Ömür Kumbarası

Ekim 4th, 2021

img_3587

Hastane için birbirinin aynı sıradan günlerden birindeydik. Anlatacaklarım serviste hekimlerin bir araya gelip soluklandığı birkaç sandalye masa ve kanepe içeren mütevazı hastane odasında yaşandı. O küçücük odada anlamlı bir seremoni yaşanıyordu.

“Kumbara bundan sonra sende. Umarım içini yeterince doldurur, zamanı gelince hak ettiğini düşündüğün birine emaneti devredersin.” Diyerek elindeki kutucuktan çıkardığı şık küçük masa saatini meslektaşının avucunun içine bıraktı.

Çalışkanlığı ile bilenen ve sevilen meslektaşımız akademik kariyerine üniversitede devam etmek için veda turlarına başlamıştı. Hediyeyi takdim eden ve yukarıdaki sözleri sarf eden ise hastanemizin emektarlarından hekim abimizdi.

Odadakilerin bakışları altında hediyeyi alan meslektaşımız “Ne gerek vardı?” gibisinden bir şeyler geveleyip teşekkür etti.

Kısa süren sessizlikten sonra odadakilerden biri dayanamayıp “iyi de hocam kumbara dediniz. Bu kumbaraya hiç benzemiyor. Üstelik küçücük şeyin içini doldurmaktan söz ettiniz. Nasıl kumbara bu?” diye sordu.

img_3611

Gözler emektar uzmana çevrilince bizimki veda turları yapan meslektaşımızın avucunda duran hediyeyi işaret edip “ömür kumbarası” diye yanıtladı.

Sonra meslektaşıma dönüp anlatmaya başladı;

- Bunu beni yetiştiren rahmetli klinik şefim zorunlu hizmete giderken hediye etmişti. Saat gibi göründüğüne aldanmayıp bir tür kumbara olarak görmem gerektiğini söylemişti. Anlamadığımı görünce ilk kez onun ağzından duymuştum “ömür kumbarası” tanımını. Açıklamaya çalışsa da gençlik heyecanı ve o zamanın kariyer telaşı ile pek anladığımı söyleyemem. Kısaca bu bir ömür kumbarası ve anlamını biraz da senin bulman gerekiyor.

Odadakilerden biri dayanamayıp “Bir gizem olduğu anlaşılıyor. Yine de bunu size veren hocanızın nasıl bir açıklama yaptığını biraz daha anlatsanız, ipucu verseniz ne iyi olur” diye araya girdi. Bizimki bir süre susup düşündü. Sessizce bekledik. Sanki hatırlamaya çalışıyordu. Sonra bizlere dönüp hocasıyla olan diyalogu anlatmaya başladı.

- Hocam “Ömür kumbarası saate benzer içine attıkların ise hatırladığın anlardır.” Demişti. Çok basmakalıp bir cümle olduğunu düşünmüştüm. Sonra hatırladığım kadarıyla şöyle devam etmişti; “Eline aldığın ilk anlarda ne çok şey atarım bunun içine diye düşüneceksin. Sonra samimi olup kendin, sadece kendin olduğun anların azlığını fark edip onca anı zenginliği içindeki fakirliğine hayret edeceksin. Hep başkaları ve o başkaları ile birlikte paylaştığın mutlu anların arasından sadece kendin olduğun anları ayıklayınca elinde kalanların azlığına hayret edeceksin.” Demişti.

- İyi de neden zaman veya hayat kumbarası demiyoruz da ömür kumbarası diyoruz.

- Bu soru benim de kafamı çok kurcalamıştı. Yanıt basit aslında. Hayat veya zaman dışımızda akıyor. Ömür ise içimizde. Bize ait ve sonlu olan, ömür. Hayat ve zaman biz olsak da olmasak da sürüyor. O yüzden doldurmaya çalışacağın ömür kumbarası olmak zorunda.

- İyi de bunu niye yapacağım. Bana ne kazandıracak?

- Ben de hocama buna benzer bir soru sormuştum. “Sadece kendin olup kimse fark etmese de kendi yaptığının heyecanını hatırlayıp kenara attığın anlar girecek kumbaraya. Tek başınayken yakalayıp kaçırdığın veya tuttuğun balık, o balık ile beslediğin kedi ne bileyim kendin olduğun ve orada o an sen olmasan yaşanmayacağını bildiğin başkaları umursamasa da seni heyecanlandıran bir olay hatta kendine söylediğin yalan gibi tekil ne varsa ömür kumbarana dâhil olacak. Böylece içinde bulunduğun hayatın hiç olmazsa bir kısmının kendi hayatın olduğunu bileceksin. Dahası kumbarayı doldurmak için çabalarken aynada görüneni veya başkalarının gözündeki kendini bırakıp doğrudan içeri baktığında görünen biri daha olduğunu yani kendini fark edeceksin.Bundan iyi kazanç mı olur?” Gibi bir yanıt vermişti. Dedim ya bu sözler o zaman fazla felsefi ve uçuk görünmüş üzerinde çok düşünmemiştim.

- Ama şimdi benim düşünmemi istiyorsunuz.

- O gün hocamın işaret etmeye çalıştığı şeyi anlamamış olsam da zamanla üzerinde düşününce ömür kumbarası boş olduğu halde bunun farkında olmayan ne kadar çok insan olduğunu fark ettim. Mutlu mesut olsalar da yaşadıkları kendi hayatları değildi. Başkasının hayatını devralıp günü geldiğinde devrediyorlardı. Sanırım ben de bunlardan biriydim. Yıllar sonra hocamın rahmetli olduğu gün kumbarayı ve sözlerini hatırlayıp bıraktığı öğüdü tutmak gerektiğini düşündüm. O gün geç de olsa hayata başka türlü bakmaya başladım.

- Ne yaptınız? Nasıl doldurdunuz kumbaranızı?

- Çoğu insan için önemsiz gelebilecek göze batmayan ancak kendimi iyi hissettiren bir şeyler yapmaya çabaladım. En yakınlarımın bile bilmediği kimseden onay beklemediğim küçük yardım ve eylemlerle tanımadığım bilmediğim yüzlerini görmediğim hayatlara dokundum. Bu bazen bir insan bazen de bir sokak hayvanı veya bitki oldu. Kimseden onay beklemediğim için bilinmesini de istemedim. Ne de olsa kendi hayatıma erişmeye çalışıyordum. Dışarıdan bencilce görüneceğinden çekindiğim için gizli tuttum. Kumbara ile sırdaş oldum. Pek bir şey dolduramasam da kumbaraya bir şeyler sığdırmaya uğraşırken kendime karşı samimi olmayı öğrendim.

Konuşurken boğazı kurumuştu. Masada duran bardağa su doldurup yudumladı. Sonra bizlere bakıp “Neyse gereğinden fazla konuştuk. Uğurladığımız meslektaşımız için küçük bir hediye işte uzatmayalım.” Dedi.

img_36001

Hocamız konuyu kapatmaya çalışsa da anlattıklarını hepimiz kendimize göre anlamlandırmaya çabalıyorduk. Birimiz yine dayanamayıp “İyi de kumbaranın dolduğunu nasıl anlayacağız?” diye sordu. Hepimiz gelecek yanıt için bizimkine döndük. Az önce “Uzatmayalım” dediğini hatırlatsa da ısrar üzerine sözlerine devam etti.

- Kumbaranın dolu olup olmadığını anlamak hiç kolay değil. Öyle çalkalayarak anlayamazsın. İçine girebilmek gerekiyor. Üstelik yalın bir yalnızlıkla sadece kendin olarak girebilirsin. Bu küçücük kumbaranın içinde ne denli büyük bir boşluk olduğunu anladığında dönüp yaşadığın hayatı ve yaşamak istediklerini sorgulamakla başlıyor her şey. Hepimiz hayata bir şekilde tutunuyoruz. Bize sunulan olanaklar, yönlendirmeler ile kimlikler inşa ediyor kariyer kovalıyor değerler ve ilişkiler üzerinden içinde bulunduğumuz hayat balonunu büyütüyoruz. Hayat dışarıda büyürken geçip giden o bize ait kısacık ömrü ne yazık ki unutuveriyoruz.

- Yani?

- Yani aslında kumbara sensin. Kumbaraya baktıkça saati ve geçen zamanı göreceksin. Zamanın döngüselliğini ve her gün aynı güne uyandığını fark ettiğin an ömür kumbaran için de bir şeyler ayırmak zorunda olduğunu hissedeceksin. Gün gelecek, bir tat, bir koku, belki bir esinti sana kumbaranın içinde olanları hatırlatacak. Kumbara hiç açılmayacak ama sen içinde ne olduğunu veya ne olmadığını bileceksin.

- Peki ya sonra?

Bu sözler üzerine veda turlarını yapmakta olan meslektaşımıza bakıp gülümsedi.

- Sonra kumbarayı devretme zamanı gelecek. O küçücük boşluğu hayalleri ve yaşanmışlıkları ile yeni baştan dolduracak hak eden birini bulduğunda hocamın yaptığı gibi emaneti teslim edeceksin. Yükün hafiflemeyecek ama özgür olacaksın. Belki yeni bir kumbara hayal edeceksin. Üstelik bu kez elinde kumbaraya benzer bir şey de olmayacak. Kalan ömrünü o kumbaraya benzetmek için çırpınacaksın. Biriktirdiğin ömür yetmeyecek ama yine de sana ait olacak. Bu saatli kumbarayı doldurarak başlayacak devrettikten sonra kendine ait gerçek ömür kumbarasına gücün yetiğince ulaşmaya çabalayacaksın.

Odada derin bir sessizlik oldu.

Söylediği sözleri hazmetmeye çalışırken veda etmekte olan meslektaşım pandemi koşullarına aldırmadan bizimkine sarıldı. Kısa süren duygusal andan sonra kıdemli uzman abimiz meslektaşımıza bakıp “Sanırım emaneti bana aktaran hocamın anlatmaya çalıştığı böyle şeydi. Gittiğin yerde kumbara hep gözünün önünde olsun. Sana kendini hatırlatacak acımasız ama yine de sadık bir arkadaş olacağından eminim. Sonrasında ne yapacağını artık biliyorsun” dedi.

Dediğim gibi; hastane için kendini tekrar eden sıradan günlerden biriydi.

Tüm bunlar o mütevazı hastane odasında yaşandı ve bitti.

Mehmet Uhri

Cinayet Mahallinden

Eylül 6th, 2021

img_e0595

“Sonunda geldin demek cinayet mahalline. Elbet gelecektin. Geç bile kaldın.” Diyerek sıcak bir sarılma ile başladı muhabbetimiz.

Doğup büyüdüğüm şehre yıllar sonra uğradığımda çocukluğumun geçtiği sokaklarda bir yabancı gibiydim. Mahalle aynı olsa da hafızamdaki sokaktan eser yoktu. Bahçeli küçük evlerin yerini alan apartmanlar, gökten araba yağmış hissi veren araba ve insan kalabalığında yer yön bulmakta zorlanıyor amaçsızca yürüyordum.

Değişim ve dönüşüme doğup büyüdüğüm ev de direnememiş sıradan bir apartmana dönüşmüştü.

Bir tek gökyüzü değişmemişti.

Çocukluğumun hayal dünyasını süsleyen gizemli küçük bulutları ile gökyüzü orada öylece duruyordu.

Sokakta amaçsızca ilerlerken tanıdık bir ses ismimi haykırıp yukarıdaki sözlerle beni kucakladı. Mahalle ve çocukluk arkadaşım sanki yıllar öncesinden sesleniyordu.

Sıcak bir buluşma oldu. Sahibi olduğu o küçücük emlakçı dükkânının önünde bir süre oturup sohbet ettik.

İlk anda pek değişmemiş olduğumuz karşılıkla yalanını söyleyerek söze başlasak da mahallenin kalan son morukları olduğumuzu kabul edip halimize gülmüştük. Arkadaşım birkaç şehir dolaştıktan sonra doğup büyüdüğü yere dönmüş memuriyetten emekli olup babasından kalan dükkânda emlakçılık işine başlamıştı. Çocukluğunda olduğu gibi enerjik, neşeli ve şaka dolu konuşuyor yerinde duramıyordu.

- Netice olarak giden sendin. Söyle bakalım hangi rüzgâr attı bunca yıl sonra seni buralara.

- Bilmem. Geldim işte. Fena mı?

- Bak ev filan bakıyorsan yardımcı olurum. Senin için değil kendim için istiyorum. Bu yaştan sonra muhabbete adam bulmak kolay olmuyor. Kaldığı kadarıyla eskiler ile idare ediyoruz. Durumun senin için de farklı olduğunu düşünmüyorum.

Cevap vermemi beklemeden neşeli bir kahkaha atıp “İyi ki geldin yahu. Gidemezsin. Çay koyuyorum” diyerek dükkâna yöneldi. Az sonra yine aynı heyecanla gelip yanıma oturdu. Sokaktan geçen biriyle selamlaştı. Lafının arasına girecek fırsatı bulduğumda “Neden öyle dedin?” diye sordum. Şaşkın biçimde yüzüme bakıp “Hoppala… Ne dedim de alındın şimdi?” diye yanıtladı.

- “Sonunda geldin demek cinayet mahalline” derken ne anlatmak istiyordun.

- Amaaaan. Ben de gereksiz gevezelik ettim sandım. Derler ya her katil cinayet mahalline uğrarmış. Bu sokaklar, bu mahalle çocukluğumuzu barındırıyor mu?

- Evet.

- Bilirsin, çocukluğunu öldürmeden insan erişkin olamıyor. Koca bir ömrü ergin olma kaygıları ile tükettikten sonra çocukluğumuzu öldürdüğümüz cinayet mahalline gelip bir bakmadan da edemiyoruz. Geride bıraktığımız ne var diye bakınırken çocukluğumuzun masumiyetini de arıyoruz sanırım.

- Sen gitmemişsin ama…

- Ben de gittim. Çok kısa süre sonra erişkin olmanın bana göre olmadığını anladım. Herkes bir şey söylüyordu. Bazılarına göre beceriksiz, kimine göre de korkaktım. Sorsalar “başkası olmak istemedim” derdim. Kıyamadım içimdeki çocuğu öldürmeye. Dönüp geldim ve doğup büyüdüğüm sokaklarda içimdeki afacanla yaşamayı seçtim.

- Hangi seçim daha doğruydu hiç bilemeyeceğiz sanırım.

- Amaaan ne önemi var. Öyle de böyle de hayattayız ve neredeyse 50 yıl sonra birbirimizi bulduk konuşuyoruz. Daha ne olsun?

Cevabımı beklemeden yine o çocuksu heyecanıyla ayağa kalktı “çayı demleyip geliyorum” diyerek içeri geçti. Sokaktan geçmekte olan gençten bir adam eliyle işaret edip bizimkini sordu. İçeriyi gösterdim. “Selam söyle, bir ara uğrarım” dedi ve uzaklaştı.

Arkadaşıma tanımadığım birinin selamını iletmek zorunda kaldım.

Bir süre de buna güldük.

Çocukluğumuzun mahallesinden kalan bir şey olup olmadığını sordum. Eliyle sokağın ilerisini işaret edip “Bir tek abdestsiz domuzun evi ayakta kaldı. Sizin evle birlikte eskiden hiçbir şey kalmadı” dedi.

“Abdestsiz domuz” sözünü tekrarlayıp gülmeye başladım. Bir süre öylece güldük. İyi geldi.

- Sahi bir de o vardı. Suratsız bir hacıydı. Çocuklarını da sokağa salmazdı. Elinde tespihi, kafasında takkesi, ayağında poturu ile camiye giderdi. Çocukken ondan korkardık.

- Ama en güzel erikler de onun bahçesindeki ağaçtaydı. Duvarına tırmanıp gizlice ağaca çıkar erik toplardık. Bir keresinde ağaçta yakalanmış nasıl ineceğimizi bilememiş elinden zor kurtulmuştuk. Hacı ise sakalından utanmadan peşimizden koşturmuş arkamızdan “abdestsiz domuzlar” diye küfür savurmuştu.

- Mahalleli bu duruma gülmüş, hacının adı da o günden sonra mahallelinin dilinde abdestsiz domuz olarak yerleşmişti.

- Sahi ne yapıyor onlar? Hacı hayatta mı?

- I ıh. Maalesef pandemi neredeyse ailenin tamamını alıp götürdü. Bir tek oğulları kaldı. O da evden neredeyse hiç çıkmıyor. Evine talip olan müteahhitlerle bile görüşmüyor. Geleni gideni de yok.

- Zor olmalı.

- Valla ne diyeyim, geçenlerde bir rastlantı ile görüştüğümde yaşadığı trajedinin boyutunu anladım. Allah kimseye böyle bir acı vermesin.

Dükkâna girip çayları doldurdu. Elinde tepsiyle ağır adımlarla gelip çayı uzattı. Çayı şekerli içmesine takılınca “dedim ya çocukluğu bırakmadım. Neyse o. Paşa çayından bir tık öte” diye yanıtladı.

lkkf7817

Çayımı yudumlarken hacıların yaşadığı trajediyi anlatmasını istedim. Gülümsedi; “boşuna cinayet mahalli demedim buralara. “Dinle o zaman” diyerek anlatmaya başladı;

Bir rastlantıyla karşılaştığım ailenin kalan son ferdi yaşadıklarını anlatıp “Öyle bir vebal ki yaşayarak ödemek zorundayım. Yaşadıklarımdan sonra böylesi ceza az bile. O yüzden ne o yavru kedinin ne de kurtarmaya çalışanların vebalini almak istemedim. Hadi git şimdi.” Diyerek göndermişti beni.

Her şey mahallenin çocuklarının yavru kedilerden birinin köpekten kaçarken can havliyle hacının erik ağacına ağaca tırmandığını haber vermeleri ile başladı.

Bahçe kapısındaki zili çalıp bekledim. Açan veya ses eden olmadı. Israrla zili çalmayı sürdürünce kapı hafifçe aralandı. Yüzünü göstermeye bile yanaşmadan ne istediğimi sordu. Durumu anlatıp yavru kediyi indirmek için yardım etmek istediğimi söyledim.

Cevap vermeden kapıyı kapattı.

İtfaiye çağırıp yardım isteyeceğimi söyleyince kapı tekrar açıldı. Üzerinde yıpranmış sabahlığı ile ev sahibi göründü. Yaşına göre hayli çökmüş görünüyordu. Elini kaldırıp “İtfaiye olmaz içeri gel birlikte çözmeye çalışalım” dedi.

Yabani otların boy atıp kuruduğu bakımsız bir bahçe içinde izbe sayılabilecek o iki katlı evde tek başına yaşıyordu. Evin paslı demir panjurlarının çoğu kapalıydı. Kapıyı açıp içeri girmeme izin verdikten sonra hiçbir şey söylemeden gözden kayboldu.

Yavru kedinin tırmandığı erik ağacına yöneldim. Ancak kalın ve yüksek gövdeli ağaç ha deyince tırmanmaya uygun değildi. Birkaç denemeden sonra pes etmek üzereyken ev sahibinin ahşap eski bir merdiven ile yanıma doğru geldiğini gördüm. Üstünü değiştirmiş işçi tulumuna benzer bol cepli bir şey giymişti. Merdiveni dayayıp ağaca tırmanmaya niyetlendiğini görünce “ben çıkarım” diyerek merdivenin yerini değiştirdim. Cevap vermesini beklemeden ilk basamağa ayağımı atmamla basamak kırıldı. Adam söylenerek yanıma geldi.

- Ben de zamanında sizin gibi dik başlıydım. Laf dinlemezdim. Merdivenin o basamağının sağlam olmadığını söylememe fırsat bile vermediniz.

- Diğer basamaklar da böyleyse işimiz var.

- Emin değilim. O yüzden kendim çıkmak istedim. Ne de olsa sizden daha hafifim.

- Olmaz. Siz merdiveni tutun, kıpırdamasın. Ben çıkarım.

O az konuşan, asık suratlı inatçı adamı ikna edemedim. “Daha kimsenin vebalini alamam” diyerek merdivene çıkmama engel oldu. Merdivenin sallanmaması ve olası bir aksiliğe karşın merdiveni tutarak yardımcı oldum. Çevik sayılabilecek bir tırmanışla ağaca çıktı. Adamın yaklaştığını gören yavru kedi ürküp daha da uç dallara yöneldi. Bizimki inatla tırmanmaya devam etti. Ancak kediye ulaşamadı.

Bir süre öylece durup nefeslendi. Adamın durduğunu gören yavru kedi ise miyavlamasını sürdürüyordu. İhtiyar cebinden çıkardığı küçük mama kabını üzerinde olduğu dala acıkmış olan kedi için bıraktı.

Beklemeye başladık.

Arada sert esen rüzgâr ikisinin de dengesini bozuyor gibi olsa da heyecanlı bekleyiş çok sürmedi. Ürkek korkak da olsa mamaya yaklaşmasını fırsat bilen adam yavru kediyi ensesinden yakalayıp tulumunun içine yerleştirdi. Sakin hareketlerle aşağıya inmeye başladı. Merdivenin tepesindeyken eğilip kediyi bana doğru uzattı. Yakalayıp yere bırakmamla minik afacan gözden kayboldu.

Bizimkinin sakin adımlarla ve son basmağa dikkat ederek merdivenden inmesine yardımcı oldum. Merdiveni elime alıp nereye bırakacağımı sordum. Evin arkasını işaret etti. Arka bahçeye merdiveni bıraktım. Paslanmış demir sandalyeler ve mermeri matlaşmış masadan oluşan köhne bahçe grubunu işaret edip oturup soluklanmamı istedi.

Eve girip gözden kayboldu.

Az sonra bir şişe su ve iki bardak getirip masaya bıraktı. Az konuşuyor ve konuşurken yere bakıyor gözlerini kaçırıyordu.  Kim olduğu ne iş yaptığımı bile sormadı. “Yordu bizi kerata. Yaşayacak ömrü varmış” dedi.

- Yalnız mı yaşıyorsunuz?

- Kimsem yok. Babadan kalma bu evde yalnızım. Hepsi gitti ben kaldım. Az önce tırmandığım erik ağacını rahmetli babam dikmişti.

- Ne oldu yakınlarınıza?

- Öldüler. Annem, babam, kız kardeşim ve eniştem. Hepsi öldü.

- Kaza mı?

- Hastalık dediler ama kaza. Hem de benim yaptığım bir kaza. Onlar gitti. Vebal ile yaşamak bana ceza oldu. Ben kötü bir insanım. Burası da benim cezaevim.

- Az önce “daha kimsenin vebalini alamam” diyerek bunun için mi merdivene çıkmama izin vermediniz?

Susup cevap vermedi. Bardaklara su doldurup uzattı. Suyu yudumlarken sessizce bekledim. “Anlatmak isterseniz misiniz” diye sordum. Bir süre elindeki bardağa ve içindeki suya baktı. Kararsız görünüyordu. “Bu gün iyi bir şey yapıp ağaçtaki kediye şans verdiniz. Siz kötü bir insan değilsiniz” diye üsteledim.

Dudağının kenarında acı bir gülümseme belirdi. “Siz gelmeden kedinin ağaçtaki çaresizliğini görüp öylece bakıyordum. Israrla kapıyı çalıp itfaiye çağıracağım demeseniz belki de sadece izlemekle yetinecektim. İnsan yaptığı kadar yapmadıkları ile de kötü olabiliyor” dedi.

- Siz kötü biri olamazsınız. Beni korumak uğruna ağaca tırmanıp kediyi kurtarmak için kendinizi riske ettiniz.

- Riske etmek. Evet, sanırım doğru sözcük bu. Risklere bakıp karar almak. Sonrası pişmanlık olsa da…

Boşalan bardağını tekrar doldurdu. Şişeyi masaya bıraktı. Başını önüne eğip anlatmaya başladı.

Pandemi sürecinde görece daha sakin ve müstakil olduğu için ailecek baba evine doluştuklarını, bu kuytu adada hastalıktan uzak durabileceklerine inandıklarını anlattı. Ailenin okumuşu olarak süreci yakından takip ettiğini, virüsün bulunduğu ilk andan itibaren tüm bilgilerin bilim çevrelerince paylaşılması sayesinde 9 ay gibi inanılmaz kısa sürede aşıların geliştirilebilmesinin insanlığın mucizesi olarak görülmesi gerektiğinden söz etti.

- Sonra ne oldu?

- Mucizelere inanmayan ve aklıyla her şeyi çözebileceğini düşünen biri olarak aşılara kuşkuyla yaklaştım. Hacı babam da inancı gereği aşılara inanmıyor, kuşku duyuyordu. Meğer kuşku da virüs gibi bulaşıcı bir hastalıkmış. Aşı konusunda tereddüt edip uzak durdum. Ev halkını da peşimden sürükledim.

- Aşı olmadılar mı?

- Benim aklıma uyup olmadılar. Bu evin bizi koruyacağına inandılar.

- İlk kim hastalandı?

- Evin dışarı ile bağlantısını ben sağlıyordum. Pandeminin gerilediği sanılan ikinci yılında bir şekilde virüsü kapıp eve getirmişim. Hiç anlamadım. Hastalığı ayakta geçirdim. Diğerlerinin ise hiç şansı yokmuş. Aşı olsaymışız yaşama şansları olabilirmiş. Öyle dediler. Hiç olmazsa ben aşı olsaydım belki hastalanmayacak ve onlara bulaştırmayacaktım.

- Ama…

- Aşı olmadım ve aşı olmalarına da engel oldum. Benim yüzümden annem, babam, kız kardeşim ve eniştem hastalanıp öldüler. Cenazelerine bile gidemedim. Ben kötü bir insanım. İnsanlığın bilgi birikimine yeterince inanmadım. Risk almaktan korkup hayatıyla ilgili kararları erteleyip duran benim gibi korkak birine güvenmemeleri gerekiyordu.

Ayağa kalktı. Şişeyi ve bardakları eline aldı. Kafasını kaldırıp ilk kez yüzüme bakıp “Öyle bir vebal ki yaşayarak ödemek zorundayım. Yaşadıklarımdan sonra böylesi ceza az bile. O yüzden ne o yavru kedinin ne de kurtarmaya çalışanların vebalini almak istemedim. Hadi git şimdi.” Dedi.

Arkadaşımın anlattıkları ikimizi de hüzünlendirmişti. Bir süre sessizce çaylarımızı yudumladık. Az önceki neşesinden eser kalmamıştı.

sbfi6179

Bir iç çekip çayları tazeleme bahanesiyle içeri girdi. İkinci çayları getirse de gelen müşteriler nedeniyle kendi içemedi. Arkadaşımın gelen müşterilerine bir ev göstermek için dükkândan çıkmaya hazırlandığını görünce çayımı hızlıca yudumlayıp iznini istedim.

Bana baktı. Kulağıma doğru eğildi. “Top sahasının kuru otlarını tutuşturup yangın çıkarmış benden sır tutmamı istemiştin. Sırrını açıklamamı istemiyorsan yine gelirsin. Dükkânın yolunu öğrendin. Bu kez kuru bir çay ile bırakmam.” diyerek uğurladı. 

Sokağın yukarısına doğru yürüyüp çocukluğumun anılarını hatırlamaya çalışsam da arkadaşımın az önce anlattığı trajedi aklımdan çıkmıyordu.

Hacının evinin panjurları kapalıydı. Bakımsız bahçesiyle terk edilmiş gibi görünüyordu. Küçükken bize kocaman görünen o erik ağacına durup bir kez daha baktım.

Sonra gökyüzünü fark ettim.

Şekilden şekle giren gizemli bulutları ile bir tek gökyüzü değişmemiş gibiydi.

Çocukluğumu aradığım o hüzünlü sokaklarda daha fazla kalamadım.

Adımlarımı hızlandırıp cinayet mahallinden uzaklaştım.

Mehmet Uhri

Karıncadan Tespih Böceğine

Mayıs 28th, 2021

k3

Pandemi notları: Mayıs 2021

Bir yılı aşkın süredir Covid-19 pandemisinin doğurduğu özel bir yaşam biçiminde yaşıyor ve giderek bu duruma alışıyoruz.

Gerçekte ise karınca yuvasını andıran kentlerimizde önceden tanımlanmış ve kurgulanmış yaşam biçimimiz içinde durumu pek de sorgulamadan yaşamaya alışmışken bir sabah kendimizi tespih böceğine dönüşmüş halde bulduk.

Üstelik herkes Gregor Samsa olunca kimse anormalliği fark edemeyip tehlike altındaki her canlı gibi yeni duruma elinden geldiğince uyum göstermeye çalışıyor.

Geldiğimiz noktada alıştığımız sosyal yaşamı unuttuk. Tespih böcekleri gibi tekil yaşıyor ve en ufak tehlike sezdiğimizde yusyuvarlak tespih tanesi gibi içimize kapanıp yuvarlanıp gidiyoruz.

Sorarlarsa; Hayatta kalmaya çabalıyoruz.

Hatırlayalım; Pandemiden önce karınca kolonisini andıran kentlerde kurum, yasa ve sözleşmeler ile tanımlanmış kimliklerimiz ve yaşam biçimlerimize tutunup “tabi” bireyler –sistemin uslu çocukları- olarak güven içinde iyi kötü kabullendiğimiz bir hayat yaşıyorduk. Üzerinde iyi kötü uzlaştığımız ortak değer ve kavramlarımız vardı.

Gerçi duruma itiraz edip “caz yapanlar” da olmuyor değildi. Ancak çoğunluk tanımlanmış sınırlar içinde kendini “özgür bireyler” olarak görmeyi sürdürüyordu.

Şairin dediği gibi “Her şey birden bire oldu” ve bir sabah farklı bir dünyaya uyandık.

Hayatta kalabilmek için karıncalar gibi yaşadığımız hayatlarımızı terk edip tespih böceğine dönüşüverdik.

k1İşbölümü, görev, yetki, dayanışma ve sorumlulukların katı kurallar ile tanımlandığı karınca kolonisini andıran kentlerde bir anda herkes birbirinde uzaklaşmaya ve içine kapanmaya başladı. Hastalığın bulaşıcılığının azaltılması için alınan idari önlemlerin de etkisi ile iyice yalnızlaşıp bir tespih böceği gibi içimize kapanıp yuvarlanmaya başladık.

Karıncalar gibi bir arada yaşamaya eğilimli dayanışmacı olmayı bırakıp kendi sert kabuğu içinde tekil ve içe dönük yaşamaya alışkın tespih böceğine dönüşüverdik. Bu şekilde hayatta kalabileceğimize inandık.

Yönetimlerin baskısı ve yönlendirmeleri ile de neredeyse herkes karıncadan tespih böceğine dönüşümü kabullenince anormalliği “yeni normal” olarak görüp sorgulamadan uyum göstermeye çabalar olduk.

Özene bezene dayayıp döşediğimiz uğruna ömür boyu çalışıp taksit ödemeyi göze aldığımız evlerin bir tür hapishaneye veya içine hapsolduğumuz kabuğa dönüştüğünü sessizce kabullendik.

Kendimizi ötekiler ile kıyaslayabileceğimiz sosyal ortamlar yasaklı hale gelince eskiden ayna karşısında zaman tükettiğimiz kılık kıyafetin de önemi kalmadı, nasıl göründüğümüzün de…

Markete gitmenin bile risk algısına dönüştüğü bir iklimde korkularımızla baş başa kaldık. Korktukça içimize kapandık.

k2Bugün çoğumuz tespih böceği gibi yuvarlanıp dışarıdaki fırtınanın geçmesini bekliyoruz. Gerçi her şeye karşın çalışmak, işe gitmek zorunda olanlarımız karınca gibi görünmeyi sürdürseler de içlerinde aynı tespih böceği ürkekliğini barındırıyorlar.

Pandemi hepimizi başka bir şey olmaya zorluyor.

Biyolojik yanıyla yeryüzüne tutunmaya çalışan insanoğlunun, kültürel yanıyla da tarih boyunca hikâye anlatan, söylem oluşturan yaşadıklarını paylaşarak sosyalleşen bir canlı olduğu gerçeği yavaş yavaş gözden kayboluyor.

Hâlbuki ne yaşıyor olursak olalım içimizdeki “kültürel insan” tüm sosyal baskı ve yönlendirmelere karşın biriktirdiği anıları eskileri ile harmanlayıp birbirine anlatan bu şekilde zamanı harmanlayarak kendi varlığını yeniden üreten bir canlı olma özelliğini koruyor olmalıydı.

Bizleri tespih böceğine dönüştürüp içimize kapanmaya zorlayan birbirimizden uzaklaştıranlar kültürel yanımızın körelmekte olduğunu, anlatacak hikâyesi olmayan birbirinin aynı günlere mahkûm etmiş olduklarının elbette farkındalar.

Tuttuğu takımın maçına gidemez, şampiyonluğunu birlikte kutlayamaz, evlilik, düğün ve hatta cenaze törenlerine bile yeterince katılamaz hale gelince kimsenin kimseye anlatacak öyküsü anısı kalmıyor. Okula gidemeyen çocuklar için de aynı durum geçerli.

Sosyal medya üzerinden yapılan anlatılar da sabun köpüğü gibi kısa sürede yitip anıya dönüşmedikçe zamanın içinde kaybolmuşluk hissi giderek yaygınlaşıyor.

Dahası, üzerinde uzlaştığımız kavramlar ve değerler de bu başkalaşımdan nasibini aldı. Neyin iyi neyin kötü olduğu bile tartışılır oldu. Ortalık yangın yerine dönmüşken kendimizi kurtarmayı yeterli görüyor kabuğumuzu açıp birilerine el uzatmaya bile cesaret edemiyoruz. Hastalığa yakalanma korkusu düğün, cenaze veya hasta ziyaretlerini korku unsuruna dönüştürürken eskinin toplumsal dayanışması, duyarlıkları birbirimize karşı körlüğe dönüştü.

Karıncadan tespih böceğine dönüşmek böyle bir şey dostlar.

Pandemi başlayalı neredeyse 1,5 yıl oluyor ve henüz kafamızı kaldırıp dışarıda olan bitene bakmaya cesaret edemiyoruz. Kabuğumuza çekilebildiğimiz kadarıyla etrafı kolaçan ediyor ve hayatta kalmaya, hastalanmamaya çabalıyoruz.

Dünya yine aynı dünya ancak bizler eskisi gibi değiliz.

Üstelik bu geldiğimiz noktadan geri dönüş de hiç kolay değil.

Kongreler, fuarlar, organizasyonların ve hatta her türlü alışverişin internet üzerinden yapılmasına bu kadar kolay alışabildiğimize göre bir araya gelmek için onca zahmete katlanmak yerine böyle devam etmesi kaçınılmaz görünüyor.

Sonuçta Proust’un “mekânda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, hikâyeleri ile zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış yer kaplayan varlıklar” olarak tanımladığı insan olmayı terk edip hep aynı güne uyanan ve anlatacak yeni hikâyesi olmayan canlılara dönüşüyoruz.

Böyle mi olmalıydı?

Zamanında karınca olmaya bile direnip itiraz edenlerimiz varken tespih böceği gibi içe dönük, bencil bir canlıya dönüşüyor olmayı nasıl bu kadar kolay içselleştirdiğimizi sorusunu sormakla işe başlayabiliriz.

Yani aynaya bakmalıyız.

Pandemi öncesindeki alışkınlığın verdiği konforla sorgulamadan kabullendiğimiz hayata farklı bir gözle bakıp ortak itiraz noktaları geliştirebilir, gelecekte birbirimize anlatacak hikâyeler barındıran daha dayanışmacı ve eşitlikçi bir insanlık hayaline tutunabiliriz.

Yoksa hayatta kalma uğruna karıncadan tespih böceğine, oradan da belki tahtakurusuna doğru yolculuğumuzu sessizce kabullenmiş olacağız.

Dahası, hikâyelerini yitirmiş canlılar olarak yeryüzüne tutunmayı yeterli görüp çocuklarımıza da bunu öğreteceğiz.

Birbirimize anlatacağımız hikâyeler tükenmeden bir şeyler yapmalıyız.

Mehmet Uhri

Lastik tamircisi

Nisan 17th, 2021

img_2280

İzmir’de yaşayan ve kısa süre önce ciddi bir kalp ameliyat geçiren abimin yanında olmak için arabamla İstanbul’dan yola çıkmaya hazırlanıyordum.

Şehrin yoğun trafiğine yakalanmamak için ya sabahın körü ya da öğlene doğru yola çıkmak gerektiğini bilen her İstanbullu gibi 11.00’ e doğru Bakırköy’den yola koyuldum. Navigasyon beklediğimden de yoğun trafik yüzünden boğazın altından geçen Avrasya tünelini işaret ediyordu.

Sahil yoluna çıkıp tünele doğru yöneldiğim sırada arabamın lastik uyarı ışığı yandı. Mecburen tünele girmeden sahil yolundan devam edip lastik tamircisi aramaya başladım. Yolculuğun daha başında böyle bir aksilik yaşanmasına üzüleyim mi sevineyim mi bilemiyordum.

Canım sıkılmıştı.

Yol üstündeki benzin istasyonları da lastik tamiri yapmıyordu. Sultanahmet sapağından içeri girip oralarda lastikçi aramam gerektiğini söylediler. İzmir diye başladığım yolculuk Sultanahmet’in dar sokakları ile devam ediyor, aradığım lastikçiye ulaşmamda navigasyonun da yardımı olmuyordu.

Yolda durup sorduğum bir adam ve daha sonra inip yol tarifi almak zorunda kaldığım bakkal dükkânı sayesinde zor da olsa lastik tamircisine ulaştım.

Tamirci dediğime bakmayın. Sultanahmet meydanına çıkan ana yolda önünden iki kez geçtiğim halde göremediğim hap kadar bir barakadan ibaretti. Tabelası bile yoktu. Yol kenarında ağaca asılı boyalı birkaç araba lastiği dikkatimi çekmese daha çok arardım.

Dükkânın önüne yanaştığımı gören ufak tefek ihtiyar lastikçi dışarı çıktı. İlerlemiş yaşını saklamayan ağarmış saçı ve sakalıyla yaklaşıp hızlıca dört lastiğe göz attı. Lastikçiye sol arka lastiğin arıza sinyali verdiğini söyledim. Cevap vermedi. Cebinden gözlüğünü çıkarıp lastiğe yöneldi. Bir şey görünmediğini havasının hafif inik olması dışında sorun görmediğini yine de kontrol etmek gerektiğini söyledi.

İzmir’e doğru yola çıktığımı gideceğim yolun uzun olduğunu ve daha yolun başında böyle bir aksilik yaşadığımı bir an önce gerekeni yapıp yola koyulmamı sağlaması için yardımını rica ettim.

Krikoyu yerleştirip lastiğin bijonlarını gevşetirken “İzmirli misin?” diye sordu. İzmirli olduğumu ancak İstanbul’da yaşadığımı söyledim. Kafasını kaldırmadan “Yolculuğu anladık da söyle bakalım gidiyor musun? Yoksa dönüyor musun?” diye sordu.

İçimden “çattık” diyor ve ne cevap vermem gerektiğini düşünüyordum.

O sırada içinde yolcusu da olan bir taksi yanaşıp inik lastiği için yardım istedi. Lastikçi benim lastiği bırakıp taksiye yöneldi.

İtiraz edecek oldum.

Sert biçimde elini kaldırıp. “Ticarinin her zaman önceliği vardır. Üstelik yolcusu da var bekleyeceksin.” Dedi.

Doğrusu; araba krikoda ve lastik çıkarılmış olmasa basıp gidip başka bir lastik tamircisi arayasım vardı.

Dışarının ayazından kurtulabilmek için lastikçinin derme çatma barakasına girip ısınmaya çalıştım. İçeride bir lastikçide görmeye alıştığım asgari cihazların dahi olmadığını fark edince doğru bir iş yapıyor muyum tedirginliği yaşamaya başladım. Dükkânda eski bir su dolu küvet ve bir kompresör dışında lastiği janttan ayırıp birleştirecek alet bile yoktu. Tüm bunları elindeki levye ile yaptığını taksinin lastiğini onarırken fark ettim.

Taksinin işi neyse ki uzun sürmedi. Bagajdan çıkan yedek lastiği birlikte yerine taktılar. Tamir görmesi gereken lastiği “sonra uğrar alırsın” diyerek taksiyi yolcu etti. Tüm bu süre içinde çok az konuştukları ama iyi anlaştıklarını fark ettim.

Arabamdan çıkardığı lastiği su dolu küvete doldurup hava basarak iyice şişirdiğinde lastiğe saplanmış küçük vidanın yerini bulunca yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Kafasını kaldırıp bana baktı ve “Sorduğum soruya cevap vermedin.” Dedi.

- İzmir’e abimin yanına gidiyorum. Ameliyat oldu. Yanında olmalıyım

- I ıh. Ben niye gidiyorsun diye sormadım. Çıktığın yolculuk senin için gidiş mi? Yoksa dönüş mü?

- Ne bileyim. Hiç düşünmedim.

- Düşün hele. Daha vaktimiz var.

Lastiğe saplanmış vidayı çıkardığı yere bir tornavida sapladı. Sonra lastiği janttan ayırmadan delik bölgeye dışarıdan yama yaparak onarıma girişti. Açıkçası yaptığı onarım biraz baştan savma görünüyordu. Neden lastiği çıkarıp onarmadığını sordum. O zaman balans ayarının bozulacağını lastiği çıkarırken işaretlediği biçimde yerine takarak balans gerektirmeden yola koyulabileceğim açıklamasını yaptı.

Yola koyulma telaşım giderek yolda lastik ile ilgili başka bir sorun yaşar mıyım telaşına dönüşüyordu.

img_2279

Yetmezmiş gibi kapının önünde duran diğer bir taksinin korna sesi ile bizimki elindeki işi bırakıp dışarı çıktı. Takside yolcu yoktu. Lastikçi kenarda bekleyen onarım görmüş lastiği arabanın yanına yuvarladı. Taksici ile birlikte taksinin sol ön lastiğini çıkarıp onarım görmüş olanı taktılar diğer lastiği bagaja yerleştirdiler.

Tüm bu süre içinde yine neredeyse hiç konuşmadılar.

Her iki taksicinin de lastikçiye ödeme yapmadan yola devam ettikleri gözümden kaçmamıştı. Taksilere özel indirim uygulanıp uygulanmadığını sordum. Alaysı bir gülümseme ile baktı.

- Ödemenin tamamını senden tahsil edeceğim. Taksicilerin hayır duasını alacaksın. Fena mı?

- Olur mu öyle şey?

- Sen soruya cevap ver. Çıktığın yol gidiş mi? Yoksa dönüş mü?

- Geri dönmek üzere İzmir’e doğup büyüdüğüm memlekete gidiyorum. Geri dönmem gerektiğine göre yine de gidiş olmalı.

- Emin misin?

- Yahu onar şu lastiği de trafik yoğunlaşmadan çıkayım şu İstanbul’dan…

Az önceki alaysı gülümseme yüzünde yine belirdi. Lastiği onarırken sessizce başında bekledim. Dışarı çıkıp arabanın başına geldiğimizde elimle dükkânı işaret edip “eski görünüyor. Kaç yıllık bu dükkân?” Diye sordum.

Anlattığına göre 7 yılı burada 39 yılı karşı kaldırımda olmak üzere 46 yıllık lastikçi dükkânında koca bir ömür geçirmişti. Samsunluydu. Delikanlılık yıllarında babasının balıkçı teknesinin bir kaza sonucu batması üzerine aile zor duruma düşmüş eve yük olmamak için yıllar önce askerlik için geldiği İstanbul’da kalmıştı. O zamanın Sultanahmet mahallesinde ustasının yanında çıraklıktan başladığı lastik tamirciliği ile hayata tutunmuştu.

- Geri dönmeyi hiç düşünmedin mi?

- Nasıl döneyim? Kimse kalmadı ki. Çocukluğum gençliğim ne varsa kayboldu gitti. Geride hiç bir şey kalmadı. İstesem de dönemem.

- İyi de burası Sultanahmet. Buralar da çok değişti. Evler yıkılıp otel oldu. İstanbullu kalmadı. Her yan turist doldu. Bu dükkân burada nasıl kalabildi?

- 7 yıl önce karşı kaldırımdaki 39 yıllık dükkânım bina ile birlikte yıkıldı. Taksiciler ve esnaf sağ olsun kömürlükten bozma bu derme çatma barakaya geçmemi sağladılar da tutunabildim. Babamın teknesinin battığı gibi içinde yaşadığım mahalle ayağımın altından kayboluyorken esnafın yardımıyla karaya oturmuş gibi oldum.

- O yüzden mi taksicilerden ücret almıyorsun.

Cevap vermedi. Yerine yerleştirdiği lastiğin bijonlarını iyice sıktı. Diğer lastiklerin bijonlarını ve lastik havalarını kontrol etti. Krikoyu indirip yola çıkabileceğimi söyledi.

İstediği ücret beklediğimin çok altında kalınca utandığımı hatırlıyorum. Teşekkür edip hakkını helal etmesini istedim. Kafasını kaldırıp yine o alaycı ifade ile yüzüme bakıp “Sen yine de sorduğum soruyu biraz daha düşün. Bak ben yıllardır ne gidebiliyorum ne de dönebiliyorum. Sen hiç olmazsa yola koyulmuşsun. Çıktığın yol nereye kadar gidiş veya nereden sonrası dönüş.” Dedi. Cevap vermemi beklemeden elini kaldırıp “Bana değil yolda kendine anlat. Hadi git şimdi selametle” diyerek uğurladı.

Sonuçta yola çıkışım bir saat gecikmiş ve bu durum şehrin trafiğinin daha da rahatlamasına yol açmıştı.

Navigasyon tüm bu gecikmeye karşın en başta gösterdiği varış saatinin sadece 15 dakika sapacağını işaret ediyordu.

Tüm telaşıma ve hissettiğim sıkıntıya karşın yolculuk ile ilgili pek bir şey değişmemiş lastikçi ve onunla olan muhabbet hiç yaşanmamış gibi yola koyulmuş olduğumu düşündüm.

Ama yine de bir şey olmuştu. Lastikçi yol boyunca kafamı kurcalayacak o soruyu da yükleyip beni yolcu etmişti.

Doğup büyüdüğüm mahalleye doğru yola çıkmıştım. Abim beni bekliyordu. Birkaç saat sonra ulaşacağım mahalle çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği mahalle değildi. Lastikçinin teknesi gibi ayağımın altından kaybolup gitmese de başka bir şeye dönüşmüştü.

Yine de gidiyordum.

İsmini bile bilmediğim bir lastikçinin sorusunu düşünmek istemesem de yol boyunca gelip durup aklıma takılıyordu.

Yola çıktığımda geri döneceğimden emin olduğum için İzmir’e gidiyordum. Şimdi ise bu yolcuğa zaman içindeki kendime doğru bir dönüş de eşlik ediyor gibi geliyordu. Dönüş diyemesem de ürküyordum.

Abim orada beni bekliyordu.

İyi de hangi abim?

Birlikte büyüdüğümüz oyunlar paylaştığımız o yaramaz çocuk mu? Yollar iller ayrıldıktan sonra uzaklaştığım koca adam mı? Yoksa hasta yatağında yatan ve giderek daha huysuz bir ihtiyara dönüşeceğinden endişe ettiğim abim mi?

Sanki bu arada ben hiç mi değişmemiştim?

O ihtiyar ufak tefek lastikçi bijonları iyi sıkmış ancak kafamın içinde bir şeylerin gevşemesine yol açmıştı.

Lastiğin hava kaçırması gibi düşüncelerin o gevşeyen yerlerden sızıp yol boyunca kafamı doldurmasına engel olamıyordum.

İzmir’e yaklaştığımda bile lastikçinin sorusu aklımdan çıkmamıştı.

Çalan telefonun sesi ile irkildim.

Arayan abimdi ve “geldin mi?” diye soruyordu.

Mehmet Uhri

Kargo Mahremiyeti

Ocak 7th, 2021

pi1

Pandemi notları Ocak 2021

Tüm olumsuzluklarına karşın Covid 19 pandemisine iyimser gözle bakmaya çalışırsak salgının bazı alışkanlıklarımızda olumlu yönde değişikliklere yol açtığını söyleyebiliriz.

Kişisel hijyen veya sosyal masefe yanı sıra salgının olumlu etkilerinden birinin kargo hizmetlerinde yaşanmakta olduğunu düşünüyorum.

Pandemi kısıtlamaları nedeniyle yüz yüze alışverişlerin giderek online alışverişlere dönüştüğünün hepimiz farkındayız. Bu durum kargo trafiğini arttırırken sosyal mesafe ve hijyen kuralları yüzünden kargo hizmetlerinde alışkanlıklar da hızla değişiyor.

Birtakım kodlar vs. kullanılarak müşteri ile temas azaltılırken kargoların kurum veya site içlerinde belirli noktalara bırakıldığına şahit oluyoruz. Yani, kargo ayağınıza gelmiyor siz kargonun ayağına gitmek durumunda kalıyorsunuz.

Bakın bu çok iyi oldu.

“Şimdi bunun nesi iyi oldu?” diyeceksiniz.

Pandemi öncesinde çalıştığım hastane ortamında ne yapıp edip sizi bulan kargo elemanları Covid 19 korkusundan hastane içinde dolaşmak yerine araçlarını park edip kargolarını teslim almak üzere kargo sahiplerini bahçeye çağırmaya başladılar. Hastane ortamında mesai saatlerinde işi gücü bırakıp kargocunun ayağına gitmek zorunda olmanın nasıl olumlu bir yanı oluyor diye düşünebilirsiniz.

Dedim ya çok iyi oldu.

Başıma gelenleri anlatınca hak vereceğinizi umuyorum.

Efendim malumunuz, gündüz evde kimse olmaması veya biri olsa da kargo yüzünden evde hapis olmak istemeyenler için ideal çözüm kargonun işyerine teslim edilmesidir. Kurumsal firmalardan yapılan alışverişlerde sorunsuz işleyen kargo teslimatları bireyden bireye veya müstahsilden gönderilen kargolarda “küçük” aksaklıklara ve iletişim kazalarına yol açabiliyor.

Nasıl mı?

İzmir’deki abimin eşinden taze enginar göndermesini rica etmiştim. Laf aramızda Urla enginarının lezzeti özeldir. Yenge hanım güzelim enginarları tarladan almış ancak yanında getirdiği koli kutularına heybetli enginarları sığdıramamış. Tarla sahibinin yardımıyla bulabildiği ilk uygun kutuya koyup benim adıma çalışmakta olduğum hastanenin başhekimliğine teslim edilmesini belirten notla kargo firmasına teslim etmiş. Dahası jest yapıp kargo ücretini de peşin ödeyince şirket beni bulmaya çalışmayıp teslimatı başhekimliğe yapmış ve gitmiş.

Eh, buraya kadar sorun yok.

Sorun, iş çıkışı imza atmak için hastane hekimlerinin başhekimliğe gelmesi ve başhekim sekreterliğinde beni bekleyen heybetli kolinin ilgi çekmesiyle başlıyor. Herkesten önce koliyi almaya gelebilsem belki iş bu kadar büyümeyecekti. Ancak içinde otuza yakın enginar bulunan ismim yazılı kolinin bir yem şirketine ait olması ve üzerinde “BÜYÜKBAŞ HAYVAN YEMİ” yazması hastanenin heybetli doktorlarından sayılabilecek bendeniz için hayli müstehzi bir durum yaratmıştı. “Doktor bey dışarıdan yemek söylemiş” diye başlayan takılmalar koliyi açıp içindekileri göstermeme rağmen günler boyu sürdü.

Neyse ki artık Corona var. Kargo yüzünden yaşanabilecek bu tür ”küçük” aksilikler kargo mahremiyetine takılıp hastane bahçesinin kuytularında kalabiliyor.

Dahası da var.

Pandeminin başlayıp herkesin evine tuvalet kâğıdı ve kuru gıda stokladığı günlerdeydik. Kargocular henüz kişiye elden teslim alışkanlıklarını değiştirmemişlerdi. Ayvalık yakınlarındaki tanıdık mütevazı mandıradan paketlenip vakumlanmış peynir sipariş etme gafletinde bulunmuştum. Peynirlerin yola çıktığına dair kargo bilgileri de telefonuma gönderilmişti. Ancak hasta başında olduğum için kargo şirketi beni bulamamış aynı odayı paylaştığım hanım meslektaşım ücretini ödeyip kargoyu teslim almak durumunda kalmıştı.

Kargoyu teslim alan meslektaşım gelen kolinin fotoğrafını çekip “abi kargonuz geldi :) mesajıyla bölüm çalışanlarının olduğu whatsupp grubuna gönderdi. Mesajı görüp peynirlerin salimen gelmiş olduğuna sevinirken grubun diğer üyelerinin gülücük içeren emojilerine de doğrusu o sırada pek anlam verememiştim.

Çünkü kutunun üzerinde kocaman harflerle yazan “KOTEX” in ne anlama geldiğini bilmiyordum.

pi2

Millet pandemi kısıtlamaları nedeniyle tuvalet kâğıdı başta olmak üzere evine ihtiyaç malzemesi stoklarken koli ile “kadın bezi” sipariş etmiş olmam elbette dikkat çekiciydi. Benim gibi kalıplı biri için kanatlı, ultra uzun özelliklerin belirtilmiş olması da hanım meslektaşlarımca makul seçim olarak görülmüştü. Beyler ise daha insaflıydı. Herkesin içinde olmasa da bire bir görüşmelerde “Bu yaşta hormonlar çalışıyor, bravo valla” biçiminde takılıyorlardı.

Eşimin konu hakkındaki yorumu ise hafif bir gülümsemeden sonra “Neyse, en azından peynirler temiz bir kutunun içinde gelmiş” şeklinde oldu.

Kargo teslimatlarının gözlerden ırak yapılmasından memnuniyetimin nedenini anlamış olduğunuzu ve bu durumu da Covid-19 pandemisine borçlu olduğumuz konusunda anlaştığımızı umuyorum.

Ancak, kargo mahremiyeti gibi basit bir konuda bile çok emin olmamak gerektiğini insan yaşayarak öğreniyor.

Tahmin edebileceğiniz gibi başıma gelenler ne yazık ki bu kadarla da kalmadı.

Olaylar benim dışımda gelişiyor, fatura bana çıkıyordu.

Bu kez de internette gördüğü önemli bir indirim kampanyasını fark eden eşim, kızımız için bana haber vermeden iç çamaşırı siparişi vermişti. Dediğim gibi ,siparişten habersiz olan bendeniz olanca masumluğumla kaderin ağlarına doğru yuvarlanıyordum.

Çocuk iç çamaşırı işte ne olacak demeyin. Sonuçta o da koli ile teslim ediliyor.

Meğer erotik iç çamaşırları tasarımlarıyla da tanınan PENTİ firması malum nedenlerle tüm teslimatları özel kurye ile elden yapmayı sürdürüyormuş. Firma yetkilisi üzerinde kocaman harflerle “PENTİ” yazan janjanlı koli ile beni bulana kadar bölümdeki odaları tek tek dolaşınca herkesin teslimattan haberi oldu.

Geri çevirmeye çalışsam da kolinin üzerinde adım yazıyordu.

Eşimle görüşene kadar böyle bir teslimattan haberim olmadığına kimseyi inandıramadım. Hoş, dışarıdan bir gözle ben de kendime inanmakta zorlanırdım. Tahmin edebileceğiniz üzere, bölümdeki hanımları “PENTİ” firması ile olan düzeyli beraberliğim konusunda ikna etme çabam muhabbet konusu olarak günlerce sürdü. Beylerin takılmalarını ise hiç anlatmayayım.

Gördüğünüz gibi kargo teslimatları yüzünden “küçük” aksilikler yaşasam da pandeminin “kargo mahremiyeti” konusundaki olumlu etkisine olan umudumu koruyorum.

Her ne kadar büyükbaş hayvan yemi kolisini gören hastane başhekiminin dudağını büküp acıyarak bakışını ve  “Keşke küçükbaş hayvan olsaydı” demesini unutamasam da pandemi sayesinde bu türden yaşanmışlıkların azalacağını düşünüyorum.

Yaşananların üstünden onca zaman geçmesine karşın değerli meslektaşlarımın Kotex’lerin yetip yetmediği yönünde soruları ve her kargo gelişinde müstehzi ifade ile elimdeki koliye bakışları sürüyor. Laf aramızda adıma gelen her kargoyu hafif bir yürek çarpıntısı ile teslim almakta olduğumu da itiraf etmeliyim.

Her şeye rağmen salgın hastalığın hayatımızda olumlu yönde değişikliklere neden olduğu konusunda ısrarcıyım. Covid-19 pandemisinin dünya genelindeki tüm olumsuzluklarına karşın özellikle kargo teslimatlarında salgın nedeniyle alınan önlem ve yeni uygulamaların  olumlu bir dönüşümü başlattığı konusunda “birilerinin” ikna olduğunu umuyorum.

Dr. Mehmet UHRİ

Not: Bu metin, salgın nedeniyle yaşanan onca sıkıntıya rağmen ısrarla olumlu bir şeyler yazmamı isteyen kızım ve eşim başta olmak üzere benzer beklentideki okuyucular için kaleme alınmıştır.

Acımadı ki…

Kasım 21st, 2020

acimadi

Hanımefendiyi hastane nöbeti sırasında tanımıştım. Sıkıcı sakin bir servis nöbetiydi.

Bölümde hastalar uyumuş koridora gecenin sessizliği çökmüştü. Yaşlıca hastamızı gecenin o vakti ayakta koltuğunun altına sıkıştırdığı kitabı ve elinde gözlüğü ile koridorda görünce sorun olup olmadığını sormak için yanına gittim. İlerlemiş yaşına rağmen ütülü ve şık sabahlığı, taranmış saçları ile gecenin o saati bile kendine özendiği fark ediliyordu. Utana sıkıla aynı odayı paylaştığı hastanın horlaması nedeniyle uyuyamadığını söyledi.

Servisin tüm yataklarının dolu olduğunu, serzenişinde haklı olsa da oda değişikliği yapamayacağımı söyleyince yüzünde aydınlık bir gülümseme belirdi.

- Yanlış anladınız. Odamdan ve oda arkadaşımdan memnunum. Odamı değiştirmek istemiyorum.

- O zaman nasıl yardımcı olabilirim?

Hanımefendi koltuğunun altındaki kitabı gösterip geceleri uykusuzluk çektiğini, kitap okuyacak sakin bir yer aradığını söyledi. Bölümümüze ait çoğunlukla mesleki kitap ve dergilerin yer aldığı küçük kütüphaneyi açtırabileceğimi söyleyince yüzü yine sevinçle aydınlandı. “Hem de kütüphane, çok mutlu ve minnettar olurum” diyerek karşılık verdi.

Açıkçası hanımefendinin bir süre kütüphanede oyalanıp uykusu gelince odasına gideceğini umuyordum.

Bölüm kütüphanesini açtırıp hanımefendiyi kitaplarla baş başa bıraktım. Sabaha karşı koridora çıktığımda kütüphanenin ışığının yanmakta olduğunu görüp kapatmak için girdiğimde hanımefendiyi masanın başında kitap okurken buldum.

- Bu saate kadar uyumadınız mı?

- Ne güzel kitaplığınız var. Hastaneye emek vermiş hocalarınız ayrılırken kitaplarını hep kütüphaneye bağışlamış.  İçlerindeki bilgiler eskise de bölümünüzün belleği ayakta kalmış.

- Hocalarımızın ayrılırken kitaplarını bölüme bağışlaması eski bir gelenektir. Ancak, tıbbi bilgiler hızlı değiştiği için çoktandır sözünü ettiğiniz kitaplara sizden başka elini süren olduğunu sanmıyorum. Bölümün belleğine katkısı konusunu da doğrusu hiç düşünmemiştim.

- Sakıncası yoksa bir süre daha kalmak istiyorum.

Hanımefendiyi kütüphanede bırakıp yanından ayrıldım. Yeni bir çalışma günü başlamak üzereydi. Az sonra bölüm mutfağından taze demlenmiş iki çay alıp tekrar kütüphaneye yöneldim. Hanımefendi beni görünce ayağa kalktı. Rahatsız olmamasını söyleyip karşısına oturdum. Çay için teşekkür etti. İlk yudumunu aldıktan sonra çay bardağını ışığa doğru kaldırıp “Ne güzeldir sabah çayı, insana yalnızlığını unutturur” dedi. “Nasıl yani?” diye sorunca diğer eliyle elindeki bardağı işaret ederek “Üzerinde bulunduğumuz topraklarda gün sabah çayı ile başlar. Çayı yudumlarken aynı demlikten pek çok insanla aynı tadı, sıcaklığı aldığını bilirsin. İyi gelir.” Dedi.

Okuduğu kitabı ters çevirip özenle masanın üzerine bıraktı. Gece boyu uyumamış biri için gayet dinç görünüyordu.

Sabah çaylarımızı yudumlarken hakkımda sorduğu soruları yanıtlayıp kendimi tanıttım. Sıra hastamıza gelince fazla nazlanmadan hızlıca hayat hikâyesini anlattı.  Ailenin tek çocuğu olduğunu, memuriyete öğretmenlik ile başlayıp kütüphanecilik ile devam ettiğini ve kütüphane memurluğundan emekli olduğunu anlattı. Kütüphaneci gözüyle servis kütüphanemizi fazlaca amatör bulduğunu söylemeyi de ihmal etmedi.

- Neden öğretmenlik değil de kütüphanecilik?

- Kütüphaneler, kitaplıklar iyi arkadaştır. Şu çay kadar olmasa da okumayı seven için yalnızlığa iyi gelen mekânlardır. Kendinden önce yaşamış hayatlarla buluşturur, sürprizlere açıktır. Hastane yalnızlığında kütüphane bulmak çölde vaha gibi geldi.

- Hastane yalnızlığı mı? Hastalığın yalnızlık hissi doğurduğunu bilirim ama hastane yalnızlığını hiç duymamıştım.

- Dediğiniz gibi hastaneler insanı hastalığı ile yüzleştiren ve yalnızlığını hatırlatan yerler olsa da benzer hastalıkları olan diğer hastaların varlığı o karamsar havayı dağıtır. Horlayan biriyle paylaşsam da bu yüzden hastane odamı değiştirmeyi veya odada yalnız olmayı istemem. Yani hastane yalnızlığı otel odalarının o iç burkan yalnızlığına benzemiyor.

- Otel odalarının yalnızlığı mı?

- Yalnız yolculuk yapanlar iyi bilir. En lüks otel odası bile bence insana yalnızlığını unutturmaya yetmez. Eşyalarını bırakıp bir an önce çıkmak ister ya insan. İşte öyle…

Sabah sohbeti ikimize de iyi gelmişti. İzin isteyip çayları tazelediğim o kısacık arada bile okumayı sürdürdüğünü fark ettim. “Engel oluyor muyum?” diye sordum. Gülümseyerek daha sonra okuyabileceğini, çay ve sohbetin iyi geldiğini söyledi.

Başlayan günün hareketliliği bölüme yansımış, hastalar uyanmıştı. Nöbet sonrası izin için ayrılmadan idarecimizle görüşüp uygun olduğu zamanlarda  hanımefendinin kütüphaneyi kullanması için izin çıkarılmasını sağlayınca gözündeki itibarım arttı. Hastamız, gün içinde odasında kalıyor akşama doğru kütüphaneye geçip kitaplarla baş başa zaman geçiriyordu.

acimadi-3

Birkaç gün sonra akşam üzeri bölümden ayrılırken hanımefendinin kütüphanede olduğunu görünce selam vermeden geçmek istemedim. Beni görünce yine gülümseyerek “Bir iki güne taburcu oluyormuşum. Az daha sabrederseniz kurtulacaksınız benden” dedi. Ben kem küm ederken servis hemşiresi elinde kahve fincanıyla belirince hanımefendinin bölümde ilişkileri hayli ilerletmiş olduğunu anladım. Hemşire hanım “bir kahve de size yapayım doktor bey” deyince hanımefendinin karşısına oturdum. O hoşsohbet kadına yine sorular sorup konuşturmaya çalıştım.

Anlattığına göre bir orta Anadolu kasabasında dünyaya gelmişti. Kasabanın mütevazı şartlarında sorunsuz bir çocukluk geçirdiğini ancak üniversite yıllarında biraz da rastlantı sonucu anne bildiği kişinin teyzesi olduğunu öğrenince yaşadığı şoktan söz etti. Anne bildiği teyzesinin gebeliklerinin düşük ile sonuçlanması,  canlı doğan bebeğinin de doğumdan kısa süre sonra ölmesi üzerine gerçek annesinin doğurduğu 4. bebeğini kız kardeşinin ölen çocuğunun nüfusuna kaydettirerek kardeşine teslim ettiğini yıllar sonra şaşkınlık ve kızgınlıkla öğrendiğini anlattı.

- Bu durum sizi niye rahatsız ediyor. Bence anneniz mantıklı bir çözüm üretip kardeşine yardımcı olmuş.

- Bir bakıma haklısınız. Doğup büyüdüğüm topraklarda çok yaygın bir gelenekmiş. Sonuçta ailenin dördüncü çocuğu olmak yerine başka bir ailenin tek çocuğu olarak dünyaya gelmişim.

- Belki böylesi daha iyi olmuştur.

- Sorun da burada. Üç kişilik suskun sakin bir ailede yetiştim.  Kalabalık ve eğlenceli görünen kuzenlerimin ailesi gibi bir ailem olmadığı için gerçek kardeşlerimi hep kıskandım. Biz biraz daha varlıklıydık onlar da bu yüzden kıyafetlerimi, oyuncaklarımı kıskandı hatta haset edip her fırsatta zarar verdiler. Kuzen bildiğim kardeşlerimle düşman gibi olduk, sevemedik birbirimizi. Yaş ilerleyince kıskançlık ve haset yerini imrenmeye bıraksa da hiç bir zaman kardeş gibi olamadık. Yıllar sonra gerçeği öğrenmemiz bile fayda etmedi. İki kız kardeşin dayanışması çocuklarını mutsuz ve huzursuz etmiş oldu. Yaşadıklarımdan ötürü serzenişim pek çoğu için abartılı gelebilir ancak anlatmak istediğim sorun daha derindeydi. Anlamam ve yüzleşmem hayli zaman aldı.

- Biraz daha açabilir misiniz?

- Tüm bir hayatın riya üzerine kurulmuş olması düşüncesine katlanamıyordum. Kıskançlığım, kardeşlerimin haseti ve şimdiye kalan imrenme duyguları hepsi yalan ve riya üzerinde oturuyordu. Duygularım gerçek olsa da aklım benimle dalga geçiyordu. Gerçekte hiç yaşamamış birinin kimliğine tıkılmış olduğum gerçeğini kabullenmek de cabası. Okuyup  öğretmenliğe başladığımda çalıştığım okullarda kütüphaneye kapanıp kendim gibi birilerinin olup olmadığını araştırıyordum. Yetmeyince il halk kütüphanelerinin yolunu tuttum.

- Bir şeyler bulabildiniz mi?

- Kendi durumumda pek çok insan olduğunu görüp içimi rahatlatabilmek için kitaplar arasında debelenip durdum. Halime acıyıp yardımcı olan kütüphane müdürü sayesinde kütüphaneciliği tanıdım. O müdür beyin teşviki ile tekrar üniversite sınavına girdim. Fark derslerini verip kütüphanecilik eğitimimi tamamladım. Sonrasında da Anadolu’da çeşitli kütüphanelerde görev yapıp emekli oldum. Kısa süreli başarısız bir evlilik dışında kitapların arasında kendi yalnızlığımla baş başa hayat kurdum. Bu da böyle bir ömür oldu.

- Çocuğunuz olsun istemediniz mi?

- Gençliğim güvendiği insanlar tarafından kandırılmış olmanın verdiği öfke ve kendine acımakla geçti. Bu nedenle çocuk sahibi olma düşüncesinden hep ürktüm. Yaş ilerleyince insanın kendini kandırması, alıştığı yalnızlığa gömülmesi sanırım daha kolay oluyor.

- Öğretmenliği sevmemiş miydiniz?

- Sevmez olur muyum? Matematik gibi soğuk bir dersi öğrencilerine sevdirmeyi başaran hevesli bir öğretmendim.

- Ama?

- Ama kütüphaneler insanlarla uğraşmak yerine çok daha geniş ve anlamlı bir dünya sunuyordu.

- Anlamadım. Hem sevilen bir öğretmen olup hem de insanlardan kaçmayı düşünmek tezat olmuyor mu?

- Bu soruyu kütüphane müdürü de sormuş başımdan geçenleri ve hayata karşı öfkemi ona da anlatmıştım. Müdür bey beni karşısına alıp; “İnsan dediğin özünde kusurlu bir canlı. Dünyaya gelişi bile eksik. Yani kimse mükemmel değil. Matematiğin diliyle anlatacak olursak tam sayılardan çok kesirli sayılara benziyoruz. Bilirsin; kesirli sayılar bir araya geldiklerinde paydaları eşitlemezsen anlamlı sonuç alamazsın. İnsanlar için de böyledir. Kendi hayatın gibi küsuratlı hayatlar arar bulursun ama paydalar eşit olmayınca ne bulduğunu da anlayamaz arar durursun. Hâlbuki harfler, notalar öyle mi? Hepsi ayrı değer ve anlamda olsa da harfleri satır üzerine dizer eşitler yazıya dökersin. Yazı büyür kitap olur, düşünce olur, anlam olur. Müzikte de önce birbirinden farklı sesleri notaya döker paydaları eşitleriz. Sonra o notalar bestecinin zihninde bir araya gelir, partisyona dönüşür müzik eseri olur. Üstelik eser icra edilirken hepsinin toplamından çok daha fazlası olur kulağımıza ulaşır. Kendine acımayı bırakmalı başka yerlere bakmalısın, kızım.” demişti.  Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum diye karşısında ağlamaya başlamış o da çocukken canımız yansa da sırf karşımızdakini kızdırmak için “acımadı ki, acımadı ki..” dediğimiz gibi canını yakan bu hayata nanik yapabilmek gerektiğini söylemişti.

- Onun için mi öğretmenliği bırakıp kütüphaneciliğe yöneldiniz?  Affedin ama ben yine bağlantıyı kuramadım.

- Hekimliğin diliyle anlatayım o zaman. Beden hücrelerden oluşur. Bedenin can kazanması için hücrelerin bir araya gelmesi yetmez, aynı genetik kod altında “eşitlenmiş” olması da gerekir. Paydaları eşitlerken yapıldığı gibi hücreler kitabın harfleri veya müzik parçasının notaları gibi eşitlendiği zaman toplamından çok daha fazlasına dönüşür. Beden hayat kazanır, ortaya kocaman bir ömür çıkar. O gün karşısında göz yaşlarımı tutamadığım müdür bey geriye dönüp kendi hayatına benzeyen insanları aramak yerine bir araya gelmeleriyle toplamından çok daha fazla anlam oluşturan eserlere yönelmenin daha iyi geleceğini işaret etti. Kütüphanecilik bu iş için en ideal ortamdı.

- Kitapları, müzik eserlerini anladım da kütüphaneler ne oluyor bu durumda?

- Paydaları eşitlemek dedim ya; Beni kütüphaneciliğe teşvik eden müdür bey “kütüphaneler toplumsal belleğin, ortak kültürün eşitlendiği yerlerdir.” derdi.

- Yani?

- Yani, paydalar eşitlenmezse toplumda kutuplaşma artar. Barış içinde bir arada olmak yerine kutuplaşma kavgaya, kavga da yangına dönüşürse unutulanları yeniden hatırlamak ve yeniden başlamak için destek dayanak noktasıdır, kütüphaneler. “Bir yangın ormanının belleği gibidir” derdi, müdür bey.

acimadi-2

Hemşire hanım elinde kahve ile belirdiğinde sohbete ara verdik. Kahvemi yudumlarken az önce konuştuklarımızı düşünüyordum. Hastamız  kendi fincanını uzatırken hemşire hanıma kahve için içtenlikle teşekkür etti. Hemşire hanım gülümseyerek yanıt verdi.

Saatime baktım. Akşam trafiği yoğunlaşmadan yola koyulmam da gerekiyordu. Hızlıca kahvemi yudumlayıp izin istedim. Hanımefendinin sözleri aklımı karıştırmıştı. Yola koyulduğumda hanımefendinin hayatı ve anlattıkları kafamın içinde dolanıyordu. Gerçek olduğu bilinen duyguların içinin boş hatta anlamsız olmasının nasıl bir ikilem yarattığını, annesinin kardeşi için çözüm üretirken kendi çocukları için istemese de tarifi zor bir durum oluşturduğunu, nereden bakıldığına bağlı olarak herkesin haklı görülebileceğini düşününce iyice kafam karıştı.

Bir kaç gün sonra şifa ile taburcu olan hastamızla bir daha karşılaşmadım. Hanımefendi ayrılırken odama uğramış beni bulamayınca o güne kadar adını duymadığım Wilhelm Genazino’nun “Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk” isimli kitabını masama bırakmıştı.

Kitabın ilk sayfasına “Hastane yalnızlığımı paylaştığım doktoruma teşekkürlerimle… Acımadı ki…” diye yazmıştı.

Mehmet UHRİ

Abdallara ağıt

Kasım 7th, 2020

abdallar-agiti

Gençlik yıllarından kalma neredeyse unutulmuş kısacık bir yaşanmışlığı yıllar sonra hatırlama çabasıyla yolumu yönümü değiştirmiş Ezine yakınlarındaki o küçük sahil iskelesine sürmüştüm.

O günden en son hatırladığım balıkçının çoktan denize açılmış olduğu, arıcının ise “Hatırladığınca yaşarsın. Gerisi hep bir yolculuk.” diyerek bizleri uğurlamasıydı.

Bu sözleri gençliğin içi boş özgüveni ile yaşlıların bitmek bilmez gevezeliklerinden biri gibi algılamış o gün anlamaya bile çalışmamış üzerinde durmamıştım.

Sahil neredeyse olduğu gibi duruyordu. Koya adını veren heybetli fıstık çamı da öyle…

Yıllar önce balıkçının teknesini bağladığı iskele yıkılmış, geriye üzerinde balıkçılların tünediği paslı kazıklar kalmıştı. Koydaki bina lüks bir lokantaya dönüşüp büyümüştü. Sahilde bir süre yürüyüp denize taş attım.

Yıllar önce çadırlarımızı kurduğumuz yeri hayal etmeye çalıştım.

Rüzgârın hissettirdiği sonbahar serinliği nedeniyle binaya yöneldim.

Hatırladığım binaya benzemiyordu. Lokanta için gün yeni başlıyordu. Bir iki masa dışında müşteri yoktu. Eskiyi anımsatacak bir şeyler bulurum umuduyla içeriye hızlıca göz attım ancak gözüme çarpan bir şey olmadı.

Çay sipariş edip oturdum. Onca yolu boşuna gelmiş gibi hissediyor, kendime içerliyordum. Çayımı yudumlarken ocağın yanındaki duvarda asılı curayı ve yine aynı duvarda asılı aynaya iliştirilmiş fotoğrafı fark ettim.

Çayımı elime alıp çay ocağına yöneldim. Doldurduğu çayları tepsiye dizmekte olan ocakçıya aynanın kenarındaki yıpranmış fotoğrafı gösterip “Balıkçı hayatta mı?” diye sordum.

Garson fotoğraftakini tanımıyordu. Eliyle kasada oturan yaşlıca adamı işaret ederek “Bilse o bilir” dedi.

Kasaya yönelip adama aynanın kenarındaki fotoyu ve curayı işaret ederek balıkçı ve arıcının hayatta olup olmadıklarını sordum. Şaşkınlıkla yüzüme baktı.

- Tanır mıydın?

- Çok yıllar önce kısa bir karşılaşmaydı.

- Hayattalar mı? Neredeler?

- Önce sen söyle. Nasıl tanıdın? Ne anlattılar sana?

Yandaki masadan bir sandalye çekip “Otur, anlat hele” dedi. Kasanın yanına iliştim. Çayımı yudumlarken arıcı ve balıkçıyı ve o gün yaşananları anlattım.

O iki “abdalı” bir takım rastlantılar sonucunda tanımıştım.

1bb8735b-5dcd-4051-b108-d313637d0ac7

Biri arıcılık, diğeri balıkçılık yapıyordu. Gençliğin heyecanı ve kolaycılığı içinde “değişik” bulmuş anlamaya da çalışmamıştım.

Üzerlerinden fakirlik akıyordu ama mutluydular. Balıkçı tuttuğu balığı, arıcı da ürettiği balı tadına bile bakamadan satmak zorunda olduğundan yakınıyordu. Onca yoksulluğun içinde mutlu mesut yaşamalarına hayret etmiş sonra da unutmuştum.

Yıllar önceydi.

Üniversiteli üç arkadaş çadırları yüklenmiş Bozcaada’ya gidiyorduk. Otobüsün arıza yapması nedeniyle yolculuk uzamış Odunluk iskelesine akşamüzeri ulaşmıştık. İskeleden Bozcaada’ya kalkan tekne seferleri sona ermişti. Olduğumuz yere çadır kurup gecelemeyi düşünürken jandarma engel olmuş çadır kurmamıza izin çıkmamıştı.

O sırada Bozcaada’dan gelip limana yanaşan tekneden çıkan kamyonetin şoförü bize acımış birkaç koy ileride çadır için uygun yer olduğunu yardımcı olacağını söyleyip kamyonetin kasasını işaret etmişti.

Sözü edilen koya vardığımızda hava kararmaya başlamıştı. El değmemiş bir koya benziyordu. Kahvehane lokanta benzeri derme çatma yapı dışında tamamen doğa hâkimdi. Kahvehane sahibine yaşadıklarımızı anlatıp bir gecelik izin istemiş sahile yakın bir yere çadırlarımızı kurmaya girişmiştik.

Çadırları kurduktan sonra denize girip çıkmış karnımız iyice acıkmıştı. Kahvehanede pek kimse görünmüyordu. Kenarda bir masada iki kişi masayı kurmuş keyifle demleniyorlardı. Sonradan arıcı olduğunu öğreneceğim esmer adam elindeki cura benzeri telli çalgıyı çalıyor karşısındaki saçı sakalı birbirine karışmış yaşlıca balıkçı ise gür sesiyle eşlik ediyordu.

Balıkçının bir ayağı masanın yanındaki ağların üzerindeydi.

Öyle zengin bir masa da değildi. Birkaç dal marul ve roka yaprağı, zeytin, domates, ekmek ve biraz da leblebi ile e rakılarını yudumluyorlardı.

Az ötelerindeki masaya ilişip çay istedik. Elimizdeki kahvaltılık yiyecekleri çıkarınca patron dışarıdan yemek kabul edilmediğini söyleyerek itiraz etti. Öğrenci haliyle lokantaya verecek paramız olmadığı için toparlanıp ayağa kalktık.

Durumu gören balıkçı elini kaldırıp “Patron, şuraya bir masa daha ekle, delikanlılar misafirimiz” diyerek masalarına davet ettiler. Biraz da çekinerek eklenen masaya iliştik.

b9c72b1f-b681-4d83-91a8-ddc185ef9be2Arkadaşım çantasından çıkardığı peynir kalıbını tabağa koyup dilimledi ve “afiyet olsun” diyerek masanın ortasına bıraktı. Bu harekete patron yine bir şey söyleyecek gibi olunca balıkçı “Hesaba yaz. Racona ters olsa da bu kez böyle olsun. Onlar genç, öğrenecekler. Önce karınlarını doyuralım şu delikanlıların” diyerek masaya bir şeyler getirmesi için sipariş verdi.

Arıcı ise curayı dizine yaslayıp “İçer misiniz?” diye sormadan kadehlerimizi doldurmaya başladı. Doğrusu hiç itiraz edesimiz yoktu. Kendimizi tanıtıp üniversitede öğrenci olduğumuzu ve Bozcaada’ya gitmeye çabalarken kendimizi burada bulduğumuzu anlattık.

Elleri nasırlı yüzü güneş ve tuzdan çatlamış hayli kırışmış saçı sakalı karışmış olan yaşlıca adam önce kendini sonra arkadaşını işaret edip “ben balıkçıyım, o da arıcı. İkimiz de abdalız. Hepsi bu.” Dedi.

İsimlerini bile öğrenemedik.

Hatırladığım kadarıyla günün kararmak bilmediği sıcak bir Haziran gecesiydi.

İlk kadehleri devirip karnımız doymaya başlayınca “arıcı” Curasını eline aldı. “Kul Himmet bize katılsın” diyerek “gafil gezme şaşkın” türküsünü çalmaya başladı. Balıkçı gür sesiyle türküye katıldı. Bizler de dilimiz döndüğünce eşlik edip tempo tuttuk.

images1Arada durup kendilerini anlatıyor sonra yine türküye devam ediyorlardı. Arıcı balıkçıyı işaret edip “av yasağının bitmesiyle işlerin açılacağını sanıyor ama yıldan yıla deniz küsüyor” deyince balıkçı “Bu yıl yine kurak gitti, arılar dağda bayırda çiçek bulamadı. Balın da tadı kaçtı” diye yanıt verdi. Kısa bir sessizlikten sonra “Bak buna içilir, ne de olsa eksilenlere içiyoruz” diyerek kadehlerini masaya vurup yudumladılar.

Arıcı curasını dizine yaslayıp anlatmaya başladı;

- Ben arıcıyım. Dağda kovanları beklerim. Oğul verdirir, kovan satarım. Sahile indiğimde ise balıkçıyı bulur geçen ömre takoz koyup “bi dur hele” der içer söyleriz.

- “Bi dur hele” mi? O nasıl oluyor?

- “Arıların bal vakti zaman hızlı akar” derler. Ömür de öyle geçip gidiverir. Çalışırken insan zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Anlayabilmek için arada durup vaktin ötesine bakmak gerekir. Vaktin ötesi için dağda kayaya sırtını verip batan güneşe veya denizin ortasında sudan yansıyan yüzüne bakarsın. Bazen de böyle bir masa etrafında kendinden önceki abdalları yâd edersin.

Bu sözlerden sonra kadehler tekrar kaldırıldı. İkinci kadehler ile birlikte kafamız olmuş, karnımız doymuştu. Arkadaşım saatini işaret edip sabah erken kalkılacağı için kalkmamız gerektiğini söyleyince “daha yeni başladık ” diyerek bırakmadılar.

Bir süre daha sesimizi çıkarmadan oturduk. Kadehler boşalınca bize dönüp “vites değiştirme vakti geldi” diyerek ikisi de ayağa kalkıp üstlerini çıkardı. İskeleye doğru ilerleyip gecenin o vakti kendilerini Ege’nin serin sularına bıraktılar.

İlk anda şaşırsak da biz de eşlik ettik. Kısa süren soğuk gece denizi macerası ile ayılmış, günün yorgunluğunu da atmıştık.

Masaya döndüğümüzde üzerimizden sular akıyordu. Kadehler tekrar doldurulurken sanki hiç içmemişiz gibi ayık olduğumuzu görüp hayret ediyorduk. Balıkçı kadehleri doldururken “İyi ki Bozcaada’nın vakti sizler için gelmemiş de burada buluştuk, ne güzel oldu” dedi. Arkadaşım “Tekneye zamanında yetişemediğimiz için oldu” diye açıklamaya çalışınca elini havaya kaldırdı;

- Teknenin zamanı olur ama biz abdallar için önemli olan vakittir. Zaman dediğin o koluna taktığın saatten ibarettir. Ölçer, biçer kullanırsın. Vakitse şu deniz gibidir. “Vakti geldi” der içine girer az önceki gibi debelenir çıkarsın. Kuşluk vakti kahveni yudumlar, yemek vakti karnını doyurur, vakti-i keraat ile şişeyi açar masaya oturur, uyku vaktinde çekilirsin.

- Peki ya zaman? Zaman bu denizin neresinde?

- Vakit deniz gibidir dedim ya. Dalgası, fırtınası, akıntısı yorar insanı. Çoğu kişi denizden ürküp araya gemi, tekne, sandal gibi bir aracı koyar. Zaman dediğin zannımca vakit denizinde yüzen bir teknedir. Herkesin teknesi de kendine göredir. Zenginin zamanı ile fakirin zamanı o yüzden bir değildir.  Zamanın teknesinde olanlar için hayat keyifli bir yolculuktur. Nereye gideceğini, ne zaman varacağını, ileride ne olacağını hep zaman gösterir. Huzur arayanlar için birebirdir.

- İyi de herkes gemide değil mi? O zaman vakit denizinde kimler yüzüyor.

- Bazen insan az önce olduğu gibi kolundaki saatten kurtulur, “Gece denizi olur mu?” diye sorgulamaz zamanın teknesinden atlar, batıp çıkmaya başlar. Yoruluncaya kadar yüzer. Kısa süreliğine de olsa zamanın kendini yönetmesine izin vermez. Kimileri ise arıcı gibi kolunda saat bile taşımaz. Dağ başında şafak vakti uyanır, kuşluk vakti kahvesini yudumlar, yemek vakti karnını doyurur, uyku vaktinde de uyur.

- Yani?

- Yani ömür dediğin öyle ya da böyle bir yolculuktur. Tutunduğun vakitler hayatın olur. Günü geldiğinde de hayatın teknesinden sıradan bir yolcu olarak iner gidersin. Yani koca bir ömürden kalan bu gece olduğu gibi hatırlayacağımız o vakitlerdir.

Kadehler yeniden havaya kalktığında bu kez Arıcı sözü alıp “Bir de o denizden de uzak durup sahilde olan biteni seyredenler vardır ki, hiç sorma. Onlar için zaman bile yoktur.” dedi. Curayı eline alıp çalmaya başladı.

Türkü bitince kadehler tekrar tokuşturulurken arkadaşım dayanamayıp; “Peki ya siz, siz neresindesiniz bu hayatın?” diye sordu.

Lokanta sahibi anlattıklarımı can kulağı ile dinlerken araya giren garson müşterilerden birinin hesap istediğini söyledi. Patron hesap fişini düzenlerken o geceye dair hatırladıklarıma ve az önce anlattıklarıma ben de hayret ediyordum.

Anlattıklarımı ilgiyle dinleyen patron elini kaldırıp garsona “Beyefendi misafirimdir. Bize okkalı iki sade kahve gönder, süvari olsun” dedi. Sonra bana döndü;

- Çok şanslıymışsınız. Balıkçı hep buradaydı, arıcı ise bahar aylarında ve kışa girerken uğrar birlikte içip çalar okurlardı.

- Ne oldu onlara? Yaşıyorlar mı?

- Önce balıkçıyı yitirdik. Sahildeki iskeleyi bile parçalayan fırtınadan parçalanmış halde teknesi döndü ama kendi dönemedi. Bir mezarı bile olmadı. Bir kaç yıl sonra arıcının marazlandığını duyduk. Bir akşam üzeri çıktı geldi. Yıkık dökük o iskeleye yakın bir masaya ilişti. Kendi başına içerken curası da ona eşlik etti. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar hem ağladı hem çaldı. Sonra curasının tellerini söküp denize fırlattı. Hesabı öderken cebinden çıkardığı balıkçının o fotoğrafını ve telleri sökülmüş curayı “bunlar burada kalsın” diyerek bıraktı. Arıcıdan bir daha haber alamadık.

- Üzüldüm.

- Rahmetli peder anlatırdı. Yıllar öncesinde burada ilk bina inşa edilirken onlar yine bu sakin sessiz koya gelir sahilde oturup anlattığın gibi içip türkü okurlarmış. “Sanki buraların kuşu balığı gibiler” derdi peder.

- Sanırım yıllar önce bizi başından savmaya çalışan aksi ihtiyar babanız oluyor.

- Evet, zor adamdı.

İrice çay bardağında gelen kahvelerimizi yudumlarken o gece yaşananları anlatmayı sürdürmemi rica etti.

- “Siz neresinde oluyorsunuz bu hayatın?” Diye sormuştu arkadaşınız. Ne cevap verdiler?

- Arıcı “Sonunda ölüm olunca neresinde olduğunun önemi kalmıyor” diye yanıtlamış, balıkçı ise abdallığa sığındıklarından söz edip yalnız gelinip yalnız gidilen bu hayatı ölüme inat olabildiğince özgür yaşamaya çalıştıklarından söz etmişti.

O gece balıkçıdan sofra adabı da öğrenmiştik. Kadehini eline alıp;

- Masada ilk kadehler tokuşturulmaz masaya vurulur. O kadehler geride bıraktıklarımız, kaybettiklerimiz içindir. Yani önce ölüme, ölenlere eksilenlere içerek başlarız. Sonraki kadehleri karşılıklı tokuşturup şu dünyadaki yalnızlığımızı unutmaya çabalarız. Bu gece siz de katıldınız yalnızlığı hep birlikte gömdük, masamıza. Dem tuttuktan sonra sıra özgürlüğe ve onun olmazsa olmazı sağlığa gelir. Kimimiz özgürce çalar, kimimiz söyler, kimimiz de özgürce oynar. Ağzımızın tadı yerindeyse şükreder, sağlığa ve özgürlüğe içeriz.

Arıcı araya girip “Her zaman böyle olmaz. Gönül işidir yaşamak. Acısını içine atıp ağlayamayanların yerine ağlaştığımız da olur. O zaman Teslim Abdal’ı anarız” Diyerek curasını eline aldı ve Teslim Abdal’dan “Engin ol gönül” türküsünü okumaya başladı. Balıkçı da eşlik etti.

Türkünün bitmesini bekleyip heyecanla “Peki ya sonra?” diye sordum. Balıkçı boşalan kadehini doldururken cevap verdi;

- Ölüm, yalnızlık, sağlık, özgürlük deyip geçen ömre hayıflanırken abdalların nefesleri hep böyle türkü olur eşlik eder. Sıra tüm bunların manasına gelene kadar içer, söyler, ağlaşırız.

- Sahi, ne anlamı var tüm bunların?

- İşte orada az önce yaptığımız gibi durur vites değiştiririz. Sonunda ölüm olunca aradığımız mananın bile anlamı kalmıyor. Masaya dönüp taksimetreyi sıfırlar “Varsa yoksa bir mana” diyerek en baştan başlarız. Kadehler tekrar ölüme, kayıplara kalkar. Sonrasında yalnızlığa, özgürlüğe, sağlığa, hep aynı şeyler işte…

- Hepsi bu mu?

- Daha ne olsun. Ömrüm balık tutmakla geçti. Bir gün baktım ki o balıklar da beni tutarmış. Gidememiş hep burada kalmışım. Arıcının durumu daha kötü. Arıları hayatta tutma uğruna dağ başında kovanlardan birine hapsolup ömür tüketir. Kimin kimi tuttuğunu çözemiyorsun. Baksana, burada bu gece biz mi sizi tuttuk yoksa siz mi bizi? Kaldı ki ne önemi var? Hayat böyle bir şey, gençler. Yaşayın gitsin…

O geceye dair hatırladıklarım bu kadardı.

O kadar içmeye alışkın olmadığımız için masada sızmaya başlamış görece daha ayık kalan arkadaşımız bizi çadırlarımıza taşımıştı. Ertesi sabah zor uyanmıştık. Hesap görmeye gittiğimizde arıcı ve balıkçının misafiri olduğumuzu söyleyip ödeme almamışlardı.

Balıkçı ağlarını teknesine yükleyip çoktan denize açılmıştı. Arıcı ise kamyonetindeki yükleri kontrol ediyordu.

Çadırlarımızı toplayıp yola koyulmak istediğimizde gelen meşrubat kamyonunun şoförüne bizleri odunluk iskelesine bırakmasını söylediler.

Ayrılırken arıcı yanımıza gelip “Hatırladığınca yaşarsınız gençler. Gerisi hep bir yolculuk. Haydi selametle…” Diyerek uğurlamıştı.

Kahvelerimizi bitirmiştik. Lokantanın patronu kasadan kalkıp çay ocağına yöneldi. Duvardaki telleri olmayan curayı alıp geri geldi. “Bunca senedir sesi çıkmayan bu curanın sanki sesi oldun, onları konuşturdun. Arıcı ile balıkçı yolculuklarına kısa bir ara verip hatırlanmak istediler. Sağ olasın” dedi.

Curayı elime alıp bir süre gövdesini okşadım.

Yemeğe kalmam konusunda ısrarcı olsa da arıcının “Hatırladığınızca yaşarsın, gerisi hep bir yolculuk” sözlerini tekrarlayıp “Yolcu yolunda gerek” diyerek curayı masaya bıraktım.

Arabama kadar eşlik eden patrona tekrar teşekkür ettim. “Bu iş burada bitmedi. Bugün vesile oldunuz da onları hatırladık. Gün gelir yine uğrarsınız bu kez benim hatırladıklarımdan konuşuruz” dedi.

Yola koyulduğumda “Tekrar gelmek istiyorsan ayrılırken ardına bakmalısın” dediği gibi şairin durup ardımda bıraktığım o sahile bir kez daha baktım.

Arabanın teybinden “Gafil gezme şaşkın” türküsünü başlatıp radyonun sesini iyice açtım.

Sonra…

Sonrası “Hep bir yolculuk” demişti arıcı…

Mehmet UHRİ

Not: Kul Himmet’in “Gafil gezme şaşkın” türküsünü İsmail Yoluk çalıp söyledi. Dinlemek için buraya gafil-gezme-saskin tıklayabilirsiniz.

UTANCIN SIRADANLIĞI

Ekim 23rd, 2020

20150820_111937

Pandemi notları: Ekim 2020

Her şey gözümüzün önünde gerçekleşiyor.

Açıkça dillendirilmese de Covid 19 pandemisini kontrol altına alma çabaları yerini ekonomileri ayakta tutma önceliğine bıraktı.

Sessizce yenilgiye alışıyor hastalığa teslim oluyoruz. Öyle ateşkes filan değil, kayıtsız şartsız teslimiyet yaşanıyor.

Üstelik neredeyse tüm ülkelerde benzer uygulamaya sessizce geçildiği için anormalliği algılamakta zorlanıyoruz.

İnsanlık, yaşlılar üzerinde öldürücü etkisi genç nüfusa göre 6-10 kat fazla olan bir hastalığa ekonomileri ayakta tutma uğruna teslim oluyor.

Hastalık hızla yayılıyor.

Hastalığın yayılmasıyla toplumsal bağışıklık artarken aylar önce özene bezene koruduğumuz yaşlı nüfus için önlem alınmaması  ileri yaş ölümlerinin artacağı gerçeğini işaret ediyor.

Bir diğer deyişle ekonomiyi kurtarma uğruna yaşlı nüfusa pasif ötanazi uygulanıyor.

Bir tür soykırım utancına sürükleniyoruz.

Hep birlikte aynı utancın içinde debelenince utanma da sıradanlaşıyor.

Hastalığı kontrol altına almak için uygulanan izolasyon ve karantina önlemlerinin dünya ekonomisine büyük zarar verdiği vurgulanarak aleyhinde sessiz bir propaganda yürütülüyor.

Üstelik karar alıcılar, bir taşla iki kuş vuracaklarını düşünüyorlar.

Ekonomiye katkısı görece daha az olan yaşlı nüfusun hastalanıp ölmesi ile sosyal güvenlik kurumları üzerindeki yükün de azalacağı gibi dile getirilmeyen riyakârca ekonomik bir beklenti içindeler.

Aklımızı emanet ettiğimiz devlet ricali yaşlı nüfusa pasif ötanazi uygulanması konusundaki tavrını “şartlar böyle gerektiriyor, tüm dünya aynısını yapıyor” diyerek yutturabilir.

İyi de, gelecek kuşaklar böylesi bir soykırım ile nasıl yüzleşecek, nasıl hesaplaşacak?

Utancın sıradanlaştığı günlerden geçince vicdanlar da köreliyor.

İnsanlık körelmiş vicdanlarla geçmişte pek çok örneği olan ve toplumsal bilinçdışında yer edecek acılı bir süreçten geçiyor.

Toplum için zararlı oldukları ileri sürülüp toplama kamplarında imha edilmelerine karar verildi diye “içlerinden birileri” topyekûn imha edilirken seslerini çıkarmayıp zımnen onay verenler de aynı utancın sıradanlığı içindeydi.

Pasif duruşlarıyla gelecek kuşakları da toplumsal bir utanca mahkûm ettikleri akıllarına bile gelmiyordu.

Sokak köpeklerini toplayıp aç susuz terk ettikleri adada çığlıklar içinde ölmelerini izleyen İstanbulluların aradan yüz yıl geçse de taşıdıkları utanç toplumsal bilinçte resmi adı Sivri ada olan adanın Hayırsız ada olarak anılmasına yol açmıştı.

Görünen o ki; utanç sıradanlaştıkça etkisini yitiriyor.

Hâlbuki pandemi öncesinde utanç çağında yaşıyorduk. Utanma duyusu davranışlara yön veriyor tüketim davranışlarını belirliyordu. Kazancı ne olursa olsun cep telefonu eski diye utanç duyan kendini ezik hisseden insanları hepimiz görüyorduk. Benzer örnekleri dış görünüşü, kılığı kıyafeti, evi veya arabası yüzünden utanç duyan insanlar için de verebiliriz.

Konu toplumsal konularda alınan kararları sorgulamaya geldiğinde başkalarının aklına kendi aklımızdan daha çok güveniyoruz. Birlikte hareket edince yanlışın yanlış olmaktan, suçun suç olmaktan çıkabildiğine kolay ikna oluyoruz. O nedenle utanılacak duruma düşmekten korktuğumuz kadar suç işlemekten korkmuyor, suçu hep birlikte rasyonalize edebileceğimize inanıyoruz.

“Herkes geçiyor kırmızı ışıkta ne olmuş yani?”

İnsanlığın virüse teslim olmasına ses çıkarmıyor, yaşlı nüfusa yönelik soykırım utancına suskun kalıyoruz.

Mutlu olamasa da neşeli görünmeye çabalayanların riyakârca telaşıyla bu ortak suça gözünü kapayıp “ama ben ne yapabilirim ki?” masumluğuna sığınılıyor.

Yaşlı nüfus ise mesajı çoktan aldı.

Eski yaşanmışlıklar ile yüklü ruhlarını esen rüzgâra teslim edip sessizce gitmeye hazırlar. Fırtına dinip sular durulduğunda gelecek kuşaklara kalacak soykırım utancının da farkındalar.

İnanın, onlar yaşanacaklar için hepimizden daha çok kaygılanıyor ve utanç duyuyorlar.

İnsanlık geçmişteki pek çok benzeri gibi yine bir akıl tutulması yaşıyor.

Rasyonel olduğuna ikna olunan akıl dışı çözümlere yönelip suçluluk duygusundan kurtulmaya çabalıyor.

Gerçekte ise o yere göğe koyamadığımız insanlığımız utancın sıradanlaştığı bir bataklıkta debeleniyor.

Mehmet UHRİ

* Hannah Arendt. Kötülüğün Sıradanlığı

Ömrün vitrini

Ekim 15th, 2020

ov2

Ömür dediğin bir eskici dükkânı, her şeyi vitrine çıkaramazsın” demişti.

Ailenin kalan son ferdi annemin de vefatından sonra hüzün içinde doğup büyüdüğüm evi kapatıp eşyaları hayır kurumuna vermiştik. İçinde fotoğraflar ve albümler bulunan eski valizi ise ayırmış açmadan evde bir yerlere kaldırmıştım. Uzun süre de valizi açmaya elim gitmemişti.

Her şey, yıllar sonra valizin varlığını hatırlamamla başladı.

Valizi gün ışığına çıkarıp açtığımda çoğu siyah beyaz fotolar ve birkaç eski yıpranmış albüm dışında pek bir şey görünmüyordu. Fotoğrafların çoğunda ne bir tarih ne de tanıtıcı yazı vardı. Öylece istiflenmişti. Arada nişan düğün gibi bir olaya ait kurdele ile bağlı birkaç grup fotoğrafta da açıklama yoktu.

Valizin derinliklerinde bir bez torba içinde fotoğraf makinesini bulunca işin rengi değişti. Rahmetli babamın fotoğraf makinesini hayal meyal hatırlıyordum. Çocukken merakla kurcalamak istesem de gözü gibi korur elimizi sürmemize izin vermezdi.

Makine dediysem EXAKTA marka zamanının sıradan makinelerinden biriydi. Koruyucu kabı bile yoktu. Amerikan bezinden eski bir torba içinden çıkmıştı.

Makineyi elime alıp sağını solunu kontrol ettim. Mekanizmaları paslanmış görünüyordu. Kapağını açmadan makarayı geriye sarıp kontrol ettiğimde içinde film kalmış olduğunu fark edince heyecanlandım. Kırk yılı aşkın süredir içinde film ile duran paslanmış fotoğraf makinesi ile ne yapacağımı düşünmeye başladım.

Sağı solu arayıp sora sora o fotoğraf makinesi tamircisini buldum.

Çok yıllar önce kendi fotoğraf makinemdeki sorunu gidermek için uğradığım dükkân yerinde duruyordu durmasına ama artık saat tamircisi olmuştu. Usta da hayli yaşlanmış görünüyordu. Dükkânın bir kenarında fotoğraf makine ve ekipmanları ile dolu cam dolap olmasa fotoğrafçılığı tümden bıraktığı düşünülebilirdi.

İçerideki müşterinin saat pilini değiştirmesini bekledim. Sonra torbadan çıkardığım makineyi masasının üstüne bırakırken “İçinde film kalmış, ne olduğunu merak ediyorum. Tamir olması gerekmiyor. Filmi kurtarabilir miyiz?” diye sordum.

Sesini çıkarmadan makineyi eline aldı bir süre öylece bakıp “Yangından sele tüm felaketleri yaşamış başına gelmeyen kalmamış gibi görünüyor. Çok ümitli olmamak gerek” diyerek arkadaki küçük odaya geçti. Dükkânda öylece bekledim. Az sonra elinde film bobini ile karanlık odadan çıktı. Makinenin dişlilerinin paslandığını, tamir ile uğraşmanın anlamsız olduğunu elinde tuttuğu film bobini için de umutlu olmamak gerektiğini söyledi.

img_0911

Makineyi ve filmi bana uzattı.

- Filmi banyo edebilir misiniz?

- Siyah beyaz ORVO marka bir film. Bu zamana üzerinde görüntü kalmış mıdır bilemem. Denerim. Denerim de bunca yıl sonra içindekileri görmek istediğine emin misin?

- Anlamadım.

- Bak, çeken her kimse filmi sonuna kadar kullanmış ancak makinede bırakmış. Belki de gün yüzüne çıksın istememiştir. O yüzden sordum.

Açıkçası bu sözler o gün anlamsız gelmişti. Çok düşünmeden banyo edilip basılmasını rica ettim. Borcumu sordum. Makineyi geri verirken “geldiğinde verirsin” dedi.

Birkaç gün sonra telefon ettiğimde filmi banyo edip bastığını gelip alabileceğimi söyledi. Akşamüzeri heyecanla dükkânın yolunu tuttum. Aklımdan bin türlü şey geçiyordu. Rahmetli babamdan kalma makine kırk yıl sonra dile gelip belki de babamın bilinmesini istemediği bazı gerçekleri ortaya dökecekti.

Dükkânda daha sonra öğretmen emeklisi olduğunu öğreneceğim biri daha vardı. Müşteriye benzemiyordu. Karşılıklı çay içiyorlardı. İçeri girdiğimi görünce “otur hele bir çay iç” diyerek tabure uzattı. Fotoları alıp hemen çıkmayı ve sakin bir yerde incelemeyi planlamıştım. Israr üzerine uzattığı tabureye oturdum. Önce sakince çayımı doldurup uzattı. Sonra çekmeceden çıkardığı banyo edilmiş filmi ve fotoğrafları içeren zarfı bana uzatırken gözümün içine baktı “Emin misin?” diye sordu.

Çaydan kuvvetli bir yudum alıp fotolara hızlıca göz attım.

Tahmin ettiğim gibi fotoları rahmetli babam çekmişti. Kuruluşundan itibaren yirmi beş yılı aşkın öğretmenlik yaptığı okula aitti. Sanırım emekli olduğu yıl çekilmişti. Sadece binaları, bahçeyi ve çevreyi fotoğraflamıştı. Ne kendi ne de bir başkası görünmüyordu.

Bir süre öylece durup fotoğraflara tekrar baktım. Çevresi binalar ile dolsa da okul bugün de aynı görüntüyü koruyordu. Detay arıyor bulamıyordum. Karşımda taburede oturan tamircinin “hoca” diye hitap ettiği yaşlıca bey efendi “Ne dersin? Makinede kalsa daha mı iyi olacaktı?” diye sordu.

Kısaca başımdan geçenleri anlatıp “Anlamıyorum, kırk küsur yıl önce babam bunları niye çekmiş sonra da makinede bırakmış olabilir?” diye söylendim. İki ihtiyar birbirlerine bakıp gülümsediler.

Taburede oturan “hoca” eliyle fotoğrafları işaret edip “Eeeee, ömür dediğin bir eskici dükkânı, her şeyi vitrine çıkaramazsın” dedi.

Şaşkınlık içinde fotolara tekrar baktım ve “hiçbir şey anlamadım” dedim. Tamirci bana dönüp “O zaman baştan başlayalım. Söyle bakalım insan niye fotoğraf çeker?” diye sordu. “Ne bileyim? Her halde bir anı ölümsüzleştirmek için” diye yanıtladım.

- Demek ki işin bir ucunda ölüm ve ölümden kaçma çabası var.

- Dahası da var mı?

- Olmaz mı? Fotoğraf çekilirken herkes kendine çekidüzen vermeye çabaladığına göre başkalarının gözünde nasıl görüneceğini de önemser. Fotoğraf albümlerinde herkes çok bakımlı güzel ve neşeli görünürler. Yani, başkalarının gözünde olması gerektiği gibi…

- Öyleyse fotoğraf ne gösteriyor?

- Yanlış soru. Neyi göstermiyor, hatta gizliyor diye sormalısın. Aile albümlerinde hep mutlu günler, önemli anlar yer alır. Ölümler acılar albüme kolay kolay giremez. İçeride ne yaşanırsa yaşansın albümü eline alanın mutlu mesut bir aile görmesi istenir. Fotoğraflar için de böyle…

Kısa süren suskunlukta “hoca” araya girip “Bugün sosyal medyaya sıçrasa da bu gerçek değişmiyor. İnsanlar başkalarının gözündeki kendilerini düzeltmeye uğraşmakla o kadar zaman yitiriyor ki kendilerini tanımaya zaman kalmıyor” dedi.

“İyi de, rahmetli babam bunları neden çekmiş ve neden makinede bırakmış hâlâ anlamıyorum” diye üsteledim.

Tamirci elindeki saatten kafasını kaldırmadan “bazı anların gerçekliğini koruması için gün yüzüne çıkmaması, susup üzerinde konuşulmaması gerekir. Bu da öyle bir durum olmalı” diye yanıt verdi.

Sonra konuştuğumuz dilin hep yetersiz kaldığını, gözleri görmeyen birine basit bir şeyi ne kadar anlatırsak anlatalım tüm gerçekliğini aktarmanın mümkün olmadığını hep bir şeylerin eksik kalacağından söz etti.

- Sonuçta konuştuğumuz dil zihnin vitrinidir. Bir şeyleri ortaya dökerken pek çok şeyi de gizler. Fotoğraflar da öyle… Göstermek istediklerini vitrine çıkarır geride kalanın üstünü örter,  unutturmaya çabalarsın. Hatta gün gelir kendin de unutursun.

- Peki ya bu fotolar.

- Söyledin ya. Babanız emekli olup ayrıldıktan sonra okulunu fotoğraflamış. Sonra da makinede bırakmış. O görüntülerin kendinde kalan anıları, gerçekleri yeterince yansıtmayacağını, hatta bazılarını gizleyip unutturabileceğini düşünüp suskun kalmalarını istemiş olabilir. O yüzden “emin misin?” diye sormuştum.

- Peki, şimdi ne yapmalıyım?

- Bence babanızın kararına saygı duyun.

- Yani?

- Hoca az önce “Ömür dediğin bir eskici dükkânı, her şeyi vitrine çıkaramazsın” demedi mi? Kararı sen vereceksin.

ov3

Ayağa kalktım. Çay için teşekkür edip borcumu sordum. Ödemeyi yaparken ikisine de tekrar teşekkür ettim. Filmi ve fotoları alıp çıktım.

O gece uyku tutmadı. Rahmetli babamın kırk küsur yıl önce emekli olduktan sonra çektiği o fotoları gözden geçirip bir anlam aradım.

Belki de bu fotoları çekerken aynı anlamı babamın da aradığını ve hatta belki de her şeyin basit bir anlam arayışından ibaret olduğunu düşündüm.

Birkaç gün sonra filmi, fotoları ve makineyi torbasına koyup olması gerektiği yere valizin içine yerleştirdim.

Valizi ise sanki hiç açmamışım gibi çıkardığım yere bıraktım.

Mehmet Uhri

Not: İzmir Koleji ve BAL Matematik öğretmeni babam merhum İhsan UHRİ’nin anısı içindir.

Perde açık kalsın

Eylül 5th, 2020

79105231_10157896314193415_4000746625881341952_n
Yaşlı hanım hastamız ?İstemiyorum. Perdelerin kapanmasını istemiyorum. Pencere bahçeye bakıyor, üstelik 4. kattayız. Kimsenin içeriyi göreceği yok. Lütfen perdeleri kapatmayın? diye söyleniyordu.

O gece yattığı koğuştaki diğer hastalar perdeleri kapattırmadığı için servis hemşiremizden yardım istemiş, hastamızı ikna edemeyen hemşiremiz de sorunu bana iletmişti. Odadaki diğer iki hasta pencere kenarında yatmakta olan hastamızın perdelerin kapanmaması yönündeki ısrarını anlamamış biraz da öfkelenmişti.

Odaya neden girdiğimi anlayan hastamız ağzımı açmadan ?perdelerin kapanmasını istemiyorum, lütfen ısrar etmeyin? diyerek karşılamıştı beni.

İkna olacak gibi görünmüyordu.

Yatağının kenarına oturup sakinleştirmeye çalıştım. Odadaki diğer hastaların isteğini de ileri sürerek hiç olmazsa tül perdeyi çekmeye razı ettim. Pek içine sinmemişti ama oyunun kuralına göre oynanması gerektiğinin de farkındaydı.

Odada gerginlik sürüyordu. Yanlarında kalıp konuşturup sakinleştirmeyi düşündüm.

Hastamızın ziyarete gelen çocukları ve torunları olduğunu hatırlayıp, onları sordum. Özellikle torunlarından söz etmeye başlayınca yumuşadığını, yüzünün güldüğünü fark ettim. Oğlu ve kızının çok çalıştığından, kendi çocukları ile ilgilenmeye zaman kalmadığından yakındı.

- Evde herkes çalışıyor. Büyük torunum okuldan eve geldiğinde karşılayan kimse olmuyor. O kocaman evde tek başına ne bulursa onunla karnını doyurup televizyonun karşısına oturuyor. Garibimin önüne sıcak yemek koyup sırtını sıvazlayacak, saçını okşayacak biri bile yok yanında.
?Ama modern hayat hep böyle. Hayat hızlı ve herkes meşgul, ne yapacaksınız? Bütün büyük kentlerde bu sorunlar yaşanıyor sanırım? diye üsteledim. Omuzlarını silkti. Doğrulup yastığını düzeltti. Sonra yine o öfkeli gözlerle baktı.

- Modern hayatmış, sevsinler. İnsanı yalnız bırakan, başkalarından uzaklaştırıp içine kapanmasına yol açan modernliği ne yapayım? Herkes yalnız, çocuklar bile yalnız görmüyor musunuz? Kimse kimsenin derdini bilmiyor, bilse bile kulağının üstüne yatıp görmezden geliyor. Anlatmaya çalışsan yaşama telaşından kimsenin durup dinlediği de yok.
- Nasıl bir yalnızlık bu sözünü ettiğiniz?
Her ne kadar konu ilgimi çekse de gerçekte, hastamızı biraz daha konuşturup sakinleştirmeyi ve böylece odadaki gergin havanın bir ölçüde giderilmesini amaçlamıştım.

- Doktor bey oğlum, yıllar içinde azar azar öyle şeyleri yitirdi ki insanlar, evlerine kapandıkları yetmedi, şimdilerde kendilerine de kapanmalarını bekliyorlar.
Sonra çocukluğunu, insanların bahçeli konu komşunun birbirini görebildiği evlerde yaşadığı yılları anlattı. Konu odadaki diğer hastaların da ilgisini çekmiş, az önceki hırlaşmayı unutup hastamıza kulak kabartmışlardı.

- Önce bahçeler otopark oldu. Apartman hayatı, modern yaşam dedik bahçenin çamurundan kurtulduk diye kandırdık kendimizi. Herkes evlerine çekildi. Kimse kimseyi görmez, duymaz oldu.
- Peki sonra?
- Sonra sıra balkonlara geldi. Balkonları kapatıp eve kattılar. İşyerleri de balkonsuz oldu. Dışarının tozundan kirinden kurtulduk diye kandırdık yine kendimizi. Konu komşuya, gökyüzüne, dünyaya açılan balkonlar da gitti elimizden. Yetmedi sıra pencerelere geldi. Tül perdeydi, güneşlikti, kalın perdeydi derken pencereler de örtüldü. Jalûzi, panjur stor derken pencereler kapandı. Onca para döktüğümüz perdelerimize bakıp ?ne güzel oldu? diye avunduk. Güneş görmeyen, gün ışığı gibi yanan lambalarla aydınlatılan işyerlerine, evlere kavuştuk. Her şey yavaş yavaş oldu. Modernleşiyoruz diye tüm bunları sineye çektik.
- Peki ya şimdi?
- Görmüyor musunuz? Herkes içine kapandı. Bahçesi balkonu olmayan pencereleri örtülü o çok modern evlerde dışarıyla tek bağlantısı televizyon olan insanlara dönüştük. Gerçi biraz daha okumuş olanların internet ve cep telefonları da var ama yalnızlık aynı yalnızlık. İnsanları içine kapatıp yalnızlaştırdılar. Şimdi sadece bakmaları istenen yöne, televizyona bakıp orada izledikleri dünya ile yetinmelerini orada yaşayıp tüketmelerini, sadece tüketmelerini bekliyorlar. Dedim ya modernlikmiş, sevsinler?
Odadaki hastalardan biri televizyonun sesini önce kıstı, sonra da kapattı. Diğer hastamız dayanamayıp ?Durum bu kadar mı kötü?? diye sordu. Bizimki gülümsedi duvarda asılı olan manzara resmini gösterdi.

- Kimileri durumun farkında. Duvarlarına resimler asıp ara sıra da olsa başka yöne bakmayı, resimlerin içine dalıp hayaller kurmayı veya kitap okuyarak kendini avutmayı başarabiliyor. Ama ben çocuklar için, torunlarım için kaygılıyım. Hangi çocuk gökyüzündeki bulutlarla veya oyun oynadığı halının üstündeki desenlerle hayaller kurmamış, oyunlar oynamamıştır? Öyle bir kapandık ki hayata, şimdi ne o halılar var, ne de çocuklarımızın görebileceği gökyüzü. Varsa yoksa televizyon. Her şey hazır, hayaller bile. Hayal kurmayı bile çok görüyoruz, çocuklara.
Eliyle pencereyi gösterip ?Bu yüzden istiyorum, penceremi. Hastane odasında bile olsa pencere örtülmesin, perdeler açık kalsın istiyorum. Gökyüzümü kaptırmayacağım bu yamyamlara? dedi.

Bu sözlerden sonra başucundan kitabını ve gözlüğünü aldı.

Odada az önceki gerginlikten eser kalmamıştı. İzin isteyip yanlarından ayrıldım. Ertesi sabah ve daha sonraki günlerde o odanın tüm perdelerinin açık olduğu dikkatimizden kaçmadı.

Üstelik hastamızın taburcu olmasına ve aradan geçen onca zamana karşın hiçbirimizin eli gitmedi o perdeleri kapatmaya.

Dr. Mehmet Uhri