Söğüt ve Nilüfer

117_1728Önce uzaktan radyonun sesi sonra da elinde radyosu ile kendi göründü. O sabah hastaneye erken ulaşmış kantinde çay içip soluklanma fırsatı bulmuştum. Sıcak ve nemli yaz günlerindeydik. Ağaç altı masalardan birinde çayımı yudumlarken göz göze geldik. Masama ilişmek için izin istedi. Servis hemşireleri onu yaşlı huysuz hatta inatçı ihtiyar adam olarak tanımlıyordu. Hastane yemeklerinden tutun da temizliğe kadar pek çok konuda yakınıyor hiçbir şey bulamasa hemşirelerin makyaj yapmadığından veya güler yüzlü olmadığından dem vuruyordu. Masama davet edip iki çay söyledim. Hal hatır sordum. Sıcak ve nem yüzünden geceleri uyuyamamaktan yakındı. Çay için şeker arandığımı görünce tabağındaki şekeri uzattı.

-         Eskiden çayı şekerli içerdim. Artık kullanmıyorum.

-         Doktorlar mı yasakladı?

-         Hayır. Sizler tansiyon nedeniyle tuzu yasakladınız. Benim gibi tatlı düşkünü birinin tuz kısıtlamasından etkilenmeyeceğini düşünürdüm. Meğer tuz olmayınca insanın damağının tadı da olmuyormuş. Tuzsuz yemekler yüzünden artık ne tatlının ne ekşinin tadını alabiliyorum. Çayın tadını kokusunu alabileyim diye şekersiz içiyorum. Damak tadı kaçmaya görsün, hayatın da tadı gidiveriyor.

El radyosunun sesini kısmış ancak kapatmamıştı. Sanat müziği çalıyordu. Bir süre bahçeye bakınıp çayımızı yudumladık. Bankacılıktan emekli olduğundan birkaç sene önce hanımının vefatı ile iyice yalnızlaştığından söz etti. Hüzünlü gözlerle bahçeye bakıp eliyle süs havuzundaki nilüferleri ve havuzun kenarındaki söğüt ağacını gösterdi.

-         Hanımım bu nilüferler gibi çok güzel ve alımlıydı. Bense dalları ile ona ulaşıp sarmalayan bu salkım söğüt gibiydim sanki. Ona ulaşıp sarmaladıkça güneşini kestiğimi fark etmedim. Üniversiteye devam etmek istedi çocukları bahane edip engel oldum. Çocuklar biraz büyüyünce çalışmak istedi yine engel oldum. Çocuklar büyüyüp ona yapacak iş kalmayınca güneşi göremeyen nilüferler gibi açmaz oldu. Anlamsız bir hastalık aldı götürdü. Hiç direnmedi. Kaderine razı olup gidiverdi bu hayattan.

-         Siz de biraz bencil davranmışsınız.

-         Ne bileyim doktor bey. O zaman doğrusunun böyle olduğuna inandırmıştık kendimizi. Bir gün bile sitem etmedi. Önce ışıltısı kayboldu sonra da kendi. Hayatta olsa, sorsan yine haline şükreder ses etmez, yakınmazdı. Sabahları gelip bu havuzun başında sanki kendi hayatıma bakıyorum. Gölge etmesin diye geçen gün birkaç uzun dalını kimseye çaktırmadan kestim, söğüdün.   

ispanya-174Radyoda çalan kırmızı gülün alı var şarkısını duyunca sesini açtı. Hanımının sevdiği parçalardan olduğunu söyledi. Gözleri dolmuştu. Konuyu değiştirmek için rahatsızlığını sordum. Kendini daha iyi hissettiğini ancak hastane yemeklerinden hayli şikayetçi olduğunu söyledi. Vejetaryenler için uygun diyet olmamasının önemli eksiklik olduğunu vurguladı. Eşinin vefatından sonra et yiyemediğini giderek vejetaryen olduğunu anlattı.

-         Eşimin acısını unutmak için sarıldığım kitaplardan birinde hiç et yemeden gayet sağlıklı yaşanabileceğini, insanın gerçekte otobur olduğunu üstelik et yemeyenlerin başka insanlara zarar vermeyeceğini anlatıyordu. Velhasıl etten uzak durmaya başladım.

-         Vejetaryen olmakla hayatınızda önemli değişiklik oldu mu?

-         Olmaz mı? Neticede insan da bir tür hayvan. Başka bir hayvanın canını alıp etini tüketmediği takdirde daha sakin ve barışçı olur diyordu o kitapta. Gerçekten de öyle. Yemek kültürümüz etten uzak durabilse toplumun daha barışçı, sakin olacağını düşünüyorum. İçinde yaşadığımız toplumda şiddetin bu denli kabul görmesinde ete olan düşkünlüğün de payı olduğuna inanıyorum.

-         Nasıl yani?

-         Küçüklüğümüzden başlayarak şiddet ve güce dayalı bir toplum içinde büyüyoruz. Ormanlar kralının aslan, tilkinin kurnaz, kurtların saldırgan olduğu etobur bir masal dünyasında yetişiyoruz. Atın, kuzunun, ineğin hatta fil ve zürafanın egemen olduğu daha barışçı dünya sunmuyoruz çocuklara. Torunum geçen gün koskoca fil dururken aslanın neden ormanlar kralı olduğunu sordu, açıklamakta zorlandım. 

Bir süre susup radyonun sesini açtı. Güneş giderek daha çok hissediliyor ve yine hayli sıcak gün geçireceğimizin işaretlerini veriyordu. Pek esinti de yoktu. Çayı tazelemeyi teklif ettim ağzının tadı olmadığını hatırlatıp istemedi. Radyonun sesini biraz daha açtı.

-         Havaya karışmadan müziğin tadına varamıyorum. Açacaksın sesini havaya suya toprağa bulanıp öyle gelecek kulağına. Gerçi şimdinin müzikleri pek öyle değil. Eskidik artık. Dahası radyonun sesini açmamdan bile rahatsız oluyorlar.

-         Çok mu farklı günümüzün müziği?

-         Bence fark müzikte değil, insanlarda. Gençler kendi müziğini kimseye duyurmadan kulaklıkla dinliyor. Birbirlerinden saklıyor dinlediklerini. Havaya salınmayan müzikten ne keyif alırlar bilmem. Bildiğim, kokusuz pişen ve paylaşılmadan yenen yemeğin lezzeti de olmayacağıdır. Gerçi artık bana pek soran da kalmadı ya, neyse.   

Hastane bahçesi kalabalıklaşmıştı. Birlikte kalkıp servisin yolunu tuttuk. Bir ara dönüp nilüfere ve dalları ile ona ulaşmaya çalışan söğüt ağacına baktı. Radyosunun sesini kıstı ama kapatmadı. Konuşmadan, ağır adımlarla hastane binasına doğru yürüdük. Hastanenin yoğun günlerinden biri daha başlıyordu.

One Response to “Söğüt ve Nilüfer”

  1. önder beytekin diyor ki:

    Harikasınız Doktor bey.Paylaştığınız yazıların hepsini okuyamadım. Ama iyi bir hikaye kavramındalar. HARF TAMİRCİSİ başlığıda çok ilginç.Neleri tamir ediyor acaba.
    teşekkürler ve iyi günler dilerim.

Leave a Reply