Sanırım abim haklı

11055258_873987555995659_9156841081129518781_n

Sıradan bir gündü.

Her şey İzmir’de yaşayan abimin mesleki bir kongre için İstanbul’a gelmesi ile başladı. Her zamanki abi kardeş buluşmalarından biriydi.

“Dışarıdan” İstanbul’a gelenlerin çoğunlukla yaptığı gibi pek çok işi telaş içinde yapmak isteyen abim de buluşma için Beyoğlu’nu uygun görmüştü. Sanat galerileri ve müzeler arasında geçen sanat ağırlıklı buluşmaya ikimizin de itirazı yoktu.

Aynı ailede aynı çatı altında yetişmemize karşın huylarımız farklıydı.

Günümüzde “hiperaktif” zamanında ise “haylaz, yaramaz” diye adlandırılan bir abi ve ona ayak uydurmaya çabalayan kardeş formatında “düz duvara tırmanan” biçiminde ifade edilen bir çocukluktan sonra hayat ikimizi de farklı yollara savurmuştu.

Abim mühendislik ben tıp okumuştum.

Mühendisliği bitiren abim çalışma hayatına atılmış sonra sıkılıp tekrar üniversiteye girip bu kez çocukluk hayali olan arkeolojiye yönelmişti. Ben ise tıbbiyeyi bitirip uzmanlığa yönelip ailenin görece daha “uslusu” olarak hayatımı sürdürmeyi seçmiştim.

İkimizde aynı zamanlarda evlenmiştik.

Abim sonrasında iki evlilik daha deneyip hepsinde çuvallamış, bohem yaşamayı seçmişti. Abimin şaka yollu takılmasıyla ben ?maalesef? birinci evlilik ile yetinip bir kız babası olarak mazbut bir aile yaşantısı sürdürüyordum.

Abimin İstanbul’a bana haber vermeden daha sık gelip gittiğini ve bu gelişlerinin her birinde farklı hatunlarda ikamet ettiğini sonradan öğrenecektim. Neymiş? Bir hatunun yanında diğer bir hatundan söz edip pot kırarmışım. Racona tersmiş.

Her neyse. Yine böyle bir buluşmaydı.

“Bu gelişinde arayıp haber verdiğine göre hatun performansında düşüş söz konusu gibi görünüyor. Tıbbi yardım gerekiyorsa kardeşlik hatırına elimden geleni yaparım” biçiminde takılmadan edemedim.

Küfrü yedim.

Eh, ne de olsa kardeşler birbirinin damarına basmayı iyi bilir. Aile ortamında anne babanın ilgi ve sevgisini paylaşmak için farkında olmadan yarışıyor olmanın getirdiği uzaklaşma zaman içinde anne babanın kaybı ile sanırım anlamını da yitiriyor.

Farklı şehirlerde farklı hayatlara savrulup uzak olsak da birbirini iyi tanıyan, derdini sıkıntısını, kalabalıklar içinde yalnızlığını fark edip sessizce arkasında duran kardeşler olmak için anne babanın yitip gitmesini beklemiş olmak kabul edilmesi zor olsa da bizde de öyle oldu.

57447268_10157236072953415_1036031345421189120_oYaş aldık, değiştik, büyüdük. Bizimle birlikte hayat da büyüdü. Kardeşler arasındaki çocukluk çağlarında yaşanan rekabet yerini birbirinin yaptıklarıyla gurur duymaya, sevinip mutlu olmaya bıraktı.

Hekim olmanın gerektirdiği form ve normlara uyup gereksiz sosyal çatışmalardan uzak duran ?uyumlu? biri olup çıkmıştım. Abim ise “mahallenin delisi” misali pek çok sosyal norma arkasını dönüp kendi bildiği yoldan ilerleyip akademisyen olmuş, üniversitenin görece özerk ortamında kendini kaybettirmeyi başarmıştı.

Dönüp geriye baktığımızda ikimizin de yaşanmışlıklarımızdan pek öyle önemli pişmanlığı olmadığını görüyorduk.

Buluşma Beyoğlu İstiklal caddesinde olunca bir iki sanat galerisi ve müze gezmemek olmazdı. Kahvemizi içip İstiklal caddesinde yürümeye başladık.

Bir kaç mekan gezdikten sonra abim bir ressam arkadaşının atölyesine uğramayı önerdi.

Ressam arkadaşının yaptığı devasa boyutlu soyut resimlerinin binlerce Euro bedel ile kapış kapış gittiğini, çok tanınan ve ilgi gören biri olduğunu anlatınca merakım arttı. Sözünü ettiği “meşhur” ressamın adını o güne kadar duymamış olmanın verdiği eziklikle abime uyup tünele doğru ilerledik.

Eski metruk bir binanın dördüncü katına tırmanıp atölyeye girdiğimde gördüklerim tam bir hayal kırıklığıydı. Ressam atölyede yoktu. Ancak atölye fabrika gibi çalışıyor resim üretiyordu. Tuvallerin üstünde bilgisayar çıktısı gibi çizilmiş küçük yaprak benzeri motiflerin içleri ressamın “ekibindekiler” tarafından fırça darbeleri ile dolduruluyor, ortaya duvar kâğıdını andıran büyük boyutlu resimler çıkıyordu. Her bir tuvalin başında bir kişi çalışıyor Fordist üretim modeli ile hazırlanan fabrikasyon resimler imza için ressamın tatilden dönüşünü bekliyordu.

“Burası atölyeden çok bir imalathaneyi andırmıyor mu?” diye sordum. Abim sanata ve sanatçıya saygıdan söz edip itiraz etmese iş büyümeyecek gün uzamayacaktı. Üzerinde başka birinin fırça darbeleri olan bir tablonun altına imza atılmasını etik bulmadığımı söyledim. Fikir ressama ait diyen abimi ikna edemedim. “Hiç olmazsa iki imzalı olsaydı diye üsteledim” “öyle hiç olmaz” yanıtını aldım.

“Yahu bilimsel bir makaleye emeği geçenlerin hepsinin ismi yazılmıyor mu? En azından bir teşekkür notu eklenmiyor mu? Burada niye olmuyor? Etik değil bu yapılan” Diye tekrar üsteledim.

Abimin kafasını bulandırmayı başardım ama yine de ikna olmamıştı.

Benim söylendiğimi görünce atölye çalışanları kötü kötü bakmaya başladılar. Abim çıkmamız gerektiğini söyleyip ressam arkadaşına selam bıraktı.

Binadan çıktığımızda şaşkınlığım ve hayal kırıklığım devam ediyordu. İçin için öfkeleniyordum. Sağlığın piyasalaşmasının olumsuz sonuçlarını içimize kadar hissettiğimiz bir dönemde sanatın da benzer bir akıbete uğramakta olduğunu kabullenmekte zorlanıyordum.

Abime “Sanatın ve sanatçının fabrika patronluğuna tedavül edilmesinin kabul görüp üstüne destek veriliyor olmasını nasıl açıklayacağız?” diye sordum. Abim paranın girdiği her yerde durumun aynı olduğunu sanat piyasası karşısında sanatçının aç kalmamak için da eğilip bükülmek zorunda kaldığından söz etti. Geçmişin meşhur ressamlarının dönemin zenginlerine ait portreler ile geçimlerini sağladıklarını hatırlattı.

Resimlerini satamasa da yine de Van Gogh gibi ressamlar da yaşamış ve sanatı özgürce yapabilmiş diye itiraz ettim.

Baktım anlaşamıyoruz bu kez ben bir ressam arkadaşımı aradım. Biraz da emrivaki ile kendimizi davet ettirdim. Ressam arkadaşım ile tanışmamız kızlarımızın ilkokulda sınıf arkadaşı olması ile başlamıştı. Kızlarımız büyüyüp farklı yönlere savrulsalar da dostluğumuz devam ediyordu.

Doğrusu yakından tanıdığım başka bir ressam olmadığı için o güne kadar bütün ressamların benzer olduğunu düşünüyordum.

Abimi de alıp ressam dostumun Şişli?deki atölyesine gittik. Kapıyı kendi açtı. Atölyede kendinden başka çalışanı olmadığını gören abim kulağıma eğilip “öğrencisi de mi yok?” diye sordu. Biz geliyoruz diye toplamaya çalışsa da atölye dağınık ve görece “kirli” sayılırdı.

Nereden geldiğimizi ve neden orada olduğumuz konusuna hiç girmeden “abim seninle tanışmak istedi” diyerek konuya girdim. Atölyede çeşitli yerlerde duran bir kısmi bitmemiş resimlere göz attıktan sonra oturup ressam dostumu sorularımla konuşturmaya çalıştım. Bu arada sevgili eşi de ikramda bulunarak muhabbetimize eşlik etti.

Liseden sonra ressam olmaya karar verip akademiye ancak yedek listeden kabul edildiğini ailesinin itirazlarına ve babasının “oğlum tabelacı olacak” diye ağlamasına karşın sanat eğitimine başladığını, hayatını sadece resim yaparak kazandığını, ders veya kurs vermediğini, sipariş resim yapmadığını ve “ucuz mal” satın almaya çalışan sanat tacirlerinden uzak durduğunu anlattı.

Atölyesine kapanıp günlerce dışarı hiç çıkmadan çalışabildiğini, sanatını özgürce yapmaktan başka kaygısının olmadığından söz etti.

Bu arada ressam dostum da abimi konuşturup tanımaya çalıştı. Abim de ortamın samimiyetine kapılıp kendini gizleme gereği duymadan hayatını ve yaptıklarını anlatıverdi.

Günün sonuna doğru teşekkür edip izin isteyip atölyeden ayrıldık.

Abimi kalacağı kongre oteline bırakıp eve dönerken eşim aradı. Nerede olduğumu sorup eve beklediğini söyledi. Pek alışkın olmadığım bu duruma önce anlam veremedim.

Meğer biz atölyeden çıktıktan sonra ressam arkadaşım ve sevgili eşleri eşimi arayıp abimle tanıştıklarını anlatıp rapor vermişler. Dahası abim gibi bohem tipleri çok iyi tanıdıklarını, hatta bir zamanlar kendilerinin de benzer bir hayata bulaşmış olduklarını söyleyip abim ile fazla teşriki mesaide bulunmanın bizim gibi ?mazbut? aileler açısından sakıncalı olabileceği konusunda eşimi uyarma gereği duymuşlar.

Endişe edilecek bir durum olmadığına eşimi ikna etmem zaman aldıysa da bir şekilde kıskanılıyor olmak hoşuma gitmedi değil, hani.

Velhasıl, abimin İstanbul’a gelmesi ve sanat, sanatçı, sanatın piyasalaşması üzerine tartışma ile başlayan günün sonu, abim ile birlikte fazla zaman geçirmemem hatta olabildiğince uzak durmam gerektiği gibi abuk sabuk bir sona ulaşmış oldu.

İzmir’e döndükten sonra abimi arayıp yaşananları biraz da şaşkınlıkla abime aktardığımda bir süre gülüpBizim hararetle tartıştığımız konu çoğunluğun umuru bile değil. Soyun devamı için aile kurumunun kutsallığı ve dokunulmazlığı ise ilk yazılı metinler olan Sümer ve Hitit tabletlerinde bile anlatılır. Neden şaşırıyorsun?” diye yanıt vermişti.

Bir sonraki İstanbul ziyaretini baş başa bir meyhanede daha eften püften konular üzerine konuşarak yapmak üzerine anlaşıp telefonu kapattık.

Bu da öyle bir gündü…

Mehmet Uhri

Not: Abim haklı sanırım. Yukarıdaki anlatıyı paylaştığım her ortamda kısa bir sessizlik ve gülümsemeden sonra üzerine konuşulacak onca konu dururken istisnasız olarak ?abinizin çocuğu var mı?? sorusunun gelmesine neden şaşırıyorum ki?

Leave a Reply