ENDÜLÜS NOTLARI–5 ELHAMRA SARAYI, GRANADA

Haziran 2nd, 2023

elhamra-2

Endülüs şehirleri arasında hayli sıcak sevecen ve kucaklayıcı görünse de tarih ve kültür anlamında Granada benim için tam bir hayal kırıklığıydı.

Endülüs coğrafyasının bu en ilgi çekici noktasında aylar öncesinden bilet alınarak girilebilen her daim kalabalık ve rehberli gruplar halinde gezilebilen UNESCO dünya kültür mirası listesinde yer bulmuş Granada Elhamra sarayının gerçekte ne yazık ki yapay bir gerçeklik hatta CIA projesi olduğunu söyleyerek başlarsam umarım haddimi aşmış olmam.

Tarihsel kayıtlarda Granada şehrinin Al Sabica tepesinde Romalılardan kalan bir kalenin Nasriler olarak bilinen Gırnata Emiri 1. Muhammed bin Nasri tarafından 13. Yüzyılda Elhamra sarayına dönüştürüldüğü bilinmektedir.

İki yüz yıl süren Nasri krallığının Hıristiyan istilası ve Kastilya kraliçesi İsabel tarafından 1492’de teslim alınmasıyla Elhamra sarayı yine kraliyet sarayı olarak kullanılmak üzere değişim ve gelişime uğramıştır.

18 ve 19. Yüzyılda kaderine terk edilip yağmalanır. Harabeye dönüşen saray 20. Yüzyılın ilk yarısına kadar evsizlere ve çoğunlukla bölge çingene nüfusuna ev sahipliği yapar.

elhamra-1

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise harabe halindeki saray büyük paralar harcanarak ayağa kaldırılır. Batı dünyasında hayli ilgi gören oryantalist düşüncenin simgesi olarak yeniden kurgulanır ve bir anlamda oryantalizmin yeryüzünde vücut bulmuş hali olarak turizmin hizmetine sunulur.

Kısaca bugün Elhamra sarayının o görkemli koridorlarında dolaşanlar oryantalist bakış açısı ile yeniden kurgulanmış hayali bir yapıyı gerçeklik olarak gezmekte, bu gerçekliğe “iliştirilmiş” yeni bir tarihsel anlatı dinlemektedir.

Bugün sarayı gezenler Washington Irving (1783- 1859) isimli ABD’li tarihçi, yazar ve diplomatın 1829 yılında diplomat olarak atandığı Granada bölgesinde Elhamra sarayından esinlenerek kaleme aldığı söylenen ve 1832 de basılan “Elhamra Masalları” kitabının Doğunun meşhur “Bin Bir Gece Masalları” kitabı olarak burada yazılmış olduğu bilgisiyle karşılaşmaktadır.

Gerçekte ise Bin Bir Gece Masallarındaki hikâyeler Halife Harun Reşit zamanında 8. Yüzyılda halk hikâyeleri olarak ortaya çıkmıştır. Sözle aktarılan hikâyelerin çekirdeğini, eski bir Fars kitabı olan Hazâr Afsâna (Bin Efsane) oluşturmaktadır. 9. yüzyıl dolaylarında hikâyeleri derleyenin ve Arapçaya çevirenin masalcı Ebu Abdullah Muhammed el-Gahşigar olduğu, yapıttaki hikâyenin çerçevesini oluşturan Şehrazat öyküsünün ise, esere 14. yüzyıl dolaylarında katılmış olduğu bilinmektedir.

18. Yüzyılda Napolyon’un Mısır seferi ile Avrupa’da başlayan Doğunun kültür ve zenginliklerine olan artan ilgiyle eser, Fransızcaya 1704 yılında Antoine Galland (1646- 1715) tarafından çevrilmiştir. Eserde yer alan hikâyelerin bir kısmının daha önceden de Batı’ya ulaştığı düşünülmektedir.

Kitabın ABD’de yayınlanması ise yaklaşık bir yüz yıl sonra gerçekleşir.

8.Yüzyılda İslam dünyasının kolektif bilincinin eseri olan “Bin Bir Gece Masalları” kitabı, içerik olarak pek çok benzerlik ve bazı eklemeler ile ABD’li bir diplomat ve yazarın saraya bakıp ilham alarak 1832’de kaleme aldığı “Elhamra Masalları” kitabı olarak Atlantik’in öte yakasında yayınlanır.

Yazıldığı dönemde kitap pek önemsenmese de Washington Irving ABD kısa öykücülüğü tarihinde kıvrak ve etkili yazım tekniği ile bir kilometre taşı olarak görülmektedir.

Yine de cevaplanması gereken önemli bir soru ortada durmaktadır.

Kendisinden yüzyıl önce batı dillerine çevrilmiş örneği olmasına karşın Irving’in yapıtı ile Elhamra sarayının ayağa kaldırılıp günümüzün yoğun ilgi gören, aylar öncesinden bilet almayı gerektiren tüm dünyanın ilgi odağa bir saray haline gelmesi arasındaki ilişkiyi nasıl açıklamalıyız?

1954 Yılında Washington Irving’in Elhamra Masalları kitabının ABD’de yeniden gündem olması ve bu kitaptan hareketle yine aynı yılda neredeyse dört duvar kalmış Elhamra sarayının fakir İspanya şartlarında büyük paralar harcanarak ayağa kaldırılmaya başlanması rastlantı mıdır?

Bu soruları yanıtlayabilmek için ikinci dünya savaşının bittiği yıllara dönmemiz gerekiyor. Savaş bitmiş, ABD ve müttefikleri Stalin ile işbirliği yaparak Avrupa’yı faşizmden kurtarmıştır. Tarih bu şekilde yazmaktadır.

Avrupa’daki üç faşist diktatörden ikisi (Hitler ve Mussolini) müttefikler tarafından yenilgiye uğratılmış, ülkesini her iki sabık liderin de desteği ile baskı altında tutan faşist Franco rejimi ise Birleşmiş Milletlere dahi kabul edilmeyerek yalnızlaştırılmıştır.

1945 ve sonrası İspanya’nın karanlık yıllarıdır. Üst düzey Nazi ve SS subaylarının sahte kimlikler verilerek gizlice Arjantin’e kaçırılmasına aracılık etmesi ile bilinen dünyanın unuttuğu fakir bir coğrafyadır.

Tüm dünyanın sırtını döndüğü Franco rejimine ilk olarak 1953 yılında ABD el uzatır. Cadiz’de bir ABD askeri üssü açılmasının yanı sıra çeşitli ekonomik yardımlar karşılığında Eisenhower ile diktatör Franco’nun el sıkışması ABD’de ve tüm dünyada olumsuz karşılanır. Faşist Franco yönetimine zımnen onay vermek olarak görülür ve büyük tepki alır.

Dünyanın sırt çevirdiği, izole edilmiş faşist bir yönetim ile el sıkışma, ABD’nin komünizm tehlikesine karşı Avrupa’ya destek olma yönünde “fedakârlığı” olarak tüm dünyaya yutturulmaya çalışılsa da ülke içindeki tepkiler dinmek bilmez.

İspanya NATO’ya kabul edilmez. Ancak 1982 de üye olabilir.

2. Dünya savaşına faşizmle mücadele sloganıyla katılıp büyük kayıplar verilmişken ABD yönetiminin faşist bir yönetim ile yakınlaşması Amerikan kamuoyunda büyük tepki alır. Daha 1936‘da Franco faşist darbesi ile mücadele için gönüllü olarak İspanya’ya giden Abraham Lincoln tugayı ve kayıpları ortadayken “düşmanlaştırılmış” İspanya için imaj değişikliği gerekmektedir.

İşte burada devreye CIA girer.

1954 yılında gizli bir el Washington Irving’in bin bir gece masalları kitabını kamuoyunda popüler hale getirirken Elhamra sarayının temizlenip ayağa kaldırılması için İspanya yönetimine ciddi ekonomik destek sağlanır.

Bu bir algı yönetimi projesidir.

Proje gereği saray kitaba uydurulurken yazarın içinde yaşadığı hayali bir oda bile tanımlanır.

Granada ve Elhamra sarayı üzerinden ABD toplumuna başka bir İspanya, hayali bir Doğu ülkesi “Endülüs” anlatılarak Franco rejimi ile birlikte ülkenin olumsuz imajının da üstü örtülür. Bu arada Franco yönetiminde de “uslu” durması istenir.

Dahası Endülüs coğrafyası üzerinden fakir bir tarım toplumu olan İspanya’ya turizm ile kalkınma yolu gösterilir. Turizmin canlanması ile ülke kalkınırken herkes durumdan memnundur.

Proje ile ABD kamuoyunun tepkileri azaltılırken algı ve imaj değişimi ile İspanya’da 1975 yılına kadar sürecek 40 yıllık faşist rejime dünya kamuoyunun da ses çıkarmaması, hatta zımnen destek vermesi sağlanır.

Kısaca bugün Elhamra sarayı diye oryantalist bakışın o üstenci küçümseyici edasıyla ayağa kaldırılıp dünya turizmine pazarlanan görkemli yapı, gerçekte 1935 yılında askeri darbe ile anayasayı ve demokrasiyi askıya alan faşist Franco rejimini görünmez kılmak için yeniden inşa edilmiş bir ABD projesidir.

Ardında yatan tarih ise ne yazık ki tarafların elbirliği ile son derece “başarılı” projenin ardında kaybolmuş görünüyor.

elhamra-3

Tüm bu kurgusal tarih ve anlatı çabalarını bir kenara bırakıp yapının karşı yamacındaki kutsal dağ anlamına gelen Sacremonte tepesinden gün batımında bakıldığında ise Elhamra sarayından etkilenmemek yine de hiç kolay değil.

Eeeee…

Ne de olsa post-truth çağında yaşıyoruz…

Mehmet UHRİ

ENDÜLÜS NOTLARI-4 TUTARSIZLIĞIN TUTARSIZLIĞI CORDOBA

Mayıs 30th, 2023

cordoba-1

Endülüs coğrafyasında Sevilla’dan Cordoba’ya geçerken yol arkadaşlığı yapan ve her iki şehre de hayat veren Guadalquivir nehrinin sakin ve suskun akışı meğer ne çok şey gizlermiş.

Nehrin kenarından bakılınca şehrin göz kamaştıran görüntüsünün aslında Doğu ve Batı kültürlerinin el ele vererek nasıl bir düşünsel zenginliği gizlediğini ırmağın dili olsa da keşke anlatabilse…

Uzaktan bakıldığında Cordoba, içindeki canlılığı yitirmiş göz alıcı dev bir deniz kabuğunu andırıyor. 8. ve 9. Yüzyıllarda parlak dönemini yaşamış Endülüs Emevi devleti ve sonrasından günümüze ulaşan göz alıcı yapılar aynı zamanda dönemin bir zamanlar ürettiği düşünsel zenginliği ne yazık ki barındırmıyor.

Hatta bir kabuk gibi gizliyor.

12. Yüzyılda Avrupa’nın en büyük kütüphanesini oluşturup antik Yunan filozoflarının yapıtlarının Arapçaya ve sonrasında Latinceye çevrildiği bir tür bilgi işlem merkezi ve kültürler arası ara yüz işlevi ile Avrupa aydınlanmasının fitilini ateşleyen Cordoba şehrinin bugünkü hali ne yazık ki bu tarihsel gerçeklikten çok uzak duruyor.

Günümüzde bile icat çıkarmaması, verilenle yetinmesi, uslu durması öğütlenen nesillere hayatı anlamak, anlamlandırmak ve içini doldurmak için hazlarının peşinde koşması gerektiği işaret edilirken “aklı ve öğrenmeyi” hayatın merkezine alan dönemin marjinalleri için çok önemli bir çekim merkezi olmuş, Cordoba şehri.

Yahudi, Müslüman, Hıristiyan gibi daha pek çok etnik ve dini kimliğin bir arada yaşayıp zengin fikir paylaşımlarında bulunduğu Cordoba – Kurtuba şehri 13. Yüzyılda önce Berberi sonra Hıristiyan istilası ve engizisyon etkisi ile kültürel çeşitliliğini yitirir.

Günümüzde ise turizm yanı sıra zeytincilik, tarım ve ticaret ile ayakta durmaya çalışan sıradan bir İspanya şehrine dönüşmüş görünüyor.

cordoba-2

Denizde buldukları içi boşalmış denizminaresi kabuklarını ev edinen yumuşakçalar gibi günümüzde Mezquita-mescit adı ile anılan Kurtuba camiinin ortasına katedral inşa edip yerleşildiği yetmezmiş gibi kendilerinden önceki bilgi birikimi de yok ediliyor. Avrupa aydınlanmasındaki Endülüs etkisini bilinen nedenlerle reddedip köklerini antik Yunan uygarlığına bağlama kolaycılığına kaçanlar nasıl bir düşünsel zenginliğin üzerinde oturduklarını da gizlemeye çalışıyorlar.

Bölgeyi düşünsel aydınlanma merkezi hale getiren “öğrenmeyi” hayatın merkezine alan” ve aklı önceleyen yaşam arayışları unutulsun, hatırlanmasın isteniyor.

Her daim yönetmesi kolay olan bedensel hazcılığın turizm ile harmanlandığı bir yerleşim yeri olmak Cordoba için yeterli görülüyor.

Nobel ödüllü ünlü Fransız fizikçi Pierre Curie “Cordoba kitaplığından bize 30 kitap kaldı. Atomu parçalayabildik, eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı elimize ulaşmış olsaydı, bugün çoktan uzayda galaksiler arasında seyahat ediyor olacaktık” demişti.

Pek çok âlim ve felsefecinin birbirini etkilediği Cordoba şehrinde dönemin fikri özgürlük ikliminin etkisi ile hür düşüncenin kapıları aralanmıştı.

12. Yüzyılda Cordoba’da yaşamış Avrupa kaynaklarında Averroes diye anılan İbn Rüşd ve yine aynı yıllarda yaşamış Meymunides diye bilinen Musevi filozof Musa bin Meymun yapıtları ile seküler düşüncenin Avrupa’ya yayılmasını sağlayıp dini reformların fitilini ateşlemiştir. Yine aynı dönemde bu iki filozofun aklın özgürlüğünü savunan çalışmaları ile bir sonraki yüzyılda Avrupa’da Rönesans aydınlanmasının düşünsel tohumları yeşermiştir.

Uzak bir coğrafyada Bağdat’ta kendinden önce yaşayan ve “Felsefenin Tutarsızlığı”   kitabı ile kuşkucu düşüncenin önünü kapatan El Gazali’ye “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” kitabı ile Cordoba’dan yanıt veren İbn Rüşd tanrısal bilgiye karşı özgür aklı savunmuştur.

Gazali’nin aklın sınırlı olduğu, yanılabileceği ve yeterli olmayacağı bunun bir tutarsızlık doğurduğu fikrine karşı çıkarak “Aklımızı kullanmayacaksak fıkıh, tefsir ve hadislerin varlığını nasıl açıklayacağız? Bütün bilgiler tanrısal ise o bilgiye ulaşmak için aklımızı kullanmayacak mıyız? Nasıl bilim yapacağız?” sorusu ile karşı çıkmış, dönemin İslam dünyasında, hatta günümüzde bile bu nedenle mülhid ve zındık olarak adlandırılmıştır.

Bilimsel kuşkuculuğun her şeyde olduğu gibi tutarlılıkları da sorgulamak zorunda olduğunu, tutarsızlığın reddinin kuşkucu aklın reddi anlamıyla gerçek tutarsızlık olacağını vurgulayan kitabı ile verili bilgiyi sorgulamadan kabul eden İslam ilahiyatçılarına sert bir karşı çıkış göstermiştir. İbn Rüşd’ün bu düşüncesi İslam dünyasınca günümüze kadar hep reddedilmiş olsa da Avrupa’yı etkilemiş, Thomas Aquino’nun yapıtlarından başlayarak Avrupa seküler düşüncesinin temelini oluşturmuştur.

Musa bin Meymun ise Yahudi ilahiyatının temellerini atan yapıtları ile Musevi dünyasında “ikinci Musa” olarak anılan filozof olarak yine 12. Yüzyılda Cordoba’da çiçeklerle süslü beyaz badanalı dar sokakları ile bilinen Yahudi mahallesinde yaşamıştır.

Günümüzde ise tüm bu isimler hiç yaşamamış geriye yapıtlarından düşünsel bir şey kalmamış gibi içi boş deniz kabuğunu andıran şehre dönüşmüş görünüyor, Cordoba.

Aklın özgürlüğünü, aydınlanma düşüncesini ve İbn Rüşd’ün yapıtlarını görmezden gelen İslam dünyasının, yine aynı filozofun yapıtları ile laiklik ve Avrupa aydınlanmasının başlangıç noktası olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye çalışan, köklerini Antik Yunan düşüncesine bağlamaya çabalayan Avrupa’nın bu şehirde sessiz bir suç ortaklığı yaptığını görmek zorundayız.

cordoba-3

Turistik anlamda İslam ve Hıristiyan kültürlerinin Kurtuba katedral camii bünyesinde mimari olarak nasıl bir araya geldiği üzerinden şoven bir hoşgörü ve kimlikçilikten öteye gidilemiyor oluşunu Cordoba halkı da kabullenmiş görünüyor.

Göz önünde duran görkemli yapıları sevimli mahallelerini sunmakla yetinen ve o yapıları ortaya çıkaran düşünsel zenginliği gizleyen bir kültür mezarlığına dönüşmüş Cordoba şehrinin bu haliyle bile günümüzde turistik anlamda hayli ilgi gördüğünü söyleyebiliriz.

Zamanında büyük bir bilgi birikimi için çabalayan, aklı ve öğrenmeyi hayata dair arayışların merkezine almış Cordoba şehri günümüzde ne yazık ki turistler için gezilip tüketilecek bir haz noktasına dönüşmüş gibi duruyor.

İnsan, Cordoba şehrinde geçmişin insanlık için değerli olan yanının gizli tutulmasına kimsenin ses çıkarmayıp onca yaşanmışlığın üzerinin örtülmüş olmasına şahit olan Guadalquivir nehrinin dili olsa da burada yaşanan riyakârlığı haykırsa diye düşünmeden edemiyor…

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLAR -3 JAKARANDANIN GÖLGESİNDE SEVILLA

Mayıs 27th, 2023

jakaranda-1

Uzun ve fazlasıyla şaşırtıcı bir muhabbet olmuştu. Konuştuğum o koca Jakaranda ağacının yanından ayrılırken “Unutma, kim ne anlatırsa ve nasıl anlatırsa anlatsın bu coğrafyada yaşananlar insanların korkularını gizleyebilmek uğruna dışarıda güvenli sınır arayışından başka bir şey değil. Yolun açık olsun…” Demişti.

En iyisi başından anlatayım.

Endülüs yolculuğumuzda Sevilla’ya ulaşmış, hayli sıcak ve güneşli bir havada eski şehrin dar sokaklarını döne dolaşa arşınlamış hayli yorulmuştum. İlk bakışta şehrin dışa dönüklüğü, kalabalık ve hayli konuşkan insanları, aydınlık sokakları dikkati çekiyordu.

Kalabalık ve konuşan insan sesleri ile dolu katedral meydanında günün yorgunluğunu bir nebze gidermek için gölgesine sığındığım ağacı fark edip “Yine mi sen?” diye seslenmiş ağaçtan gelen “Ne oldu beğenemedin mi?” yanıtı ile konuşan bir ağaca denk geldiğimi anlamıştım. Meydanın eflatun renkte çiçekler açan birkaç yalnız ağacından biriydi. Yorgunluktan kimseye cevap verecek halim olmasa da ağacın anlatacakları vardı.

O anlattı ben dinledim. Arada sorular sordum. Hepsi bu.

Gerçekten de ağaç hiç yabancı gelmemişti. Endülüs coğrafyasında her şehirde karşılaşmış garip bir takip ediliyor hissine kapılmış, anlam verememiştim. Hani pek öyle paranoyalarım olmasa da çokça karşıma çıkan ve birbirine hayli benzeyen eflatun renkli çiçekleriyle dikkat çeken ağaçlar tarafından takip ediliyor hissinden doğrusu kendimi alamamıştım. Yöreye özel ağaçların varlığı şehirleri daha sıcak ve sevecen yapıyor diye düşünmüştüm.

jakaranda-3

Endülüs şehirlerinin meydanlarında, bulvarlarında kocaman şemsiye gibi yer kaplayan ve Jakaranda ağaçlarından söz ediyorum. Ağaç, coğrafi keşifler sırasında Güney Amerika’dan getirilip İspanya şehirlerinde özellikle iklimi uygun bulunan Endülüs coğrafyasında pek çok şehirde kendine yer bulmuştu.

Yani bir anlamda o da bölge halkları gibi göçmendi.

Zaman içinde her göç eden gibi göçmenliğini gizleyip bulunduğu yeri sahiplenmiş olsa da Sevilla katedral meydanında altına oturup soluklandığım Jakaranda ağacı anlattıklarıyla bulunduğum coğrafyanın gizlediği başka bir dünyaya ışık tuttu.

Önce ağaç “Nesin sen? Nereden geldin? Burada ne arıyorsun?” diye sordu. Doğrusu kolay sorular değildi. İstanbul’dan geldiğimi, ne olduğumdan pek emin olamadığımı ve ruhumu gezdirmek için buralarda olduğumu anlatıp soruları geçiştirmeye çalıştım. Aynı soruları ona yönelttiğimde bir süre yanıt vermedi. Sonra sıradan bir ağaç olduğunu, Arjantin’den getirilip buralara ekildiğini ve herkes kadar göçmen, herkes kadar buralı olduğu yanıtını verdi. Görünüşüne, duruşuna, çiçeklerine biraz iltifat edince dili açıldı.

- Görünüşe bakılırsa sen de pek çoğu gibi buraların tarihini okuyup neler olmuş bitmiş öğrenip gelenlerdensin. Okuduklarını unut buraları bir de benden dinle…

- Okuduğum kadarıyla burası insanların gelip geçtiği, kalıcı olarak tutunmayı başaramadığı bir coğrafya. O nedenle kimse sahiplenememiş el değiştirdikçe oradan oraya, kimlikten kimliğe sürüklenmiş ve hep savaşlar yaşamış.

- Geç onları. Okudukların hikâye. Hepsi kimin toprağına kimin gelip, ötekini nasıl yok ettiğini anlatan ve yazana göre değişen anlatılar. Herkes bir yönden haklı bir yönden de mağdur. Zamanın varsa ben sana işin aslını anlatayım.

- Sen de kendine göre bir tarih yazacak hikâye uyduracaksın öyleyse.

- Önyargılı olma. Ben sana insanı anlatacağım. Dinle hele. Sonra hikâye mi rivayet mi ne olduğuna kendin karar verirsin.

Bu sözlerden sonra o sıcakta gölgesine sığındığım Jakaranda ağacı kendince insanı ve insanlığı anlattı. Doğrusu aynaya bakmak şaşırtıcı olduğu kadar can sıkıcıydı.

Sözlerine “insanı bu hale getiren tam olamayışı” diyerek başladı.

- Ne de olsa doğaya eksik bakıma muhtaç gelen bir canlı. Bu nedenle kendini hiçbir zaman yeterince güvende hissedemiyor. Bitmek bilmez güvenlik arayışı hep bir sınır arayışına dönüşüyor. Güven içinde yaşayabileceği bir alan bulmadan rahat edemiyor, huzursuz oluyor. Öngörülebilir bir hayat için kendine hep sınır arıyor. Sınırsız veya sonsuz kavramını aklı almıyor. Çocuklarını da böyle yetiştiriyor.

- Eeee. Ne var bunda? Hep böyle değil mi?

- Doğaya bir bak bakalım. Böyle sürekli huzursuz, kafasında kötü şeyler olacak beklentisi ile dolaşan başka canlı var mı?

- İyi de böyle davranması son derece akılcı değil mi? Yine de bunda ne kötülük var anlamadım.

- Ben de çok safım. Bir insana özünde sorunlu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bak şimdi konuşmaya başladığımızdan beri benimle bir kadınla konuşur gibi nazik ve iltifat ederek konuşmaya özen gösteriyorsun. Doğru mu?

- Ne bileyim? Doğru herhalde. Hem öyleyse bile bu ne anlama geliyor?

- Yahu ben bir ağacım ve cinsiyetim olması gerekmiyor ama madem “biriyle” konuşuyorsun kime göre neye göre konuşmak gerektiğinin sınırını baştan çiziyor ve bana dişilik atfediyorsun. Yani bir sınır belirlemeden konuşmaya cesaret bile edemiyorsun. Sınır görmeden kendini güvende hissedemiyor. Beni Güney Amerika’dan getirip bu meydana gözünün önüne koyan da aynı insan. Kendini nerede güvende hissediyorsa oraya kendi hapishanesini yapıp içine girmeyi marifet sanıyor. Güvenlik alanları, odacıklar inşa ettiği yetmiyor bir de onları sahiplenmeye kalkıyor.

- Daha neler?

- Dahası da var. Sahiplendiği odaların gerçekte hapishane olduğunu görmek yerine güvenlik ve konfor alanı olduğunu düşünüyor. Baktığında ağaçların toprağa esir olduğunu görüyor da inşa edip içine girdiği hapishaneyi, içinde bulunduğu mahkûmiyeti görmüyor, görse de gözlerini kaçırıyor.

- İyi de çevrene bir bak. Bu meydanda bile her türden her milletten insan bir araya gelip mutlu mesut bir arada yaşıyor. Konuşuyor, sohbet ediyor özgürce dolaşıyor. Neden bu kadar kötü olsun ki?

- Konuşuyorlar, evet. Kendilerine bedenlerini sokacak güvenli alanlar, odalar, hapishaneler inşa ettikleri yetmedi düşüncelerini de sınırlayıp kontrol almaya çalışıyorlar.

- Nasıl yapıyorlar bunu? Anlamadım.

- Anlamazsın elbet. İnsan neden konuşur, dil neden var sanıyorsun. En başından beri savunma güdüsüyle aradığı o sınır, düşünce söz konusu olunca dile dönüşmüş olamaz mı? Konuşarak düşündüğüne göre dil de sınırları önceden belirlenmiş bir düşünce hapishanesine benzemiyor mu?

Ağacın altına oturduğumda beden olarak yorgun ve bitkindim. Jakaranda anlattıkça bitkinliğin beynime de sıçradığını hissetsem de ağacın baktığı yerden dünyaya hiç bakmadığımı düşünüp anlamaya gayret ediyordum.

- Dur bir dakika. Doğru mu anladım. Dil de düşüncenin hapishanesi mi oluyor dedin?

- Sana insanı anlatacağımı söylemiştim. İnsan böyle bir canlı işte. Nerede olursa olsun önce sınır görmeye, yoksa da kendince sınır çizmeye çalışıyor. Sonra o sınırların içinde özgürce yaşadığına inanıp çevresindekileri de inandırıyor. Sınırın olduğu yerin hapishane anlamına geleceğini bilse de ne yapıp edip o hapishaneyi görünmez kılmak için o alan içinde gerçek hapishaneye benzeyen odacıklar inşa ediyor. Sonra da o hapishanede olmadığı için özgür olduğuna inanıyor.

- İyi de çevrene bir baksana. Herkes kendince mutlu ve huzurlu. Her şey yolunda görünmüyor mu?

- Görünüyor mu? Hadi canım sen de… Bir çocuk gibi oyun oynamayı seviyor ve devasa bir oyunu oynamayı hayat sanıyorsunuz.

- Peki, anlattıklarının bulunduğumuz coğrafyayla ne ilgisi var?

- Yahu görmüyor musun üzerinde bulunduğun topraklar insanların kıtalar arasında gelip geçtiği bir köprü. Köprülerin ne sahibi olur ne de güvenliği. Her gelen kendince güvenlik alanı oluşturmak için ötekileri kendinden uzaklaştıracak önlemler almaya çalışmış. Olmamış. Kendini güvende hissedecek sınırı bulamayınca hep bir düşman aramış. Bu topraklarda sınır hep başkaları, ötekiler olmuş. Vizigotlar Romalıları, Emevîler Vizigotlar’ı, Haçlılar Müslümanları, Kralcılar Cumhuriyetçileri, insanlar insanları düşman bilmiş. Şimdi bu topraklarda kime sorsan ne olduğunu kim olduğunu anlatmakta zorlanır ama ne ya da kim olmadığını hiç kuşku duymadan sıralayıverir.

- Yani?..

- Bu toprakların o uzun uzun anlatılan tarihi aradığı sınırı bulamadığı için kendini güvende hissedemeyen, korkak ve huzursuz insanların tarihi. Ne olduğu, kim olduğu veya kimlerden olduğunun hiç önemi yok. Hepsi aynı insanı anlatıyor.

Bilge Jakaranda ağacı kafasında olayları çözmüş görünüyordu. Açıkçası aklım o kadar karışmıştı ki nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Ancak bilge bir ağaç bulmanın heyecanı ile sorular sorarak konuşturmalıyım diye düşündüm.

- Az önce söyledin ama anlamadım. Seni Arjantin’den getirip buraya diken insanın derdi veya amacı neydi.

- Arjantin dediğin de sınırları belirlenmiş bir başka güvenlik alanı veya hapishane. Coğrafi keşiflerin amacının ne olduğunu sanıyorsun? Para kazanmak mı? Hıh… O keşifleri yapanlar da bilinen sınırların ötesine bakmaya çalışıyor, yeni sınırlar arıyordu. Buldukları coğrafyalarda oluşturdukları kendi güvenlik ve konfor alanlarında ne varsa yanlarına alıp yola çıktıkları bu topraklara getirip yine kendilerini güvende hissetmeye çabalıyordu. Bizleri Güney Amerika’dan getirip buralara ekenler de orada buldukları güvenlik ve konforu kendilerince yanlarında getirmişti.

- İyi de herkes göçmen olunca bunun ne anlamı kalıyor.

- Bak şimdi biraz kafan çalışmaya başladı. Bizlere Arjantin’den geldiğimiz için göçmen ağaç diyorlar. Beş yüz yıldan beri bu topraklarda olmak bile buralı olmak için yetmiyor. Bu topraklarda kimse kalıcı değil. Güçlü olan bir süre kontrol etse de kimse huzurlu değil. Güçlü olanın bile korktuğu, kendini güvende hissetmediği topraklardasın.

- İyi de nasıl yapacağız. İnsan bu sorunu nasıl aşacak? Hep böyle mi gidecek?

- Bu kafayla bir şeylerin değişeceğine inanmak saflık olur. İnsan önce kendini görecek, bedenini tanıyacak. Saldırganlık ve cinsellik dürtülerinin bir nebze farkında olup kontrol ederek sosyalleşmeyi başarmış olsa da içine doğup büyüdüğü ve farkında olmadan içselleştirdiği kültürün oluşturduğu sınırsız sahiplenme ve yine sınırsız konuşma dürtülerini fark edecek.

- Bunların farkına varması işe yarayacak mı?

- Görmezden gelmekle gelinen nokta ortada olduğuna göre bir yerden başlamak gerekiyor.

- Yoksa?

- Yoksa insan kendini bu dürtüleri ile yiyip bitirecek. Yaşayıp ölecek, yerine yenileri gelecek sahiplenme ve konuşma iştahları yüzünden ne yaşadığını bile anlamadan öylece kendini tekrar edecek ve gidişe bakılırsa doğa ile birlikte kendini de yok edecek. Sözgelimi şu koca meydanda “sahipsiz” kedi köpek olmaması bile anlayana çok şey anlatıyor ama durum şimdilik ümitsiz görünüyor.

jakaranda-2

(Photo by İrem ONUR)

Sevilla katedral meydanında Jakaranda ağacının altında öylece kala kalmıştım. Aynaya bakmak hiç bu kadar zor gelmemişti. Çevremde koşuşturan çocuklara ve onları kontrol etmeye çalışan ailelerine bakıp “Ne çok şeyi farkında olmadan yapıyoruz?” diye düşündüm.

Jakaranda söyleyeceğini söylemiş susmuştu.

Bir süre daha ağacın gölgesinde kalıp dinlendikten sonra ayağa kalkıp ağacın gövdesine sarıldım. Bunca soruna yol açıp hiçbir şeyin farkında olmayan insanlara katlanmak zorunda olduğu için üzgün olduğumu söyledim.

Cevap vermedi.

Yola devam etmem gerektiğini söyleyince son bir kez sesini yükseltip; “Unutma, kim ne anlatırsa ve nasıl anlatırsa anlatsın bu coğrafyada yaşananlar insanların korkularını gizleyebilmek uğruna dışarıda güvenli sınır arayışından başka bir şey değil. Yolun açık olsun” Dedi.

Sevilla katedral meydanında tüm görkemiyle yalnız başına duran bilge Jakaranda ağacına son bir kez daha sarıldım.

Sonra…

Sonrası ama öyle ama böyle yine bir yolculuk oldu…

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI-2 SETENİL DE LAS BODEGAS

Mayıs 24th, 2023

setenil-1

Güney İspanya’nın beyaz evleri ile tanınan yerleşim yerlerinden Cadiz’e bağlı Setenil de las Bodegas’taydık.

Uzaktan bakıldığında kasvetli bir vadide bağrına taş basmış yerleşim yeri gibi görünüyor olsa da şehrin inişli çıkışlı dar sokaklarında dolaşınca betonlaşmak yerine doğayla barışık olmayı seçenlerin yaşadığı huzurlu bir yerde olduğunuzu anlıyorsunuz.

Uçup gitmek, doğadan uzaklaşmak yerine kuşlar gibi doğanın verdikleriyle yetinerek yuvalarını bir vadiye inşa etmiş insanların şehri, Setenil. Bir tür aşiyan…

Trejo ırmağının binlerce yıldır derinleştirdiği kayalık vadide mağaralarda başlayan tarih öncesi hayatın çok da fazla değişmeden günümüze kadar ulaştığı görülüyor.

Bilinen tarihi 12000 yıl öncesine uzansa da çok daha eskilerde bile insan yerleşimi olduğuna dair araştırmaların sürmekte olduğu kasaba Setenil ismini Septem-Nihil (7 kez hayır) sözünden alıyor. Şehir ve kale 1482 yılına kadar Hıristiyan güçlerce 7 kez kuşatılsa da alınamıyor. 1482 den sonra İslami özelliklerin yerini alan Hristiyan kültürü zaman içinde bölgeyi özellikle Karmelitlerin yerleştiği bir inziva bölgesine dönüştürüyor.

setenil-2

Mağaraları, ırmağı ve tarih öncesi yerleşimi ile Dicle nehri kıyısında günümüzde baraj gölü altında kalan Hasankeyf’i andıran şehir, doğanın verdikleri ile yetindikleri içi “dilenci” tarikatı olarak da anılan Karmelit kilisesini ve Nuestra Señora del Carmen inziva evini barındırıyor. İsmini Hayfa yakınlarındaki Karmel dağından alan ve 12. Yüzyılda kurulan Karmelit tarikatının İlyas peygambere uzanan bir kuruluş öyküsü var. 7. Yüzyılda İslam’ın yayılışı ile Karmelitlerin Hayfa’yı terk edip Sicilya üzerinden Avrupa ve özellikle İspanya’ya göç ettikleri biliniyor.

Her şey, binyıllar boyu güvenlik ve konfor arayışı ile mağaraları kendine yuva yapan insanın mağarasını büyütme arayışı ile başlıyor. Mağara girişinin iki yanına taş duvar yaparak uzatıp yer kazansa da dayanıklı çatı yapabilmeyi uzun süre gerçekleştiremiyor. Tanrısal gök kubbe inşa ederek kendi tanrısallığına doğru ilerlemeye yani çatı yapmaya başlayınca da doğadan kopuş başlıyor.

İnsanlığın kentleşmeye yönelme ile doğadan uzaklaşarak kendi dünyasını inşa etme çabasına yöneldiği bir dönemde biraz da Karmelit tarikatının doğa dostu yaşam biçiminin etkisiyle Setenil de las Bodagas’ın kendine özgü bir orta yol seçtiğinden söz edilebilir.

Setenil’deki yerleşim biçimine bakıldığında; filozof Augustinus’un (MS 354-430) ”insan, hayvandan tanrıya giden yolda düşe kalka ilerleyen canlıdır” sözünü hatırlatırcasına gök kubbeyi andıran tanrısal çatı yapmak yerine kuş yuvasını andırırcasına önce mağaraları sonra mağaranın uzantısı taş oyuntuları çatı olarak kullanarak doğaya uyum gösterildiği anlaşılıyor.

Günümüzün modern şehircilik anlayışına nazire yaparcasına dev bir vadinin yamacında Trejo ırmağının iki yanındaki kaya oyuntularını çatı gibi kullanıp evlerini inşa ederek suyla, doğayla, güneşle barışık bir yerleşim yeri oluşturmayı sürdürebilmiş Setenil’de yaşayanlar.

setenil-3

Şehir her ne kadar günümüzde turistik yerleşim yeri olarak ünlenmiş olsa da zeytin yetiştiriciliği ve zeytincilik de ana geçim kaynakları arasında yer alıyor.

Derin vadinin ve kayaların güneşi gizlediği şehrin ana caddesine yine nazire yaparcasına Calle cuevas del sol (güneşin mağaraları) ismi verilmiş.

Vadiyi, mağaraları ve şehri bin yıllar içinde biçimlendiren bölgenin gerçek sahibi Trejo ırmağının vakur suskunluğu, sessiz sakin insanları, beyaz badanalı küçümen evleri, inişli yokuşlu dar sokakları ile aşiyan-kuş yuvası benzetmesini fazlasıyla hak eden Setenil de las Bodegas’tan insanlığın çıkaracağı hayli ders var gibi görünüyor.

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI-1 RONDA

Mayıs 23rd, 2023

rondo-4

Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor kitabının kaleme alındığı (1940) topraklardaydık.

Kitabı yıllar önce okumuş savaş ve savaşın anlamsızlığı üzerinden barış çağrısı içerdiğini düşünmüştüm. Yıllar sonra tekrar elime aldığımda kitabın içindeki bir cümleyi anahtar gibi kullanarak farklı alt metinlere ulaşabileceğini de fark ettim.

Kitapta geçen; “İnsan ada değildir. Bir başına bütün de değildir. Anakarada küçücük bir toprak parçasıdır. Eksilen her toprak tanesi ile bizler fark etmesek de koca kıta da eksilir. Ölen her insan ile eksilen insanlığın parçası olarak acı çekeriz. İşte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.” Cümlesi anahtar olarak kullanılabilirdi.

rondo-1

Hemingway, İspanya iç savaşında geçen bu kitabı kaleme alırken ana karakteri Roberto’yu Abraham Lincoln tugayından seçmişti. Kitap, ABD’de güvenlik ve konfor içinde mutlu mesut yaşamak yerine insanlığın faşizm ile mücadelesine katkı sunmak amacıyla İspanya iç savaşında cumhuriyetçilerin yanında gönüllü görev alan ve yarıya yakınının hiç geri dönemediği çoğu eğitimli akademisyen 2800 kişilik Lincoln tugayından bir karakterin Segovia şehrine giden yoldaki bir köprüye sabotaj girişimini anlatmaktadır.

Savaşta yitirilen canlar üzerinden insanlığın değer yitimini, faşizmin insanı ezip aynılaştıran acımasızlığını dert edinip okyanus ötesinden mücadeleye katılmadaki diğerkâmlığın zaman içinde değişip dönüşen anlamını kaleme almıştı, Hemingway.

Dahası o yere göğe koyamadığımız, biri üzerine laf edecek diye ürktüğümüz ömürlerin dalgalara teslim olan kum taneleri gibi eksiliyor olmasının nasıl bir insani erozyona yol açtığını da işaret ediyordu.

Modern zamanların insanı merkeze alan tekilliğine, kendini ormanda ağaç gibi gören insanın kibrine sessizce itiraz ediyor ve hayat ormanının yaprağından öte olmadığımızı hatırlatıyordu.

Savaşın bir orman yangını gibi hızla yayıldığında hangi taraftan olduğunun veya haklı olmanın bile anlamsız kaldığını karakterlerin pişmanlıkları ile sezdirmeye çalışıyordu.

Öyle bir yangın ki, aynı ırktan, milletten, dinden hatta aynı aileden bireyler öldüresiye savaşıyor, esirleri kurşun israfını önleme uğruna acımasızca Ronda köprüsünden aşağı atmayı tercih ediyorlardı.

Hemingway yapıtı ile dünya savaşının ortasında Ronda’da iç savaştan yeni çıkmış ve geleceğe dair umutlarını yitirmiş bir toplumu anlatarak yitirilen insanlığı görünür kılmaya çabalıyordu.

rondo-2

Ronda, günümüzde turistik bir yer olarak boğa güreşleri ve Hemingway ile markalaşmış olsa da özellikle eski şehrin dar sokakları, kasvetli yapısı ve dağ başında herkesten her şeyden uzak halleri ile iç savaşta yitirilen insanlığı ve umutları da barındırıyordu.

İnsanlar gelip geçiyor, yaşanmışlıklar kalıyordu.

Üstelik bazı yaşanmışlıkların üzeri örtülüp unutturulmaya çalışılsa da şehrin dar sokaklarında ayağa batan bir diken gibi acısıyla kendini hatırlatıyordu.

Ronda’da o yeni köprüde durup kısa süreli de olsa o an ve sonrasından uzaklaşıp kurumuş Tajo ırmağının yıllar içinde oluşturduğu vadiye ve eski şehre bakıp geçmişin acılarını ayağa batan diken gibi hissettik.

Sonrasında ise menzilini kovalayan gezgin kimliğine bürünüp tekrar yola koyulmamız gerekti.

Tüm bunlara ek olarak Ronda’dan geriye belki bir damak tadı, bir esinti veya sokakta çınlayan gitar nameleri ile hatırlanacak anılar kaldı.

Sonra onlar da silikleşti.

Hâlbuki o köprüde çanların hepimiz için çaldığının farkındaydık.

Ah o kahrolası unutkanlığımız, ne de iyi geliyor…

Mehmet Uhri

İçimizdeki Gurbet

Şubat 17th, 2023

57106723-a0e4-4a63-8b33-24bb23d54897

Şubat 2023/ deprem güncesi (unutmamak için)

Öyle bir felaket yaşanıyor ki, yiten ve giden sayısının büyüklüğünü aklımız almıyor. Ölçü, sayı, bedel ve değerlerin anlamsızlaştığı günlerden geçiyoruz.

Gidenlerin bıraktığı yokluk, yoksunluk hissine günler geçtikçe yalnızlığımız, garipliğimiz eklendi.

Garipliği yaşıyor, garipliğimizi konuşuyoruz.

Olanlara, olaylara, insanlara bakıyor ve öylece seyrediyoruz.

Kafamızı çevirip bakmamaya, görmemeye çabalasak da göz göze geldiklerimizin bakışlarında hayatta kalmış olmanın verdiği suçluluk hissini, garipliği görüyor giderek daha da küçülüyoruz.

Bir süre öncesine kadar kendi ve yakınları için her şeyi arzulayan, olanakları ölçüsünde ulaşmaktan çekinmeyenlerin şimdi önüne yığılan yardım malzemelerine göz ucuyla bakıp ilgilenmemesini izliyor, anlamlandıramıyoruz.

İnsan, mekân, ülke tutunduğumuz ne varsa elimizden kaydı gitti.

Gidenlerin yokluğu kalanların eksiğine karıştı. Olan biteni izleyenlerin hüznü ve şaşkınlığı içinde hepimiz “garip” olduk.

Anlamı yiten hırs ve arzularımız aklımıza geldikçe suçluluk duygusu içinde başımızı önümüze eğiyor belleğimizdeki dünyadan uzaklaşmak istiyoruz.

Bir tür boşluğa düşme, yuvarlanma duygusuyla tutunacak insan arıyoruz.

Tutunmaya çalıştığımız insana hayli uzak ama bir o kadar da yakın olduğumuzu, onun da bizim gibi çaresizce sığınacak yeni bir dünya aradığını görüyoruz.

Aklımız anlamaya anlamlandırmaya yetmediği gibi duygularımız da dağılmış durumda.

Sesimiz çıkmıyor.

Nefesimizin bitmeyen bir feryada dönüşeceği korkusuyla ağzımızı açmaya korkuyoruz.

İçimizdeki gurbette kendine yer arayan duygularımızın sessiz gözyaşına dönüşüp kurumasını bekliyoruz.

Dışarıdaki kalabalık da yalnızlığımızı unutturmaya yetmiyor.

Aklı başında olanlarımız gidenleri unutup kalanlara tutunmaktan, ileriye bakmaktan söz ediyor.

Aradaki anlam uçurumu o kadar derin ki bu sözler öfke bile uyandırmıyor.

Her yerden, herkesten ve her şeyden uzaklaşıyor üzerine bastığın yerin yavaş yavaş ayağının altından kayıp gitmesini izliyorsun.

Sürüsünü yitirmiş göçmen kuş gibi bilmediğin bir yöne doğru amaçsızca uçuyorsun.

Gitmek istediğin veya geldiğin yer anlamını yitiriyor.

Yollar gurbete dönüşüyor.

Üstelik günler geçtikçe tuhaflık daha da artıyor.

“Zaman ilaçtır, iyileştirir” diyenleri hiç anlamayacağını düşünüyorsun.

Zamanın dışına düştüğünü nasıl olup da anlayamadıklarına şaşırıyorsun. Yadırgayanları yadırgıyor yabana dönüşüyorsun.

Alışamayacağın bir dünyada garipliğinle öylece kalıyorsun.

Suskunluğun, umursamazlığın geleneğe başkaldırı, her şeye ve herkese isyan gibi görünmeye başladığında dışarıda gidecek gurbet de kalmıyor.

Ne olduğunu, neden olduğunu bilmediğin “suçu” kabullenip böylesi bir dünyada yaşamaya hükümlü olarak gününü tamamlamayı bekleyen mahkûma dönüşüyor, kafanın içindeki hücrede yalnızlığınla içindeki gurbete doğru yolculuğa çıkıyorsun.

Yüzün düşüyor. Kimsenin anlamasını beklemiyor sana ulaşmaya çabalayanlara acı bir gülümseme ile bakmakla yetiniyorsun.

Bu arada dışarıda hayat bir şekilde devam ediyor.

İnsanlar kendi garipliklerini unutup akıllarınca sana yardımcı olmaya yanında durmaya çabalıyorlar. Onlara bakınca insanın özünde “garip” olduğunu ve medeniyet denilen ne varsa o garipliğin üzerini örtmekten ibaret olduğunu düşünüyorsun.

İçindeki garipliğe sığınıp suçluluk hissi ile her gün aynı güne uyanıyor mahkûmiyetin sona ermesini bekliyorsun.

Aklın tüm bunlardan kurtulmanın mümkün olduğunu fısıldasa da “başka” birine dönüşmekten korkup kulaklarını kapatıyorsun.

Tanıyanlar bilenler hayatta olduğunu görüyor, garipliği seziyor. Tuhaflığının ve sessiz isyanın da farkındalar. Elinden tutmak yanında olmak istiyorlar.

Aynı gurbete gidenlerle birlikte yolculuk etmek yerine içindeki gurbete yuvarlanıyor zamanın yeniden vücut bulmasını bekliyor ve unutmamaya çalışıyorsun.

Hepsi bu…

Mehmet UHRİ

SESLERİNİ BIRAKTILAR

Şubat 9th, 2023

affan

Öyle bir afet ki, kayıp, kalan, mekân ne varsa yitirdiklerimiz yetmedi tutunabileceğimiz hatıralarımızı da elimizden almaya çalışıyor.

Bir yandan gidenlerin sessiz çığlığını işitiyor diğer yandan kalanların çaresizliğini görüp kederli bir suskunluğa gömülüyoruz.

Bu sessizlikten çıkmak, direnmek ve hatırlamak zorundayız…

Gidenin ve kalanın ardında bıraktığı sesleri hatırlamalı, konuşup yaşatmalıyız.

Konuşmalıyız ki, hatırlananlar, yaşanmışlıklar vücut bulsun.

350f29f9-a3b7-4766-96c0-488979a2d86bO meşum depremin yaşanmasına birkaç hafta vardı. Antakya ‘da ağır deprem hasarı alan tarihi Affan kahvehanesi günün hızlı devrildiği o soğuk Aralık akşamı her zamanki hareketliliğindeydi. Mekânın müdavimleri duvar dibindeki masanın çevresine doluşmuş ellerindeki kâğıtları hırsla masaya vurdukları ateşli bir oyuna dalmıştı.

Asırlık kahvehane kendi kadar eski Malta taşı zemini, ahşap sandalye ve masaları ile yılların ses ve yaşanmışlıklarını barındırıyordu. Gürül gürül yanan odun sobasının sıcağından kaçanlar duvar dibi veya cam kenarına doluşmuştu. Dışarıdan üşümüş halde gelenler kısa süre sobanın yanında durup sonra kendilerine uygun masa bakınıyordu. Hayli yıpranmış olsa da kahvehanenin kitaplığı donanımlı görünüyordu.

Hani duvarların dili olsa da konuşsa denebilecek Affan kahvehanesinde yaşını başını almış koca koca adamlar olanca ciddiyetleriyle oyunu sürdürüyor yancı tabir edilen arkadaşları da çaylarını yudumlayıp dikkatle oyunu izliyordu.

Ne yan masadaki üniversite öğrencilerinin yüksek sesle konuşmaları ne de kahvehanenin uğultusu umurlarındaydı.

Bir kaç masa ötede sessizce kitap okuyor görüntüsü altında oynayanları izlemeye, konuşulanları işitmeye, anlamaya çabalan biri için hepsi yabancı, bir o kadar da tanıdıktı. Biten oyunun üzerinde bile dakikalarca tartışıyor, yancılardan da tartışmaya katılanlar oluyordu.

O an için hayat öylesine dar ve sığ görünüyordu ki dışarıda kıyamet kopsa umurları değildi.

Pek çoğumuz gibi beklentileri, yaşanmışlıkları ve içinde bulundukları ana dair küçük hesapları olanlardan söz ediyorum. Masanın çevresindekiler önüyle arkasıyla o anı birlikte yaşıyordu.

Hayat gibi…

Yaşanılan anın farkında bile olmadan oyuna dalıp içinden geçip gitmek ve birkaç saat sonra tüm bunları unutacağını da unutmak oyuna dâhildi.

d9255297-7a51-47c9-b628-37cb898259d3Masadakilerden saçı başı ağarmış görece yaşlı olanı deneyimini konuşturuyor yeri geldiğinde izleyen yancılara ve oyun arkadaşlarına kendince “ayar” veriyordu. Diğerleri bu durumu kanıksamış görünüyordu. Aralarında daha genç olanın biraz da sesini yükselterek ayar veren ihtiyara karşı çıkışını kolunu tutarak engelliyor, yeni oyun isteğini dile getirip tartışmayı büyütmüyorlardı.

Kahvehaneci bile masanın raconunu anlamıştı. Temkinli yaklaşıyor, hızlıca çayları tazeleyip boşları alıyor, çağrılmadığı sürece masadan uzak durmaya özen gösteriyordu.

Her seferinde elini yeri açıp oyunu bitirenin sesli kahkahası ortamda kısa süreli sessizlik yaratıyor, bakışlar masaya dönüyor sonra yine dikkatler dağılıyor, aynı uğultu devam ediyordu.

Dışarıdan bakınca masadakilerin istek ve beklentileri çoğumuzunkinden farklı değildi.

Oyun oynuyorlardı. Oynadıkları oyunu da iyi oynamak istiyorlardı.

Başarılı olmak, kazanmak, yenilmemek, kazanamasa da durumu kabullenmek, ezilmemek, hırslı olmaya çabalamak ve dahası bunları yapmaya heves etse de masada yer bulamayıp oyunda seyirci olmak, hepsi o masadaydı.

Hayat gibi…

O masada dışarıdaki hayatın görece hayli küçük bir benzeri yaşanıyordu. Pek çoğumuzun yaptığı gibi söylenenler kadar söylenmeyenler, elindeki kâğıdı atanın çuha masaya sertçe vurması, homurdanmalar, kendi kendine konuşmalar da sese dönüşüp kahvehanede yankılanıyordu.

Hepsi o gün oradaydı.

Sonra…

Sonra öyle bir kıyamet yaşandı ki tüm bunlar buharlaştı geriye sadece sesler kaldı.

Yaşanan afet ile doğa kendi oyununu dayattı.

Oyun ve oyuncular değişse de hayat oyunu sürüyor.

Ülkece, sanki bir başka masanın başına zorla oturtulduk ve dayatılan oyunu sürdürmeye çabalıyoruz. İçimiz yansa da kimimiz oyuncu, çoğumuz masanın yancısı rolüne bürünüp yaşananları anlamaya çabalıyoruz. İçimizden gelmese de oynuyormuş gibi yapıyoruz.

Hâlbuki insanlar, mekânlar bir anda yok olurken yaşanmışlıklar, geride bıraktığı sesler yok olmuyor.

Yeter ki hatırlayalım…

Affan kahvehanesinin bıraktığı sesler bize günlük yaşamda unutmaya çalıştığımız ölümü, yeryüzündeki yalnızlığımızı, çoğumuzun en baştan vaz geçtiği anlam arayışını ve tüm bunlarla birlikte yaşamak zorunda olduğumuzu fısıldıyor.

Deprem felaketi ile başka bir oyuna itildik. Eski oyun ve oyuncular buharlaşıverdi.

Kayıplar ve hayatta kalan yakınları bize seslerini bıraktılar. Gidenlerin ve çaresizlik içinde yas tutan kalanların bir zamanlar bıraktığı sesleri hatırlamalı, konuşup anlatmalıyız.

Aynı hayatın içinden geçip aynı oyunu oynadığımız insanlardan kalan sesleri hatırlamak, o hayatlara da vücut olmak zorundayız.

Bize seslerini bıraktılar.

Mehmet UHRİ

İçimizdeki Dış

Kasım 24th, 2022

065d58af-cf12-4012-b549-2de3859e73fc

PANDEMİ GÜNCESİ

24 Kasım 2022

Sonunda covid-19 virüsü ile ben de müşerref oldum.

Virüs ile aynı hayatı bir süreliğine paylaşmak zorunda kaldım.

Sanki bir şeylere canımın sıkılmasını, bağışıklık direncimin düşmesini bekliyormuş. Hastalıklar ile mücadele direncimin düştüğü bir sonbahar günü semptomlar başladı ve ağır gripal enfeksiyon şeklinde bir haftaya yakın sürdü.

Günlük rutininde kalabalık hastane ortamında ve maskesiz dolaşanlar arasında çalışan biri olarak daha önce de tanışmış, hastalığı ayakta geçirmiş olabileceğimi düşünüyordum. Ancak bu kez durum ciddi idi ve istirahat etmeden geçmeyecek gibi görünüyordu. Hastane yatışı gerektirmese de işten güçten kalmamı sağladı.

Geriye emanet olarak inatçı kuru bir öksürük bırakıp “şimdilik” uzaklaştı.

Elimizdeki bilgiler COVİD 19 için başlangıçtaki öldürücülüğünün azaldığını ancak virüsün bulaşıcılığının daha da arttığını işaret ediyor. İzolasyon önlemlerinin tümden kaldırılıp kişisel önlemlerin gevşetilmiş olmasına bakılırsa hastalık ağır bir grip salgını gibi kabul görüyor olmalı. Pandeminin olanca hızıyla devam ediyor olmasına karşın hastalığa yönelik algının bu şekilde dönüşmüş olmasını biraz da istek, beklenti ve temenniler ile ilişkilendirmek daha akılcı görünüyor.

Virüs aynı virüs, hastalık aynı hastalık sadece pandemi ile yaşamaya alışıp başlangıçtaki abartılı korkularımızı aklımızla yönetmeye çalışıyoruz.

Gerçek şu ki; virüs bize çok şey öğretti.

İçine doğduğumuz evcil algılar dünyasını, o dünyanın dışarıdan bizi nasıl şekillendirmiş olduğunu fark etmemizi sağladığı gibi 200 nanometrelik bir virüsün bile konfor ve güvenlik alanımız olan evcil algılar balonunu patlatmaya yetebileceğini, ne denli korunmasız olduğumuzu tüm çıplaklığı ile gösterdi.

Dünyaya geldiğimizdeki gibi bakıma muhtaç, aciz, ezik, yalnız ve korku dolu bir canlı olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bıraktı.

Üzerini örtüp unutmaya çalıştığımız içsel yalnızlığımız, acizliğimiz ve korkularımız ile yüzleştirirken kendi başımıza hayata tutunma çabasının ne kadar önemli olduğunu da hatırlattı.

Sonuçta bu virüs vücudumuza giren bizi etkileyen normalimizi bozan içimizdeki dışsal bir öğe olarak pek çoğumuzun hayatını etkiledi. İçine doğduğumuz konfor ve güvenlik alanının bir balon olduğunu, gerçekte dışarının içimize girip nasıl tüm dengeleri kolaylıkla altüst edebildiğini, kısaca içimizde de bizi etkileyen, değiştiren “dışa ait” öğeler olduğunu gösterdi.

Doğayı dışarıda konumlandırıp vücudumuzu kapalı özel bir kontrol alanı gibi değerlendirme kolaycılığına kaçıyor  içeriyi ve dışarıyı ayırdığımızı zannediyorduk. Virüs bize içimizde pek çok dışsal öğe ve mekân olduğunu da gösterdi.

Biyolojik olarak bakıldığında sözgelimi mide bağırsak sistemimiz iki ucu açık boru gibi düşünülüp içimizde yer alan dışsal bir boşluk olarak da okunabilir. Yediğimiz içtiğimiz ne varsa içimizdeki o “dışın” içinden geçer, vücut alacağını alır ve artığını bırakır. Kendi otomasyonuna sahip olduğu için sorun çıkmadıkça mide bağırsak sistemimizin farkında bile olmayız.

Ta ki, yanlış bir şeyler atıştırıp motoru bozana kadar…

Motor bozulduğunda ise geçmişi, geleceği unutur o anı kurtarmaya durumu düzeltmeye çabalar bozulan dengeleri yerine koymaktan başka bir şey düşünmez oluruz.

Sonra?

Sonra yine unuturuz…

İşte bu virüs de bedenimizi tehdit eden değiştirip dönüştüren ve girdiği bedende geçmişi geleceği unutturup günü kurtarmak zorunda bırakan içimizdeki dışsal bir öğe olarak uzun süredir hepimizin hayatını etkilemiş ve değiştirmiş görünüyor.

Virüsün işten güçten düşürüp yatırdığı, ateşimin çıktığı günlerde insan ister istemez “içimizdeki dış” gibi normal zamanda pek de üzerinde durmadığımız garip konular üzerine de düşünüyor. Dahası “İçimizde farkında olmadan barındırdığımız başka hangi dışsal öğeleri barındırıyoruz?” sorusuna yanıt aramaya da başlıyor.

Okuyucular mazur görsün, yatırdığı yetmezmiş gibi hastalık böyle abuk sabuk düşüncelere de yol açıyor. Neyse ki raporum var.

Bilindiği gibi, insan biyolojik olduğu kadar kültürel de bir canlı.

Biyolojik yanımızın içi dışı olduğu gibi kültürel varlığımızın da içi ve dışı olmalı diye düşünmeye hasta yatağında başladım.

Covid-19 virüsü ile müşerref olduğum, geçmişi geleceği unutup hastalık ile boğuştuğum günlerde içimizdeki insanın sosyal ilişkilerinde de bazı dışsal etkiler yüzünden sosyal anlamda motoru bozup sorunlar yaşanabildiğinin o zaman farkına vardım.

Sözgelimi hastalık nedeniyle rapor almış olmam görev yapmakta olduğum işyerinin çalışma programını etkileyen “içerideki dışsal” bir öğe olarak çalışma ortamında günü kurtaracak önlemler alınmasına yol açıyordu. Futbol oyuncusunun hangi nedenle olursa olsun kırmızı kart görmesi diğer oyuncuları daha fazla gayret ve performans gösterme yönünde zorlayıcı etki edebiliyordu. Takım günü kurtarmak için kendi normalinin üstüne çıkmak zorunda kalıyordu. Kısaca biyolojik varlığımızda olduğu gibi kültürel varlığımızı da etkileyen farkında olduğumuz veya olmadığımız pek çok dışsal öğeyi içimizde barındırıyor olmalıydık.

Kafaları daha fazla karıştırmadan iç-dış konusuna açıklık getirmeliyim.

Doğanın sıradan bir parçası olmak yerine insan merkezli dünya görüşünün farkında olmadan algımızı etkileyerek ben ve dışarısı ayırımını doğurduğunu, bu ayrımın hayli değişken, öznel ve son derece yapay  bir ayırım olduğunu görmek zorundayız.

Dahası, bedenimizin içini dışını algılarımızla bir şekilde kolayca ayırıyor olsak da kültürel varlığımız söz konusu olunca sınırlar iyice bulanıklaşıyor.

Kültürel olarak “iç” bizdedir. Kimliklerimiz, kişiliğimiz ve daha alttaki kendiliğimiz hep kültürel içimizdir. Matruşkalar gibi içeriye doğru yuvarlansa da bize özgündür. Dış ise dışarıdadır. Tutunduğumuz sosyal ve biyolojik ortam dışımızdır ve çoğu kez bizi yönetir veya yönlendirir.

Hava durumuna göre günlük karar alıp uygulamak dışımızın bizi yönetmesine veya yönlendirmesine örnek olarak verilebilir.

İçine doğduğumuz dünya, aile sosyal ortam ne varsa biyolojik varlığımız kadar kültürel varlığımızı da yönetir, şekillendirir.

Bizler ise önce o “dışa” uyum göstermeye çabalar ve bir noktadan sonra sosyal ortam ile aramıza sınır koymaya küçük farklılıklarımızı, özgünlüklerimizi göstermeye çabalarız. Toplumsallaştıkça içimiz ile dışımız çoğu kez birbirine bulanır.

Hemen hepsinde baskın olan yöneten son sözü söyleyen hep dıştır.

Kültürel varlığımız ile içine doğduğumuz sosyal ortamın ortak değerlerine nasıl katkı sunduğumuz çatışma ve çelişkileri ile nasıl baş ettiğimiz de kendi anlatısal, öyküsel kimliğimizi oluşturur. Geriye dönüp koca bir ömürden geriye ne kaldığına baktığımızda toplumun gözündeki kendimizi bulur sosyal çatışma ve çelişkilerimizi ve onlarla nasıl baş ettiğimizi veya edemediğimizi hatırlarız.

Pandemi sürecinde insanlığı etkileyenin hep aynı virüs olmasına karşın hastalık ile ilgili algı ve düşüncemiz pek çoğumuz için küçük de olsa farklılıklar barındırıyordu. Hastalananların veya hastalanmaktan korkanların aktardığı anıların küçük de olsa özgün farklılıklar, sözcükler, duygu ve düşünce kırıntıları göstermesine de alıştık.

Sözgelimi hastalığın bedenimde pik yaptığı ikinci üçüncü günlerde yorgunluk, halsizlik, kas ağrıları nedeniyle durup durup “Kim dövüyor yahu beni?” diye söylenmişim. Eşimin yalancısıyım. Yeterince hatırlamıyorum.

Virüsler için bir tür Troia atı gibi içimize girip kaleyi içten yıkmaya çalışan dışsal unsur benzetmesi yapılabilir. Dışımız ne denli güçlü olsa da böylesine içsel bir saldırıya yeterince hazırlıklı olmak hiç kolay olmasa gerek.

Burada durup kendimize bir soru soralım; Acaba virüslerin biyolojik varlığımızda yaptığı gibi kültürel varlığımızı da zora sokan, içerden etki eden ve değiştiren sosyal anlamda virüs gibi etki eden öğeler de olabilir mi?

Sosyal ve kültürel varlığımızı farkında olmadan içerden ele geçiren yöneten ve yönlendiren, kararlarımızı etkileyen dışsal öğelerden söz ediyorum.

Hiç olmadığını söyleyebilir miyiz?

Sözgelimi içinde doğup büyüdüğümüz ve duygusal anlamda yakınlaşıp içsel olarak da etkileyen ailemiz bir şekilde içimizde de varlığını sürdürmüyor mu? Tüm dışsal değerleri bir kenara bırakıp yanlış olduğunu bile bile ailemizi savunmak zorunda kaldığımız durumlar olmuyor mu?

Yanlış anlaşılsın istemem; aile için içimizdeki virüs gibi bir iddia ileri sürmüyorum. Ancak ailenin kararlarımızı verirken çoğu kez içeriden destek aldığımız dışsal bir öğe olduğunu da görmek durumundayız. Mide bağırsak sistemimiz gibi “içimizdeki dış” olarak ailemizi barındırıyor, aile ile ilgili bir sorun veya uyumsuzluk yaşandığında sosyal anlamda motoru bozabiliyoruz.

Görünen o ki, kültürel varlığımız için de dışarının etkisi sadece dıştan olmuyor.

İçeride de etki eden, değiştirip dönüştüren, bizi kontrol altında tutan dışsal öğelerden söz ediyorum.

Virüs gibi sorun oluşturan olan dışsal öğeler de var, elbette. Sözgelimi aşk bir virüs gibi dışarıdan içimize giren,  bizi değiştirip dönüştüren, geçmişi geleceği unutturup günü kurtarmak zorunda bırakan dışsal öğe olarak da okunabilir.

Dahası da var.

Bir bakış açısına göre çocuklarımız bizim içimizden çıkan, içimizde yaşattığımız dışsal öğeler olarak görülebilir. Çocuk sahibi olduktan sonra insanın kendine yönelik korku, kaygı ve beklentilerine çocuğununkiler de eklenmiyor mu? Dışarının baskısı yetmezmiş gibi çocuğunu korumak ve yaşatmak uğruna teslimiyetlerimiz artmıyor mu?

Üstelik çocuklar da bir anlamda dış olduklarının farkındalar.

Başlangıçta anneye yönelmek, içine girmek, tutunmak ve orada kaybolmak istiyorlar. “Bırakma beni” ile başlayan ilgi talebi yaş ilerledikçe “bırak ama gözet beni” talebine ve ergenlik ile “rahat bırak beni” talebine dönüşüyor.

Çocuklar bir anlamda içimizdeki dış gibi içimize giriyor, yerleşip değiştiriyor hatta teslim alıp yönettiği bile oluyor. En kötü suçu işlemiş bile olsa bir annenin çocuğunu bağrına basmasını başka türlü nasıl açıklarız?

Dışarının baskılarına özgürlük isteği ile yanıt vermeye çabalasak da içeriden gelen böyle bir etkiye direnmek hiç kolay olmuyor.

Dışarının sosyal baskısı görünendir. Uyum gerektirir zorlayıcıdır. Öfke uyandırsa da uyum göstermeye veya en azından tepki vermemeye zorlar.

Aile veya çocuk gibi içimizdeki dışsal öğeler ise maalesef sinsidir. Kendini fark ettirmeden duygusal olarak içeriden esir alır ve farkında bile olmadan boyun eğmek, itaat etmek zorunda bırakır veya tepkisizliğe zorlar.

Diyeceğim o ki; Covid-19 virüsünün yaptığına benzer süreçleri ezelden beri duygu dünyamızda da yaşıyor olabiliriz.

Virüsü tanıyıp ne olduğunu bilmeseydik ölümlere yol açan, bizi değiştiren, dönüştürenin ne olduğunu da anlamayacak korkular içinde kıvranıp kendimizden endişe etmeye başlayacaktık.

Benzer bir süreci insanlık sıtma salgınları sırasında da yaşadı. Sıtmanın nasıl ve nereden geldiğinin bilinmediği, sivrisinekler ile bulaşma şekli gösterilemediği için hastalığın hava ile bulaştığı düşünülerek “Malaria - Hava Hastalığı” ismi verilmiş ancak yarattığı korku ikliminden tüm insanlık etkilenmiştir.

Günümüzün Covid-19 salgını gibi zamanının sıtma hastalığı da “içimizdeki dış” gibi etki eden değiştirip dönüştüren bir hastalık iken önce etkenin belirlenmesi sonra bulaşma yolları ve tedavisinin bulunmasıyla insanlık sıtma ile mücadeleyi kazanabilmiştir.

Covid-19 Pandemisi ile olan mücadelede de benzer olarak etken hızlıca belirlenmiş, bulaşma yollarına yönelik davranış değişiklikleri sağlanmış ve aşılar ile korunma yoluna gidilerek korku iklimi aşılmış görünüyor.

Ancak, kültürel varlığımızın içine girip yerleşen, içerideki dışsal unsur olarak varlığı kontrol eden ve yöneten aile, aşk, evlilik, çocuk gibi öğelerin olumlu duygu durumlar ile beslendiği göz önüne alındığında bunlardan kurtulup özgür olma beklentisi olanlar için hastalığın tanı ve tedavi aşamasından hayli uzak görünüyoruz.

Biyolojik varlığımız söz konusu olduğunda içimizdeki dışsal öğeler ile mücadele etmeyi bir şekilde başarıyor olsak da kültürel anlamda içimizdeki dışsal öğelerin adını koyup farkına varmadan mücadeleyi kazanmanın olanağı olmadığını tarih bize söylüyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; İyi ki bir hasta oldun. İçinin dışının birbirine karıştığı yetmezmiş gibi bizlerin de kafasını karıştırıyorsun.

Haklısınız. Üstelik virüse tekrar yakalanırsam daha beter bir pandemi güncesi kaleme alacağımın garantisi de yok.

Kabul etmek gerekir ki, 200 nanometrelik bir virüs insanlığın algı, duygu ve düşünce dünyasını değiştirdi.

Virüs kendini bir ağaç gibi tek ve hür zanneden bizlere yaprak, sadece kırılgan bir yaprak olduğumuzu hatırlattığı gibi biyolojik ve kültürel olarak yapmaya çabaladığımız iç-dış ayırımının özünde yapay ve anlamsız olduğunu da gösterdi.

Doğanın sefil bir parçası olduğumuz gerçeği bir süredir gözümüzün önünde duruyor.

Umarım bu kez gözlerimizi kaçırmayız…

Mehmet Uhri

KELEBEĞİN UMUDU

Temmuz 23rd, 2022

kelebegin-umudu-1

Pandemi notları Temmuz 2022

Bu kez kendimle yazıştım.

Masum bir arkadaş buluşması öncesiydi. Sosyal medyadan tanıdığım insanlarla ilk kez bir masa başında bir araya gelecektik. Geç kalma endişesiyle buluşma yerine hayli erken geldiğimi fark edip bir çay rica etmiş, garsondan rica ettiğim kalem ile yol boyunca okumakta olduğum kitabın boş bulduğum sayfalarına bu satırları not almaya başlamıştım.

Covid-19 Pandemisinin korku iklimi sürüyordu.

Kapalı bir mekânda buluşmaya katılıyor olmanın tedirginliğini yaşamıyor değildim. Buluşacağım arkadaşlarımla bir clubhouse sanal odasında tanışmıştım.

Kadıköy için erken sayılabilecek saatte bomboş meyhane ortamında çay içip bir şeyler karalayan olarak çalışanlara da “garip” gelmiş olacağım ki kimse bulaşmadı. İkinci çayı isteyip istemediğimi bile sormadılar.

Her neyse… O gün benim için özel bir gündü. Uzunca bir süre sonra kendime, kendimi anlatıp aklımdan geçenleri yazıya döküyordum.

Tam bir yıl önce pandemi tedirginliği yetmezmiş gibi kalp damarlarımda tıkanıklıklar saptanmış, hastalık kapmaktan korkarak girdiğim hastanede açık kalp ameliyatı olmak zorunda kalmış, kalbimi besleyen damarlar yenileriyle değiştirilmişti. Hayatımda ilk kez ameliyat masasına yatmıştım.

Şairin dediği gibi her şey birden bire olmuştu.

Kalp damarlarımın sorunlu çıkması üzerine konunun duayeni hocamızın kapısını çalmıştım. Hoca onca yoğunluğunun arasında meslektaş dayanışması gösterip beni kabul etmiş kalp damarlarımın görüntüsünü inceleyip derhal ameliyat olmam gerektiğini söylemişti.

Hiçbir yakınmamın olmadığını, hatta asansörü riskli bulup 4 kat merdiven çıkarak yanına ulaştığımı söyleyerek “bu kadar kötü olmamalı” diye itiraz edince yüzüme bakıp “ölüyorsun ve farkında değilsin” diyerek sözümü kesmişti.

Ertesi gün sabah hastaneye yatmış ve bir gün sonra sabah ilk vaka olarak bypass ameliyatına alınmıştım.

Ölümün kıyısından dönmüş biri olarak bu satırları kaleme almaya cesaret etmek için bir yıl beklemiş olduğumu hayretle fark ediyordum.

Açık kalp ameliyatı bir tür elektroşok gibiydi. Ameliyat sırasında kalp durduruluyor, bir süre makineye bağlı kalıyor (teknik anlamda ölüyor) sonra tekrar çalıştırılıyordu.

Ameliyat sonrasında tüm hafıza bağlantılarımın çözülmüş, anılar parçalanmış ve dağılmış gibiydi. Bilincim bulanıktı.

Kendim olduğumu kabullenmem bile zaman alacaktı.

Ameliyattan sonraki  günlerde gördüğüm o garip rüyaları anlamlandırmakta zorlanıyordum.

Hayatımda o güne kadar edindiğim algılar imgeler ve kavramlar bağlarından kopmuş hepsi birbirine karışmış gibiydi.

Hastane sonrası toparlanma ve iyileşme dönemi hayatın yavaş ama kararlı aktığı süreç olarak geçti.

Tüm bunların üzerinden bir yıl geçmişti.

“Acaba ameliyatı yapan hocanın dediği gibi öldüm de rüyada mıyım? Başka birinin rüyasında kendimi yaşıyor görüyor olabilir miyim?” diye düşündüğüm ve uzun süre emin olamadığım günler geçirdim.

(Burada bir parantez açıp; “Hoş, şimdi de çok emin olduğum söylenemez. Hangimiz emin olabiliriz ki?” şeklinde sonu gülücük ile biten bir not yazıp parantezi kapamışım.)

Hastalığımı ameliyat ve sonrasını yurtdışında eğitim görmekte olan ve pandemi kısıtlamaları nedeniyle ülkeye gelme olanağı olmayan kızımdan saklamıştık.

Ameliyattan 3 hafta sonra bilgisayar ekranında karşısına geçip yaşadıklarımı ve süreci sorunsuz atlattığımı anlatırken kızımın bakışlarından ölmemiş olduğumu ve benim için fazlasıyla üzülmüş olduğunun farkına vardım. Konuştuklarımızı hatırlamıyorum ama bana iyi gelmişti.

Yaşıyordum…

Kafamın içindeki kartlar toplanıp yeniden dağıtılmıştı ve oyun devam ediyordu. Yine de üzerinden bir yıl geçmeden elime kalem alıp o günü ve sonrasını yazmaya cesaret edememiştim.

O güne kadar kalemim başka şeyler yazsa da kendimden uzaklaşan ve sonra yeniden yaklaşan kendimi yazmaya bir türlü elim varmadı. Hatırladıklarıma sarıldım.

Unuttuklarımın çokluğunu fark edip ürktüm.

Önemli gördüğüm ne çok şeyin aslında önemsiz olduğunu, bir çocuğun kahkahasının veya bir kedinin o üstten bakan halinin ne denli önemli olabileceğini, asıl önemli ve öncelikli olanın sözcüklere sığmayan hissetmelerin olduğunu düşündüm. Hissettiğim halleriyle hatırladıklarım ile tekrar kendime tutundum.

Aklım oyun ediyordu. Kafamın içindeki kırılmış parçaları bir araya getirmeye çalışıyor, pek çok eksik parçayı bulamıyordum. Eksik olanların ne kadarının bana ait olduğundan emin değildim.

Sabah ve akşam uzun yürüyüşler yaparak form tutmaya çalıştığım zamanlarda clubhouse uygulamasını keşfettim. Başlangıçta sadece dinliyordum. Felsefe tarih fizik mitoloji odalarına dinleyici olarak katılıyordum. Sonrasında konuşmacı olarak da katılıp küçük katkılar sunduğum odalar da olmaya başladı.

Sonra garip ama ilginç bir oda ile karşılaştım.

Yamuk duruş isimli bu odada soyut kavramlar üzerine konuşuluyordu. Odada o gün için seçilen kavram ele alınıyor ve aslında üzerinde uzlaştığımızı sandığımız kavramların ne denli akışkan ve değişken anlamlara bürünmüş olduğuna şaşırarak şahit oluyorduk.

Başlangıçta bilenlere bilmeyenlere, bildiğini sananlara kavram hakkında “ayar” verici nitelikte fazlasıyla didaktik bir şeyler söylediğimi bunun rahatsızlık yarattığını hatırlıyorum. Odaya girdiğimizde ele alınan kavramı hepimizin farklı yorumlamakta olduğunu ve iki saatlik süre sonuna doğru kavram hakkında başlangıçtaki düşünce ve yargıların değişebildiğini görüyorduk. Üstelik bu durumun oluşturduğu düşünsel ortam herkese iyi geliyor bir münazara yapmak yerine kavramı anlama ve anlamlandırmaya çalışarak düşünce dünyamızın zenginleşmekte olduğunu fark ediyorduk.

Didaktik olmayı bırakıp kavrama daha geniş açıdan bakmaya söylemek istediklerimi soruya dönüştürüp konuşma ortamına katkı sunmaya başladım. Kısa süre sonra kendimi odayı düzenleyen ve bulunduğum meyhane atmosferinde birazdan bir araya gelecek olan o güzel insanların arasında buldum.

Söylemek istediklerini soruya dökerek üzerinde düşünülmesini sağlamak daha zor olsa da bu işlem sırasında kafamın içinde kuramadığım bağlar aydınlanıyordu. Görsel hafızamın yitirdiklerini işitsel hafızam tamamlayıp yerine koyuyor gibiydi.

Açıkçası kendimi tanımakta zorlanıyordum. Kimseye fark ettirmemeye çalışsam da bypass ameliyatı sonrası başka biri olmuştum.

Gereksiz inatlaşmıyor, üstüme gelinirse susmayı ve kafamı çevirmeyi seçiyordum. Dışa dönük yanım içe dönük yanımla barışmıştı.

kelebegin-umudu-2

Sonrası da var…

Aylar geçtikçe yaşanan iyileşme ve kendini yeniden bulup tanımlama ve mesleki hayata geri dönüş süreci aile büyüklerinden birinin bakım gerektiren rahatsızlığı nedeniyle zorunlu bir yalnız kalmayı gerektirdi.

İnsan yalnız yaşamaya, kendini oyalamaya ve içindeki çocuğu kabullenmeye kolay alışıyormuş.

Başkalarının gözündeki ben yerine içindeki ben ile bir arada olma, arada içeridekinin de söz alıp konuştuğunu, dışarıyı yönettiğini görüyor olmak iyi gelmeye bile başlamıştı.

Bağlantılar yeniden kurulmuş ve eksik parçaların üzeri bir şekilde örtülmüş olsa da öte yana gidip gelmiş olmanın verdiği garip duygu ile insanları, yaptıklarını kolay affediyor veya umursamıyordum.

O zamana kadar hayatımda yeni insanlar pek yoktu. Kendime ayna olacak yeni insanlar da aramıyordum. Ama ameliyat sonrası her yeni tanıdığım insana karşı ister istemez oynadığım o tiyatroyu oynamaktan vazgeçmiştim. Artık kasmıyordum. O yeni insanlar ile pek konuşmasam, susup dinlemeyi seçsem de ağzımı açtığımda eksik ve yanlışlarımı, saçmalamalarımı anlatıp kendimle dalga geçiyordum.

Hiç de zor olmadığını ve iyi geldiğini söylemeliyim.

İnsanı hayata yakınlaştıranın sahip olduklarından çok kurduğu veya farkına vardığı bağlantısallıklar olduğunu giderek daha çok düşünüyordum.

Yeni insan, yeni düşünce farklı mekân ve yeni yaşanmışlıkların hatırlamaya değer gerçeklikler bıraktığını görüyordum. Anlatacak yaşanmışlıkların ne denli önemli olduğunu fark ediyordum. Kendi anlatısal kimliğime tutunmaya çabalıyordum. Nereye gittiğimi bilmesem de bu yolculuk iyi geliyor, öykü kurgu ve gerçek bir yerde birbirine dolanıyor, hayat oluyordu.

Sanırım öykü yazmayı biraz da bunun için seviyordum. Öykü yazarken kişileri gerçeğe yakınlaştırmanın veya gerçek yaşanmışlıkları hayali kahramanlar üzerinden kaleme almanın, tüm bunların birbirine dolamanın hayatı zenginleştirdiğinin farkına varıyordum.

Yaşamın hatırladıklarımız kadar olduğunu ve “hatırlayan kim?” sorusunun hayatı anlamlı kıldığını düşünmeye başlamıştım. Halbuki bize öğretilen dayatılan hayat gerçekler üzerine kuruluydu. Doğruları konuşmamız bekleniyordu. İnsanlar hayat tiyatrosunu birbirine gerçekleri anlatma sözü vermiş gibi oynasa da gerçek akışkandı. Her hatırlamada başka bir gerçeğe dönüşüyordu. Yani aslında kaşık yoktu.

Hayatın sahip olduklarımız, edindiklerimiz başardıklarımız kadar olduğu dayatmasına boyun eğmiş olsak da gerçekte öyküsel anlatısal kimliklerimizden ibarettik. İçinde yaşadığımız dünya ise inatla etiketlerimizi parlatmakla uğraşmamız, içeridekini gizleyerek yaşamamız, diğerleriyle aynı olmamız gerektiğini her fırsatta hatırlatıyordu.

Pek çoğu farkına bile varmadan hayatın içinden sıradan veya parlak büyük bir etiket olarak geçip gidiyordu.

İleride bir gün hatırlayanlar ise ismini veya etiketini değil de bir yaşanmışlığa gönderme yapıp içeridekine dokunarak ismini ve hissettirdiklerini Veysel’in “Dostlar beni hatırlasın” dediği gibi anıyordu. Böylesi bir hatırlamayla ise hayat tüm o yapaylığa inat başka bir yerlerde farklı akmaya devam edebiliyordu.

(Yazdıklarıma burada ara verip not aldığım kitap sayfasına garip şekiller çizerek düşünmüşüm. Sonra aşağıdaki cümleyle devam etmişim.)

Bir yıl önce bugün sanki hayatıma format atıldı.

Motor rektifiye olmuş olsa da şoför artık aynı şoför değil. Yine öyküsel anlatısal kimlikler biriktirse de o kimliklerin ardındaki insanı ve hatta onun bile göremediğini görmeye daha çok gayret ediyor. Görmek dediğime bakmayın. İşitmek veya hissetmek gibi bir şey anlatmaya çabaladığım. Karşısındakinin içinden gelen bastırılmış sesi, müziği duymaya çabalıyor.

Araba yine gidiyor, rutin devam ediyor ama doğrusu değişen çok şey oldu.

Ömrü yeterse belki 10 yıl sonra bu satırları kaleme alıp değiştiğini haykıran, yeni gözden geçirme yapıp bir kez daha değiştiğini yazarsa şaşırmayacağım.

Bedenimizdeki bütün atomlar ve moleküller zaman içinde tümüyle değişiyor. Bizler de tırtılın kelebeğe yolculuğu gibi kendi yaşam penceremizde değişerek dönüşerek yolculuk yapıyoruz. Farkına varsak da varmasak da değişiyoruz.

“Değişmedim” diye inat edenlerin derdini sıkıntısını şimdi daha iyi anlıyorum. Onlar dönüşemedikleri için dertliler. En olgun hale ulaştıklarını kelebek olduklarını düşünüyor ve başka bir değişim dönüşüm yaşamayacakları yanılgısı içinde kendilerini sürekli başkalarına kanıtlamaya çabalıyorlar. Ötekilerin gözündeki kendini her gün yeniden inşa edip kanıtlama uğraşının ezeli mağduriyeti ile bir ömür tüketiyorlar.

Hâlbuki tırtılı tırtıl yapan onca zorluğa direnmesini sağlayan kelebeğe dönüşme umudu, beklentisi değil miydi?

Peki ya kelebek? Kelebeğin umudu yok muydu?

(Yazının başlığını bulmuş olmanın heyecanını burada not almışım.)

Birilerinin yaptığı gibi; ben menzile ulaştım, kelebek oldum diye böbürlenecek hali yok elbet.

Kelebeğin umut ettiği; mademki kanatlarım var özgürlüğe kanat çırpıp yükselmek, değişime, dönüşüme, yaşanmışlığa bir de oralardan bakıp harmanladıklarımla hayatı yeniden anlamak veya anlamlandırmak gibi bir şey olmalıydı.

Gel de o kelebeği kıskanma…

Bu satırları kaleme aldığım meyhane köşesinde pandeminin giderek alışmaya başlanılan o korku dolu ve yalnızlaştırıcı ikliminde sanal da olsa “oda arkadaşı” olduğum insanlarla ilk kez yüz yüze gelecek olmanın heyecanı da sanırım kelebeğin umuduna benziyor. Farklı bir yerde yeni insanlarla hayata başka bir yerlerden “yamuk” bakabiliyor olmak hangimizi heyecanlandırmaz ki?

Hayat işte…

(O gün meyhane köşesinde elimdeki kitabın boş sayfalarına aldığım notlar “Oda arkadaşlarım teşrif etmeye başladı. Kelebeğin umuda yolculuğu başlıyor…” diye bitiyordu.)

Mehmet Uhri

MASKELERİMİZ

Mayıs 11th, 2022

maskeler

Pandemi notları: Mayıs 2022

Pandemide pek çoğumuz için tedirgin, sinik içe kapanık halde neredeyse yaşanmamış sayılan iki yılı aşkın süre geçti.

Geldiğimiz noktada duruma alışamasak da virüsün varlığı görmezden gelip, yok gibi davranma eğilimiyle kendimizce çıkış arıyoruz.

Otoriteler de ekonomiyi canlandırmak uğruna bu tavra ses çıkarmayıp zımnen destek veriyor.

Bu iki yıl içinde virüs de pek çok kez biçim değiştirdi.

Daha bulaşıcı ancak daha az öldürücü görüntü vermeye başladı. Hastalanan sayısının azalmasına güvenip ölümlerin sürdüğünü görmemize karşın virüsle yaşamaya alışıyor gibiyiz.

Virüsü kendimizce evcilleştirdiğimiz sanısıyla neredeyse cellâdımızı sevmeye bile başladık.

Bu arada virüs bizim alışkanlıklarımızı da değiştirdi.

İlk başlarda korku ikliminin doğurduğu her yerden herkesten uzak durma alışkanlığını sosyal mesafe ve maske düzeyine indirme ve giderek bunları da gevşetme şeklinde yeni bir “normale” doğru ilerliyoruz.

Geriye dönüp baktığımızda korkularımız yüzünden uygulamak zorunda kaldığımız onca davranışı bir şekilde kabullenmiş olsak da maskelere alışamamış görünüyoruz. Alınan onca önleme uyum göstermemize karşın maske kullanma alışkanlığına direniyor olmamızın da bir anlamı olmalı.

Hatırlayalım; Aşı olunca hastalıktan kurtulacağımız düşüncesiyle birbirimize “aşılarımız tamamlanınca maskelerden kurtuluyoruz değil mi?” diye soruyorduk. Öyle olmadığını, bırakın aşıyı virüsün kendisinin bile hastalık geçirenlerde yeterince koruyuculuk sağlamadığını bildiğimiz halde derdimiz tasamız maskelerimizden kurtulmaktı.

İyi de maske neden bu denli istenmeyendi?

Çünkü yüzümüzü yitiriyorduk.

Maske ile tanınan bilinen kimliğimizi kaybediyor neredeyse herkesle aynı oluyorduk. Bunca yıl özen ve çabayla oluşturduğumuz kimliklerimizin en önemli parçası olan yüzümüzü yitirmek pek çoğumuza kimliğin de yitimi gibi geliyordu.

Pandemi ile birlikte insanlardan uzaklaşıp evlere kapanınca kimliklerimiz ve diğer pek çok sahip olduklarımız da anlamını yitirmişti. İlk şoku atlatıp maskeler ile sokağa çıkabilir hale gelsek de yüzü olmayan insanlar olarak bir arada olmaktan o günlerde pek dile getiremesek de rahatsızlık duyuyorduk.

Yüzümüz olmayınca mimik, tonlama, konuşma hatta ciltteki kırışıklıklar bile görünmüyor makyajın, botoksun ardına saklanmanın anlamı kalmıyordu. Bırakın başkalarını, aynaya baktığınızda yüzünde maskesiyle size bakan ne kadar sizdiniz emin bile olamıyordunuz.

Aynadaki kendiniz ile baş başa kalmak hiç bu kadar ürkütücü gelmemişti.

Maskesiz yapamayınca maskeleri renklendirip şekillendirip daha görünür kılarak arkasına gizlenme biçiminde oyunlar oynadık. Koruyucu olmadığını bildiğimiz halde elbise kumaşından yapılmış maskeler ile moda bile oluşturduk.

Meğer yüzümüz olmayınca kendimiz olmak ne denli zormuş?

Mimiksiz olmuyormuş. Konuşmanın yanına kattığımız mimik, tonlama, jest, kaş, göz bakış ne varsa kendimize dair sezgisel olarak ne çok şey anlatıyormuş?

Kimliklerin ardında gizli tuttuğumuz ve hatta kendimizden bile gizlediğimiz ne varsa o mimik ve diğerleri ile kendini gösteriyormuş.

Yıllar boyunca özenle inşa edip ardına sığındığımız başkalarına gösterdiğimiz kimlikler pandemi kısıtlamaları sürecinde anlamını yitirince kendimizle olmak, kendi olmak, kendi gölgemizle yüzleşmek zorundaydık.

Pandemi korkusu bizi kendimize hapseden bir cezaevine dönüşmüş içeride yalnız kalmıştık. Ne yaparsak yapalım yüzümüzün büyük kısmını kaplayan maske ile ötekilerden uzaklaşıp çoktandır unuttuğumuz kendimizle baş başa kalmak hiç kolay değildi.

Dahası ölüm ve ölüme dair ritüeller bile bilinen anlamını yitirmişti. Pandemi nedeniyle ölenleri diğer ölenlerden ayırıp özel mezarlara defnederken bilinen ritüel ve törenlerin hiç biri yapılamıyor insanlar dünyadan ayrılırken de yalnız bırakılıyordu.

Bu durumu bile kabullendik ama maskeler ile ilgili soruna direnç göstermeyi sürdürdük. Pandemi kuralları gevşeyince sessiz bir uzlaşma ile önce maskelerden kurtulmayı seçtik.

Gerçi yine içerideydik ancak hücre hapsinden kurtulmuş görece kendimize benzeyen “diğerleriyle” birlikte daha sosyal bir hapishanedeydik.

Maskelerden kurtulmaya çabalarken eski alışkanlıklarımızı hatırlayıp başkalarının gözündeki kendimizi yeniden inşa etmeye koyulduk. 2 yıllık hücre hapsini unutmaya çabaladık.

Hâlbuki pandemi olanca hızıyla devam ediyordu.

Bizler ise cezasını çekmiş ve şartlı tahliye olmuş mahkûmlar gibi toplum içine geri dönmeye çabalıyoruz.

İki yıllık süreç sonunda kendimizi affettik ve başkalarından da affedilmiş olmayı bekliyoruz.

Ancak bencilliğimiz bizi yine bırakmıyor. Başkalarının da bizim gibi affedilmeyi bekleyenlerden olmasını önemsemiyor maalesef her şeyi kendimiz için istemeyi hak biliyoruz.

Hâlbuki pandemi içimizdeki insan ile yüzleşme ve kendini tanıma fırsatı vermişti.

Biz ise o yüzleşmeden kaçtık.

Onu yine içeride bırakıp yeni kimliklerimize tutunarak ve aynalardan uzak durarak içimizdekini hücresinde yalnız bıraktık.

Bu durumun normalleşmesi olası görülmese de sanırım bir süre daha böyle debeleneceğiz.

Geldiğimiz noktada hayatta kalanlar için virüs bedenlere zarar vermemiş görünse de içerideki insandan geriye artık sesi dahi çıkmayan hücresine hapsettiğimiz bir tortu bıraktı.

Mimiklerimiz, jestlerimiz, tonlama ve bakışlarımız ile başkalarının gözüne yine bir şekilde görünüyor olsak da maskenin ardında baş başa kaldığımız kendimizi çoktan terk ettik.

Şimdi bedenimizin işlevini yitirmiş bir uzvuna benzeyen o geriye kalan posa ile birlikte yaşamaya çabalıyoruz.

Pandemi yüzünden biyolojik ölümlerin sayısı başlangıçta beklenenlere göre az olsa da içimizdeki kayıpların hesabını yapmaya yüzümüz dahi yok.

Görünen o ki; maskelerin ardında yalnız yüzümüzü yitirmedik.

Mehmet Uhri