Şairin Derdi

ohri

Makedonya’da Ohri gölü kenarında keyif kahvesi içmek için inat etmesem emekli edebiyat öğretmeni beyefendiyle karşılaşma şansım olmayacaktı. Masasında tek başına oturuyor, çevreyle ilgilenmiyor, kaba görünüşlü kağıtlara dolma kalemle bir şeyler yazıyordu. Yüzündeki derin çizgilere ve seyrelmiş ak saçlarına bakılırsa yaşı hayli geçkin olmalıydı.

Arada kalemi dudaklarına götürüp uzaklara, gölün karşı kıyısına bakıyor sonra tekrar yazıya dönüyordu. Garsona Türkçe söylenmesinden cesaret alıp masasına yöneldim ve göl kıyısındaki masaların dolu olduğu bahanesine sığınıp, çok kalamayacağımı, bir kahve içip Ohri gölünü seyretmek istediğimi söyleyip masasına ilişmek için izin istedim. Başını kaldırıp göz ucuyla süzdü sonra kalemiyle oturacağım yeri gösterip yazısına döndü. Masanın üstünde kenarları pek düzgün olmayan kirli kırçıllı görünümde kaba parşömen kağıdını andıran kağıtlara el yazısıyla notlar alıyor, şiir yazıyordu.

Yazdığı kağıtların birini dosyaya kaldırırken diğerini buruşturmadan gölün sularına bıraktı. Islanan kağıdın önce yazıları dağılıp okunamaz hale geldi sonra kağıt gevşeyip parçalara ayrıldı ve gözden kayboldu. Kahve sipariş edeceğimi söyleyip eşlik etmesi için ricada bulundum yine sesini çıkarmadan kafasıyla olur verdi. Siparişi almaya gelen garsona eliyle beni gösterip bir şeyler söyledi. Açıklama beklediğimi anlayınca “Burada kahve dersen filtre kahve getirirler, madem ki keyif kahvesi içeceğiz, iyi pişmiş şekersiz Türk kahvesi istediğimizi söyledim” dedi. Sonra kalemin kapağını kapatıp ceketinin iç cebine yerleştirdi. Nereden geldiğimi, Ohri’de ne aradığımı sordu. Sorma sıra bana geldiğinde emekli Edebiyat öğretmeni ve pek tanınmasa da yayınlanmış şiir kitabı ve dergilerde çıkmış çok sayıda şiiri olan edebiyat düşkünü olduğundan, gücü yettiğince her yaz Ohri’de bir süre kaldığından söz etti.

- İklimi sert olmasa yaz kış kalmayı çok isterim ama sağlığım el vermiyor. Doğrusu, o kadar maddi gücüm de yok.

- İyi de neden Ohri?

- Aradığım pek çok yanıtı burada bulduğumu düşünüyorum. Burası şairlerin mekanı. Yıllar önce çalışmakta olduğum liseye şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı davet etmiş öğrencilerim ile söyleşi gerçekleştirmiştim. Söyleşi sonrasında şiir yazma çabamdan söz edip başladığım halde bir türlü bitiremediğim şiirlerimin sıkıntısını paylaşmış ne yapmam gerektiğini sormuştum. Ayaküstü Makedonya’ya Ohri’ye gitmem gerektiğini aradığım yanıtın orada olduğunu, orada da bulamazsam soruyu değiştirmem gerektiğini söylemişti. Söylediklerini anlamamıştım. Baştan savma bir yanıt gibi gelmiş, biraz da içerlemiştim.

- Sonra?

- Bu sözleri günlüğüme not edip unuttum. Yaklaşık on beş yıl geçip emekli olduktan sonra günlüğüme göz atarken o gün yazdığım notu gördüm. Yaptığım araştırmada yeryüzünde şiir şenliği yapılan iki yerden biri olan Ohri’nin şairler için gerçekten önemli olduğunu, 40 yılı aşkın süredir yapılan yarışmalarda her yıl şiir alanında dünyanın en prestijli ödüllerden birinin verildiğini, yaşayan şairlere ödül verilen yarışmada Türkiye’den 1974 yılında Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ödül aldığını öğrendim. Merakım daha da arttı. O yıl yapılan şiir şenliğine Ohri’ye gittim. Aradığım yanıtı burada Ohri gölünün kenarında buldum.

img_7325

Gelen kahveler ile sözlerine ara verdi. Köpüğü olmadığı için garsona söylense de kahveler lezzetliydi. Sonra gölü ve buraları anlatmayı sürdürdü. Uluslararası şiir şenliğinin dünyanın dört bir yanından ozanları buluşturduğunu, şairlerin gölün berrak ve serin sularına şiirlerini okuduğu yaz akşamlarını anlattı. Şiir şenliği başlamadan günler önce ozanların gölün kıyısına gelip, şairler köprüsünde buluştuğunu ve birbirlerine kendi dillerinde şiirlerini okuduklarından söz etti.

- O köprüde durup yaşananları izlemek çok etkileyiciydi. 1985 yılının ödüllü şairi Andrey Voznesensky de bu köprüde durup yüksek sesle “Oza” şiirini gölün sularına okumuş;

“Yaşamak ne büyük mucize

Ama nasıl anlatırsın bunu yaşamasızın birine?

Belki de anlatırsın ama kimin umurunda?”

diye bitirdiğini hayal edip tüylerim ürpermişti. Voznesensky, o yıl ödül almasında büyük katkısı olan tek dizelik meşhur şiirini de burada seslendirmiş “Neden çekip gitmiyoruz kıyılara” diye haykırmıştı.

Anlattıkça heyecanlanıyordu. Kahvelerimizi yudumlayıp bir süre yükselen sabah güneşine ve gölün mavi sularına baktık. Suya bıraktığı kağıtları sormak için fırsat kolluyordum. Masasındaki kağıtları gösterip “Yazdıklarınızın bereketine bakılırsa Dağlarca haklı çıkmış gibi görünüyor” dedim. Boş kağıtlardan birini eline aldı.

- Şiir şenliğinin heyecanı geçip ortalık sakinleşince kendi sorularıma yöneldim, başlayıp bitiremediğim şiirlerimi karşıma alıp günlerce burada vakit geçirdim. Umutsuzluğa kapıldığım anlar da oldu. Sonra, gölün balıkçılarını ve az ötede sokak içinde geleneksel yöntemle bu gördüğün kağıtları yapan adamı ve dükkanını keşfettim. Adam, günlerce suyun içinde bekleyip bulamaç haline gelen ağaç yongalarına süzgeci daldırıp suyunu süzüyor, eleğin üstünde kalan tortuyu kurutup ağaç preslerde ezip düzeltiyor, bu gördüğün biraz biçimsiz ve pek de dayanıklı olmayan kağıt ortaya çıkıyordu. Buranın balıkçıları ise ağlarını çekerken tutulan küçük balıkları “büyü de gel” diyerek tekrar göle bırakıyorlardı. Bir yere gitmeyeceğini, günü gelince büyük balık olarak tutacaklarını biliyorlardı.

- İyi de bu kağıtlar ve balıkçılar hangi sorunuza yanıt oldu?

- Şiir yazma her ne kadar keyifli bir işi gibi görünse de acı verici iki yönü vardır. Birincisi şiir ortaya çıkarken o sırada kullanmaktan vazgeçtiğin, eleyip geride bıraktığın sözcük ve nüktelerdir. Geride kalanlar yakandan paçandan çekiştirir. Yazarken acı veren geride bıraktığım söz ve nüktelerden “büyü de gel” diyerek ayrılmayı, onların geleceğin büyük balığı olacağı hayalini kurmayı buranın balıkçılarından öğrendim. Ne de olsa onlar da gölün balığı gibi bir yere gitmiyordu, hep benimleydi. Şairlere acı veren ikinci konu ise yazdıklarının kalıcı olmadığını, suya yazılmış gibi dağılıp gideceğini bilmektir. Zaman değişir, sözler sözcükler, insanlar değişir, diller unutulur, anlattıkların belleklerden silinir. İnsanlar gibi şiirlerin büyük kısmı da öylece yiter gider. Yazdıklarından hiç olmazsa bir ikisi unutulmasın istersin. Ara sıra tarihten göz kırpan o görkemli satırlara imrenirsin ama kader değişmez. İşte o kağıt imalatçısının selülozdan süzüp kuruttuğu bu biçimsiz ve suya dayanıksız kağıtlar sayesinde şiirlerimin de günü gelince dağılıp kaybolacağı gerçeği ile yüzleşebildim. Kullanamayıp geride bıraktığım ama kafamdaki gölde dolaşıp duran, büyük balık olarak tutulmayı bekleyen söz, nükte ve kavramları bu ham kağıtlara not alıp dosyalıyor, zamanı geldiğinde kullanıyorum.

- Peki, ya o suya attığınız kağıtlar?

- Gün gelip bitirmeyi başardığım şiirlerimi ise iki örnek yazıp birini dosyalıyor birini de olmaları gereken yere, göle bırakıyorum. Göl önce yazıları sonra bu dayanıksız kağıdı parçalayıp özüne alıveriyor. Göle karışan şiirimin günün birinde bir başka şaire ilham fısıldayacağını umut etmek bile insana iyi geliyor. Hatta belki ben de burada geçmişin o ilhamlarını kaleme alıyorum, kim bilir?

img_7465

Kahvelerimizi bitirdiğimizi gören garson fincanları almaya gelince eliyle gitmesini işaret etti.”Fincan soğumadan masadan almaya kalkıyorlar, kahveden geriye kalan şu ılık fincanı göle karşı seyretmenin içene keyif verdiğinin farkında bile değiller” diye söylendi. Sonra durdu, omuzlarını dikleştirdi. Çıkardığı boş kağıtlardan birine dolma kalem ile “fincan soğumadan…” yazdı. Kağıdı diğerlerin arasına koydu. Şiirlerini okumama ise izin vermedi.

Hiç istemesem de gitmem gerekiyordu. Ayağa kalktım, hesabı ödemek için garsona yöneldim, kolumu tuttu. “Geride bıraktığın iki sözcük hatırına hesabı bana bırak, ben hallederim. Vaktin varsa git o kağıtçı dükkanını bul. Bak bakalım hayatındaki insanları, olayları o kağıt ustası gibi süzüp eleğin üstüne alabiliyor, yaşadıklarını seçebiliyor, eleği kendin tutabiliyor musun? Yoksa şairin “yaşamasızın biri” diye adlandırdığı sadece başkalarının kağıdına iz bırakanlardan mısın? Hadi durma git bak” dedi. Garsona hesabı kendi ödeyeceğini işaret etti. Kalemi tekrar eline alıp masaya ve kağıtlarına döndü. Ayrılmadan Ohri gölüne bir kez daha baktım. Yükselen güneşin aydınlattığı şehrin evleri gölün sakin sularından olanca renkliliğiyle yansıyordu.

Mehmet Uhri

4 Responses to “Şairin Derdi”

  1. yuce ayhan diyor ki:

    Yeryüzünde öyle yerler var ki güncel deyişle “marka”. Struga şiir akşamlarını ilk kez Kemal özer’den okumuştum. Şiirde hala bir “marka” olabildiğine tanık olmak çok hoş doğrusu. Herşeyin hızla değiştiği bu dünyada iyi şeylerin değişmeden kalabildiğini görmek te ayrıca güzel.

  2. Timuçin Oral diyor ki:

    Kalemine sağlık Mehmet. Hem Struga hem Ohri gölü tüm güzelliği ile gözümde yeniden canlandı. Sen yazıyla resim yapabilen nadir adamlardansın sanırım.

  3. mevlüt yaprak diyor ki:

    merhaba
    elinize sağlık, çok hoş bir öykü, anı ?
    bana o meşhur molla kasım olayını hatırlattı: hani yıllar sonra molla kasım adlı biri Yunus’un 3000 kadar şiirini bulmuş ya…
    beğenmemiş, bin kadarını suya atmış, bin kadarını da ateşe… suya atılanları balıklar okurmuş, yakılıp duman olanları kuşlar, o günden beri. derken bir şiir:

    Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme,
    Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir.

    Bu beyiti görünce aklı başına gelir Molla’nın. Kalan bin kadar şiiri saklar. Biz de onları okuruz zaman zaman… derler.

    Edirne’den selamlar, sevgiler….

  4. tepecik diyor ki:

    Şairimiz dilerim istediği gibi hatırlanacak söz ve nükteler bırakabilir yaşamın içine. Şiir yazmak için şairin de dediği gibi, kelimeler saklamak ve yeri vakti geldiğinde kullanmak gerekir. Size gelince, siz herkesin kağıdına ve anıları, öyküleriyle yaşama iz bırakanlardansınız.
    Kaleminize ve yüreğinize sağlık. Sevgi ve Saygılarımla,

Leave a Reply