İçimizdeki Gurbet

Şubat 17th, 2023

57106723-a0e4-4a63-8b33-24bb23d54897

Şubat 2023/ deprem güncesi (unutmamak için)

Öyle bir felaket yaşanıyor ki, yiten ve giden sayısının büyüklüğünü aklımız almıyor. Ölçü, sayı, bedel ve değerlerin anlamsızlaştığı günlerden geçiyoruz.

Gidenlerin bıraktığı yokluk, yoksunluk hissine günler geçtikçe yalnızlığımız, garipliğimiz eklendi.

Garipliği yaşıyor, garipliğimizi konuşuyoruz.

Olanlara, olaylara, insanlara bakıyor ve öylece seyrediyoruz.

Kafamızı çevirip bakmamaya, görmemeye çabalasak da göz göze geldiklerimizin bakışlarında hayatta kalmış olmanın verdiği suçluluk hissini, garipliği görüyor giderek daha da küçülüyoruz.

Bir süre öncesine kadar kendi ve yakınları için her şeyi arzulayan, olanakları ölçüsünde ulaşmaktan çekinmeyenlerin şimdi önüne yığılan yardım malzemelerine göz ucuyla bakıp ilgilenmemesini izliyor, anlamlandıramıyoruz.

İnsan, mekân, ülke tutunduğumuz ne varsa elimizden kaydı gitti.

Gidenlerin yokluğu kalanların eksiğine karıştı. Olan biteni izleyenlerin hüznü ve şaşkınlığı içinde hepimiz “garip” olduk.

Anlamı yiten hırs ve arzularımız aklımıza geldikçe suçluluk duygusu içinde başımızı önümüze eğiyor belleğimizdeki dünyadan uzaklaşmak istiyoruz.

Bir tür boşluğa düşme, yuvarlanma duygusuyla tutunacak insan arıyoruz.

Tutunmaya çalıştığımız insana hayli uzak ama bir o kadar da yakın olduğumuzu, onun da bizim gibi çaresizce sığınacak yeni bir dünya aradığını görüyoruz.

Aklımız anlamaya anlamlandırmaya yetmediği gibi duygularımız da dağılmış durumda.

Sesimiz çıkmıyor.

Nefesimizin bitmeyen bir feryada dönüşeceği korkusuyla ağzımızı açmaya korkuyoruz.

İçimizdeki gurbette kendine yer arayan duygularımızın sessiz gözyaşına dönüşüp kurumasını bekliyoruz.

Dışarıdaki kalabalık da yalnızlığımızı unutturmaya yetmiyor.

Aklı başında olanlarımız gidenleri unutup kalanlara tutunmaktan, ileriye bakmaktan söz ediyor.

Aradaki anlam uçurumu o kadar derin ki bu sözler öfke bile uyandırmıyor.

Her yerden, herkesten ve her şeyden uzaklaşıyor üzerine bastığın yerin yavaş yavaş ayağının altından kayıp gitmesini izliyorsun.

Sürüsünü yitirmiş göçmen kuş gibi bilmediğin bir yöne doğru amaçsızca uçuyorsun.

Gitmek istediğin veya geldiğin yer anlamını yitiriyor.

Yollar gurbete dönüşüyor.

Üstelik günler geçtikçe tuhaflık daha da artıyor.

“Zaman ilaçtır, iyileştirir” diyenleri hiç anlamayacağını düşünüyorsun.

Zamanın dışına düştüğünü nasıl olup da anlayamadıklarına şaşırıyorsun. Yadırgayanları yadırgıyor yabana dönüşüyorsun.

Alışamayacağın bir dünyada garipliğinle öylece kalıyorsun.

Suskunluğun, umursamazlığın geleneğe başkaldırı, her şeye ve herkese isyan gibi görünmeye başladığında dışarıda gidecek gurbet de kalmıyor.

Ne olduğunu, neden olduğunu bilmediğin “suçu” kabullenip böylesi bir dünyada yaşamaya hükümlü olarak gününü tamamlamayı bekleyen mahkûma dönüşüyor, kafanın içindeki hücrede yalnızlığınla içindeki gurbete doğru yolculuğa çıkıyorsun.

Yüzün düşüyor. Kimsenin anlamasını beklemiyor sana ulaşmaya çabalayanlara acı bir gülümseme ile bakmakla yetiniyorsun.

Bu arada dışarıda hayat bir şekilde devam ediyor.

İnsanlar kendi garipliklerini unutup akıllarınca sana yardımcı olmaya yanında durmaya çabalıyorlar. Onlara bakınca insanın özünde “garip” olduğunu ve medeniyet denilen ne varsa o garipliğin üzerini örtmekten ibaret olduğunu düşünüyorsun.

İçindeki garipliğe sığınıp suçluluk hissi ile her gün aynı güne uyanıyor mahkûmiyetin sona ermesini bekliyorsun.

Aklın tüm bunlardan kurtulmanın mümkün olduğunu fısıldasa da “başka” birine dönüşmekten korkup kulaklarını kapatıyorsun.

Tanıyanlar bilenler hayatta olduğunu görüyor, garipliği seziyor. Tuhaflığının ve sessiz isyanın da farkındalar. Elinden tutmak yanında olmak istiyorlar.

Aynı gurbete gidenlerle birlikte yolculuk etmek yerine içindeki gurbete yuvarlanıyor zamanın yeniden vücut bulmasını bekliyor ve unutmamaya çalışıyorsun.

Hepsi bu…

Mehmet UHRİ

SESLERİNİ BIRAKTILAR

Şubat 9th, 2023

affan

Öyle bir afet ki, kayıp, kalan, mekân ne varsa yitirdiklerimiz yetmedi tutunabileceğimiz hatıralarımızı da elimizden almaya çalışıyor.

Bir yandan gidenlerin sessiz çığlığını işitiyor diğer yandan kalanların çaresizliğini görüp kederli bir suskunluğa gömülüyoruz.

Bu sessizlikten çıkmak, direnmek ve hatırlamak zorundayız…

Gidenin ve kalanın ardında bıraktığı sesleri hatırlamalı, konuşup yaşatmalıyız.

Konuşmalıyız ki, hatırlananlar, yaşanmışlıklar vücut bulsun.

350f29f9-a3b7-4766-96c0-488979a2d86bO meşum depremin yaşanmasına birkaç hafta vardı. Antakya ‘da ağır deprem hasarı alan tarihi Affan kahvehanesi günün hızlı devrildiği o soğuk Aralık akşamı her zamanki hareketliliğindeydi. Mekânın müdavimleri duvar dibindeki masanın çevresine doluşmuş ellerindeki kâğıtları hırsla masaya vurdukları ateşli bir oyuna dalmıştı.

Asırlık kahvehane kendi kadar eski Malta taşı zemini, ahşap sandalye ve masaları ile yılların ses ve yaşanmışlıklarını barındırıyordu. Gürül gürül yanan odun sobasının sıcağından kaçanlar duvar dibi veya cam kenarına doluşmuştu. Dışarıdan üşümüş halde gelenler kısa süre sobanın yanında durup sonra kendilerine uygun masa bakınıyordu. Hayli yıpranmış olsa da kahvehanenin kitaplığı donanımlı görünüyordu.

Hani duvarların dili olsa da konuşsa denebilecek Affan kahvehanesinde yaşını başını almış koca koca adamlar olanca ciddiyetleriyle oyunu sürdürüyor yancı tabir edilen arkadaşları da çaylarını yudumlayıp dikkatle oyunu izliyordu.

Ne yan masadaki üniversite öğrencilerinin yüksek sesle konuşmaları ne de kahvehanenin uğultusu umurlarındaydı.

Bir kaç masa ötede sessizce kitap okuyor görüntüsü altında oynayanları izlemeye, konuşulanları işitmeye, anlamaya çabalan biri için hepsi yabancı, bir o kadar da tanıdıktı. Biten oyunun üzerinde bile dakikalarca tartışıyor, yancılardan da tartışmaya katılanlar oluyordu.

O an için hayat öylesine dar ve sığ görünüyordu ki dışarıda kıyamet kopsa umurları değildi.

Pek çoğumuz gibi beklentileri, yaşanmışlıkları ve içinde bulundukları ana dair küçük hesapları olanlardan söz ediyorum. Masanın çevresindekiler önüyle arkasıyla o anı birlikte yaşıyordu.

Hayat gibi…

Yaşanılan anın farkında bile olmadan oyuna dalıp içinden geçip gitmek ve birkaç saat sonra tüm bunları unutacağını da unutmak oyuna dâhildi.

d9255297-7a51-47c9-b628-37cb898259d3Masadakilerden saçı başı ağarmış görece yaşlı olanı deneyimini konuşturuyor yeri geldiğinde izleyen yancılara ve oyun arkadaşlarına kendince “ayar” veriyordu. Diğerleri bu durumu kanıksamış görünüyordu. Aralarında daha genç olanın biraz da sesini yükselterek ayar veren ihtiyara karşı çıkışını kolunu tutarak engelliyor, yeni oyun isteğini dile getirip tartışmayı büyütmüyorlardı.

Kahvehaneci bile masanın raconunu anlamıştı. Temkinli yaklaşıyor, hızlıca çayları tazeleyip boşları alıyor, çağrılmadığı sürece masadan uzak durmaya özen gösteriyordu.

Her seferinde elini yeri açıp oyunu bitirenin sesli kahkahası ortamda kısa süreli sessizlik yaratıyor, bakışlar masaya dönüyor sonra yine dikkatler dağılıyor, aynı uğultu devam ediyordu.

Dışarıdan bakınca masadakilerin istek ve beklentileri çoğumuzunkinden farklı değildi.

Oyun oynuyorlardı. Oynadıkları oyunu da iyi oynamak istiyorlardı.

Başarılı olmak, kazanmak, yenilmemek, kazanamasa da durumu kabullenmek, ezilmemek, hırslı olmaya çabalamak ve dahası bunları yapmaya heves etse de masada yer bulamayıp oyunda seyirci olmak, hepsi o masadaydı.

Hayat gibi…

O masada dışarıdaki hayatın görece hayli küçük bir benzeri yaşanıyordu. Pek çoğumuzun yaptığı gibi söylenenler kadar söylenmeyenler, elindeki kâğıdı atanın çuha masaya sertçe vurması, homurdanmalar, kendi kendine konuşmalar da sese dönüşüp kahvehanede yankılanıyordu.

Hepsi o gün oradaydı.

Sonra…

Sonra öyle bir kıyamet yaşandı ki tüm bunlar buharlaştı geriye sadece sesler kaldı.

Yaşanan afet ile doğa kendi oyununu dayattı.

Oyun ve oyuncular değişse de hayat oyunu sürüyor.

Ülkece, sanki bir başka masanın başına zorla oturtulduk ve dayatılan oyunu sürdürmeye çabalıyoruz. İçimiz yansa da kimimiz oyuncu, çoğumuz masanın yancısı rolüne bürünüp yaşananları anlamaya çabalıyoruz. İçimizden gelmese de oynuyormuş gibi yapıyoruz.

Hâlbuki insanlar, mekânlar bir anda yok olurken yaşanmışlıklar, geride bıraktığı sesler yok olmuyor.

Yeter ki hatırlayalım…

Affan kahvehanesinin bıraktığı sesler bize günlük yaşamda unutmaya çalıştığımız ölümü, yeryüzündeki yalnızlığımızı, çoğumuzun en baştan vaz geçtiği anlam arayışını ve tüm bunlarla birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu fısıldıyor.

Deprem felaketi ile başka bir oyuna itildik. Eski oyun ve oyuncular buharlaşıverdi.

Kayıplar ve hayatta kalan yakınları bize seslerini bıraktılar. Gidenlerin ve çaresizlik içinde yas tutan kalanların bir zamanlar bıraktığı sesleri hatırlamalı, konuşup anlatmalıyız.

Aynı hayatın içinden geçip aynı oyunu oynadığımız insanlardan kalan sesleri hatırlamak, o hayatlara da vücut olmak zorundayız.

Bize seslerini bıraktılar.

Mehmet UHRİ

İçimizdeki Dış

Kasım 24th, 2022

065d58af-cf12-4012-b549-2de3859e73fc

PANDEMİ GÜNCESİ

24 Kasım 2022

Sonunda covid-19 virüsü ile ben de müşerref oldum.

Virüs ile aynı hayatı bir süreliğine paylaşmak zorunda kaldım.

Sanki bir şeylere canımın sıkılmasını, bağışıklık direncimin düşmesini bekliyormuş. Hastalıklar ile mücadele direncimin düştüğü bir sonbahar günü semptomlar başladı ve ağır gripal enfeksiyon şeklinde bir haftaya yakın sürdü.

Günlük rutininde kalabalık hastane ortamında ve maskesiz dolaşanlar arasında çalışan biri olarak daha önce de tanışmış, hastalığı ayakta geçirmiş olabileceğimi düşünüyordum. Ancak bu kez durum ciddi idi ve istirahat etmeden geçmeyecek gibi görünüyordu. Hastane yatışı gerektirmese de işten güçten kalmamı sağladı.

Geriye emanet olarak inatçı kuru bir öksürük bırakıp “şimdilik” uzaklaştı.

Elimizdeki bilgiler COVİD 19 için başlangıçtaki öldürücülüğünün azaldığını ancak virüsün bulaşıcılığının daha da arttığını işaret ediyor. İzolasyon önlemlerinin tümden kaldırılıp kişisel önlemlerin gevşetilmiş olmasına bakılırsa hastalık ağır bir grip salgını gibi kabul görüyor olmalı. Pandeminin olanca hızıyla devam ediyor olmasına karşın hastalığa yönelik algının bu şekilde dönüşmüş olmasını biraz da istek, beklenti ve temenniler ile ilişkilendirmek daha akılcı görünüyor.

Virüs aynı virüs, hastalık aynı hastalık sadece pandemi ile yaşamaya alışıp başlangıçtaki abartılı korkularımızı aklımızla yönetmeye çalışıyoruz.

Gerçek şu ki; virüs bize çok şey öğretti.

İçine doğduğumuz evcil algılar dünyasını, o dünyanın dışarıdan bizi nasıl şekillendirmiş olduğunu fark etmemizi sağladığı gibi 200 nanometrelik bir virüsün bile konfor ve güvenlik alanımız olan evcil algılar balonunu patlatmaya yetebileceğini, ne denli korunmasız olduğumuzu tüm çıplaklığı ile gösterdi.

Dünyaya geldiğimizdeki gibi bakıma muhtaç, aciz, ezik, yalnız ve korku dolu bir canlı olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bıraktı.

Üzerini örtüp unutmaya çalıştığımız içsel yalnızlığımız, acizliğimiz ve korkularımız ile yüzleştirirken kendi başımıza hayata tutunma çabasının ne kadar önemli olduğunu da hatırlattı.

Sonuçta bu virüs vücudumuza giren bizi etkileyen normalimizi bozan içimizdeki dışsal bir öğe olarak pek çoğumuzun hayatını etkiledi. İçine doğduğumuz konfor ve güvenlik alanının bir balon olduğunu, gerçekte dışarının içimize girip nasıl tüm dengeleri kolaylıkla altüst edebildiğini, kısaca içimizde de bizi etkileyen, değiştiren “dışa ait” öğeler olduğunu gösterdi.

Doğayı dışarıda konumlandırıp vücudumuzu kapalı özel bir kontrol alanı gibi değerlendirme kolaycılığına kaçıyor  içeriyi ve dışarıyı ayırdığımızı zannediyorduk. Virüs bize içimizde pek çok dışsal öğe ve mekân olduğunu da gösterdi.

Biyolojik olarak bakıldığında sözgelimi mide bağırsak sistemimiz iki ucu açık boru gibi düşünülüp içimizde yer alan dışsal bir boşluk olarak da okunabilir. Yediğimiz içtiğimiz ne varsa içimizdeki o “dışın” içinden geçer, vücut alacağını alır ve artığını bırakır. Kendi otomasyonuna sahip olduğu için sorun çıkmadıkça mide bağırsak sistemimizin farkında bile olmayız.

Ta ki, yanlış bir şeyler atıştırıp motoru bozana kadar…

Motor bozulduğunda ise geçmişi, geleceği unutur o anı kurtarmaya durumu düzeltmeye çabalar bozulan dengeleri yerine koymaktan başka bir şey düşünmez oluruz.

Sonra?

Sonra yine unuturuz…

İşte bu virüs de bedenimizi tehdit eden değiştirip dönüştüren ve girdiği bedende geçmişi geleceği unutturup günü kurtarmak zorunda bırakan içimizdeki dışsal bir öğe olarak uzun süredir hepimizin hayatını etkilemiş ve değiştirmiş görünüyor.

Virüsün işten güçten düşürüp yatırdığı, ateşimin çıktığı günlerde insan ister istemez “içimizdeki dış” gibi normal zamanda pek de üzerinde durmadığımız garip konular üzerine de düşünüyor. Dahası “İçimizde farkında olmadan barındırdığımız başka hangi dışsal öğeleri barındırıyoruz?” sorusuna yanıt aramaya da başlıyor.

Okuyucular mazur görsün, yatırdığı yetmezmiş gibi hastalık böyle abuk sabuk düşüncelere de yol açıyor. Neyse ki raporum var.

Bilindiği gibi, insan biyolojik olduğu kadar kültürel de bir canlı.

Biyolojik yanımızın içi dışı olduğu gibi kültürel varlığımızın da içi ve dışı olmalı diye düşünmeye hasta yatağında başladım.

Covid-19 virüsü ile müşerref olduğum, geçmişi geleceği unutup hastalık ile boğuştuğum günlerde içimizdeki insanın sosyal ilişkilerinde de bazı dışsal etkiler yüzünden sosyal anlamda motoru bozup sorunlar yaşanabildiğinin o zaman farkına vardım.

Sözgelimi hastalık nedeniyle rapor almış olmam görev yapmakta olduğum işyerinin çalışma programını etkileyen “içerideki dışsal” bir öğe olarak çalışma ortamında günü kurtaracak önlemler alınmasına yol açıyordu. Futbol oyuncusunun hangi nedenle olursa olsun kırmızı kart görmesi diğer oyuncuları daha fazla gayret ve performans gösterme yönünde zorlayıcı etki edebiliyordu. Takım günü kurtarmak için kendi normalinin üstüne çıkmak zorunda kalıyordu. Kısaca biyolojik varlığımızda olduğu gibi kültürel varlığımızı da etkileyen farkında olduğumuz veya olmadığımız pek çok dışsal öğeyi içimizde barındırıyor olmalıydık.

Kafaları daha fazla karıştırmadan iç-dış konusuna açıklık getirmeliyim.

Doğanın sıradan bir parçası olmak yerine insan merkezli dünya görüşünün farkında olmadan algımızı etkileyerek ben ve dışarısı ayırımını doğurduğunu, bu ayrımın hayli değişken, öznel ve son derece yapay  bir ayırım olduğunu görmek zorundayız.

Dahası, bedenimizin içini dışını algılarımızla bir şekilde kolayca ayırıyor olsak da kültürel varlığımız söz konusu olunca sınırlar iyice bulanıklaşıyor.

Kültürel olarak “iç” bizdedir. Kimliklerimiz, kişiliğimiz ve daha alttaki kendiliğimiz hep kültürel içimizdir. Matruşkalar gibi içeriye doğru yuvarlansa da bize özgündür. Dış ise dışarıdadır. Tutunduğumuz sosyal ve biyolojik ortam dışımızdır ve çoğu kez bizi yönetir veya yönlendirir.

Hava durumuna göre günlük karar alıp uygulamak dışımızın bizi yönetmesine veya yönlendirmesine örnek olarak verilebilir.

İçine doğduğumuz dünya, aile sosyal ortam ne varsa biyolojik varlığımız kadar kültürel varlığımızı da yönetir, şekillendirir.

Bizler ise önce o “dışa” uyum göstermeye çabalar ve bir noktadan sonra sosyal ortam ile aramıza sınır koymaya küçük farklılıklarımızı, özgünlüklerimizi göstermeye çabalarız. Toplumsallaştıkça içimiz ile dışımız çoğu kez birbirine bulanır.

Hemen hepsinde baskın olan yöneten son sözü söyleyen hep dıştır.

Kültürel varlığımız ile içine doğduğumuz sosyal ortamın ortak değerlerine nasıl katkı sunduğumuz çatışma ve çelişkileri ile nasıl baş ettiğimiz de kendi anlatısal, öyküsel kimliğimizi oluşturur. Geriye dönüp koca bir ömürden geriye ne kaldığına baktığımızda toplumun gözündeki kendimizi bulur sosyal çatışma ve çelişkilerimizi ve onlarla nasıl baş ettiğimizi veya edemediğimizi hatırlarız.

Pandemi sürecinde insanlığı etkileyenin hep aynı virüs olmasına karşın hastalık ile ilgili algı ve düşüncemiz pek çoğumuz için küçük de olsa farklılıklar barındırıyordu. Hastalananların veya hastalanmaktan korkanların aktardığı anıların küçük de olsa özgün farklılıklar, sözcükler, duygu ve düşünce kırıntıları göstermesine de alıştık.

Sözgelimi hastalığın bedenimde pik yaptığı ikinci üçüncü günlerde yorgunluk, halsizlik, kas ağrıları nedeniyle durup durup “Kim dövüyor yahu beni?” diye söylenmişim. Eşimin yalancısıyım. Yeterince hatırlamıyorum.

Virüsler için bir tür Troia atı gibi içimize girip kaleyi içten yıkmaya çalışan dışsal unsur benzetmesi yapılabilir. Dışımız ne denli güçlü olsa da böylesine içsel bir saldırıya yeterince hazırlıklı olmak hiç kolay olmasa gerek.

Burada durup kendimize bir soru soralım; Acaba virüslerin biyolojik varlığımızda yaptığı gibi kültürel varlığımızı da zora sokan, içerden etki eden ve değiştiren sosyal anlamda virüs gibi etki eden öğeler de olabilir mi?

Sosyal ve kültürel varlığımızı farkında olmadan içerden ele geçiren yöneten ve yönlendiren, kararlarımızı etkileyen dışsal öğelerden söz ediyorum.

Hiç olmadığını söyleyebilir miyiz?

Sözgelimi içinde doğup büyüdüğümüz ve duygusal anlamda yakınlaşıp içsel olarak da etkileyen ailemiz bir şekilde içimizde de varlığını sürdürmüyor mu? Tüm dışsal değerleri bir kenara bırakıp yanlış olduğunu bile bile ailemizi savunmak zorunda kaldığımız durumlar olmuyor mu?

Yanlış anlaşılsın istemem; aile için içimizdeki virüs gibi bir iddia ileri sürmüyorum. Ancak ailenin kararlarımızı verirken çoğu kez içeriden destek aldığımız dışsal bir öğe olduğunu da görmek durumundayız. Mide bağırsak sistemimiz gibi “içimizdeki dış” olarak ailemizi barındırıyor, aile ile ilgili bir sorun veya uyumsuzluk yaşandığında sosyal anlamda motoru bozabiliyoruz.

Görünen o ki, kültürel varlığımız için de dışarının etkisi sadece dıştan olmuyor.

İçeride de etki eden, değiştirip dönüştüren, bizi kontrol altında tutan dışsal öğelerden söz ediyorum.

Virüs gibi sorun oluşturan olan dışsal öğeler de var, elbette. Sözgelimi aşk bir virüs gibi dışarıdan içimize giren,  bizi değiştirip dönüştüren, geçmişi geleceği unutturup günü kurtarmak zorunda bırakan dışsal öğe olarak da okunabilir.

Dahası da var.

Bir bakış açısına göre çocuklarımız bizim içimizden çıkan, içimizde yaşattığımız dışsal öğeler olarak görülebilir. Çocuk sahibi olduktan sonra insanın kendine yönelik korku, kaygı ve beklentilerine çocuğununkiler de eklenmiyor mu? Dışarının baskısı yetmezmiş gibi çocuğunu korumak ve yaşatmak uğruna teslimiyetlerimiz artmıyor mu?

Üstelik çocuklar da bir anlamda dış olduklarının farkındalar.

Başlangıçta anneye yönelmek, içine girmek, tutunmak ve orada kaybolmak istiyorlar. “Bırakma beni” ile başlayan ilgi talebi yaş ilerledikçe “bırak ama gözet beni” talebine ve ergenlik ile “rahat bırak beni” talebine dönüşüyor.

Çocuklar bir anlamda içimizdeki dış gibi içimize giriyor, yerleşip değiştiriyor hatta teslim alıp yönettiği bile oluyor. En kötü suçu işlemiş bile olsa bir annenin çocuğunu bağrına basmasını başka türlü nasıl açıklarız?

Dışarının baskılarına özgürlük isteği ile yanıt vermeye çabalasak da içeriden gelen böyle bir etkiye direnmek hiç kolay olmuyor.

Dışarının sosyal baskısı görünendir. Uyum gerektirir zorlayıcıdır. Öfke uyandırsa da uyum göstermeye veya en azından tepki vermemeye zorlar.

Aile veya çocuk gibi içimizdeki dışsal öğeler ise maalesef sinsidir. Kendini fark ettirmeden duygusal olarak içeriden esir alır ve farkında bile olmadan boyun eğmek, itaat etmek zorunda bırakır veya tepkisizliğe zorlar.

Diyeceğim o ki; Covid-19 virüsünün yaptığına benzer süreçleri ezelden beri duygu dünyamızda da yaşıyor olabiliriz.

Virüsü tanıyıp ne olduğunu bilmeseydik ölümlere yol açan, bizi değiştiren, dönüştürenin ne olduğunu da anlamayacak korkular içinde kıvranıp kendimizden endişe etmeye başlayacaktık.

Benzer bir süreci insanlık sıtma salgınları sırasında da yaşadı. Sıtmanın nasıl ve nereden geldiğinin bilinmediği, sivrisinekler ile bulaşma şekli gösterilemediği için hastalığın hava ile bulaştığı düşünülerek “Malaria - Hava Hastalığı” ismi verilmiş ancak yarattığı korku ikliminden tüm insanlık etkilenmiştir.

Günümüzün Covid-19 salgını gibi zamanının sıtma hastalığı da “içimizdeki dış” gibi etki eden değiştirip dönüştüren bir hastalık iken önce etkenin belirlenmesi sonra bulaşma yolları ve tedavisinin bulunmasıyla insanlık sıtma ile mücadeleyi kazanabilmiştir.

Covid-19 Pandemisi ile olan mücadelede de benzer olarak etken hızlıca belirlenmiş, bulaşma yollarına yönelik davranış değişiklikleri sağlanmış ve aşılar ile korunma yoluna gidilerek korku iklimi aşılmış görünüyor.

Ancak, kültürel varlığımızın içine girip yerleşen, içerideki dışsal unsur olarak varlığı kontrol eden ve yöneten aile, aşk, evlilik, çocuk gibi öğelerin olumlu duygu durumlar ile beslendiği göz önüne alındığında bunlardan kurtulup özgür olma beklentisi olanlar için hastalığın tanı ve tedavi aşamasından hayli uzak görünüyoruz.

Biyolojik varlığımız söz konusu olduğunda içimizdeki dışsal öğeler ile mücadele etmeyi bir şekilde başarıyor olsak da kültürel anlamda içimizdeki dışsal öğelerin adını koyup farkına varmadan mücadeleyi kazanmanın olanağı olmadığını tarih bize söylüyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; İyi ki bir hasta oldun. İçinin dışının birbirine karıştığı yetmezmiş gibi bizlerin de kafasını karıştırıyorsun.

Haklısınız. Üstelik virüse tekrar yakalanırsam daha beter bir pandemi güncesi kaleme alacağımın garantisi de yok.

Kabul etmek gerekir ki, 200 nanometrelik bir virüs insanlığın algı, duygu ve düşünce dünyasını değiştirdi.

Virüs kendini bir ağaç gibi tek ve hür zanneden bizlere yaprak, sadece kırılgan bir yaprak olduğumuzu hatırlattığı gibi biyolojik ve kültürel olarak yapmaya çabaladığımız iç-dış ayırımının özünde yapay ve anlamsız olduğunu da gösterdi.

Doğanın sefil bir parçası olduğumuz gerçeği bir süredir gözümüzün önünde duruyor.

Umarım bu kez gözlerimizi kaçırmayız…

Mehmet Uhri

KELEBEĞİN UMUDU

Temmuz 23rd, 2022

kelebegin-umudu-1

Pandemi notları Temmuz 2022

Bu kez kendimle yazıştım.

Masum bir arkadaş buluşması öncesiydi. Sosyal medyadan tanıdığım insanlarla ilk kez bir masa başında bir araya gelecektik. Geç kalma endişesiyle buluşma yerine hayli erken geldiğimi fark edip bir çay rica etmiş, garsondan rica ettiğim kalem ile yol boyunca okumakta olduğum kitabın boş bulduğum sayfalarına bu satırları not almaya başlamıştım.

Covid-19 Pandemisinin korku iklimi sürüyordu.

Kapalı bir mekânda buluşmaya katılıyor olmanın tedirginliğini yaşamıyor değildim. Buluşacağım arkadaşlarımla bir clubhouse sanal odasında tanışmıştım.

Kadıköy için erken sayılabilecek saatte bomboş meyhane ortamında çay içip bir şeyler karalayan olarak çalışanlara da “garip” gelmiş olacağım ki kimse bulaşmadı. İkinci çayı isteyip istemediğimi bile sormadılar.

Her neyse… O gün benim için özel bir gündü. Uzunca bir süre sonra kendime, kendimi anlatıp aklımdan geçenleri yazıya döküyordum.

Tam bir yıl önce pandemi tedirginliği yetmezmiş gibi kalp damarlarımda tıkanıklıklar saptanmış, hastalık kapmaktan korkarak girdiğim hastanede açık kalp ameliyatı olmak zorunda kalmış, kalbimi besleyen damarlar yenileriyle değiştirilmişti. Hayatımda ilk kez ameliyat masasına yatmıştım.

Şairin dediği gibi her şey birden bire olmuştu.

Kalp damarlarımın sorunlu çıkması üzerine konunun duayeni hocamızın kapısını çalmıştım. Hoca onca yoğunluğunun arasında meslektaş dayanışması gösterip beni kabul etmiş kalp damarlarımın görüntüsünü inceleyip derhal ameliyat olmam gerektiğini söylemişti.

Hiçbir yakınmamın olmadığını, hatta asansörü riskli bulup 4 kat merdiven çıkarak yanına ulaştığımı söyleyerek “bu kadar kötü olmamalı” diye itiraz edince yüzüme bakıp “ölüyorsun ve farkında değilsin” diyerek sözümü kesmişti.

Ertesi gün sabah hastaneye yatmış ve bir gün sonra sabah ilk vaka olarak bypass ameliyatına alınmıştım.

Ölümün kıyısından dönmüş biri olarak bu satırları kaleme almaya cesaret etmek için bir yıl beklemiş olduğumu hayretle fark ediyordum.

Açık kalp ameliyatı bir tür elektroşok gibiydi. Ameliyat sırasında kalp durduruluyor, bir süre makineye bağlı kalıyor (teknik anlamda ölüyor) sonra tekrar çalıştırılıyordu.

Ameliyat sonrasında tüm hafıza bağlantılarımın çözülmüş, anılar parçalanmış ve dağılmış gibiydi. Bilincim bulanıktı.

Kendim olduğumu kabullenmem bile zaman alacaktı.

Ameliyattan sonraki  günlerde gördüğüm o garip rüyaları anlamlandırmakta zorlanıyordum.

Hayatımda o güne kadar edindiğim algılar imgeler ve kavramlar bağlarından kopmuş hepsi birbirine karışmış gibiydi.

Hastane sonrası toparlanma ve iyileşme dönemi hayatın yavaş ama kararlı aktığı süreç olarak geçti.

Tüm bunların üzerinden bir yıl geçmişti.

“Acaba ameliyatı yapan hocanın dediği gibi öldüm de rüyada mıyım? Başka birinin rüyasında kendimi yaşıyor görüyor olabilir miyim?” diye düşündüğüm ve uzun süre emin olamadığım günler geçirdim.

(Burada bir parantez açıp; “Hoş, şimdi de çok emin olduğum söylenemez. Hangimiz emin olabiliriz ki?” şeklinde sonu gülücük ile biten bir not yazıp parantezi kapamışım.)

Hastalığımı ameliyat ve sonrasını yurtdışında eğitim görmekte olan ve pandemi kısıtlamaları nedeniyle ülkeye gelme olanağı olmayan kızımdan saklamıştık.

Ameliyattan 3 hafta sonra bilgisayar ekranında karşısına geçip yaşadıklarımı ve süreci sorunsuz atlattığımı anlatırken kızımın bakışlarından ölmemiş olduğumu ve benim için fazlasıyla üzülmüş olduğunun farkına vardım. Konuştuklarımızı hatırlamıyorum ama bana iyi gelmişti.

Yaşıyordum…

Kafamın içindeki kartlar toplanıp yeniden dağıtılmıştı ve oyun devam ediyordu. Yine de üzerinden bir yıl geçmeden elime kalem alıp o günü ve sonrasını yazmaya cesaret edememiştim.

O güne kadar kalemim başka şeyler yazsa da kendimden uzaklaşan ve sonra yeniden yaklaşan kendimi yazmaya bir türlü elim varmadı. Hatırladıklarıma sarıldım.

Unuttuklarımın çokluğunu fark edip ürktüm.

Önemli gördüğüm ne çok şeyin aslında önemsiz olduğunu, bir çocuğun kahkahasının veya bir kedinin o üstten bakan halinin ne denli önemli olabileceğini, asıl önemli ve öncelikli olanın sözcüklere sığmayan hissetmelerin olduğunu düşündüm. Hissettiğim halleriyle hatırladıklarım ile tekrar kendime tutundum.

Aklım oyun ediyordu. Kafamın içindeki kırılmış parçaları bir araya getirmeye çalışıyor, pek çok eksik parçayı bulamıyordum. Eksik olanların ne kadarının bana ait olduğundan emin değildim.

Sabah ve akşam uzun yürüyüşler yaparak form tutmaya çalıştığım zamanlarda clubhouse uygulamasını keşfettim. Başlangıçta sadece dinliyordum. Felsefe tarih fizik mitoloji odalarına dinleyici olarak katılıyordum. Sonrasında konuşmacı olarak da katılıp küçük katkılar sunduğum odalar da olmaya başladı.

Sonra garip ama ilginç bir oda ile karşılaştım.

Yamuk duruş isimli bu odada soyut kavramlar üzerine konuşuluyordu. Odada o gün için seçilen kavram ele alınıyor ve aslında üzerinde uzlaştığımızı sandığımız kavramların ne denli akışkan ve değişken anlamlara bürünmüş olduğuna şaşırarak şahit oluyorduk.

Başlangıçta bilenlere bilmeyenlere, bildiğini sananlara kavram hakkında “ayar” verici nitelikte fazlasıyla didaktik bir şeyler söylediğimi bunun rahatsızlık yarattığını hatırlıyorum. Odaya girdiğimizde ele alınan kavramı hepimizin farklı yorumlamakta olduğunu ve iki saatlik süre sonuna doğru kavram hakkında başlangıçtaki düşünce ve yargıların değişebildiğini görüyorduk. Üstelik bu durumun oluşturduğu düşünsel ortam herkese iyi geliyor bir münazara yapmak yerine kavramı anlama ve anlamlandırmaya çalışarak düşünce dünyamızın zenginleşmekte olduğunu fark ediyorduk.

Didaktik olmayı bırakıp kavrama daha geniş açıdan bakmaya söylemek istediklerimi soruya dönüştürüp konuşma ortamına katkı sunmaya başladım. Kısa süre sonra kendimi odayı düzenleyen ve bulunduğum meyhane atmosferinde birazdan bir araya gelecek olan o güzel insanların arasında buldum.

Söylemek istediklerini soruya dökerek üzerinde düşünülmesini sağlamak daha zor olsa da bu işlem sırasında kafamın içinde kuramadığım bağlar aydınlanıyordu. Görsel hafızamın yitirdiklerini işitsel hafızam tamamlayıp yerine koyuyor gibiydi.

Açıkçası kendimi tanımakta zorlanıyordum. Kimseye fark ettirmemeye çalışsam da bypass ameliyatı sonrası başka biri olmuştum.

Gereksiz inatlaşmıyor, üstüme gelinirse susmayı ve kafamı çevirmeyi seçiyordum. Dışa dönük yanım içe dönük yanımla barışmıştı.

kelebegin-umudu-2

Sonrası da var…

Aylar geçtikçe yaşanan iyileşme ve kendini yeniden bulup tanımlama ve mesleki hayata geri dönüş süreci aile büyüklerinden birinin bakım gerektiren rahatsızlığı nedeniyle zorunlu bir yalnız kalmayı gerektirdi.

İnsan yalnız yaşamaya, kendini oyalamaya ve içindeki çocuğu kabullenmeye kolay alışıyormuş.

Başkalarının gözündeki ben yerine içindeki ben ile bir arada olma, arada içeridekinin de söz alıp konuştuğunu, dışarıyı yönettiğini görüyor olmak iyi gelmeye bile başlamıştı.

Bağlantılar yeniden kurulmuş ve eksik parçaların üzeri bir şekilde örtülmüş olsa da öte yana gidip gelmiş olmanın verdiği garip duygu ile insanları, yaptıklarını kolay affediyor veya umursamıyordum.

O zamana kadar hayatımda yeni insanlar pek yoktu. Kendime ayna olacak yeni insanlar da aramıyordum. Ama ameliyat sonrası her yeni tanıdığım insana karşı ister istemez oynadığım o tiyatroyu oynamaktan vazgeçmiştim. Artık kasmıyordum. O yeni insanlar ile pek konuşmasam, susup dinlemeyi seçsem de ağzımı açtığımda eksik ve yanlışlarımı, saçmalamalarımı anlatıp kendimle dalga geçiyordum.

Hiç de zor olmadığını ve iyi geldiğini söylemeliyim.

İnsanı hayata yakınlaştıranın sahip olduklarından çok kurduğu veya farkına vardığı bağlantısallıklar olduğunu giderek daha çok düşünüyordum.

Yeni insan, yeni düşünce farklı mekân ve yeni yaşanmışlıkların hatırlamaya değer gerçeklikler bıraktığını görüyordum. Anlatacak yaşanmışlıkların ne denli önemli olduğunu fark ediyordum. Kendi anlatısal kimliğime tutunmaya çabalıyordum. Nereye gittiğimi bilmesem de bu yolculuk iyi geliyor, öykü kurgu ve gerçek bir yerde birbirine dolanıyor, hayat oluyordu.

Sanırım öykü yazmayı biraz da bunun için seviyordum. Öykü yazarken kişileri gerçeğe yakınlaştırmanın veya gerçek yaşanmışlıkları hayali kahramanlar üzerinden kaleme almanın, tüm bunların birbirine dolamanın hayatı zenginleştirdiğinin farkına varıyordum.

Yaşamın hatırladıklarımız kadar olduğunu ve “hatırlayan kim?” sorusunun hayatı anlamlı kıldığını düşünmeye başlamıştım. Halbuki bize öğretilen dayatılan hayat gerçekler üzerine kuruluydu. Doğruları konuşmamız bekleniyordu. İnsanlar hayat tiyatrosunu birbirine gerçekleri anlatma sözü vermiş gibi oynasa da gerçek akışkandı. Her hatırlamada başka bir gerçeğe dönüşüyordu. Yani aslında kaşık yoktu.

Hayatın sahip olduklarımız, edindiklerimiz başardıklarımız kadar olduğu dayatmasına boyun eğmiş olsak da gerçekte öyküsel anlatısal kimliklerimizden ibarettik. İçinde yaşadığımız dünya ise inatla etiketlerimizi parlatmakla uğraşmamız, içeridekini gizleyerek yaşamamız, diğerleriyle aynı olmamız gerektiğini her fırsatta hatırlatıyordu.

Pek çoğu farkına bile varmadan hayatın içinden sıradan veya parlak büyük bir etiket olarak geçip gidiyordu.

İleride bir gün hatırlayanlar ise ismini veya etiketini değil de bir yaşanmışlığa gönderme yapıp içeridekine dokunarak ismini ve hissettirdiklerini Veysel’in “Dostlar beni hatırlasın” dediği gibi anıyordu. Böylesi bir hatırlamayla ise hayat tüm o yapaylığa inat başka bir yerlerde farklı akmaya devam edebiliyordu.

(Yazdıklarıma burada ara verip not aldığım kitap sayfasına garip şekiller çizerek düşünmüşüm. Sonra aşağıdaki cümleyle devam etmişim.)

Bir yıl önce bugün sanki hayatıma format atıldı.

Motor rektifiye olmuş olsa da şoför artık aynı şoför değil. Yine öyküsel anlatısal kimlikler biriktirse de o kimliklerin ardındaki insanı ve hatta onun bile göremediğini görmeye daha çok gayret ediyor. Görmek dediğime bakmayın. İşitmek veya hissetmek gibi bir şey anlatmaya çabaladığım. Karşısındakinin içinden gelen bastırılmış sesi, müziği duymaya çabalıyor.

Araba yine gidiyor, rutin devam ediyor ama doğrusu değişen çok şey oldu.

Ömrü yeterse belki 10 yıl sonra bu satırları kaleme alıp değiştiğini haykıran, yeni gözden geçirme yapıp bir kez daha değiştiğini yazarsa şaşırmayacağım.

Bedenimizdeki bütün atomlar ve moleküller zaman içinde tümüyle değişiyor. Bizler de tırtılın kelebeğe yolculuğu gibi kendi yaşam penceremizde değişerek dönüşerek yolculuk yapıyoruz. Farkına varsak da varmasak da değişiyoruz.

“Değişmedim” diye inat edenlerin derdini sıkıntısını şimdi daha iyi anlıyorum. Onlar dönüşemedikleri için dertliler. En olgun hale ulaştıklarını kelebek olduklarını düşünüyor ve başka bir değişim dönüşüm yaşamayacakları yanılgısı içinde kendilerini sürekli başkalarına kanıtlamaya çabalıyorlar. Ötekilerin gözündeki kendini her gün yeniden inşa edip kanıtlama uğraşının ezeli mağduriyeti ile bir ömür tüketiyorlar.

Hâlbuki tırtılı tırtıl yapan onca zorluğa direnmesini sağlayan kelebeğe dönüşme umudu, beklentisi değil miydi?

Peki ya kelebek? Kelebeğin umudu yok muydu?

(Yazının başlığını bulmuş olmanın heyecanını burada not almışım.)

Birilerinin yaptığı gibi; ben menzile ulaştım, kelebek oldum diye böbürlenecek hali yok elbet.

Kelebeğin umut ettiği; mademki kanatlarım var özgürlüğe kanat çırpıp yükselmek, değişime, dönüşüme, yaşanmışlığa bir de oralardan bakıp harmanladıklarımla hayatı yeniden anlamak veya anlamlandırmak gibi bir şey olmalıydı.

Gel de o kelebeği kıskanma…

Bu satırları kaleme aldığım meyhane köşesinde pandeminin giderek alışmaya başlanılan o korku dolu ve yalnızlaştırıcı ikliminde sanal da olsa “oda arkadaşı” olduğum insanlarla ilk kez yüz yüze gelecek olmanın heyecanı da sanırım kelebeğin umuduna benziyor. Farklı bir yerde yeni insanlarla hayata başka bir yerlerden “yamuk” bakabiliyor olmak hangimizi heyecanlandırmaz ki?

Hayat işte…

(O gün meyhane köşesinde elimdeki kitabın boş sayfalarına aldığım notlar “Oda arkadaşlarım teşrif etmeye başladı. Kelebeğin umuda yolculuğu başlıyor…” diye bitiyordu.)

Mehmet Uhri

MASKELERİMİZ

Mayıs 11th, 2022

maskeler

Pandemi notları: Mayıs 2022

Pandemide pek çoğumuz için tedirgin, sinik içe kapanık halde neredeyse yaşanmamış sayılan iki yılı aşkın süre geçti.

Geldiğimiz noktada duruma alışamasak da virüsün varlığı görmezden gelip, yok gibi davranma eğilimiyle kendimizce çıkış arıyoruz.

Otoriteler de ekonomiyi canlandırmak uğruna bu tavra ses çıkarmayıp zımnen destek veriyor.

Bu iki yıl içinde virüs de pek çok kez biçim değiştirdi.

Daha bulaşıcı ancak daha az öldürücü görüntü vermeye başladı. Hastalanan sayısının azalmasına güvenip ölümlerin sürdüğünü görmemize karşın virüsle yaşamaya alışıyor gibiyiz.

Virüsü kendimizce evcilleştirdiğimiz sanısıyla neredeyse cellâdımızı sevmeye bile başladık.

Bu arada virüs bizim alışkanlıklarımızı da değiştirdi.

İlk başlarda korku ikliminin doğurduğu her yerden herkesten uzak durma alışkanlığını sosyal mesafe ve maske düzeyine indirme ve giderek bunları da gevşetme şeklinde yeni bir “normale” doğru ilerliyoruz.

Geriye dönüp baktığımızda korkularımız yüzünden uygulamak zorunda kaldığımız onca davranışı bir şekilde kabullenmiş olsak da maskelere alışamamış görünüyoruz. Alınan onca önleme uyum göstermemize karşın maske kullanma alışkanlığına direniyor olmamızın da bir anlamı olmalı.

Hatırlayalım; Aşı olunca hastalıktan kurtulacağımız düşüncesiyle birbirimize “aşılarımız tamamlanınca maskelerden kurtuluyoruz değil mi?” diye soruyorduk. Öyle olmadığını, bırakın aşıyı virüsün kendisinin bile hastalık geçirenlerde yeterince koruyuculuk sağlamadığını bildiğimiz halde derdimiz tasamız maskelerimizden kurtulmaktı.

İyi de maske neden bu denli istenmeyendi?

Çünkü yüzümüzü yitiriyorduk.

Maske ile tanınan bilinen kimliğimizi kaybediyor neredeyse herkesle aynı oluyorduk. Bunca yıl özen ve çabayla oluşturduğumuz kimliklerimizin en önemli parçası olan yüzümüzü yitirmek pek çoğumuza kimliğin de yitimi gibi geliyordu.

Pandemi ile birlikte insanlardan uzaklaşıp evlere kapanınca kimliklerimiz ve diğer pek çok sahip olduklarımız da anlamını yitirmişti. İlk şoku atlatıp maskeler ile sokağa çıkabilir hale gelsek de yüzü olmayan insanlar olarak bir arada olmaktan o günlerde pek dile getiremesek de rahatsızlık duyuyorduk.

Yüzümüz olmayınca mimik, tonlama, konuşma hatta ciltteki kırışıklıklar bile görünmüyor makyajın, botoksun ardına saklanmanın anlamı kalmıyordu. Bırakın başkalarını, aynaya baktığınızda yüzünde maskesiyle size bakan ne kadar sizdiniz emin bile olamıyordunuz.

Aynadaki kendiniz ile baş başa kalmak hiç bu kadar ürkütücü gelmemişti.

Maskesiz yapamayınca maskeleri renklendirip şekillendirip daha görünür kılarak arkasına gizlenme biçiminde oyunlar oynadık. Koruyucu olmadığını bildiğimiz halde elbise kumaşından yapılmış maskeler ile moda bile oluşturduk.

Meğer yüzümüz olmayınca kendimiz olmak ne denli zormuş?

Mimiksiz olmuyormuş. Konuşmanın yanına kattığımız mimik, tonlama, jest, kaş, göz bakış ne varsa kendimize dair sezgisel olarak ne çok şey anlatıyormuş?

Kimliklerin ardında gizli tuttuğumuz ve hatta kendimizden bile gizlediğimiz ne varsa o mimik ve diğerleri ile kendini gösteriyormuş.

Yıllar boyunca özenle inşa edip ardına sığındığımız başkalarına gösterdiğimiz kimlikler pandemi kısıtlamaları sürecinde anlamını yitirince kendimizle olmak, kendi olmak, kendi gölgemizle yüzleşmek zorundaydık.

Pandemi korkusu bizi kendimize hapseden bir cezaevine dönüşmüş içeride yalnız kalmıştık. Ne yaparsak yapalım yüzümüzün büyük kısmını kaplayan maske ile ötekilerden uzaklaşıp çoktandır unuttuğumuz kendimizle baş başa kalmak hiç kolay değildi.

Dahası ölüm ve ölüme dair ritüeller bile bilinen anlamını yitirmişti. Pandemi nedeniyle ölenleri diğer ölenlerden ayırıp özel mezarlara defnederken bilinen ritüel ve törenlerin hiç biri yapılamıyor insanlar dünyadan ayrılırken de yalnız bırakılıyordu.

Bu durumu bile kabullendik ama maskeler ile ilgili soruna direnç göstermeyi sürdürdük. Pandemi kuralları gevşeyince sessiz bir uzlaşma ile önce maskelerden kurtulmayı seçtik.

Gerçi yine içerideydik ancak hücre hapsinden kurtulmuş görece kendimize benzeyen “diğerleriyle” birlikte daha sosyal bir hapishanedeydik.

Maskelerden kurtulmaya çabalarken eski alışkanlıklarımızı hatırlayıp başkalarının gözündeki kendimizi yeniden inşa etmeye koyulduk. 2 yıllık hücre hapsini unutmaya çabaladık.

Hâlbuki pandemi olanca hızıyla devam ediyordu.

Bizler ise cezasını çekmiş ve şartlı tahliye olmuş mahkûmlar gibi toplum içine geri dönmeye çabalıyoruz.

İki yıllık süreç sonunda kendimizi affettik ve başkalarından da affedilmiş olmayı bekliyoruz.

Ancak bencilliğimiz bizi yine bırakmıyor. Başkalarının da bizim gibi affedilmeyi bekleyenlerden olmasını önemsemiyor maalesef her şeyi kendimiz için istemeyi hak biliyoruz.

Hâlbuki pandemi içimizdeki insan ile yüzleşme ve kendini tanıma fırsatı vermişti.

Biz ise o yüzleşmeden kaçtık.

Onu yine içeride bırakıp yeni kimliklerimize tutunarak ve aynalardan uzak durarak içimizdekini hücresinde yalnız bıraktık.

Bu durumun normalleşmesi olası görülmese de sanırım bir süre daha böyle debeleneceğiz.

Geldiğimiz noktada hayatta kalanlar için virüs bedenlere zarar vermemiş görünse de içerideki insandan geriye artık sesi dahi çıkmayan hücresine hapsettiğimiz bir tortu bıraktı.

Mimiklerimiz, jestlerimiz, tonlama ve bakışlarımız ile başkalarının gözüne yine bir şekilde görünüyor olsak da maskenin ardında baş başa kaldığımız kendimizi çoktan terk ettik.

Şimdi bedenimizin işlevini yitirmiş bir uzvuna benzeyen o geriye kalan posa ile birlikte yaşamaya çabalıyoruz.

Pandemi yüzünden biyolojik ölümlerin sayısı başlangıçta beklenenlere göre az olsa da içimizdeki kayıpların hesabını yapmaya yüzümüz dahi yok.

Görünen o ki; maskelerin ardında yalnız yüzümüzü yitirmedik.

Mehmet Uhri

Suyun Beri Yanı

Mart 20th, 2022

img_e3774

“Ne de olsa suyun beri yanındanız. Elbet yine karşılaşırız” dedi. Ayağa kalkıp afacan torununu yanına çağırdı. El ele tutuşup kahvehaneden çıktılar. Az ötede bekleyen arabaya binip gözden kayboldular. Sormak istediğim pek çok deli soruyla şaşkınlık içinde arkalarından bakakaldım.

Diğer günlerden çok da farklı olmayan sıradan bir güne uyanmış öğlene doğru yürüyüşe çıkmıştım. Güneşli ancak hayli soğuk o kış günü izmir Çakalburnu dalyanının kum midyecileri her zamanki gibi iş başındaydı.

Boynuna kadar suyun içine girip kürekle çıkardıkları kumu elekten geçiriyor Kidonya denilen kum midyesi topluyorlardı. Bir süre sahilde durup midyecileri izledim.

Sayıca çok olsalar da midyeciler birbirinden uzak duruyor kimse kimsenin kumunu eşelediği yere yaklaşmıyordu. Çocukluğumdan beri hep orada denizin içindeydiler.

Bir zamanlar tekneyle denize açılıp bıraktıkları ağı sahile çeken balıkçılar da vardı. Denizin bereketi kaçtığından beri ağ balıkçıları çoktandır görünmüyor olsa da kum midyecileri hep orada, denizin içindeydiler.

Dedim ya; sıradan bir gündü. Kum midyecilerini izliyordum. Onlar ise kıyıdakilerle ilgilenmiyor arada kendi aralarında şakalaşıp karıncalar gibi çalışıyorlardı.

Yaşlıca midyecinin topladıklarını bırakıp yeni çuval almak için sahile yaklaşmasını fırsat bilip yanına yürüdüm. Kafası önündeydi. Selamımı bile zor aldı. Denizin içindekilerden biri “Cemil baba” diye seslenince ismini öğrenmiş oldum. Sudan çıkınca ağırlaşan ağzına kadar dolu midye çuvalını eşyalarının yanına taşımasına yardım ettim. “Sağ olasın” dedi. Havanın ayazına suyun soğuğuna aldırmadan çıplak nasırlı elleriyle çalışmakta olması dikkatimi çekmişti.

Nereli olduğunu ve kaç yıldır bu işi yaptığını sordum. Neredeyse otuz yıldır dalyanın kumunu eşelediğini aslen Diyarbakırlı olduğunu söyledi. Başlangıçta çekinse de sonradan beni zararsız bulmuş olmalı ki konuşmaya başladı. Yetişkin iki oğlu ile birlikte topladığı midyeleri kilosu 6 liradan satıp ev geçindirmeye çalıştıklarını anlattı. Yüzünde yorgun ve kederli bir ifade vardı. Kafasını kaldırıp gözümün içine baktı ve “Zamanında devlet zoruyla toprağımızdan uzaklaştırsalar da yaşayacağımız ömür varmış. Burayı yurt edindik. Denizin altındaki toprak ile geçinmeye çalışıyoruz.” Dedi.

O sırada yanımıza gelen 4-5 yaşlarındaki afacan görünümlü oğlan çocuğu çuvaldaki midyelere eğilip dikkatlice baktı. Cemil baba midyelerden birini çocuğun eline bıraktı. Çocuk heyecanla az ötedeki iyi giyimli gri paltolu yaşlı adama dönüp heyecanla “Dede bak” diyerek elindeki midyeyi gösterdi. Dede ağır adımlarla yaklaşırken çocuk merakla “Amca bu nedir? Neden çıkarıyorsunuz denizden?” diye sorular sormaya başladı. Midyeci hafiften gülümseyerek bir midye de kendi eline aldı;

- Bunun adı kum midyesi. Kumun içinde yaşar. Büyür olgunlaşır bizler de toplarız. Yemek oluyor bundan.

- Ama bu yenmez ki. Çok sert.

Hepimiz gülümsedik. Midyeci cebinden çıkardığı çakısıyla açtığı başka bir midyeyi gösterip “Dışı canlı değil, sert bir kabuktan ibaret ancak içi canlı. İçi yeniyor.” Diye yanıt verdi. Çocuğun şaşkınlığı daha da artmıştı.

- Nasıl yani meyve gibi mi? Kabuğunu soyup mu yiyorsunuz?

- Yok, biz yemiyoruz. Ama haklısın. Meyve gibi kabuğu ile pişse de içini yiyorlar.

- O zaman kabuk midyenin evi mi oluyor?

- Eh biraz öyle oluyor.

- O zaman içi midye dışı kabuk olmuyor mu?

- Yok, hepsi midye oluyor. Kabuksuz olamıyor.

Midyecinin söyledikleri çocuğu pek ikna etmemiş gibi duruyordu. Bir süre elindeki midyeye dikkatlice baktı. Dedesi torununun sol şakağının üstünde hep dik duran saçı eliyle okşayarak yatırmaya çalıştı. Ufaklık dedesine bakıp “Dedecim iyi de midye bunu biliyor mu?” diye sordu.

- Neyi biliyor mu?

- Biz hepsine midye diyoruz ama kabuk canlı değilse içinde yaşayan sadece kendini midye olarak görüyor olabilir mi?

img_3798

Cemil reisle birlikte gülmeye başladık dede ise “ Yine anlamadım” diyerek torundan açıklama bekledi. Torun dedesinin anlamamasından sıkıldığını oflayıp puflayarak belli ettikten sonra “Hani geçen gün yolda kaplumbağa bulmuş ezilmesin diye kenara koymuştuk. O zaman kabuğunun içinde yaşadığını evini sırtında gezdirdiğini anlatmıştın. Midye de kabuğunun içinde evi ile birlikte yaşadığını düşünüyor olamaz mı?” diye yanıt verince hep birlikte bir daha güldük. Dede “Haklısın biz hepsine midye diyoruz ama o kendini nasıl tanımlıyorsa doğrusu o olmalı” dedi.

Bu sözler üzerine Cemil reis kenarda duran giysilerine ellerini kuruladıktan sonra ufaklığın kafasını okşadı. “Keşke herkes senin gibi düşünse” dedi. Torun ise elindeki midyeyi Cemil reise uzatıp “bunu ne yapayım?” diye sordu.

- Sen ne yapmak istiyorsun?

- Ölmesin?

- Denize at o zaman.

Ufaklık elindeki midyeyi denize atarken Cemil reis kendisine seslenen midyecilere  geliyorum dercesine eliyle işaret yaptı. Küreğini eleğini torbasını alıp tekrar denizin içine doğru ilerledi.

Rüzgârın durması ile yükselen öğle güneşi ısıtmaya başlamıştı.

Dedenin yanına gidip “Keşke dünyaya hep çocukların algı dünyasından bakabilsek” diyerek birlikte yürümeyi teklif ettim. İtiraz etmedi. İnciraltı yönünde yürümeye başladık.

Yürüyüş sırasında torun hep birkaç adım ötemizde ellerini kollarını sallayarak ve arada sıçrayarak yürüyordu. Önce dede tarafından hızlıca sorguya çekildim. Kim olduğum, kimlerden olduğum, köken ve ne iş yaptığıma kadar yanıtladım. Birkaç ortak tanıdık da çıktı. Soru sorma sırası bana geldiğine dedenin emekli akademisyen olmasının yanı sıra kitap çevirileri de yaptığını öğrendim.

Arada soluklanmak için durduğunda torun yanımıza geldi dedesi de ona denizin kumunun içinde yetişen midyeleri anlattı. Midyelerin kumda yaşadıklarını, büyüyüp olgunlaşınca öldüklerini geriye sahildeki kabukların kaldığını, az önceki amcaların o midyeleri ölmeden önce kumdan çıkarıp sattıklarını, yabancı ülkelere gönderilip yemek yapıldığını anlattı. Torun kumun içindeki midyelerin neden bitmediğini sorunca “Kum, midyesiz, midye de kumsuz olmaz, ne kadar toplasalar da eleğin deliğinden kaçıp büyümeyi bekleyen midyeler hep olacaktır” diye yanıt verdi.

Torun tekrar sıçrayarak yürümeye başlayınca ardından yürümeye devam ettik. Adımlarımı bey efendinin adımlarına uydurmaya dikkat ediyordum. Dalyanın ağzındaki ilk köprünün üstüne durup tekrar soluklandı. Denize ve midye toplayanlara baktık. Arkada tüm heybetiyle Karşıyaka ve İzmir’in siluetini değiştiren gökdelenler dikkati çekiyordu. Elimle denizdeki midye toplayıcıları işaret edip;

- Torununuzun gözüyle bakınca Cemil reis ve onun gibiler de midyeye benzemiyor mu?

- Benziyor mu?

- Hem de nasıl. Midyeler gibi sırf midye oldukları için yaşadıkları topraktan çıkarılmışlar evlerini yitirmişler. Kimse farkında olmasa da burada birbirlerine tutunmaya çabalayıp sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar. Ne oralılar ne de buralı. Üstelik torununuzun vurguladığı gibi kimse onlara ne olduklarını sormuyor. Üzerlerindeki etnik, dini veya benzeri etiketlerin altında ne olduğunu bilmiyor veya umursamıyoruz. Ancak ne yapılırsa yapılsın kum midyeleri gibi sayıları da hiç eksilmiyor.

- Doğru söylüyorsunuz. Kendimi bildim bileli bu bölgede midye ve midyeciler hep var.

- Sizin gibi ilgili bir dedesi olduğu için torununuzun şanslı olduğunu düşünüyorum.

- Dışarıdan öyle göründüğünde bakmayın. Annesinin yetişmesinden büyük oranda ben sorumluyum. Kızım, sorumluluk sahibi çalışkan ve dirayetli olmanın üzerine iyi bir eğitim de alınca olanlar oldu. Uzunca bir süredir büyük bir holdingin yöneticiliğini yapıyor. Şirket ile yöneticiler arasındaki ve şirket ile toplum arasındaki ilişkileri yönetiyor. İşinde çok başarılı. Ancak gel gör ki çocuğuyla iletişim kurmakta zorlanıyor. Yetiştirme tarzımdan dolayı bu durumun sorumlusu olarak kendimi görüyorum. Her şeyi aklıyla yönetmesi gerektiğini ona ben öğrettim. Doğrusunun bu olduğunu düşünüyordum. Yanıldığımı çok geç anladım. Burada bulunmamız biraz günah çıkarma biraz da torunun ilgi eksikliğini gidermek. Gerçi seneye okula başlayınca ne yazık ki annesi onu da kendine benzetecek. Az önceki algı dünyasından geriye bir şey kalmayacak diye ürküyorum. Yani kabuğa aldanmamak gerek. Fırtına içerde kopuyor.

- Oğluyla iletişim kurmada zorlanmasını anlamadım. Bildiği işi yapmıyor mu?

- Dedim ya kabuğa bakınca öyle görünüyor. Şirket içi iletişimi yönetiyor olmak duygularını geriye itip aklınla yönetmeyi gerektirir. Bu konuda başarılı olmak evde işe yaramıyor. Duygu içermeyen iletişimi eve taşımaya kalkınca iş çıkmaza giriyor. Küçücük çocuğa kızıp duruyor. Çocuk da annesinden korkuyor. Başarısızlığı kabul edemediği için evdeki sorunun kendinden kaynaklandığını da kızıma kabul ettiremedim.

- Nasıl yani? Nerede anlaşamıyorlar?

- Söz gelimi; Torunum kötülüğün gerçekten var olduğuna, kötü insanlar olduğuna inanmıyor. Annesi ise aklınca onu korumak uğruna kötülüğün olduğuna inandırmak için çırpınıyor. Bu konu için bile kavga edebiliyorlar.

- Neden böyle?

- Sanırım dev şirketlerde yöneticilik böyle olmayı gerektiriyor. Kendi kimliğini şirkete emanet edip kendini unutuveriyorsun. Sonra bir gün çocuğun sana “anne neden sen sensin de ben değilim?” diye sorarak kendini hatırlatıyor ne cevap vereceğini bilemeyip “Öyle soru mu olur?” diyerek şirket çalışanını azarlar gibi çocuğunu azarlıyorsun.

- Yani?

- Yani az önce dediğin gibi herkes biraz midyeye benziyor. Ne içerdeki dışarıyı biliyor ne de dışarıdakiler içerde ne olduğunu. Öyle bir hayat bu içinde olduğumuz…

Bu sözlerden sonra paltosunun cebinden çıkardığı küçük deftere büyük harflerle “HERKES BİRAZ MİDYE” yazdı. Defteri tekrar cebine koydu.

Bir süre sessizce yürümeyi sürdürdük. İnciraltı görünmüştü. Bir yorgunluk kahvesi ikram etmeyi önerdim. İtiraz etmedi. Öğrencilerin daha çok takıldığı büyücek kahvehaneye yönelince sesimi çıkarmadım. Garsonu ismiyle çağırınca kahvehanenin müdavimlerinden olduğunu anladım. Kahvehane sakindi. Bir iki masada okey oynayan üniversiteli delikanlılar dışında kimse yoktu. Torun önümüzdeki oyun parkına yönelince parkı görebileceğimiz kenar bir masaya iliştik.

Kahvelerimizi beklerken çevirmenliğe nasıl başladığını sordum. Önce cevap vermek istemedi. Bu kez “Kendiniz bir şeyler yazmayı denemediniz mi?” diye üsteledim. Gülümsedi. “Siz de torunum gibi zor sorular soruyorsunuz” dedi. Sonra anlatmaya başladı;

- Elbette yazar olmak istedim. Okunur ilgi çeker umuduyla yazmayı denedim. Ancak büyük yazar ve ozanları okuyunca hedeften ne denli uzakta olduğumu anladım. İnsanın yeteneksiz olduğunu kabul etmesi hiç kolay değil. Uzun süre kendimle kavga edip durdum. Sonra bir gün Behçet Necatigil’in kendi yazarlık sürecini anlattığı metin geçti elime.

- Ne yazmıştı Necatigil?

- Yazarlığın ilk aşaması gurbete çıkmaktır, diyordu. Köklerini geride bırakıp bilmediğin bir dereye atlama ve suyun üstünde kalma, ardına bakmama çabası gibi bir şeyler yazmıştı. İkinci aşama hasret aşamasıydı. Derede yüzmeyi başarmış gurbeti ardında bırakmıştın ama ulaşmak istediğin kıyılar çok uzaktaydı. O büyük yazarların eserlerine benzer bir şeyler üretmek için alınacak yol hasretlik bir süreçti. Üçüncü aşama ise hikmet aşamasıydı çok az kişi ulaşabiliyor ve o büyük edebiyat insanlarının arasına katılabiliyordu. Necatigil kendini gurbet ile hasret arasında konumlandırmıştı.

- Çok anlamlıymış. Peki, siz kendinizi nereye konumlandırdınız?

- Ben gurbete çıkmayı düşleyen ancak suya atlamaya korkup derenin beri yakasında kalanlardandım. Hasreti görememiş, hasret aşamasındakilerin hissettiklerine dahi ulaşamamıştım. Hikmeti hiç sorma…

Kahveci Ali kahveleri servis ederken sessizce bekledi. Kahvelerimizi yudumlarken dayanamayıp “Peki ya çevirmenlik? O nasıl oldu?” diye sordum. Torununu hızlıca kontrol ettikten sonra bana döndü;

- Bir karar vermem gerekiyordu. Gurbete çıkamayacak kadar korkak olsam da hikmete ulaşanların yazdıkları orada duruyordu. Benim gibi korkaklar için o büyük eserleri gücüm yettiğince dilimize çevirmeye karar verdim. Derenin bu kıyısında olup içine atlamaya cesaret edemeyen benim gibiler için öte yakaya köprü olmak istedim. Bu da böyle bir hayat oldu.

- Memnun musunuz?

- Elimden gelenin en iyisi bu diye düşünüyorum. Çevirmenlik mütevazı olmayı gerektiriyor. Bilirsin, birden fazla çevirisi yoksa kitabı kimin çevirdiği genellikle pek dikkat çekmez. Hâlbuki çeviri, bir dilden başka bir dile ve bir kültürden başka bir kültüre yolculuktur. Hiç kolay değildir. Suyun beri yanında olsam da nihayetinde çevirmen, hikmete ulaşmış o büyük edebiyatçıları okuyucu ile buluşturan mütevazı bir köprüdür diye düşündüm. “Hiç yoktan iyidir” diyerek çevirmenlikte karar kıldım. Bu bana iyi geldi.

Başını önüne eğdi. Bir süre öylece kaldı. Sonra torununu hatırlayıp hızlıca oyun parkına baktı. Kaydıraktan kaymakta olan torun ise yüksek sesle bir şarkı mırıldanıyordu.

img_e3771

Kahveci Ali boşalan fincanları almak için yanımıza geldiğinde bizimki eliyle denizin içinde midye toplayanları işaret edip sordu;

- Söyle bakalım Ali?

- Buyurun hocam.

- Sen neden buradasın da orada denizin içinde değilsin?

- Bilmem. Hiç düşünmedim.

- Bir düşün hele

- Nasıl orada olabilirim ki? Onların hepsi Kürt. Ben ise Bartınlıyım. Ne onlar beni aralarına alır ne de ben onlardan haz ederim. Olmaz yani.

- İyi de sonuçta hepimiz İzmirli değil miyiz? Aynı şehrin havasını soluyup ekmeğini yemiyor muyuz?

- Hocam doğru söylüyorsun ama şehir bana da onlara da çok uzak. Dip dibe olsak da ne şehrin umurundayız ne de birbirimizin. Geçim ve yaşam derdi yüzünden gözümüz şehri görmüyor.

- Yani?

- Yani onlar orada, ben burada, şehir hepsinden ötede. Böyle iyi işte. Arada siz böyle sorular sorup kafamı karıştırmasanız daha iyi olacak ama neyse.

Kahveler için teşekkür ettik. Ali yanımızdan uzaklaştıktan sonra “Gördün mü?” dedi. Hazırlıksız yakalanmıştım. “Neyi görmem gerekiyordu?” diyerek yanıt verdim.

- Yaşanılan şehir kültürler arasında köprü olamayınca bir arada olmak hiçbir işe yaramıyor. Hatta daha da beter, korku ve düşmanlıkları besliyor. Bunlara da şehrin çevirmenlik yapması, köprüler kurması gerekiyor ama kimsenin umurunda değil.

- Az önce anlattığınız dereden farklı bir sudan söz ediyoruz sanırım.

- Dere aynı dere. Bizler doğup büyüdüğümüz kültürünü aldığımız kıyıdan öte kıyıya bakıp bulabildiğimiz köprü ile öteye geçmeye çabalıyoruz. Ancak bir şekilde dereye düşüp sürüklenmekte olanları görmüyoruz. Onlar iki yakadan birine ulaşabilmek için çırpınırken derenin başı ile sonu arasında da sürükleniyorlar.

- Nasıl? Anlamadım.

- Anlaşılmayacak bir şey yok. “İki arada bir derede” diye deyim vardır ya işte öyle. İki kıyı arasında olmak ve bir de derenin akıntısı nedeniyle başı ve sonu arasında sürüklenmek. Bir şekilde köklerini yitirip dereye düştüysen iki arada bir deredesin. Kendini suyun üstünde tutabilsen de yapabileceğin en fazla boğulmasın diye gücün yettiğince yakınındakine omuz vermek olabiliyor. Midyeci de olsan, kahveci de olsan durum değişmiyor.

- Peki ya bizler?

- Suyun beri yanında olmanın konforuyla şehrin sahipleriymişiz gibi ona buna ahkâm kesip kimin ne olduğuna veya ne olmadığına karar verme, etiket yapıştırma hakkını kendimizde görecek kadar küstahlaşabiliyoruz. Üstelik bunun farkında bile değiliz.

Bu sözleri söylerken sesi hafiften öfkeli çıkmıştı. Masadaki su bardağına uzanıp bir yudum içip bıraktı. Cebinden çıkardığı not defterine yine büyük harflerle “ŞEHİR BANA UZAK- KAHVECİ ALİ” yazdı ve tekrar cebine koydu. Torun ise bulduğu oyun arkadaşı ile parkta oynamayı sürdürüyordu.

Az sonra dedenin telefonu çaldı. Arayan kızıydı. Kısa bir görüşmeden sonra telefonu kapadı. Bana dönüp “Bugün sayenizde dolu bir gün geçirdim. Bunun için müteşekkirim. Ancak size daha fazla eşlik edemeyeceğim. Kızım şoförünü gönderip birazdan bizi aldıracak. Dilerseniz sizi de uygun bir yere bırakabiliriz” dedi. “Asıl ben teşekkür ediyorum. Suyun kenarında bir süre daha kalmayı seçiyorum.” Diye yanıt verdim. Hınzırca gülümseyerek “Dikkat et düşmeyesin” dedi.

Hesabı ödemek için kahveciye işaret etmek isteyince davetli olduğunu hatırlattım. Gülümserken yüzü aydınlandı. “Bir sonraki benden olsun. Ne de olsa suyun beri yanındanız. Elbet yine karşılaşırız” dedi.

Ayağa kalkıp torununa seslendi. El ele tutuşup kahvehaneden çıktılar. Az ötede bekleyen arabaya binip uzaklaştılar.

Sormak istediğim pek çok deli soruyla şaşkınlık içinde arkalarından bakakaldım.

Bu da öyle bir gündü.

Mehmet Uhri

İnsan Zekasının Evrimi

Mart 20th, 2022

resim1

Kısıtlı yaşam süremiz içinde insanlık için önemli değişim ve değişikliklerin gerçekleşmemesi veya insanlık ve değerlerinde geriye gidiş hissinin karamsarlık doğurduğu zamanlarda insanlığın zaman içinde nereden nereye geldiği konusunu irdelemek umut ve heyecanı ayakta tutabilmek için iyi bir başlangıç olabilir.

Başlayalım o zaman;

Antropolojik verilere göre yaklaşık 3 milyar yıldır hayatın olduğu 4,5 milyar yaşında bir gezegende ilk insansılar günümüzden sadece 6 milyon yıl önce görülüyor.

Elini kullanıp alet yapabilen ilk insanlar (Homo Habilis) ise günümüzden sadece 2,5 milyon yıl önce ortaya çıkıyor. İki ayağı üzerinde durabilen ve bu sayede ellerini daha işlevsel kullanabilen Homo Erektus ise çok daha yeni, 1,8 milyon yıl önce görülüyor. Günümüzün modern insanı olarak kabul edilen ilk Homo Sapiens Sapiensler ise yaklaşık 175.000 yıl önce ortaya çıkıyor.

Yeryüzünde çok yeni olmasına karşın insanın diğer canlılardan farklı olarak çok hızlı evrim geçirerek alet yapabildiğini, iki ayağı üzerinde durarak ellerini kullanabildiğini biliyoruz. Dahası bilişsel anlamda kendi varlığının farkına vardığı gibi bu farkındalığın da farkında olan bir canlıya dönüşüyor. (Sapiensis sapiensis) Bu sayede insanın kavramsal düşünebilen ve düşünenin kendi olduğunun da farkında olarak varoluşunu sorgulayan bir memeli olarak evrimleştiğini söyleyebiliyoruz. (1)

İki ayağının üzerinde durup ellerini kullanabilen canlı haline gelme dışında biyolojik görüntüsünde önemli değişiklik izlenmeyen insan, evrimsel sıçramalarını beyninin gelişmesi ve daha da önemlisi sinir sistemi içinde artan bağlantısallık ile gerçekleştiriyor.  Evrimsel gelişimi içinde primat atalarına göre iki misli beyin hacmine ulaşmasının yanı sıra beynin bir fonksiyonu olan zekânın ise çok daha hızlı evrimselleştiğini gözlemliyoruz.

Sinir sistemi üzerine yapılan araştırmalar özellikle sinirsel iletim ile ilgili Konnektom araştırmaları sinir sistemi olan canlılarda sinir hücrelerinin toplamlarından daha fazla işlev gördüğünü ortaya koymaktadır. Bunun anlamı sinir hücreleri bir araya gelip birlikte çalışarak tek başına ürettikleri işten çok daha fazlasını üretiyor olmalarıdır. Beynimizi oluşturan nöronlar tek başlarına yaptıkları işten çok daha fazlasını bir araya gelip eş zamanlı birlikte çalışarak gerçekleştirmektedir. Üstelik bu durum sinir sistemine sahip en küçük canlıdan en büyüğüne kadar hep böyle olmaktadır. (2)

Bu durum evrimin bilinen metodolojisinden çok da farklı değildir.

Tek hücreli hayattan çok hücreli hayata geçişte olduğu gibi önce ortak bileşenleri bir araya getirme ve beraber bir hücre topluluğuna dönüşme ile evrimsel süreç başlıyor. Hücrelerin iş bölümü yapıp özelleşmeleri ve birlikte eş zamanla birbiriyle etkileşim halinde çalışmaları ile çok hücreli organ ve organelleri olan canlıya dönüşüyor.

Bilim insanlarını ortaya koyduğu veriler evrimsel sürecin başlangıçtaki hücrelerin tek başlarına yaptıkları iş toplamından birlikte eş zamanlı çalışarak çok daha fazla iş üretip verim artışını sağlayacak bir metot ile çalışmakta olduğunu göstermektedir. (1)

Antropolojik veriler bu evrimsel metodolojinin insan zekâsının evriminde de yaşanmakta olduğunu, dahası yöntemi ileri doğru okuyarak insan zekâsının geleceğine ve insanın bir sonraki evrimsel sıçrayışına yönelik öngörülere ışık tutacağını göstermektedir. (3)

Dahası aynı veriler beynin büyümesinin yanı sıra beyni oluşturan sinir hücreleri arasındaki bağlantısallığın artışı ile zekâ kapasitesinin evrimsel sıçramalar yapacak biçimde ilerleyişe yol açtığını da ortaya koymaktadır.

Beyni oluşturan sinir hücrelerinde ve aralarında yaşanan bir takım kimyasal ve elektriksel değişiklerin nasıl düşünceye, bilince ve zekâya dönüştüğünü henüz çözebilmiş olmasak da zekâyı inceleyip bileşenlerini analiz edebiliyoruz.

20. yüzyılın 2. Yarısına kadar eğitim bilimciler, psikolog ve dil bilimciler zekânın genelleşmiş halde herkeste benzer biçimde yer aldığını düşünmekteydi. Bu görüşe göre zekâ bir sünger gibi bilgiyi emmekte işlemekte ve dışarıya vermekteydi. Eğitim modelleri de buna göre yapılandırılmış, herkes müfredat temelli aynı eğitim sisteminden geçmekteydi. (4)

1980 yıllar ile birlikte bu eğitim modelinin doğurduğu sıkıntılar üzerine zekâyı genelleşmiş tek bir zekâ olarak görmek yerine parçalı modüler bir yapıda olduğunu düşünen özelleşmiş zekâ kuramı ortaya atıldı.

1983 yılında felsefeci Jerry Fodor modüler zekâ kavramını ortaya atan kitabını yayınladı. Kırılıp parçaları tekrar yapıştırılmış bir vazo örneği gibi herkeste farklı boyutları olan parçaların meydana getirdiği modüler zekâ teorisi benimsenmeye başladı. (5)

Aynı yıl psikolog ve eğitim bilimci Howard Gardner çoklu zekâ kuramı üzerine yazdığı kitap ile zekâya bakış açısını önemli oranda değiştirmiştir. (6)

Zekâyı bütün ve statik kabul eden klasik yaklaşıma karşılık Gardner zekânın parçalı bileşenleri olduğunu ve bu bileşenlerin kişiden kişiye farklılıklar gösterdiğini ortaya koymuştur. Gardner’ın önerdiği sosyal zekâ, matematiksel mantıksal zekâ, sözel dilsel zekâ, müziksel ritmik zekâ, bedensel kinestetik zekâ, kişisel içsel zekâ, doğacı zekâ biçiminde farklı parçaların birlikte çalıştığı zekâ modeli ile neredeyse tüm dünyada eğitim sistemi yeniden kurgulanmıştır. Önerilen model ile kişinin zekâ bileşenlerinin belirlenip baskın zekâ karakterine göre yönlendirme yapılmasına yönelik çağdaş eğitim modellerinin yolu açılmıştır.

1980’li yıllarda ABD’de eğitim biliciler ve psikologlar çoklu zekâ kuramına göre eğitimi yeniden şekillendirirken ortaya attıkları kuram okyanusun öte yanında Cambridge üniversitesinde genç bir arkeolog ve antropoloğun dikkatinden kaçmaz.

Steven Mithen zekâ modüler yapıdaysa “bu modüller evrimsel süreç içinde bir araya nasıl geldi?” ve “arkaik insan aklı nasıldı?” Sorularını sorar. Eldeki antropolojik ve arkeolojik verileri buna göre gözden geçirmeye başlar. İnsanın evrim sürecinde nasıl bir zekâ gelişimi gösterdiğine yönelik tezleri de yeniden gözden geçirir.

Bedenler gibi insan zekâsının da evrimsel süreçten geçtiğini, tek tek farklı parçalardan oluşup bu parçaların zaman içinde bir arada ve birbirleriyle etkileşerek çalıştığı yönünde güçlü antropolojik kanıtları ortaya koyar.

1983’te eğitim bilimcilerin ve psikologların başlattığı süreç 1996’da Steven Mithen’in kaleme aldığı Aklın Tarih Öncesi kitabının ortaya çıkması ile zekânın evrimi aydınlanmaya başlar. (3)

Sosyal antropolojinin de katkısıyla oluşturulan bileşik zekâ kuramına göre insan veya insansılarda ilk olarak “Genel zekâ” olarak adlandırılan sürüngen zekâsı diye hicvedebileceğimiz temel bir zekânın varlığı ve yine primat atalarımızdan miras aldığımız kabile hayvanı olma özelliğimizden gelen sosyal zekâ bileşenleri ile yola çıkıldığı görüşü benimsenir.

Antropolojik veriler yeniden analiz edildiğinde; alet geliştirebilen Homo Habilis ile birlikte bu iki modüle “teknik zekânın” da eklendiği, iki ayağını üzerinde doğrulup ellerini daha çok kullanma yetisi artan Homo Erektus’a geçişle birlikte eklenen “doğal tarih zekâsı” modülü ile yöreden yöreye değişkenlik gösteren ancak doğadan edinilen bilgilerin yaşatılıp kuşaktan kuşağa aktarılan deneyimler olarak kalmasını sağlayan zekâ bileşenin geliştiği anlaşılır.

Homo Sapiens’e geçiş sürecinde sosyal zekâya eklenen dilsel zekânın da yöresel ve dönemsel farklılıklar göstererek geliştiği düşünülmekte. Mithen’in çalışmaları; dilsel zekânın gelişimiyle “bilişsel akışkanlığın” hem bireyin beyninde hem de bireyler arasında hızlandığını antropolojik veriler ile ortaya koymaktadır. Mithen, zekâ modülleri arasında iletişimin artmasının yanı sıra insanlar(zekâlar) arasında da bilgi aktarımının hızlanması şeklinde gerçekleşen “bilişsel akışkanlığın” kabileden aşirete ve büyük topluluklara doğru sosyal dönüşümün de başlatıcısı olduğunu işaret etmektedir.(3)

zk4

Mithen’in çalışmaları, sinir hücrelerinin gelişiminde olduğu gibi zekânın gelişiminde de önce ortak modüllerin bir araya gelişi, sonra artan bilişsel akışkanlık ile modüller arası iletişim sağlanarak işlem kapasitesi arttırılıp eşzamanlı ortak çalışma ile tüm modülleri bir arada çalışabildiğini göstermiştir.

Mithen bu 5 zekâ modülünü ( Genel zekâ, teknik zekâ, doğal tarih zekâsı, sosyal ve dil zekâsı) herkeste bulunan asgari zekâ alanları olarak tanımlamaktadır. Bunların dışında kişisel özelliklerin de katkısıyla herkeste ortak olmayan ve bu nedenle zaman içinde ortak zekâ alanına girememiş sezgisel zekâ, varoluşsal zekâ, doğacı mistik zekâ vb. pek çok zekâ alanının varlığına da açık kapı bırakmaktadır.

Steven Mithen günümüz modern insanına kadar tüm insanlığı kapsayan herkeste olan bu 5 zekâ alanının başlangıçta İsviçre ordu çakısı gibi mükemmel parçalar halinde bir arada ancak birbirinden bağımsız çalıştığını ifade etmektedir. (3)

İsviçre ordu çakısının mükemmel parçalardan oluşmasına karşın bir alet kullanılırken diğer aletlerin kullanılamadığına işaret eden Mithen ilkel insanın aklının zaman içinde bu parçaların birlikte eş zamanlı çalışacak biçimde evrimleştiğinden söz etmektedir. Tek tek 5-6 işlem yapabilen bir aletin boyutlarında değişiklik olmamasına karşın aynı anda tüm özelliklerinin çalışması ile bir fabrikaya dönüşebileceğini işaret eden Mithen zekânın evriminin de aynı bedende artan bilişsel akışkanlık ve bağlantısallık ile gerçekleştiğini ortaya koymuştur.

Biraz detay vermek gerekirse; İlkel insanda teknik zekâ alet geliştirmek için kullanılacak nesneyi düşünürken sosyal zekâ insanı düşünmekteydi ve bu iki modül ayrı çalışıyordu. Çağdaş avcı toplayıcı insanda bu iki modülün birlikte çalışması ile teknik zekâ insanın da alet olarak kullanılabileceğini düşünmeye başladı. Kölelik ve çalışma hayatı süreci böyle başladı.

Günümüzde de sözgelimi bir fıkranın doğurduğu mizah o fıkranın bileşenlerinin toplamından çok daha fazla bir kavramsallık taşımaktadır. Pek çok zekâ modülünün birlikte eş zamanlı çalışması ile mizah gibi güçlü yeni bir zekâ alanı meydana gelmektedir.

“Üzüm üzüme baka baka kararır” atasözünü kavramsallaştırırken pek çok zekâ modülünün aynı anda çalışmakta olduğunu ve görünüşte saçma olan sözcüklerin toplamından çok daha fazla ortak bir anlam doğurduğunu görebiliyoruz.

İnsan zekâsının evrimsel sıçramasını ise günümüzden yaklaşık 175 Bin yıl önce ortaya çıkan Homo Sapiens Sapiens ile gerçekleşiyor. Zekânın en son evrimsel sıçrayışı bu beş temel zekâ bileşeninin bir arada, iç içe ve eş zamanlı çalışması sayesinde oluyor. Yeryüzünün insan temelli (Antropomorfik) küreselleşmesinin başlangıcının da bu ortak zekâ bileşenlerinin sinerjisi ile gerçekleşmiş olması büyük olasılıktır. Homo Habilis’teki genel zekâ, sosyal zekâ ve teknik zekâ bileşenlerine homo erektus’ta doğal tarih zekâsının, Homo sapienste ise Dilsel zekânın eklenmesi ile mükemmel beşli tamamlanmıştır. Homo sapiensten günümüz modern insanı olarak adlandırılan Homo sapiens sapiens’e evrimsel sıçrayış ise bu 5 temel zekâ alanının birleşmesi, iç içe geçmesi ve bir arada çalışmasıyla (sinerjisi ile ) gerçekleşmektedir. (3)

Antropolojik veriler de günümüzden 1,7 Milyon önce yaşamış olan Homo Erektus’ta birbirinden farklı kümeler halinde çalışan farklı zekâ alanlarının günümüzden 100.000 yıl önceden itibaren modern insanda farklı ama iç içe çalışan zekâ formuna dönüştüğünü işaret etmektedir. Zekânın parçalı yapısının Homo sapiens sapiens ile birlikte iç içe ve birlikte çalışan ortak bir zekânın oluşumuna dönüşerek evrimsel bir sıçrayışa neden olduğu anlaşılmaktadır. Bir diğer deyişle son 200.000 yıl içinde insan bedeninde evrimsel anlamda önemli bir değişiklik olmamasına karşın evrimsel sıçrayışlar zekânın evrimi ile gerçekleşmiştir. (3)

Gerçekte de insanlığın bilgi birikimi insan zekâsının doğru parçaları belirleme (İsviçre ordu çakısı oluşturma) ve bir araya getirip sinerji üretme şeklinde çalışmakta olduğunu işaret etmektedir. Sesi müziğe dönüştüren akıl teknik ve doğal tarih zekâsını da çalıştırıp müzik aletleri yapabilmiş, matematiksel mantıksal zekâ ile notaya dökebilmiş ve her bir müzik aletini diğer aletlerle harmanlayıp senfoni gibi bir ortak akıl ürünü yaratabilmiştir. Dahası müzikal zekâya bedensel kinestetik zekâyı katıp baleye, tüm bunlara sözel zekâyı da katıp operaya ulaşmakta, insan zekâsının gösterdiği evrimsel süreç ortak akılda da devam ediyor gibi görünmektedir.

İnsan zekâsı az ya da çok herkeste bulunan zekâ bileşenlerini kullanarak parçaları tanıma, bir araya getirme, birleştirme ( İsviçre ordu çakısına benzer bir hale dönüştürme ) ve daha sonra bu mükemmel parçaları bir arada ve iç içe çalıştırıp sinerji yaratma şeklinde ortak akıl alanları oluşturarak evrimini sürdürüyor gibi görünüyor.

İnsan zekâsının bu mükemmel parçaları belirleme, bir araya getirme ve birlikte çalıştırma biçiminde ilerleyen evrimine ve sürecin yol haritasına bakarak geleceğe dönük projeksiyonlar yaptığımızda ise gidilmekte olan yolda insanlık için karamsarlığa gerek olmadığını söyleyebiliriz.

Nasıl mı?

İnsan nasıl parçalı zekâ bileşenlerini ortaya çıkarıp sonra bunlar arasından asgari müşterek mükemmel parçaları bir araya getirmeyi ve birlikte etkileşim içinde çalıştırmayı başardıysa günümüz modern insanının bir sonraki evrimsel sıçrayışının da ortak aklın asgari müştereklerini bir araya getirip ortak bir üst akıl oluşturarak yapacağını öngörebiliriz. Ancak sözünü ettiğim sürecin birkaç yüz bin yılda bir gerçekleştiği ve günümüz modern insanının henüz 150-175 bin yıldır var olduğu düşünülürse böylesi bir sıçrayış için insanlığın binlerce yıl daha beklemesi gerekecek gibi görünüyor. Her ne kadar kendi kısıtlı yaşam sürecimizde göremeyecek olsak da insanlığın ortak aklının zekânın evriminde olduğu gibi üzerinde uzlaşılan mükemmel bileşenleri bir araya getirip bir üst akla doğru ilerlemekte olduğunu düşleyebiliriz.

Zekânın parçalı yapıda olduğunun ve zekâ bileşenlerinin kişiden kişiye değişkenlik gösterdiğinin farkındayız. Hatta bazılarının çok daha özgün zekâ bileşenleri taşıyıp ileriyi görebilme ve sanat eserleriyle ifade edebilme yeteneğine sahip olduğunu da biliyoruz. Bu özellikteki sanatçılar görünen sınırların ötesine geçip eserleriyle geleceği görünür kılabiliyorlar. Zekânın parçalı bileşenlerinin zaman içinde bir araya gelip iç içe ve etkileşim halinde çalışması gibi insanlığın bu ortak değerlerinin bir araya gelmesinin ne denli büyük bir şenliğe dönüşeceğini bizlere yine bir sanatçı işaret ediyor olabilir.

zk2

1949 doğumlu Benedicte Weiss isimli Lüksemburg doğumlu heykeltıraşın 1987 yılında Lüksemburg Theatro meydanında yapmış olduğu “Akrobatlar” isimli heykel grubunda coşkulu bir eğlence atmosferi içinde “Eşitliğin” soytarı kılığında bizleri eğlenceye çağırdığını, “Demokrasinin” ikiyüzlü haliyle elinde tefle eğlenceye eşlik ettiğini, Hukukun üstünlüğü ile insan onuruna saygının el ele tutuşarak dansa katıldığını İnsan haklarına saygı ve özgürlüğün de eğlencenin bileşenlerinden olduğunu görüyoruz. Steven Mithen Aklın Tarih Öncesi kitabını yayınlamamış olmasına karşın sanatçı olanca sezgiselliği ile insanlığın ortak aklında uzlaşılan kavramların bir araya gelip oluşturacakları sinerjinin üreteceği coşkuyu bize yıllar öncesinden müjdelemiş görünüyor.

Sanatçının eserinde canlandırılan, insanlığın ortak aklında kabul gören, hiç kimseyi dışlamayan ve tüm insanlığı kapsayan, üzerinde uzlaşılmış kavramların büyük kısmının belirlenmiş olduğundan söz ederek geleceğe dönük projeksiyona başlayabiliriz.

Özgürlük, eşitlik, insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü, insan onuruna saygı ve demokrasi şimdilik ortak aklın mükemmel bileşenleri olarak belirlenmiş gibi görünüyor. Görünen o ki bunlara yakın bir zaman içinde çevre duyarlığı veya doğaya saygı biçiminde bir bileşen daha eklenecek.

Ancak daha önce binlerce yıl boyunca denenmiş ve ötekileştirici, dışlayıcı olduğu için terk edilmiş köleliği, sömürgeciliği, ırkçılığı, cinsiyet ayrımcılığını, mitoloji ve benzeri inanç sistemlerini göz önüne alırsak listenin henüz olgunlaşmadığını da kabul etmek zorundayız.

Yukarıda sayılan 6 bileşenden demokrasinin çoğunluğun azınlığa tahakkümünü doğurması nedeniyle değişim geçirerek yerini daha kapsayıcı bir yönetim modeline bırakması da olası görünüyor.

Yaşam süresi kısa olan bizleriz. Evrimin ise hiç acelesi yok.

İnsanlığın ortak aklı henüz İsviçre ordu çakısı gibi mükemmel parçaları bir araya getirme aşamasında. Dahası bu parçalar henüz birbiriyle iletişim halinde değil. Birini kullanırken diğerleri henüz seyrediyor.

Hesaba göre binlerce yıl sürecek bu sürecin sonunda insanlık bu parçaları bir arada, iç içe ve birlikte çalıştırıp sinerji oluşturmayı başardığında bir sonraki evrimsel sıçrayışını gerçekleştirecek gibi görünüyor.

Günümüzün karamsar iklimine bakıp insanlık ve değerleri konusunda umutsuz olmak için çok neden varmış gibi görünse de zekânın evrimine ve günümüzde beliren ortak aklın bileşenlerine baktığımızda hiç birinden kimsenin vazgeçmeye niyeti olmadığını görürüz. Kendi kısa yaşamımızda göremeyecek olsak da gelecek evrimsel sıçrayışın nasıl bir karnavala dönüşeceğini düşleyebilmek bile insana dair umutları yeşertmek için yeterli olacaktır düşüncesindeyim.

Mehmet UHRİ

KAYNAKÇA:

1- https://evrimagaci.org

2- https://www.bimesele.com/insan-konnektom-projesi-the-human-connectome-project

3- Mithen, S. J. (1996) The prehistory of the mind: a search for the origins of art, religion, and science, London: Thames and Hudson, ©1996. ISBN 0-500-05081-3

4- Jean Piaget La Naissance de l’Intelli­gence - Zekânın Doğuşu. 1977

5- The Modularity of Mind: An Essay on Faculty Psychology, MIT Press, 1983, ISBN 0-262-56025-9.

6- Gardner, Howard. Frames of Mind: The Theory of Multiple Intelligences (1983)

SUYA BİR DELİK

Şubat 12th, 2022

img_4567

Hani bazen, bir şarkı veya namenin dokunuşuyla geçmişin anılarının ortaya saçıldığına ve oluşturduğu yeni anılar yumağında başkasının zihninde kendini tekrar yarattığına şahit oluruz.

İşte bu şekilde tazelenen bir anıdır burada anlatılanlar;

Araya uzun yıllar girmiş olsa da yeni yetme ergen dönemi arkadaşlarımdan biriyle yıllar sonra İzmir’de buluşuyordum.

Zaman içinde farklı mesleklere ve coğrafyalara savrulmuş birbirimizi unutmuştuk. Tek ortak yönümüz ikimizin de dedelerinin muhacir olmasıydı. Bizimkiler Üsküp’ten arkadaşımın ailesi ise Yunan adalarından mübadele ile Anadolu’ya gelmiş İzmir ve çevresine yerleştirilmişlerdi.

Buluşma noktasına geldiğimde heyecanlıydım.

Arkadaşım yol kenarından beni arabasına aldı ve sahilde bir yerlerde otururuz diyerek sürmeye başladı. Birkaç dakikalık birbirini süzme, sessizce bocalamadan sonra yılların dostluğunun getirdiği sıcak sohbete daldık. İlk gençliğin anıları, kaçamakları, afacanlıkları ne varsa ortaya dökülmeye başlamıştı.

Bu arada arabada Türkçe başlayıp Rumca devam eden Ege havaları çalıyordu. Bir ara çalan parçalardan biri dikkatimi çekti. Çok eskilerden hatırlıyor gibiydim. Parçayı hatırladığımı ama çıkaramadığımı söyleyince arkadaşım heyecanla çalan eserin “Neden olmadı?” isimli unutulmuş bir Ege türküsü olduğunu, bugüne kadar hatırlayan pek fazla kişiye rastlamadığını söyledi.

Parçayı tekrar dinleyince anılar canlandı. Daha iyi hatırladım.

Çocukluğumda düğünlerin bitmesine yakın eğlenceli kıvrak havaların yerini yavaş müziklere bıraktığında seslendirilen parçalardan biriydi. Çocuk aklımla hızlı müzik hiç bitmesin tepine tepine oynayalım ister, düğünün bitmekte olduğunu hatırlatıp uyku getirdiği için yavaş müzikleri hiç sevmezdim.

Arkadaşıma anlatıp “Bu parça çalınıp okunurken özellikle yaşlılar sessizce ağlayıp eşlik ederlerdi. Nedenini hiç anlamazdım. Sanırım sormaya da çekiniyordum.”  Dedim.

Bir süre sesini çıkarmadı. Bir şey düşünüyor gibiydi. Sahil yolundan çıkmış otobana doğru ilerliyorduk. Bana dönüp “Vaktin uygunsa seni bir yere götürmek ve tesadüfen tanıdığım birinden söz etmek isterim.” Dedi. Cevap vermeme fırsat vermeden “Türküyü hatırlayan birini bulmuşken o çobanı ve oyuncağını anlatmam gerekiyor. Uzak biraz. Yolda anlatırım. Gidiyoruz” dedi.

Arkadaşımın bu samimi emrivakisine itiraz etmedim. Delikanlılık yıllarındaki çocuksu heyecanından hiçbir şey yitirmemiş olduğunu düşündüm.

Tabii o sırada 100 Kilometre yol gideceğimizi, Karaburun’a yöneldiğimizi bilmiyordum. Bilseydim sanırım vazgeçirmeye çalışırdım. Ancak arkadaşım kararlıydı. Otobanda ilerlerken önce beni sorguya çekip kısa yaşam öykümü aldı. Sonra hayat hikâyesini anlatmaya başladı. Okul, iş ve ev hayatı, çocuklar yaşadıkları derken sıra hayatına giren Karaburun konusuna geldi.

- Bir ara heves edip Karaburun yakınlarında Sarpıncık köyünde harap bir taş ev aldım Ancak eşim ve çocuklarımın itirazıyla içini yaptırıp oturmaya niyetlenemedim. Açıkçası yalnız başıma yaşamaya cesaret edememiş, insanları peşimden sürüklemeyi de insaflı bulmamıştım. Zamanla hevesim kırıldı. Ev öylece kaldı. Birkaç yıl önce eve talip çıkınca satış için Karaburun yolunu tutmuştum. Sabah başladığımız tapu işlemlerinin öğleden sonraya sarkmasını fırsat bilip köye doğru sürmüş, arabayı yol kenarında bırakıp kırda yürüyüşe çıkmıştım.

- Köyde taş evde yaşama hevesin içinde kalmış olmalı.

- Sorma. Daha kötüsü heves ettiğini unutmaya çabalamak oluyormuş. Unuttuğunu sanıyorsun bir yerlerden karşına çıkıyor, rüyana bile giriyor. Neyse… Satıştan sonra uzun süre oralara gidemedim. Hâlbuki hatırlarsın delikanlılıkta elimizde çadır az kamp yapmamıştık o sahillerde.

- Ne yani şimdi Karaburun’a mı gidiyoruz?

- Sana o çobanı anlatmam yetmez. Göstermem gereken bir şey daha var. Gidiyoruz.

Bazı huylar hiç değişmiyor diye düşünüp durumu kabullendim ve “anlat bakalım şu meşhur çobanı” diye üsteledim.

Otoyola çıkmıştık. Yol boyunca o anlattı ben dinledim;

“Sözünü edeceğim çobanla sadece bir kez karşılaştım.

Ayrılırken “Dedem haklıydı. Ömür dediğin mia tripa sto nero” demişti. Güttüğü hayvan olmasa da köy yerinde çoban diye anılıyordu. İsmini öğrenemedim. Karaburun Sarpıncık kırsalında sözünü ettiğim yürüyüş sırasında beni bir köpek grubunun saldırısından kurtarmıştı.

Arabamı asfalt kenarında bırakıp havanın ayazına aldırmadan yürüyüşe çıkmış, dönüşte kestirme olsun diye anayoldan ayrılıp patikalardan yürümeyi seçmiştim.

İrice birkaç köpeğin saldırısına uğramış, elimdeki sopa ile korkutmaya çalışmıştım. Köpeklerin bağırışları ve saldırgan tutumları değişmemiş, hatta bir tanesine de paçamı kaptırmıştım.

Yerden elime aldığım irice beyaz taşı fırlatmaya hazırlanıyordum ki nereden çıktığını görmediğim birinin “o taşı yere bırak” diye bağırdığını işittim. Adam tekrar taşı bırakmamı söyledi ve elini ağzına götürüp çaldığı ıslıkla köpeklerin bağırışları kesildi. İkinci ıslık ile köpekler kuyruklarını sallayarak adama yöneldiler. Çantasından çıkardığı kuru ekmeleri öbek öbek önlerine bırakıp yanıma geldi. Nefes nefese kaldığına göre koşarak gelmişti. Bana bakıp “Isırdılar mı?” diye sordu. Pantolonumun yırtılan paçasını gösterdim.

- Yok ısırmadılar. Bir tanesine paçamı kaptırdım ama zarar vermediler. Sizin mi bu köpekler? Hep böyle gelen geçene saldırırlar mı?

- Köpekler buraların. Sahibi yoktur. Kendilerini korumaya çalışıyorlardı. Sizi yabancı gördüler. Cesaretinizi sınamak için gelen yabancılara saldırır ve tepkinizi beklerler. Korkak veya saldırgan olup olmadığını anlamaya çalışırlar. Hiç ilgilenmeden öylece durursanız en az onlar kadar cesur olduğunuzu görür ve bulaşmazlar.

- İyi de neden böyle bir şey yapsınlar ki?

- İnsanlardan çekiniyor ve tanımak istiyorlar. Korkutup içinizdeki saldırganı açığa çıkarmaya çalışıyorlar. O eline aldığın taşı atsaydın birini yaralardın belki ama ellerinden kurtulman zor olurdu.

- Neden böyleler?

- Şehirde yaşıyorlardı. Belediye toplayıp barınaklara doldurdu. Barınaklar yetmeyince beslemesi daha masraflı olduğu için irice olanları buralara bırakmaya başladılar. Görüyorsun, yiyecekleri pek bir şey yok. Yabani zeytin ile karın doyuruyor, gariplerim.  Yaşadıklarını unutmuyorlar. Zamanında buralara sürülen muhacirler gibi özgür ve öfkeliler. Birbirlerine tutunup hayatta kalmaya çalışıyorlar. Yine eziyet edebilir korkusuyla insanlardan uzak duruyorlar. Elinde sopa ile fütursuzca köpeklerin yaşam alanına girmiş birini iyiye yormalarını beklememek gerekiyor.

- Peki ya siz? Sizi tanıyorlar.

- Oradan buradan topladığım yemek artığı, kuru ekmek ne varsa getirip buralara bırakıyorum. Benimle anlaşmaları hayli zaman aldı. Yine de çok yaklaşmıyorlar. Açıkçası onları anlıyor ve sadakat beklemiyorum.

Bu arada köpeklere atmak için az önce elime alıp bıraktığım irice beyaz taşı yerden alıp çantasına atmasına anlam verememiştim. Beraber yürümeyi teklif etti. Geri dönüp asfalt yola mı çıksam yoksa daha kısa görünen yolu seçip yamacı aşmayı mı denesem kararsızdım. Doğrusu köpekler ötede durduğu sürece çobanın varlığı güven veriyordu. Birlikte yamaca doğru ilerledik.

img_4562

Yaşını başını almış görünmesine rağmen güçlü adımlarla yürüyen biriydi. Laflayınca az ötede küçük bir yerleşim yerinde babadan dededen kalma bir evde yaşadığını anlattı. Kendimi tanıtıp ismini sordum.

“Hiç hayvanım veya sürüm olmasa da dağda bayırda dolaştığım için köyde bana çoban derler” diye yanıtladı. İsmini söylemedi. Tapu işlemleri sırasında onu tanıyan birilerine sorduğumda siyasi nedenlerle memuriyetten uzaklaştırılma tehdidi ile emekliliğe zorlanan üniversite çalışanı olduğunu, ikramiyesiyle dedesinden kalma harap haldeki taş evi onarıp köyde yaşamaya başladığını öğrenecektim. Çoluğu çocuğu hakkında kimsenin bilgisi yoktu. Dediklerine göre geleni gideni de yokmuş.

Yamaca tırmandığımızda ileride asfalt yol ve köy görünmüştü. Köpekler hayli uzakta adamın bıraktıkları ile karınlarını doyurmaya devam ediyordu. Bir süre öylece durup köyüne doğru baktı. Sonra bana dönüp “Yarım bıraktığım bir iş var. Birlikte yürümeye devam edeceksek önce yamacın ucuna varmamız gerekiyor.” Dedi. Acelem olmadığını söyledim.

Birlikte yürüyüp yamacın öte ucunda yüksekçe bir yerde neredeyse bir insan boyunda üst üste konan taşlardan yapılmış kule gibi bir şeyin yanına gitti. Kule, çevredeki sarı kahverengi taşların sıra sıra dizilmesiyle meydana getirilmişti. “Siz mi yaptınız bunu?” diye sordum. Cevap vermedi. Az önce çantasına attığı beyaz taşı çıkarıp kulenin üst sırasına diğerlerinden farklı birkaç beyaz taşın arasına yerleştirdi. Bana dönüp “Tamam şimdi oldu. Gidebiliriz” dedi.

2cd4d9fa-0075-4cd3-bbae-aac9e32badf8

Taş kulenin yanına gidip elimi taşların üstünde gezdirdim. Az önce yerleştirdiği beyaz taşa elimi uzattığımda “O yerini buldu bırak kalsın” dedi. İçimden hafif kafayı sıyırmış biri olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yine de kulenin yanından ayrılmayıp açıklama beklediğimi söyledim. Cevap vermeye niyetli değildi. Israrla orada durup son yerleştirdiği beyaz taştan elimi çekmediğimi görünce yere oturup sırtını kuleye yasladı.

- Çoban oyuncağı derler bu taş yığınlarına. Rahmetli dedem anlatırdı. Çobanlar otlaklarını işaretlemek için kendi boyları kadar taş kule yaparmış. Her çoban kimin otlağında olduğunu bilirmiş.

- Peki ya o en üstteki beyaz taşlar?

- Hak vaki olup çoban ölür veya hayvan gütmeye çıkamaz hale gelince diğer çobanlar az önce yaptığım gibi üst sıraya beyaz taş dizerek çobanı anar, “görev tamamlandı” diyerek işaretlermiş.

- Dedeniz de çoban mıydı?

- Dedem Yunanistan’da doğup mübadele ile gelenlerdenmiş. Öte yakada hayvanları varmış. Zamanında çobanlık yapmış. Ancak buralara gelince çobanlık yapmamış. Zeytincilik ile uğraşmış. Dediğine göre çoban oyuncağı geleneğini de buradakilere o öğretmiş.

- Ortalıkta hep sarı kahverengi taşlar var. Beyaz taşlar nereden geliyor?

- İyi gözlemcisin. Beyaz taş pek yok. Az önce köpeklere atmak istediğin taşı elinde görünce biraz da bunun için atmanı istemedim. Dağ bayır dolaşırsın günde bir tane ya bulur ya bulamazsın.

- O da taş bu da taş ne önemi var?

- Anlamadın mı? Koca bir hayattan geriye tepesi yani saçı başı ağarmış insana benzeyen bir taş yığını bırakıyorlar. Dahası, gidenin ömrünü beyaz taşlar ile mühürlemiş oluyorlar.

- Bu kuleyi kim yapmıştı?

- Doğrusu bilmiyorum. Benim için önemi de yok. Bölgede buna benzer onlarca kule var. Üzerine beyaz taş konmuş olanlara kendimce bir tane daha eklemek tamama erdirmek nedense bana iyi geliyor. Kendi hayatımda hep bir şeyler yarım kaldığı için belki de…

Yanına oturdum. Ben de sırtımı taş kuleye yasladım. “Yanılıyor da olabiliriz. Belki de hayat tam olabilecek bir şey değil…” diye yanıt verdim.

Kafasını kaldırıp dikkatlice bana baktı. Uzaktan köpeklerin haykırışları duyuluyordu. Sonra az önce arabada çalarken hatırladığın o türküyü okumaya başladı. Daha önce hiç duymamıştım. Sözleri çok anlamlı gelmişti;

Geldim olmadı, geldi olmadı

Gittim olmadı, gitti olmadı

Olan ne idi. Neden olmadı

Neden olmadı. Neden olmadı

Sustum olmadı, sustu olmadı

Dedim olmadı, dedi olmadı

Olan ne idi. Neden olmadı.

Neden olmadı, neden olmadı…

Türkü bittiğinde “Sahi neden olmadı?” diye sordum. Ağzının kenarında acı bir gülümseme belirdi. Bir süre öylece durdu. Sonra ayağa kalktı, bana dönüp “Eh, olduğu kadar. Hadi gidelim” dedi.

Yola koyulduğumuzda güneş öğleyi devirmişti. Saatime baktım tapu müdürlüğünün verdiği randevuya zamanım vardı. Yürürken türküyü ve kime ait olduğunu sordum. Mübadele ile gelenlerin söylediği “Neden olmadı?” isimli unutulmuş bir türkü olduğundan, dedesinin Rumcasını da okuduğundan, türkünün her iki yakada aynı sözlerle çalınıp söylendiğinden söz etti.

- Anneannemi erken kaybetmişiz pek hatırlamıyorum. Dedem görmüş geçirmiş biriydi. Ömrünün son zamanlarında sağlık sorunları yüzünden köyü bırakıp şehirde kızının yanında bizimle yaşamak zorunda kalmıştı. Şehirde olmaktan hiç mutlu değildi. Günlük hayatta Türkçe konuşsa da küfürleri Rumcaydı. Kızdığı birini yanından uzaklaştırmak istediğinde “Ai Sto dialo” diye bağırırdı. Anlamını tahmin etmişsindir. Dedemi hep bir şeylere canı sıkkın haliyle hatırlıyorum. O zamanlar afacan bir ufaklıktım. Annem ve babam deli gibi çalışır o kocaman evde yalnızlığımı dedemle oyun oynayarak giderirdim. Hep bir şeyler anlatırdı. Dinlemez haylazlık yaramazlık ederdim. Onu kızdıracak yaramazlık yaptığımda da kızar “Kara Kopela” diye bağırır,  azarlardı.

- Yine de dedeniz size çok anı bırakmış.

- Ben onun en sevdiği torunu, kara kopelasıydım. Annem ve babama kızdığım beni sevmediklerini düşündüğüm anlarda saçımı okşar “Kızma onlara. İnsanın sevdikleri için katlanmak zorunda oldukları zamanla yüreğini de köreltiyor. Kızma onlara” derdi. O yaşımda anlamazdım. Birçoğunu unuttuğum güzel sözleri vardı. Kahvesini içip gevezelik ederken “ne yapıyorsunuz?” diye soranlara hep “mia tripa sto nero” diye cevap verirdi.

- Anlamı var mı?

- O zaman bilmiyordum. Üzerinde durmamıştım. Zamanının tükenmekte olduğunu anlayınca bir gün kalem kâğıt alıp yanına gelmemi söylediklerini yazmamı istemişti. Okuması yazması yoktu ama ondan çok şey öğrendim. Kâğıda  “İnsanlara ve kendine kızma. Ömür dediğin mia tripa sto nero” yazdırdı. Tükenmez kalem ile başparmağını boyayıp kâğıda basarak parmağının izini çıkardı. “Bu senin için, sende kalsın” dedi. Kısa süre sonra da dedemi kaybettik. Getirip köy mezarlığına gizledik.

- Ne anlama geliyor?

- Mia tripa sto nero: Rumcada suya bir delik açmak anlamına geliyormuş. Ben de dedemin yazdırdığı o cümle sayesinde öğrendim. Çayı kaşıkla karıştırırsan veya elini kovaya daldırıp karıştırırsan suya bir delik açarsın ya, işte öyle. Dedeme göre ömür suya bir delik açmak gibi nafile bir çabaydı.

- Çok anlamlıymış.

- Beni o yetiştirmişti. Bulunduğum her yerde doğruyu söylemeyi doğrudan ayrılmamayı kalbimin sesini dinlemeyi hep ondan öğrenmiştim. Ama öyle bir dünya yoktu. Bu nedenle dedeme kızmış içimden “beni neden böyle yetiştirdin” diye söylenmiştim. Bulunduğum her ortamda doğruları söyleyince hep fesatlık çıkarmakla suçlanıyordum. Herkesin uzak durduğu aksi biri oldum. Sağcısı da solcusu da dincisi de arasına almadı. Böyle biri olduğum için insanlara öfkeliydim. Dahası diğerleri gibi duruma yere uygun davranamadığım için kendime de çok kızıyordum.

- Yani?

- Yani dedemin sözünü ettiği suyun ne olduğunu anlayıp ona hak vermem hayli zamanımı aldı. Dönüp baktığımda ne yaşarsam yaşayayım kendi hayatımın da dedemin sözünü ettiği suya bir delikten ibaret olduğunu kabullendim. Bazen suya kapılıp sürüklendim, çoğunlukla suyu bulandıran oldum. Koca bir ömür çırpınarak geçip gitti. Ne su olabildim ne de kendim. Hep bir yan eksik kaldı. Dedemin vasiyetine uyup kendime kızmayı ve suya bir delik bile olmak istemeyen o insanları da yargılamayı bıraktım.

- Peki, ne yaptınız? İnsanlardan mı kaçtınız?

- Öyle de denilebilir. Kendime sığındım diyeyim. Baktım ki herkes yalnızdı ve kendi ömürlerine tutunuyordu. Bazıları suya şık bir atlayış ile girip dikkat çekiyor ilgi görüyor, çoğu ise baştan teslim olup hiç iz bırakmıyordu. Bazıları da benim gibi suyun üstünde kalmak için inat ediyor tutunmaya çabalıyordu. Oysa, suya bir delik gerçeği hiç değişmiyordu. Baktığında geride bir şey kalmasa da suya açtığımız delik kadar görünüp kayboluyorduk. Hepsi bu…

Bir süre konuşmadan yürüdük. Söyledikleri üzerine düşünüyordum. Az sonra asfalta çıkmış arabam ileride yol kenarında görünmüştü. “Peki ya çoban oyuncağı? Dedeniz, onun için bir şey söylemiş miydi?” diye sordum.

- Söylememişti. Söylediyse de hatırlamıyorum. Ama her şeyin suya bir delikten ibaret olması gerçeği sanırım ona da pek adil görünmüyordu. Dedem o çoban oyuncaklarına çok önem verir her yerde o iri beyaz taşlardan arardı. Belki de çoban oyuncağı ile suya olmasa da göğe doğru tersine delik, bir iz bırakmak istiyordu. Dedim ya pek bir şey anlatmamıştı. Hayatta bunca anlamsızlık varken taşları üst üste dizmenin bir anlamı olması gerekiyor mu? Emin değilim. Yine de o beyaz taşları arayıp yerleştirmeyi bırakmadım.

- Neydi sizi bunu yapmaya iten?

- Suya açılan nafile bir delikten ibaret ömürden geriye, yukarı doğru taş yığını bırakmayı bir şeylere direnme çabası olarak düşünmekti, sanırım. Bu bana iyi gelmişti. Kimin yaptığı veya kimi anlattığı bilinmese de en üst sıradaki beyaz taşları tamamlanmış, dolu dolu yaşanmış olgun bir hayatı hatırlatan gökyüzüne açılmış bir taş yığını bırakma düşüncesi hiç fena fikir değildi. Köyde boş duracağıma araziye çıkıp çoban oyuncakları arıyor, onun bunun hayatına bir beyaz taş katmak için kırlarda dolanıyorum.

- Kendiniz için de bir kule yapmayı istemediniz mi?

- Az önce dedim ya; hayat tam olamıyor hep bir şeyler eksik kalıyor. Kule de eksik kalsın. Eksik olanın ne olduğunu bileyim, yeter. Bu da bir şeydir.

- Ne diyeyim? Az önce yüreğim kalksa da iyi ki köpekler saldırmış ve iyi ki o beyaz taşı elime almışım da sizi tanımışım.

- Gevezelik ettim. Eskileri anlatıp kafanı şişirdim ama bunca lafı eline aldığın o taşa borçluyuz. Belki de insanların aradığı böyle eksik bir taş. Üstelik çoğumuz aradığımızın ne olduğunun farkında bile değil. Öylece yaşayıp gidiyoruz, bu da hayat oluyor. Dedem haklıydı, ömür dediğin mia tripa sto nero…

Bu sözlerden sonra adımlarını hızlandırdı. Arabama ulaştığımda köye bırakabileceğimi söyledim. İstemedi. Elini sıktım. Dedesine ve ölmüşlerine rahmet diledim.

“Selametle” diyerek uğurladı.”

Karaburun’a doğru yol alırken arkadaşım bunları anlatıp hep o çobandan söz etti.

img_4561

Sarpıncık kırsalına varıp sözünü ettiği çoban oyuncaklarından birini görünce arabayı yol kenarına bıraktık. Yamaca tırmandık. Üst üste düzenli dizilmiş sarı taşlar ve en üst sırası beyaz taşlarla bezeli çoban oyuncağına sırtımızı dayadık. Oturup denize ve Sakız adasına bakındık. Sert esen rüzgâr yüzünden çok fazla duramayacağımıza çabuk ikna olduk.

Yakınlarda beyaz taş olmamasına ikimiz de söylendik.

Daha sonra Karaburun iskelede mütevazı bir mekânda geçmişin anıları eşliğinde yemek yedik. Akşamın ilerleyen saatlerinde İzmir’e dönüş yoluna koyulduk.

Yorucu bir gün olmuştu. Dönüş yolunda arkadaşımın anlattığı çobanı düşündüm. O da bizler gibi muhacir çocuğuydu. Onun ailesi de çocuklarını korumak uğruna fedakârlık yaparak ömür tüketmişti.

Hayatın bazılarına hiç de adil davranmadığını düşündüm. İnsanlar düğün yerinde bile “olan ne idi, neden olmadı?” diye türkü okurken boşuna gözyaşı dökmüyordu.

Yıllar sonra gerçekleşen arkadaş buluşmasına tesadüfen eşlik eden türkü sayesinde o fedakâr insanların anıları gün yüzüne çıkmış ve onları hiç tanımayan birinin zihninde ileride anlatılacak bir başka anıya bulanmıştı.

Belki, geçip giden o fedakâr insanların anılarını da yüklenip suya hep birlikte bir delik daha açıyorduk.

Ömür dediğimiz öyle ya da böyle suya bir delikten ibaretti.

Sanırım, dede haklıydı…

Mehmet Uhri

Not: Anlatıda geçen “Neden olmadı?” türküsüne  NEDEN OLMADI linkine tıklayarak ulaşabilirsiniz.

Yanardöner

Aralık 19th, 2021

yd2-2

I

Arkadaşlıkları doğup büyüdükleri Anadolu kasabasında başlamıştı.

Aynı sokakta büyümüş, ilkokulu aynı okulda okumuşlardı. Zaman onları ve ailelerini farklı yerlere savursa da yıllar sonra birbirlerini İstanbul’da bulmuşlardı. Melek hemşirelik okumuş bir özel hastanede gece hemşireliği yapıyor, Alev ise muhasebecilik eğitimi sırasında staj yaptığı şirketin muhasebe bölümünde mezuniyet sonrası işe girmişti.

20’li yaşlarını bitirmek üzereydiler ve ikisi de şehrin farklı yakalarında yalnız yaşıyordu.

Sosyal medya paylaşımlarıyla aynı şehirde yaşadıklarını fark edip birbirlerine tutunmuşlar, sıkça yaptıkları gibi o gün de buluşmak için haberleşmişlerdi.

Şehrin farklı yakalarında yaşayıp çalıştıkları için ikisine de uzak olmasına karşın orta nokta olarak Mecidiyeköy’de bir kafede buluşmayı alışkanlık edinmişlerdi. Bazen sinema veya yemek için yakındaki alışveriş merkezinde buluştukları da olurdu.

Buluşma talebi genellikle Alev’den gelir Melek de bu duruma genellikle itiraz etmezdi. Bu kez acil buluşma talebi Melek’ten gelmiş başka açıklama yapmamıştı.

O soğuk kış günü akşamüzeri kafeye giren Alev masalara göz atıp arkadaşının henüz gelmediğini görünce rahat konuşabilecekleri sakin bir masa arandı. Gözüne kestirdiği masaya ilişip üstündekileri sandalyeye bıraktı. Ufak tefek görünüşüne aldırmadan taşıdığı bohça irisi çantasını açıp içinden çıkardığı kitabı masaya koydu.

Sipariş almak için gelen garsonu, birini beklediğini siparişi daha sonra vereceğini söyleyip geri gönderdi. Kafenin kalabalığına aldırmadan kitabını açıp okumaya başlayan Alev Melek’in kafeye girişini fark etmedi. Sessizce Alev’in arkasından sokulup sesini yükselten Melek “ben geldiiiiim” diyerek ürkütmeye çalışsa da istediği tepkiyi alamadı. Alev her zamanki sakinliği ile kitabını kapatıp ayağa kalktı bir şey söylemeden arkadaşına sarıldı.

Alev, Melek’in oturmasını beklemeden “Açıklama yapmayınca senin için endişelendim. İyi misin?” diye sordu. Melek yandaki sandalyeye ilişirken “iyiyim merak etme, kafam fazlasıyla karışık, o kadar“ dedi.

Alev’in meraklı bakışlarla sözlerinin devamını beklemesine aldırmayan Melek, arkadaşını hızlıca süzdükten sonra “Saçındaki mavi röfleyi fıstık yeşiline çevirmişsin. Güzel de olmuş. Yine de dövme yaptırsan böyle geçici işlerle uğraşmasan diyorum ama dinleyen kim?” diyerek arkadaşına takıldı.

Alev sağ omzuna düşen yeşil röfleli koyu kestane rengi saçlarını eliyle savurup gülümsemekle yetindi.

Elindeki menüyü masaya bırakmasına fırsat vermeden, kahve siparişi vererek garsonu gönderdiler. Melek masanın üstünde duran kitabı eline alıp kapağına baktı sonra yerine bıraktı. Arkadaşına dönüp;

- Nasıl yapıyorsun bunu bir türlü anlamıyorum.

- Neyi nasıl yapıyorum?

- Bunca kalabalığın içinde kendini dışarıya kapatıp kitap okumayı nasıl beceriyorsun? Öyle dalıp gitmiştin ki ağız tadıyla korkutmayı bile beceremedim.

- Biliyorsun, memleketten uzakta öğrencilik ve kalabalık yurt ortamlarında kalınca insan aktif yalnızlığa alışıyor. Yalnızlığımla baş edebilmek için bir işle uğraşmam veya hiç olmazsa kitap okumam gerekiyor. Bu bana iyi geliyor.

- İyi de kendini bulunduğun ortamdan, insanlardan ayırmış, uzaklaştırmış olmuyor musun?

- Dışarıdan öyle görünüyor olsa da içimdeki yalnızlığa iyi geliyor. Hem milletin ne düşündüğünden bana ne? Kitap ile kurduğum arkadaşlık beni başka yerlere götürüyor. Biliyorum herkes yapamıyor. Mesela sen, ilkokulda bile çabuk sıkılır dikkatini hiç yoğunlaştıramazdın. Belki de yapmak istemezdin. Ona buna bakmak veya takılmakla sıkıntını geçirmeye çabalardın. Hatırlasana, bu yüzden okulda beni de rahat bırakmazdın. Tam kurtulmuştum yine çıktın karşıma.

- Sen o lafları külahıma anlat. Benden kurtulamazsın. Zamanında biri sana sağlam bela okumuş. İşte ben o belayım. Hem anlatacaklarım çok önemli. Senden başkasına da anlatamam. Bana yardım etmek zorundasın.

Melek’in son cümlesi ağzından bir emir gibi dökülmüştü.

Alev soran gözlerle arkadaşına bakıp anlatmasını bekledi. Melek çevresine bakındı öne doğru eğilip sesini kısarak “Bir çocukla çıkıyorum ve her şey çok hızlı ilerliyor, ancak kafam çok karışık.” dedi.  Alev heyecanla arkadaşının elini tutup “tanıyor muyum?” diye sordu.

Kahveler masaya servis edilirken ikisi de arkalarına yaslanıp garsonun gitmesini bekledi. Kahvesinden hızlıca bir yudum alan Melek heyecanla anlatmaya başladı.

- Hiç görmedin ama sana anlatmıştım. Hani Covid servisinde yoğun bakımda uzaylı kıyafetleri ile çalışırken hastaları huylarına göre renk verip ona göre davrandığımızdan söz etmiştim. Hatırladın mı?

- Hatırlıyorum galiba. Maviler dışa dönük, Sarılar içe miydi? Neydi?

- Doğru hatırlıyorsun. Maviler dışa dönük, Sarılar içe dönük, Yeşil dünya yansa umuru olmayan mütedeyyin, Kahverengi her şeyi kendine dert eden, Kırmızı saldırgan, sorgulayan arıza çıkarmaya yatkın, Siyah hep kendini suçlayan, Lacivert varlıklı görünmeye çalışan, Mor bir zamanlar varlıklı olduğunu anlatıp duran diye gidiyordu liste.

- Renksizler, şeffaflar en tehlikelileri demiştin. Ha bir de Alacalı olan yanardönerler mi vardı neydi?

- Hah işte gün içinde sürekli huy değiştirdiği yetmezmiş gibi hasta iken başka iyileşince bambaşka olan en çekindiğim yanardöner tiplerden biriyle çıkıyorum.

- Yani tedavi ettiğiniz hastalardan biriyle mi berabersin? Yok artık. Sen şu işi en baştan anlatır mısın?

Kahvelerini yudumlarken Melek çıktığı delikanlı ile hastanede tanıştığını, yoğun bakım şartlarında astronot kıyafetli bir hemşire olarak ilgilenirken delikanlının yattığı yerde yalnızlıktan yakınıp kendi ile konuşması için yalvarması üzerine tanışıklıklarının başladığını anlattı.

- Yani tanıştığınızda çocuk senin yüzünü hiç görmedi mi?

- O kıyafetlerle görmesine olanak yoktu. Doğrusu ben de nasıl olsa dışarıda tanıması mümkün değil diye ricasını kırmadım, ara sıra uğrayıp sohbet ettim. O sırada yoğun bakımda haftalarca kalması gerekeceğini ikimiz de bilmiyorduk. Uzun süre entübe halde kaldı. Kelimenin tam anlamıyla öldü öldü dirildi. Makineyi bağlı halde, boğazındaki tüple nefes alırken bile işaretlerle yanında kalıp bir şeyler anlatmamı istiyordu.

- Ne anlatıyordun?

- Kendimi anlatacak değilim ya? Gevezelik ediyordum. Havadan sudan konuşuyor, hiçbir şey bulamasam haberleri aktarıyordum. Bir ara hastalara verdiğimiz renkleri bile anlatmışım. Boğazındaki tüp çıkarılıp rahat nefes almaya başlayınca kendi renginin ne olduğunu sordu. Cevap vermedim. Israr edince “yanardöner bir şey işte” diye geçiştirdim. İyi bir şey söylemişim gibi sevindi garibim.

- Sadede gel. Sonra ne oldu?

- Dur kız anlatıyorum. Yüzümü görmese de parfümümü fark ederek beni diğerlerinden ayırmaya başlayınca koku duyusunun geri gelmekte olduğunu iyileştiğini anladık. Uzak durmaya çalışsam da normal servise geçince ne yapıp edip ismimi öğrenmiş. Nasıl görmüşse boynumdaki dövmeden beni buldu.

Bu sözler üzerine Alev arkadaşının boynundaki zeytin dalından kanatlı meleğe dönüşen ve özgürlüğe kanat çırpan melek dövmesine baktı. Melek sanki göstermek istemiyormuş gibi eliyle kapamaya çalıştı.

- İyi de nasıl çıkmaya başladınız?

- Bir akşam nöbet için hastaneye geldiğimde holde elinde ziyaretçilerinin getirdiği çiçeklerden biriyle beni beklerken buldum. Çiçeği uzattı. Ertesi gün taburcu olacağını girişteki kafede bir kahve ikram ederek teşekkür etmek istediğini söyledi.

- Yufka yüreğin dayanamadı değil mi? Haspa seni…

- Öyle oldu.

Melek o kısacık buluşmada çocuğun müzisyen olduğunu öğrendiğini, sağlığı ile ilgili bilgiler verip öğütlerde bulunmaya çabaladığında parmağını ağzına götürüp “Unuttunuz mu? Ben yanardöner hastanızdım” diyerek susturduğunu, “Yalnızlığa gömüldüğüm inleyen ve öksüren hasta sesleri dışında bir şey işitilmeyen yoğun bakımda hava açlığı çekip ölümü beklerken kendi kendine şarkı mırıldanıp işini yapmaya çalışan biriydiniz benim için. Ama diğerlerinden farklıydınız. Yüzünüzü görmesem de yakında olduğunuzu bilmek, sesinizi duymak iyi geliyordu. Öylece yalnız başıma ölüme yuvarlanacağım diye korkarken size tutundum” dediğini anlattı.

- Sen ne yaptın? Kuyruğunu mu salladın?

- Yapar mıyım hiç? Hastalık travmasını atlatınca unutacağından emindim.

- Ama?

- Ama öyle olmadı.

Melek, bu görüşmeden kısa bir süre sonra iki hafta önce nöbete girerken delikanlının hastane kapısında eline bir davetiye tutuşturup iki gün sonra sahne alacağı mekâna beklediğini söyleyip toz olduğunu, davetiyenin üzerine de “itiraz istemem. Yanardönerin müziği nasıl olurmuş görmenizi istiyorum” yazdığını anlattı.

- Ve sen tüm bunlar olurken bana hiçbir şey anlatmadın. Haber verseydin birlikte giderdik.

- Gitmedim ki. Konser akşamı nöbetçiydim. Nöbeti değiştirebilirdim. Ama korktum kızım, korktum.

- Neden korktun?

- Ne bileyim? Daha normal şartlarda tanışsak belki birbirimizin farkında bile olmayacaktık. Kafam karmakarışıktı.

- Sonra?

- Konsere gitmeyince hastaneye çiçek göndermeler, gelip gitmeler, sıklaştı. Kimseye rahatsızlık vermemesi ve saygıda kusur etmemesi iş arkadaşlarımı etkilemiş ve bir şekilde telefon numarama ulaşmıştı. Yazışmaya başladık. Geçen hafta buluşalım istemiştin ve işim olduğunu söylemiştim ya. İşte o akşam yemeğe çıktık. Sonra daha sık yazışmaya ve görüşmeye başladık.

- Sence nasıl biri?

- Buraya kadar tam bir romantik serseri.

- Ne anlatıyor?

- Birbirimizi tanımamamız gerektiğini ve niyetinin ciddi olduğunu söylüyor. Hep onun meleği olmamı ve öyle kalmamı istiyor.

- Tamam işte. Şimdi en önemli kısmına geliyorum. Sen tüm bunları bana anlatma sır gibi sakla, çocukla işi pişir. İyi de şimdi benden ne yüzle ve nasıl bir yardım istiyorsun?

- Şey, ben. Beni tanıyorsun. Hani az önce dedin ya dikkatini toplayamıyor hayatı öylece seyretmekle yetiniyormuşum. Yine öyle bir durumdayım. Ne istediğimi, ne yapmam gerektiğini ve dahası doğru olanın ne olduğunu bilmiyorum. Bir şeyler oluyor ve olanları sadece seyretmekle yetiniyorum.

- Ve benden senin yerine karar vermemi bekliyorsun.

- Yok, öyle değil. Seninle tanıştırmak ve çocuğu senin gözünden görmek istiyorum. Bir aradayken yani biz olduğumuzdaki halimize bakıp tanıdığın Melek olup olmadığım hakkında bir şeyler söylemeni bekliyorum.

- Kızım bunlar boş laflar. Asıl sen ne istiyorsun?

- Bilmiyorum Alev. Bir elimi uzatıp diğer elimi çekiyor gibiyim. Aptalca bir şey yapmaktan korkuyorum.

Bu sözleri söylerken gözünde beliren iki damla yaşı gören Alev çantasından çıkardığı mendili Melek’e uzattı. Melek derin bir nefes alıp Alev’e “Kısaca bu akşam bizimkinin çalacağı mekâna davetliyiz. İtiraz istemem birlikte gidiyoruz” dedi.

Alev işi olduğunu söylese ve itiraz etse de arkadaşının ısrarı üzerine pes etti.

Melek istediğini elde etmenin mutluluğu ile konuyu değiştirip iş ortamında yaşadığı kendince “acayipliklerden” söz etti. Muhasebe ile uğraşan bir bölümde rakamlardan başka anlatacak bir şeyi olmadığını söyleyen Alev yılsonunun yaklaşması nedeniyle iş yükünün arttığından yakındı. Alev’in delikanlı ile ilgili bir şeyler sorma çabasını Melek “seni etkilemek istemiyorum, fotoğrafını dahi göstermeyeceğim. Benim gibi geveze biri için bunun ne denli zor olduğunu tahmin edersin. Lütfen ısrar etme” diyerek geçiştirdi.

yd2-1

II

Bir süre daha oturup hafif bir şeyler yiyerek karınlarını doyurdular. Kafeden çıktıklarında hava kararmıştı. Birlikte Şişli’ye doğru yürümeye başladılar. Alev nereye gittiklerini sorunca Melek çıktığı delikanlının lüks otellerden birinin barında hafta sonları piyano çaldığını, haftanın bazı akşamlarında da Kadıköy’de canlı müzik yapan gruba eşlik ettiğini anlattı. Otele doğru yürürlerken dayanamayıp hızlıca delikanlının müzikle dolu hayat hikâyesini anlattı.

- Biliyor musun Alev? O da benim gibi babasız büyümüş. Onun da babası evi terk edip gitmiş bir daha da arkasına bakmamış.

- Eeee. Ne var bunda?

- Anlamıyor musun? Aynı şeyleri yaşamışız ama o benim gibi bağlanmaktan korkmuyor. Babamın çekip gitmesi yüzünden hiçbir zaman birine bağlanmam, bağlanamam diye düşünüyordum. Şimdi ise kafam çok karışık.

- Nedir karışık olan. Çocuk sana ilgi duyuyor, sen de ondan hoşlanıyorsun. Bırak gittiği yere kadar gitsin.

- O kadar kolay değil. Annem benim adımı boşuna Melek koymadığını söylerdi. Hemşire olmamı isteyen de annemdi. Bilirsin, melekler özünde hep başkalarına iyilik ve yardım yaparlar. Kendi hayatlarını yaşamak yerine bir başkasının hayatına tutunur, o şekilde yaşarlar.

- Ne var bunda?

- İyi ama ben hep başkasının meleği olmak istemiyorum. İçimdeki iyilik ateşi ile birlikte özgürlüğe kanat çırpan melek olmak çok mu zor? O bana “sen benim meleğimsin” deyip duruyor. Hastane ortamında hemşirelere sembolik olarak “melek” dense de aslında orada kimsenin meleği olmuyorsun. Hastaların arasında özgürce dolaşan biri oluyorsun. Ama o, hayatıma girdiğinden beri kendimi kafese tıkılmaktan korkan bir kuş gibi hissediyorum. Annem gibi olmaktan korkuyorum.

- Nasıl yani?

- Annem de kendini babama adamıştı. Babam için yaşar hayatı onun içi kolaylaştırmak dışında hiç bir şey istemezdi. Bir gün babam öylece çekip gidince sanki kanatları kırıldı. Peşinden gitmeye, aramaya bile cesaret etmedi. Üstelik erkek kardeşimle birlikte bizlere bakmak zorundaydı. Her anne çocuklarının meleğidir derler ya, annem de öyleydi. Özgürlüğünü, kanatlarını bırakıp çocuklarının yanına yere oturdu. Bir daha da hiç uçmadı. Bizi yetiştirirken kendi de yanan bir mum gibi eridi gitti. Erkek kardeşime sahip çıkmak anneme destek vermek uğruna ben de çabuk büyümek zorunda kaldım. Kısa yoldan meslek edinmem aileme destek olmam gerekiyordu. Hemşireliğe razı oldum.

- Pişman mısın?

- Değilim. Hatta tam bana göre bir meslek. Kimseye bağlanmadan, ayrıcalık tanımadan yardım ediyor, iyiliği için çabalıyor, destek oluyorsun. Annemin bize öğrettiği gibi…

- Şimdi bu çocuğun sana tutkun olması “meleğim” diye seslenmesi mi seni ürkütüyor? Yoksa çocuğun aşkına yeterince karşılık verecek kadar kendini tutkun hissetmediğin için mi kafan karışık?

- Bilmiyorum Alev. İnan bilmiyorum.  Benden bize nasıl gidilir hiç bilmiyorum. Mesela sen hep vardın. Yani hep bizdik. Doğal olan buydu. Şimdi ise durum çok farklı. Karşımda biz olalım diyen biri var. Ben ne cevap vermem gerektiğini bilmiyorum. Kaçmak istemiyorum ama ileri doğru adım atacak cesareti de bulamıyorum.

- Benden ne istediğinin farkında mısın? Birincisi bu konuda senden daha deneyimli olmadığımı biliyorsun. Yok, mesleki açıdan bakmamamı istiyorsan bu işin bir matematiği olmadığının sen de farkındasın. Tamam, muhasebe mantığı ile bir bir daha iki eder ama söz konusu iki insanın bir araya gelmesi ise toplamanın sonucu insandan insana, ilişkiden ilişkiye hatta aynı ilişki içinde bile değişkenlik gösterebilir. Sana ne söylememi bekliyorsun?

- Bir araya geldiğimizde iki etmeyelim, ikiden az olalım sorun değil. Ancak eksilen taraf hep ben olacağım, eriyip gideceğim diye korkuyorum. İzin ver, bugün “bize” senin yanında senin gözlerinle bakayım. Bir şey söylemesen de olur.

- O zaman duruma bir daha bakalım. Çocukluğunuzda ikiniz de benzer travmaları yaşamışsınız. Onun için de babasız büyümek zor olmuş olmalı. Ama o yine de bağlanmaktan korkmuyor.

- Korkuyor aslında. O da benim gibi özgürlüğüne düşkün. Aradığı özgürlüğü müzikte bulduğunu söyledi. Annesi istemediği halde müzisyen olmuş. Bunun için araları açılmış. Ona müziği öğreten hocası ve birlikte müzik yaptığı arkadaşları dışında öyle çok sosyal bir çevresi yok. Bu yüzden hayatındaki anne baba boşluğunun yerine beni koymasından endişe ediyorum. Pek çok kadının hoşuna gider belki böyle bir bağlılık. Ama ben istemiyorum.

- Yine de bir şey seni ona çekiyor. Hatta şimdi beni bile peşinden sürüklüyorsun.

Bir süre ikisi de konuşmadan caddenin kalabalığında yürüdüler. Melek Alev’in düşkün olduğunu bildiği için seyyar satıcıdan aldığı kestaneleri soyarak tek tek ikram etti. Alev “Ne bu rüşvet mi veriyorsun? Sonra 200 gram kestane ile kandırdım filan diyeceksin değil mi?” diyerek arkadaşına takıldı. Soğuğa aldırmadan konuşa konuşa lüks otele doğru ilerlediler.

yd3

III

Otele vardıklarında piyano sesine yönelip bir kenarı bar olan genişçe hole doğru ilerlediler. Koltukların çoğu doluydu. Barda bir süre ayakta beklediler. Daha sonra boşalan masalardan birine yerleştiler. Piyano çalmakta olan kirli sakallı iyi giyimli papyonlu delikanlı başıyla selam verip gözleriyle kızları takip etmeyi sürdürdü.

Parça bittiğinde salondaki kimsenin tepki vermediğini gören Alev alkışlamaya başladı. Melek ve salondaki birkaç müşteri alkışa eşlik edince piyanist hafifçe doğrulup salonu selamladı.

Sonra tekrar çalmaya başladı.

Piyanodan yükselen tınılar salonu dolduruyor olsa da kimsenin dinlediği yoktu. Melek, çevresindeki yüksek sesle konuşan arada kahkaha atan kimseyi umursamayan insanlara kızgınlıkla baktı. Alev sakin olmasını rica etti. Parça bittiğinde daha güçlü bir alkışla piyanisti kutlasalar da masalardan pek katılan olmadı. Piyanonun başındaki delikanlı mikrofona yaklaşıp “Sıradaki eser İstanbul için bestelenmiştir. İstanbul’un değişkenliğini, yanardöner hallerini anlatmaktadır.” diyerek kızların masasına göz kırptı. Sonra ağır bir tempoyla başlayıp giderek hızlanan, arada tekrar yavaşlayıp hiç bitmeyecek gibi devam eden uzunca bir müzik eseri çaldı. Parça bittiğinde salonun dikkatini çekmeyi başarmış daha fazla alkış almıştı.

Piyano çalmayı sürdürürken kızların masasına doğru eğilen garson “sanatçımız sizlere bir şeyler ikram etmek istiyor. Ne alırsınız?” diye sordu. Kızların tereddüt ettiğini görünce “çok güzel roze şarabımız var. Birer kadeh denemenizi önereceğim” dedi. Kızların itiraz etmediklerini görünce yanlarından ayrıldı.

Masaya gelen birer kadeh şarap, kuru meyve ve çerez tabaklarını görünce Alev “keşke o kestaneleri yemeseydik” dedi. Melek cevap vermeden çerez tabağını önüne çekip Antep fıstıklarını ayıklamaya koyuldu.

Delikanlının müziğini dinleyip kadehlerini yudumladılar. Ortam hoşlarına gitmişti. “Kısa bir aradan sonra müziğimiz sürecek” diyerek piyanonun başından ayrılıp masaya yöneldiğinde Alev ve Melek delikanlıyı yanlarına gelene kadar alkışladılar. Kalabalık görünen salondan alkışlara katılan yine olmadı.

Kısa bir tanışmadan sonra delikanlı Melek’in koltuğunun kenarına ilişip elini tuttu. Sonra Alev’e dönüp “Covid illetine yakalandığım için hem kendime hem de hayata öfke duyuyordum. Ama şimdi görüyorum ki o hastalık olmasa belki de Melek’le hiç tanışamayacaktık. “Olacaksa hayırlısı olsun, hastalığın bile” diyen müzik hocam haklıymış. Covid olmasa hayatımda bir boşluk yine olacaktı. Ancak ben o boşluğun ne veya kim olduğunu hiç bilmeyecektim” dedi. Meleğin avucunun içine masum bir öpücük kondurdu. Melek’in yanakları hafifçe kızardı, başını önüne eğip gülümsedi “annem de yaşadığımız onca şeyden sonra hep hayırlısı olsun der dururdu. Kardeşim ve ben hiç anlamazdık.” diye yanıt verdi.

Delikanlı Melek’in şarap kadehinden bir yudum alıp biraz çerez atıştırdı. Sonra Alev’e bakarak konuşmasını sürdürdü.

- Çok zamanım yok. Az sonra piyanonun başına dönmek zorundayım. Melek yoğun bakımda yaşadıklarımı anlatmıştır ama bir de benden dinlemenizi istiyorum.

- Zor olmalı.

- Zor değil, çok zor. İnsanlığından çıkıyorsun. Hiç bilmediğin bir ortamda yatağa bağlı bir şekilde can çekişiyorsun. Her tarafından borular çıkıyor. Altını bezliyorlar. Günler, haftalar geçiyor hiçbir şey değişmiyor. Hatta arada daha da kötüye gidiyor. Sağında solunda kendin gibi can çekişenler, kimse kimseyi görmüyor. Herkes can derdinde. Arada ölüp gidenler. İki dünya arasında bir yerdesin. Ölüyorsun. Yalnızsın. Her şey anlamını yitirmiş görünüyor. O zamana kadar kendimi koca bir ağaç, içinde yaşadığım toplumu da orman gibi görürdüm. Fazla kibirli olduğumu orada fark ettim. Ben ve benim gibi yoğun bakımda can çekişenleri, ölüp gidenleri görünce kocaman bir ağacın yapraklarından başka bir şey olmadığımızı düşündüm. Ben de diğerleri gibi tutulduğu rüzgâr yüzünden zamanından önce kopup gidecek yaprağı andırıyordum.

Melek araya girip “Abartmasaydın. Tamam, tedavin zor ve uzun sürdü ama sonuçta iyileştin işte” dedi. Delikanlı Melek’e bakıp hafifçe gülümseyerek sözlerini sürdürdü;

- Sağlıkçılar alışkın olabilir. Ama ben içimdeki yalnız, biçare, eksik ve ezik insanla orada tanıştım. Birileri tutmasa yok olup gideceğim hissi içinde günler, haftalar geçirdim. Arada bilincimin kapandığı da olmuş. Ancak işte o sıkıntılı günlerde astronot gibi giyinmiş biri gelip başımda bir şeyler yapıyor bu arada kendi kendine şarkı mırıldanıyordu. Beni görüp görmediğinden bile emin değildim. Bana bakmıyordu. Ama özellikle geceleri yoğun bakımda solunum cihazlarının seslerinden başka ses duyulmazken sanki Melek’in mırıldandığı şarkıya tutundum. Hangi şarkıyı mırıldandığını hatırlamıyorum. Sadece fazlasıyla kötü söylediği kalmış aklımda.

- Eh yani. Bir de şarkı beğendirecektik sana. Öylece yatıyordun ve ben de işimi yapıyordum. Çalışırken farkında olmadan bir şeyler mırıldananlardanım. Hangi şarkıyı söylediğimin veya nasıl söylediğimin ne önemi var?

- Latife yapıyorum, Meleğim. Sonuçta benimle konuşmasını bir şeyler anlatmasını rica ettim. İki günde bir geceleri nöbete geliyordu. Aklına gelen ne varsa bir şeyler anlatıyordu. O konuşurken yalnız olmadığımı veya öleceksem bu dünyadan yalnız gitmeyeceğimi düşünüyordum. İyi geliyordu.

- Aslında haklısın. Yaptığımız tedavi pek işe yaramıyordu. Bir ara doktorlar ümidi kesmeye bile başlamıştı. Ama seninle konuşmaya başladıktan sonra yavaş yavaş iyileştin. Yani biz destek tedavi verip öte tarafa gitmene izin vermesek de iyileşmeni sağlayamadık. Vücudunun kendi mücadelesi seni iyileştirdi.

Delikanlı Alev’e dönüp “Meleğim demekte haksız mıyım?” diye sordu. Alev gülümsemekle yetindi.

Delikanlı çerez tabağında kalan son çerezleri ağzına atıp “Müzik devam etmeli” diyerek izin istedi. Piyanoya doğru ilerlerken garsona masayla ilgilenmesini işaret etti. Piyanonun yumuşak tınılarını salondakiler umursamasa da kızlar susup ilgi ile dinlediler. Her şarkıdan sonra alkışlasalar da salondan istedikleri seyirci desteğini sağlayamadılar.

Çok yıldızlı otelin barı dolup boşalıyor, koltukların sahipleri değişiyor, müzik ağır ve yumuşak tempoda devam ediyordu. Yandaki masadakilere katılmak isteyen iyi giyimli bey efendi Alev’in çantasını koyduğu boş koltuğu işaret edip “Alabilir miyim?” diye sordu. Alev bohça irisi çantasını kucağına alıp koltuğu boşalttı. Bey efendi ise koltuğu çevirmek yerine bu iş için çağırdığı garsonun gelmesini bekledi.

Alev salona gelen gidenlerin şık ve pahalı kıyafetler taşıyor olsalar da birbirlerine ne kadar benzediklerini düşündü. Neredeyse hepsi aynı şekilde davranıyordu. Salonun kapısında bir süre durup içeridekileri süzer gibi yapıyor, fark edilmeyi bekliyor sonra oturacakları yere doğru ilerleyip sanki çevrelerinde kimse yokmuş gibi tavır takınıp garsona sesleniyorlardı.

Çift olarak gelenlerde de durum değişmiyordu. Genellikle kadın salonun kapısında eşinin elini tutuyor veya koluna giriyor ama yine kısa bir süre tanıdık arıyormuş gibi bakınıp fark edilmeyi bekliyorlardı. Çalan müzik veya piyanodaki delikanlı umurlarında bile değildi. Delikanlı ise alkış gelmeyeceğini anladığı için parçaları birbirlerine ekleyerek çalmaya başlamıştı. Bir süre daha çaldıktan sonra daha uzun bir ara için salondakilerden izin istedi.

Yine kimse umursamadı.

Piyanonun başından kalkıp kızların masasına gelen delikanlı Melek’i göremeyince soran gözlerle Alev’e baktı. Alev “lavaboda” diye yanıt verirken mendilini ağzına götürüp birkaç kez olabildiğince sessiz aksırdı. Delikanlı “çok yaşa” derken ceketinin düğmesini açıp Alev’in karşısına oturdu. Delikanlının suskunluğunu gören Alev “Nasıl oluyor bu?” diye sorarak konuşturmaya çalıştı. Delikanlı soran gözlerle ellerini açarak açıklama beklediğini ifade eden bir jest yaptı.

- Nasıl oluyor? Müzik bir insanın hayatının ortasına nasıl bu kadar girebiliyor? İlgilenecek bunca şey, kitap, başka konular hatta sanatlar varken müzik nasıl tüm bunların yerini alabiliyor?

- Kulağımın müziğe yatkın olduğunu anladığımdan beri müzik hep hayatımın ortasında oldu. Bir kuş için rüzgâr veya hava neyse benim için de müzik öyle bir şey. Anlatması kolay değil. Madem kanatlarım var o zaman uçmalıyım diyen bir kuş değilim ama kanatlarımın hissettiği neyse onun varlığı iyi geliyor diyebilirim. Kendimi ve hayatı sözcüklere sığdıramasam da müzik üzerinden anlayıp aktarabiliyorum. Bu da şimdilik yetiyor.

- İyi de müzik sizi nereye kadar taşıyabilir? Müziğin nereye taşımasını hayal ediyorsunuz?

Delikanlı oturduğu koltukta hafifçe yana kayıp yaklaşmakta olan Melek için yer açtı. Melek sıkışık olmasına aldırmadan delikanlının yanına otururken “Ne kaynatıyorsunuz bakayım? Beni mi çekiştiriyorsunuz?” diye sordu. Alev “Konuşacak onca konu varken seni niye konuşalım? Müzik üzerine konuşuyorduk” diye cevap verdi. Delikanlı Melek’in elini tutup avucunun içine bir öpücük kondurdu. Melek yine kızarıp çevresine bakındı. Elini hızla geri çekti. Delikanlı gülümseyip Melek’e baktı;

- Alev bana müzik ile sadece müzik ile yaşamayı nereye kadar sürdürebileceğimi sordu.

- Yok, öyle sormadım. Müziği rüzgâr veya havaya benzetmişti. Ben de nereye uçmayı düşlediğini sordum.

- Bilmiyorum sevgili Alev. İnan bilmiyorum. Tek bildiğim müziğin hayatın içinden yavaş yavaş çekilmekte olduğu. Her şey, herkes görsellik üzerine yoğunlaşıyor. İnsanlar kulağını yitiriyor, konuşmaktan başka bir iş için kullanamaz olacaklar diye korkuyorum. Aynı korkuyu paylaştığım müzik hocama “ne yapmalı?” diye sorduğumda “Müzik yapmaya devam et, yeter” diye cevap vermişti. Yani bu şehrin martıları gibi hiçbir yere gitmeden aynı yerde dönüp duruyorum. Müziğin olmadığı bir hayatın ne kadar boş olacağının farkında bile olmayanlar için ve daha çok da kendim için hayatımı müzikle doldurmaya çalışıyorum.

Melek delikanlının koluna girip “Geçen gün bana anlattıklarını Alev’e de anlatır mısın? Müziği öğrendiğin hocanın kaygılarını paylaşmıştın. İnsanın duyu organlarını yitirip kocaman bir göze dönüşmekte olduğundan söz etmiştin.” Dedi.

Piyanistimiz sevgi dolu gözlerle Melek’e baktı. Garsona uzaktan bir el işareti yapıp içecek bir şeyler getirmesini rica etti. Anlaşıldığı kadarıyla içkiler ikram olduğu için hangi şişe açıksa o şişeden şarap servisi yapılıyordu. Bu kez masaya beyaz şarap servis edildi. Fark ettirmemeye çalışarak garsonun cebine bahşiş bırakan piyanistimiz Alev’e döndü.

- Az sonra müziğe dönmem gerekecek. Konu uzun çabucak anlatmaya çalışayım. Hocamın anlattığına göre teknoloji ve modern yaşam ile birlikte duyu organlarımız arasında göz, her şeyin önüne geçip tüm algıları yönetir olmuş. Günümüzde her şey görünürlük ve görsellik üzerinden var olabiliyor. Sosyal medya ortamlarına baktığında görünürlük ve seyredilir olmanın baskın olduğunu görüyorsun. Her şey göze bağlanınca koca bir ömrün hayata gözlerini açmak veya yummak diye tanımlandığından hatta insanların artık okumak yerine seyretmekle yetinen kocaman bir göze dönüşmekte olduğundan yakınmıştı, hocam.

- Yani?

- Yani görsellik arttıkça diğer duyu organlarımız giderek köreliyor. Farkındaysan önce koku duyumuzu yitirdik. Koku duyusu, tat duyusunun içine kısıtlı bir alana tıkıldı ve haliyle köreldi. Hocam, günümüzde hep yapay kokular ile avunduğumuzdan söz ediyor. Dahası böyle giderse pandeminin getirdiği sosyal mesafe uygulaması ile dokunma duyumuzdan da olacağız. Başlangıçta çok önemsememiştim ama müzik hocam aynı şekilde sesimizi ve kulağımızı da yitirmekte olduğumuzdan söz edince durumun ciddiyetini anladım. Sesimiz kısılırken müzik de hızla hayatın kenarına atılıyor. Koku duyusunun başına gelenler müziğin de başına gelecek gibi görünüyor.

- Nasıl olacakmış bu? Konuşurken sesimizi kulağımızı kullanmayı da mı bırakacağız?

- Konuşacağız ama sesimiz daha kısık çıkacak, hayatımızda müzik azalırken konuşma da bu durumdan nasibini alacak. Az önce olduğu gibi kimseye duyurmamak için ses çıkarmadan aksıracaksın ve saçının ucundaki yeşil röfle ile aynada kendini fark etmek veya ettirmekle yetineceksin.

- Seviyorum o röfleyi.

- İlk kez fark ettiğimde başkalarının dikkatini çekmek isteseydin daha gür olan saçının arka kısmına röfle yapardı diye düşünmüştüm. Saçının önüne yaptığına göre kendin de göresin diye yapıyorsun. Bu güzel. Ama sonuçta o da diğer duyulara değil, göze hitap ediyor.

- Peki, ne olacak?

- Hocamın söylediğine göre çok kısa süre içinde o gürültülü arabaların yerini elektrikli motorlarıyla ses çıkarmadan yol alan arabalar alacak. Önce şehirlerin gürültüsü azalacak. Bu durum ilerleme olarak görülecek, herkes iyi bir şey zannedecek. Ancak insanların sesleri de daha az çıkmaya daha az itiraz etmeye başlayacaklar. Kendi kendine yüksek sesle şarkı söylemeye bile çekinir olacaklar. Şehirler yavaş yavaş kütüphane sessizliğine bürünecek. Sonra sıra müziğe gelecek. Müzik insanların hayatlarının arkasında bir fon haline dönüşecek. Şu an salondaki kokuyu burnumuz algılamadığı gibi kulaklarımız da çalmakta olan müziği işitmez olacak. Belki yine bir yerlerde müzik çalacak ama kulağımız müziğe uzaklaşacak. Kendimizle ve başkalarıyla ilgilenip nasıl göründüğümüzle oyalanırken müzik hayatımızdan eksilerek yok olacak.

- Hayatın doğal akışı gibi söz ediyorsunuz. Müziğin hayatın içinde bir fona dönüştüğünden söz ederken bile görselliğe gönderme yapıyorsunuz. Yine de yitirilenin ne olduğunu tam olarak anlayamadım. İşitme duyum yerinde duruyor ve konuştuklarınızı anlayabiliyorum.

- Bu soruyu ben de hocama sormuştum. Müzik olmazsa hatıraların eksik kalacağından söz ederek günümüz müziğinde aradığını bulamayanların geçmişin 45lik plaklarına yönelmesinin boşuna olmadığını anlatmıştı. Hatıralara eklemlenmiş müzik parçaları ile yaşanmışlıklarına tutunulduğundan söz etmişti. Dediğine göre müzik hayatın içinden çekildikçe hatıralar eksik kalacaktı. İleride bugün burada oturup konuştuğumuzu belki yine hatırlayacağız ama çaldığım müziğin bu hatırlamada katkısı çok az olacak. Hâlbuki insanlar çalmakta olan müziğe eşlik etmiş olsa bugüne dair o coşku unutulmayacak, bir gün aynı müzik karşılarına çıktığında bugünü hatırlayıp yaşadıklarının kendi hayatı olduklarını fark edecekler. Hocam, “Müzik de koku gibi hayatın içinden eksildikçe yaşanmışlıklar fakirleşecek diye kaygılanıyorum” diye söyleniyordu. Korkarım haklı çıkacak.

Melek piyaniste sevgi ve hayranlık dolu gözlerle baktı ve “İyi de insanların burada yaşadıklarının kendi hayatı olduğunu hissetmediklerini nereden biliyorsun?” diye sordu. Soruya Alev yanıt verdi.

- Baksana bu salondaki herkes birbirine benziyor, kime baksan aynı şekilde davranıyor ve nasıl göründüğü ile çok meşgul. İnsanlar gelip gidiyor ama salonda hiç bir şey değişmiyor. Bir tek yaşlıca bir bey efendi az önce çıkarken piyanoya doğru ilerleyip saygı dolu selam verdi. Şimdi o da yok. Bugün buradan geriye kimseye hatırlayacak pek bir şey kalmayacak. İyi vakit geçirmiş olacaklar ama o yaşlı beyefendi haricinde buradakilerin ömürlerine ekleyecekleri hatırlamaya değer anı kırıntısı bile olmayacak.

- Anlamadım. Burada oturup sohbet etmiş olmaları yetmiyor mu?

- Kızım bizim sen her sohbetimizi hatırlıyor musun? Çoğunu unutup gidiyoruz. Lakırdı ediyoruz. Ama bazen bir film üzerine saatlerce konuşup tartışıyoruz. Sonra günler geçiyor o filmi hatırlatan bir şey, bir müzik işittiğimizde film ile birlikte o tartışmayı hatırlıyoruz. Sanırım böyle bir hatırlamaya ihtiyacımız var.

Delikanlı bu sözleri başıyla onaylayıp tekrar Melek’in elini tuttu. Melek bu kez elini çekmedi. “Meleğim hayatlarımız fakirleşiyor, her şeyi seyretmekle yetiniyor içine giremiyor, bir şeylerin hayatımıza dokunmasına anı oluşturmasına fırsat bırakmıyoruz. Ben bunu o yoğun bakımda canım çekilirken kendi kendine şarkı söyleyen veya gelip benimle konuşan bir meleği dinlerken fark ettim.” Dedi. Meleğin yanakları kızardı. Kısa süre sevgi dolu gözlerle birbirlerine baktılar. Alev sesini çıkarmadan “onları” izledi.

Delikanlı kadehinde kalan son yudumu içip ayağa kalktı, önünü ilikledi. Müziğe devam etmesi gerektiğini söyleyip piyanoya yöneldi. Alev “Biz birazdan kalkarız, tanıştığımıza memnun oldum. Davet için teşekkürler” dedi. Piyanist “Şimdi kim beni alkışlayacak, müziğim yalnız kalacak, Melek, hiç olmazsa sen biraz daha kalsaydın” diyerek yüzünü ekşitti. Kızların cevap vermesini beklemeden piyanoya yöneldi.

IV

Otelden çıktıklarında hava iyice soğumuştu ve inceden yağmur yağıyordu. Yürünecek gibi değildi ama Melek arkadaşının söyleyeceklerini dinlemeden yanından ayrılmak istemiyordu. Alev çantasından çıkardığı kaşkolunu kafasına ve boynuna sarıp uçlarını kabanının içine soktu. Önünü ilikledi.

Melek, soran gözlerle arkadaşına baktı.

- Bir şey söylemeyecek misin?

- Yanınızda olup benim gözümden birlikteliğinizi görmek istemiştin. Gördün işte. Benim görevim bitti.

- Ama

- Aması maması yok. Hayat senin hayatın. Ben mi, biz mi kararını sen vereceksin. Şunu bil ki hangi kararı verirsen ver geride bıraktığın seçenek hep kafanı tırmalayacak. Merak etme her şartta seni bırakmam. Bunca yıldan sonra sen de beni bırakmazsın.

- İyi de çocuğa ne söyleyeceğim.

- Bir şey söylemen gerekmiyor. İçindeki melek ile dışındaki melek baş başa verip bir karar verecek elbet. Sen sadece bekleyeceksin. Gördüğüm kadarıyla çok fazla beklemen de gerekmeyecek. Geç oldu gitmeliyim. Burada ayrılalım.

- Eve gidince seni arayabilir miyim?

- Sen bilirsin. Bence bu gece böyle kalsın. Yarın konuşalım.

Bu sözlerden sonra Alev caddeye doğru hızlı adımlarla ilerledi. Bir an durup arkasını döndü Melek’e baktı “ Ha bu arada, farkındaysan seninkinin çaldığı o yanardöner İstanbul parçasını ikimiz de beğendik. Yani yanardönerlerden de arada hatırda kalır güzel bir şeyler çıkabiliyormuş. Hastalarınızı renkler ile etiketleyerek haksızlık ediyorsunuz dediğimde gülmüştün. Hatırlatayım istedim.” dedi.

Bohça irisi çantasını omzuna asıp hızını arttıran yağmura aldırmadan metroya doğru ilerledi. İstasyonun merdivenlerine geldiğinde dönüp uzaktan arkasına baktığında Melek’in otelin kapısında kararsız halde durmakta olduğunu gördü.

Geri dönüp arkadaşının yanına gitti ve koluna girdi. “Gün daha bitmedi. Seninkinin yanına dönmek veya bugün bir karar vermek zorunda değilsin. Hadi gel bana gidelim. Ama öyle hemen zıbarıp uyumak yok. Gece uzun ve benden çekeceğin var. Konuşacağız” dedi. Melek’in yine kararsız kaldığını görünce “Yağmurda kanatların ıslanacak diye korkma, uçmayacaksın. Metro ile gideceğiz haydi nazlanma” diye üsteledi.

Melek arkadaşının koluna sıkıca sarıldı. Birlikte metro istasyonuna doğru yürümeye başladılar.

İki arkadaş için Alev’in gölgesinde geçecek yanardöner bir İstanbul gecesi devam ediyordu.

Mehmet Uhri

MESAFELER

Ekim 25th, 2021

1be44507-1fd1-4748-9161-371c9f33f07b

Pandemi notları: Ekim 2021

Farkında mısınız?

Pandemi süreci ile sistemin tüm ayak diremelerine rağmen insanlık ergen yalnızlığını ve bencilliğini bırakıp olgunlaşma yolunda ilerliyor.

Pandemi ile birlikte başlangıçta gelecek kaygısı, ölüm veya yakınlarını kaybetme korkusu şeklinde formüle edilebilecek huzursuzluk içinde yaşamaya zamanla alışmış olsak da virüs başka türlü bir dinamiği harekete geçirmiş görünüyor.

Değişim, kaybettiğimiz mesafeleri yeniden keşfetmemizle başladı.

Korkular kaygılar yaşanırken virüsün varlığı birbirimizle, toplumla ve hatta kendimizle olan mesafeleri de görünür hale getirdi. Birbirimizle gereğinden fazla yakınlaşmış hayatlarımız birbirine bulanmış ve neredeyse ayırt edilemez hale dönüşmüşken değişim, mesafelerin yeniden belirginleşmesi ile başladı.

Pandemiden önce öylesine hızlı ve yoğun iletişim bombardımanı altında yaşıyorduk ki; mesafelerimizi yitirmiştik.

Aranan mesafeye ulaşılamıyordu.

Hayatlarımız hep başkalarının hayatlarına bulanmış haldeydi. Başkalarını süzmek, onların hayatlarına fütursuzca girmek, yorum yapıp karışmak yüzünden kendimize bakmıyor veya aynaya bakıp başkalarının gördüğü kendimizle uğraşıp vakit geçiriyorduk.

Mesafelerin olmadığı bir ortamda anormali normal eylemiş kendimizi kandırıyorduk.

Hâlbuki insanlık tarihi bize böyle anlatmıyordu.

Daha söz yokken bile mesafeler vardı. İnsanlar vücut diliyle ve birbirinin gözünün içine bakarak anlaşırdı. Bunun için birbirini görebilecek kadar yakın anlayabilecek kadar da uzak uzak olmak gerekiyordu. Mesafe önemliydi.

İnsan dil yeteneği kazanıp ses, söz, dil belirdiğinde de göz göze bakışıp konuşmayı sürdürmüştü.

İnsanlar birbirinden uzak olsa da gözün görmediğini söz yakınlaştırıyor, gidenden geriye anı, hatıra veya şairin dediği gibi “hoş sada” kalıyordu. Mesafeler belirgindi.

5fa00786-1914-4733-b953-0a7f94d36cb7İnsanlık yazıyı keşfedince gözden ırak olmaya da alıştı. Birbirimizden uzaklaşırken yazı ile başka türlü yakınlaştık.

Uzaktakine harfler kadar yakın, o yazı kadar bizdik. İlerledikçe yazı ile başkalarının hayatlarına bakabilir onların düşüncelerinde yolculuk yapabilir hale geldik. Aradaki devasa mesafeler engel oluşturmuyordu.

Zaman değişip iletişim teknolojileri ile birbirimize yakınlaştıkça mesafeler hızla daraldı. Son birkaç yüzyıl içinde mesafelerimizi yitirip birbirimizin hayatlarına bulandık.

Başlangıçtaki göz göze anlaşmanın yerini yan yana durmak birbirini süzmek, başkalarının hayatlarına karışmak aldı.

Dahası iletişim olanaklarını artması ile silikleşen mesafeler yüzünden kendimizle olan mesafeyi de seçemez olduk.

Hâlbuki bizi biz yapan hayat ile aramıza koyduğumuz mesafeydi. Kendimiz ile olan mesafe kadar benliğimizi tanıyor varlığımızın farkında oluyorduk.

İnsanlığın baş döndürücü bir hızla ilerleyen bilgi birikimi arttıkça mesafeler iyice silikleşti.

Söz gelimi fotoğraflar ile yakınlaşırken herkes gibi biri olduğumuzu dahası merak ve ilgi duyduğumuz kişilerin de herkes gibi insanlar olduklarını gördük.

Sosyal medyanın hayatımıza girmesi ile sözün ve yazının bile önemi azaldı. Birbirimizi seyretmek yetiyordu. Hayatlarımız yaşanmış ve filme alınmış sekansların toplamına, koca bir ömür de görsellere, videolar ile seyredilen “bir şeye”  dönüşmüştü.

Sosyal medyada yayınlananların toplamı üzerinden yaşanmışlık kovalar olduk.

Mesafeler yittikçe kendimize olan mesafe de bulanıklaştı. Yaşadığımızın kimin hayatı olduğunu sorgulamayı bırakıp çevremizde gördüğümüz veya bize gösterilen insanların yaşam biçimlerine öykünür olduk.

Üstelik bu durum kolayımıza da geldi.

Ne de olsa böyle yaşamak bencil ve yalnız bir canlı olduğumuzu unutturuyordu. Sürüye tutunan, bütüne entegre gibi bir “şey” idik.

Akarsuyun üstünde bata çıka ilerleyen cevizi andırıyorduk. Suyun üstünde ve görünür kalabilmek için kabuğumuzun kalın olması içimizin de çok dolu olmaması gerekiyordu. Kabuktan ibaret içi boş kimliklerle herkes birbirinin hayatını yaşayıp geçiyordu.

Birbirine bulanmış benzer hayatlarımız sayesinde koskoca bir ekonomik sistem kolaylıkla öngörülebilir ve yönetilebilir haldeydi. Kimse değişmesini istemiyordu.

Bu haliyle mutlu olduğumuza da inandırdık kendimizi. Bir an için kendimize “iyi de mutlu olan kim?” diye sormaya bile cesaret edemiyorduk. Sadece mutlu görünmekti amacımız. Herkes öyle yapıyordu. Herkes gibi ve herkes kadar mutlu olmaktan başka amacımız yoktu.

Sonra bir şey oldu.

Pandemi geldi.

Salgın ile birlikte bir anda mesafeler beliriverdi. Önce yüzümüzü mimiklerimizi maskenin ardına sakladık. Sonra kendimizi eve kapattık. En yakınlarımız bile uzak durulması gereken korku nesnelerine dönüştü.

Görünmez olan mesafeler görünür hale gelmiş dünyaya gelişteki yalnızlığımızı hisseder olmuştuk. Yoğun bir korku iklimi ve yalnızlık duygusu içinde birbirine bulanmış hayatları bırakıp kendimizle yüzleştik.

Bencilliğimiz ve yalnızlığımız ile yüzleşirken kendimize bile itiraf edemediklerimiz tokat gibi yüzümüze çarptı. Ona buna rol yapmayı bırakınca aslında pek de mutlu olmadığımızı fark ettik.

Mesafelerin görünmez olduğu pandemi öncesi dünyada mutlu görünenlerin rol yaptığının az çok farkındaydık. Buna rağmen başkalarının gözündeki kendimiz ile uğraşarak koca bir ömür tüketmeyi marifet sayanımız da çoktu.

O zamanlar kendimize olan mesafeyi de yitirdiğimiz için aynadaki görüntü bile rahatsız edici gelebiliyordu.

Kalabalıklar içinde garip bir yalnızlık yaşıyor itiraf etmeye çekiniyorduk.

Pandemi ile dışarıdaki yalnızlığımıza içerideki yalnızlığımız da eklendi.

İnsanlık göz göze iletişim kurmayı unutmuş aynadakinin gözüne bile bakmaya cesaret edemez haldeyken pandemi herkese gözüne ışık tutulmuş tavşan şaşkınlığını yaşattı.

İlk panik ile kendimizi unutturacak bir şeyler aradık. Kitap dergi, film ne varsa tükettik.

Ancak işe yaramadı.

Tüketerek olmayacağını gördükçe kendimiz ile olan mesafeyi kabullenip içeriye, kendimize bakmaya çalıştık. Pandemi yüzünden görünür hale gelen mesafeler hayatımıza girdikçe kendimizle yakınlaşıyorduk.

Bu kez en baştaki gibi kendimizle dürüstçe göz göze gelmeyi denedik. Kendimizle olan mesafe başkalarının gözündeki “ben” yerine önce aynadaki “ben”  sonra da bedendeki ve daha da ötesi düşlerdeki “ben” e dönüştü.

Kendimize samimi sorular sormaya başladık. Yanıt vermekte zorlandığımız samimi sorular ile kafamız daha da karıştı.

Huysuzluğumuz arttı.

Hangi yaşta olursa olsun yaşamadıklarına hayıflanan hayata öfkeli huysuz ihtiyarlara benzemeye başladık. Sırtı kabarık kediler gibi her an hır çıkarmaya hazır birilerine dönüştükçe mesafelerimizi bir kez daha gözden geçirmek zorunda kaldık.

Zaman bir yerde takılı kalmış gibi gelmeye başladı.

Pandemi gerçeği ile yaşamak zorunda olduğumuzu kabullenirken mesafelerin de hayatımızdaki yerini fark etmeye, alışmaya ve onlarla yaşamaya yöneldik.

Hiç kolay değildi. En baştan başlamak zorundaydık.

997a580f-4aa4-4bb5-99f2-2ea414ddc5c6

Bazılarımız zor da olsa göz göze bakabileceği kendi gibi dertli birilerine tutundu. Yalnızlığı ve bencilliği dürüstçe paylaşmak iyi bir başlangıçtı.

Kendimizle dürüstçe yeniden tanıştık. Geride bıraktığımız hayata baktığımızda; anlatısal öyküsel kimliğimizin ne kadarının gerçekten kendimize ait olduğunu ve elimizde kalanın ne kadar az olduğunu fark edip ürktük.

Pandemi şartları başka türlüsüne izin vermiyordu. Öyle veya böyle hiç hoşlanmasak da kendimizle yaşamaya alışmaya başladık.

Bir ergen yalnızlığı ve bencilliği içinde kabuğumuza çekilmiştik. İçine doğduğumuz kültürün bize dayattığı semboller, kavgalar ve davalar bile anlamını yitirmişti. Salgın hastalık yüzünden ordular sefere çıkamıyor savaşlar bile yapılamıyordu.

Böylesi bir dünyada cevizin kabuğunu bırakıp içinde olana bakmaya cesaret ettik. Hayat içimize doğru akmaya başladıkça içimiz aydınlandı.

Ergenliği geride bırakmaya hazırdık.

Hayatın başka türlü bir gerçeği olabileceğini gördük. Kabuğumuzla ve içindeki detaylarla yüzleştik. Kabuğumuzun içinden bakınca başkaları ile olan mesafelerimiz daha da belirginleşti. Kendimize yakınlaştık. Olanca halimizle kendimizi kabullenmeye ve sevmeye başladık.

Mutlu olmayı beceremesek de garip bir huzur kapladı içimizi. Daha az tüketirken kendimizle ve doğayla daha barışık yaşayabileceğimizi fark ettik.

İşte bu farkındalık sistem için tehlike mesajıydı.

Eski hale dönmek yaşananları unutturmak için yeni bir iletişim bombardımanı başladı. Ancak bir kere macun tüpten çıkmıştı. İçimizdeki ceviz, kabuğunu bırakma pahasına ayak diriyordu.

Üstelik bu direngen halimizi daha da çok sevdik.

Yine bir aradaydık. Ancak bu kez mesafelerimizi koruyor, birbirimizi değiştirip dönüştürmek, eleştirmek, savaşmak yerine anlamaya çalışıyorduk.

İnsanlık ergen yalnızlığından sıyrılıp içinde yaşadığı doğaya tutunan yeni bir yolculuğa hazırlanıyordu.

Sistemin tüm ayak diremelerine karşın pandemi sayesinde ergenliğini aşıp olgunlaşmaya yönelecek yeni insanlığa doğru yol alıyor ve her yolculuk gibi umut dolu bir huzursuzluk yaşıyoruz.

Değişim, kaybettiğimiz mesafeleri yeniden keşfetmemizle başladı.

Mehmet Uhri