Parayı Bayatlatmadan

bus12Haziran sıcaklarının bastırdığı akşamüstü eski Adana sokaklarında karın doyuracak yer aramasaydım o kalender adamla belki de hiç tanışmayacaktım.

Günlerden pazardı ve neredeyse her yer kapalıydı. Cılız yapraklı çardağın gölgesine sığınmış derme çatma lokantayı gözüme kestirmiştim ancak dışarıdaki masa ve sandalyeleri topluyor kapanmaya hazırlanıyordu. Çok oyalanmayacağımı söyleyip içeri girdim. Lokantayı işleten kısa boylu kır saçlı adam önce yüzünü ekşitti sonra ses etmeden masaya kağıt serip çatal bıçak bıraktı. Ne yemek istediğimi sormadan dışarıdaki masaları toplamayı sürdürdü. Tekrar yanıma geldiğinde lokanta dışarıya kapanmış kısa boylu lokantacı ile mutfaktaki aşçıdan başka kimse kalmamıştı.

Bizimki masaya birkaç meze tabağı bıraktı. Şaşkın bakışlarımı görünce ?olanlarla idare edeceksin? diyerek tekrar mutfağa yöneldi. Elinde rakı şişesi ve bardaklara geri geldi. İçmeyi düşünmediğimi dahası yalnız başıma içmekten hoşlanmadığımı söyleyince ?Yalnız içmeyeceksin, kabul edersen karşılıklı içeceğiz? diyerek bardaklara rakı doldurmaya başladı. Masadaki meze tabaklarını gösterip ?ben bunlarla doyarım, kebap yemeği düşünmüştüm? diye serzenişte bulundum.

-         Mezesiz olmaz. Bir kadeh dahi içiyorsan midenin kapısını meze ile açmalısın. Dama oyununu bilirsin. Dama da nasıl taş yemek zorunlu ise rakı sofrasında da meze yemek zorunludur. Ama öyle çok da yemeyeceksin, iki çatal yeter. Bazen mezelerden biri dama olup kıymete biner ondan biraz daha fazla yiyebilirsin ama o kadar.

-         Yani dama oyunu bitmeden ana yemek gelmeyecek öyle mi?

Cevap vermedi. Doldurduğu rakı kadehlerinden birini kaldırıp bardağıma dokundurdu. ?Onur ve Mert?in şerefine? diyerek kuvvetli bir yudum aldı. Ben de kadehimi kaldırıp eşlik edecektim ki kolumu tutup durdurdu. ?Acele etme, rakıdan aldığın ilk yudumun lezzetini daha sonraki yudumlarda bulamazsın. Tadını çıkar? dedi. Biraz emir gibi gelen bu sözlere ses çıkarmadan uydum. Onur ve Mert?in kim olduğunu sordum. Yüzünde biraz keder daha çok öfke belirir gibi oldu. Rakısından yine kuvvetli bir yudum aldı.  

-         Torunlarım. Almanya?da yaşıyorlar. Yıllar önce kızım Almanya?ya gelin gitti. Oraya yerleşti. Onur 9 Mert ise 11 yaşında bugün bu saatlerde sünnet düğünleri yapılıyor, orada olmak istemiştim ama olmadı.

-         Neden gidemediniz?

-         Konsolosluk vize vermedi. Halbuki uçak biletime kadar hazırdı. İki defa çağırdılar görüştüler. Bir sürü belge istediler. Yola çıkmama bir gün kala vize vermeyeceklerini söylediler. Ülkelerine iltica etmemden korkuyorlarmış. Torunlarımın sünnetine gittiğimi söylemem fayda etmedi. Lokantanın mülkü bana ait değil. Üzerime kayıtlı bu işyerini gösterdim ama tapusu olmayınca beğenmediler. Banka hesabımın olmaması, kredi kartı kullanmıyor olmam onları iyice işkillendirmiş. Lokantada pos cihazı kullanmıyorum dediysem de dinletemedim. 

-         Kızınız ve torunlarınız üzülmüşlerdir, her halde.

-         Üzüldüler ya. Torunlarıma sünnet hediyesi cep telefonu alacaktım. Söz vermiştim. Kızım alıp benim adıma hediye etmiş ama öpüp koklayıp veremedikten onların gözlerindeki sevgiyi mutluluğu göremedikten sonra neye yarar. Onlar orada ben burada. Neymiş gidersem geri dönmezmişim. Sevsinler. Torunlarımın sünnet düğününe vize vermeyenler ölmez sağ kalırsam düğünlerine gitmeme de izin vermezler.

Sessizce rakısını yudumlayıp bitirdi. Yenisini doldurdu. Yıllar önce Adana?ya yerleşip köydeki tarlasını sattığını, önce seyyar arabada başladığı kebap işini zamanla büyüterek dükkan açtığını anlattı.

-         Varım yoğum bu dükkan. Çalışanlarla akraba gibi olduk. Yıllardır beraberiz. Bizi bilen gelir. Öyle iddialı lüks yerlerden olamadık. Kendimiz nasılsa müşterimiz de öyle olsun istedik. Konsolosluktakiler beğenmedi bu parasız, kredi kartsız, banka hesapsız hayatı. Halbuki, para dediğin nedir? Bence hayatı gerçekten yaşayanlar parayı bayatlatmadan harcayabilenlerdir. Hep geleceğe yatırım yapan, kendini gelecek hayalleriyle yaşatan, hiç olmadı öteki dünya hayaliyle avutanlardan hiç olamadım. Olmak da istemem. Şu mezeler gibi hayatı her gün tazeleyip yaşamak yerine buzdolabında tutup bayatlamasın diye uğraşanlara da şaşarım. Bilançoda ikimiz de aynı hayatı yaşayıp tüketiyoruz. Onlar geleceğe de yatırım yaptıkları için akıllarınca benden daha fazla yaşayacaklarını, öldükten sonra da geride bıraktığı mal mülk ile sevenlerince anılarak yaşayacağını sanıyorlar. Halbuki, ben de sevenlerimce anılacağım. Hatta para ve çıkar uğruna kırmadığım onca sevenimin anılarında yaşamayı sürdüreceğim. Velhasıl hayatı taze tutan değil, hayatı her gün tazeleyebilendir, yaşayan. Bırak saçın beyazlasın, yüzün kırışsın. Bırak hayat üzerinde iz bıraksın. Her seferinde tazelenmeyi başarmışsın ya sen ona bak.

-         İzin verirsen torunların Onur ve Mert için bu kez kadehimi ben kaldırayım. Umarım özgür ve mutlu yaşarlar.

Laf arasında mezelerin adlarını ve hangi malzemeden yapıldıklarını sordum. Sıkılmadan tek tek anlattı. Az sonra buharı tüten kebap tabağı ile gelen aşçı da katıldı muhabbete.  

Bizimki kebabın üstünü örten lavaşı kaldırıp buharını kokladı.

-         Hangi sofrada olursa olsun kebap gelince ortalığı kaplayan sessizliğe bayılırım. Herkes öylece durup kebaba ve tüten buharına bakar. Muhabbeti bile unutturur bu kebap insana.

Sonra gelen kebabı tabaklara pay etmeye başladı. Biraz pul biber veya acı biber isteyince aşçı ile bakışıp gülüştüler. Neden güldüklerini sordum aşçı biberi getirip masaya koydu.

-         ?Bizim parron acı yiyenden korkma, onlar sabırlı insanlardır, acıya rağmen yemekten lezzet alabilme sabrı vardır onlarda? der. Acı yiyebilenlerin acılara rağmen hayatın lezzetini hissedenlerden olduğunu söyler. Ona güldük.

Tıka basa doymuş olmama rağmen rakının üstüne tatlı yenmeden kalkılmaz diyerek zorla kadayıf ikram ettiler. Ayağa kalkıp hesap istedim. Bizimki gülümseyerek elimi sıktı. ?Hesap tamam? dedi. İtiraz edecek oldum ?Torunlarına kavuşamamış bir dedenin gönlü olsun diye masanı açıp sünnet kutlamasına katıldın daha bir de hesap mı ödeteceğiz sana?? diye yanıtladı. Onları masada kutlamaya devam eder halde bırakıp teşekkür ederek yanlarından ayrıldım. Kapıdan çıkmamla Adana’nın yapış yapış sıcağı ve akşamın karanlığı vurdu yüzüme. Geri dönüp baktığımda bizimkiler boşalan kadehleri doldurup şen şakrak içmeyi sürdürüyorlardı.

 

Mehmet uhri

5 Responses to “Parayı Bayatlatmadan”

  1. selman yıldırım diyor ki:

    merhaba,
    kısa bir öykümsüde birçok önemli şeye değmişsiniz…
    “parayı bayatlamadan yemek” ayrıca hoş olmuş, elinize sağlık…

  2. nurcan tepecik diyor ki:

    bazı insanların farklı bir çekim gücü var diye düşünüyorum,bazen aşkı ararız,bazen mutluluğu bizler,bazılarımız için ise gittiğimiz her yerde yiyecek bir lokma ekmek dostlukla,sevgiyle sarmalanmıştır hep.İşte ben böyle bir gerçeklik okudum.Gerçeklik diyorum,çünkü sizin yazdığınız hiçbir şeyin,hikaye(edebil dilde) ya da öykü olduğunu düüşnmüyorum.Siz yaşadıklarınızı payelendiriyorsunuz,hem kendinize hem bizlere.Kaleminize ve yüreğinize sağlık

  3. Mehmet Uhri diyor ki:

    Aslında kendime bile itiraf etmekte zorlandığım bir gerçeği yüzüme vurdun sevgili Nurcan.
    Yaşadıklarımı payelendirmeye çalışıyorum, önce kendime sonra sizlere. Payelendirme telaşıyla kaleme alıyorum o yazıları. Kendimi ikna edene kadar da üzerinde uğraşıyorum. Sonrasını okuyucuya bırakıyorum.
    senin de yüreğine sağlık
    muhri

  4. Hüseyin Çetek diyor ki:

    Merhaba,
    Yazılardaki fotoğraflar ‘o’ andan mı?
    Tebrikler.

  5. Deniz diyor ki:

    muhteşem bir yazı , harika bir hayat dersi ..Ben de parayı bayatlatmadan taze taze yiyenlerdenim, beni anlatmış gibi geldi ; sevgiyle kalın <3

Leave a Reply