, sağlığa ve özgürlüğe içeriz.

Arıcı araya girip “Her zaman böyle olmaz. Gönül işidir yaşamak. Acısını içine atıp ağlayamayanların yerine ağlaştığımız da olur. O zaman Teslim Abdal’ı anarız” Diyerek curasını eline aldı ve Teslim Abdal’dan “Engin ol gönül” türküsünü okumaya başladı. Balıkçı da eşlik etti.

Türkünün bitmesini bekleyip heyecanla “Peki ya sonra?” diye sordum. Balıkçı boşalan kadehini doldururken cevap verdi;

- Ölüm, yalnızlık, sağlık, özgürlük deyip geçen ömre hayıflanırken abdalların nefesleri hep böyle türkü olur eşlik eder. Sıra tüm bunların manasına gelene kadar içer, söyler, ağlaşırız.

- Sahi, ne anlamı var tüm bunların?

- İşte orada az önce yaptığımız gibi durur vites değiştiririz. Sonunda ölüm olunca aradığımız mananın bile anlamı kalmıyor. Masaya dönüp taksimetreyi sıfırlar “Varsa yoksa bir mana” diyerek en baştan başlarız. Kadehler tekrar ölüme, kayıplara kalkar. Sonrasında yalnızlığa, özgürlüğe, sağlığa, hep aynı şeyler işte…

- Hepsi bu mu?

- Daha ne olsun. Ömrüm balık tutmakla geçti. Bir gün baktım ki o balıklar da beni tutarmış. Gidememiş hep burada kalmışım. Arıcının durumu daha kötü. Arıları hayatta tutma uğruna dağ başında kovanlardan birine hapsolup ömür tüketir. Kimin kimi tuttuğunu çözemiyorsun. Baksana, burada bu gece biz mi sizi tuttuk yoksa siz mi bizi? Kaldı ki ne önemi var? Hayat böyle bir şey, gençler. Yaşayın gitsin…

O geceye dair hatırladıklarım bu kadardı.

O kadar içmeye alışkın olmadığımız için masada sızmaya başlamış görece daha ayık kalan arkadaşımız bizi çadırlarımıza taşımıştı. Ertesi sabah zor uyanmıştık. Hesap görmeye gittiğimizde arıcı ve balıkçının misafiri olduğumuzu söyleyip ödeme almamışlardı.

Balıkçı ağlarını teknesine yükleyip çoktan denize açılmıştı. Arıcı ise kamyonetindeki yükleri kontrol ediyordu.

Çadırlarımızı toplayıp yola koyulmak istediğimizde gelen meşrubat kamyonunun şoförüne bizleri odunluk iskelesine bırakmasını söylediler.

Ayrılırken arıcı yanımıza gelip “Hatırladığınca yaşarsınız gençler. Gerisi hep bir yolculuk. Haydi selametle…” Diyerek uğurlamıştı.

Kahvelerimizi bitirmiştik. Lokantanın patronu kasadan kalkıp çay ocağına yöneldi. Duvardaki telleri olmayan curayı alıp geri geldi. “Bunca senedir sesi çıkmayan bu curanın sanki sesi oldun, onları konuşturdun. Arıcı ile balıkçı yolculuklarına kısa bir ara verip hatırlanmak istediler. Sağ olasın” dedi.

Curayı elime alıp bir süre gövdesini okşadım.

Yemeğe kalmam konusunda ısrarcı olsa da arıcının “Hatırladığınızca yaşarsın, gerisi hep bir yolculuk” sözlerini tekrarlayıp “Yolcu yolunda gerek” diyerek curayı masaya bıraktım.

Arabama kadar eşlik eden patrona tekrar teşekkür ettim. “Bu iş burada bitmedi. Bugün vesile oldunuz da onları hatırladık. Gün gelir yine uğrarsınız bu kez benim hatırladıklarımdan konuşuruz” dedi.

Yola koyulduğumda “Tekrar gelmek istiyorsan ayrılırken ardına bakmalısın” dediği gibi şairin durup ardımda bıraktığım o sahile bir kez daha baktım.

Arabanın teybinden “Gafil gezme şaşkın” türküsünü başlatıp radyonun sesini iyice açtım.

Sonra…

Sonrası “Hep bir yolculuk” demişti arıcı…

Mehmet UHRİ

Not: Kul Himmet’in “Gafil gezme şaşkın” türküsünü İsmail Yoluk çalıp söyledi. Dinlemek için buraya gafil-gezme-saskin tıklayabilirsiniz.

2 Responses to “Abdallara ağıt”

  1. Melda diyor ki:

    Ağlattın beni Uhri

  2. Yılmaz Ali diyor ki:

    ismi bile belli olmayan balıkçı ve arıcının hayat hakkında engin görüşlerini ve yaşamlarını sindire sindire okudum.
    Bir yere geri gelmek için ,ayrılırken dönerek arkasına bakmalı insan sözü beni etkiledi.
    Zevkle okudum

Leave a Reply