Archive for the ‘Yaşayan mekanlar’ Category

ELEĞİN ÜSTÜ

Çarşamba, Nisan 17th, 2024

elek-1

Münih olimpiyat stadı otoparkına her hafta Cuma ve cumartesi günleri sabah ile öğle arası kurulan bit pazarında tanışmıştık.

İsmini bir türlü öğrenemediğim “hoca” lakaplı o yaşlı bit pazarı esnafından söz ediyorum.

Tanıma şansımı ise adamın kendi kadar yaşlı görünen köpeğine borçluyum.

Pazarda dolaşırken adamı fark etmemiştim. Yere serili muşamba üzerine dizili eşyalardan birini elime alınca köpeğin dikkatinin bana yöneldiğini fark ettim. Yanlış bir şey mi yapıyorum dercesine sahibine bakıp bekledim.

O ise durumu fark edip “Yusuuuf tamam!” diye seslenince köpek sakinleşti.

Köpeğine Türkçe seslenmesinden aldığım cesaretle kendimi tanıttım.

Yanıt vermeden eşyaların tozunu almaya devam etti.

Bu ilk tanışmada yüz vermese de farklı zamanlarda ve yolumun Münih’e düştüğü her fırsatta uğrayıp iki laf etmeye çalıştım.

Yaşı ileri görünüyordu. Tanıştığımızda sanırım yetmiş yaşın üzerindeydi.

Ağarmış ve birbirine karışmış saçı sakalı, sigaradan sararmış dişleri ve ağzının kenarında ara sıra beliren o acı gülüşüyle Anthony Quinn’in oynadığı Sanchez karakterine benzetiyordum.

Çevredekiler ona “hoca” diye seslenseler de her karşılaşmamızda “Merhaba Sanchez Efendi. Yusuf hazretleri nasıllar?” diye seslenmeme tepki göstermiyordu.

Bir iki önemsiz küçük parça dışında alışverişim de olmadı.

O koca bit pazarında yere serili eski eşyaların yanında yaşlı ve değerli bir obje gibi pek hareket etmeden öylece duran köpeği Yusuf ile ilgilenmeme de ses çıkarmadı.

Bir süre sonra Yusuf beni uzaktan tanıyıp ayağa kalkar hatta yanıma gelir oldu. Sahibi pek yüz vermese de zamanla Yusuf ile birbirimizi evcilleştirmiştik.

Kafası gövdesine göre daha koyu renkte boz rengi iri bir köpekti. Bir ayağı hafif aksayarak yürüyordu.

Zaman içinde köpeği ile kurduğum samimiyetime yaslanıp Sanchez’i de konuşturmayı başardım.

Yine de ürkek ve korkak bir hali vardı. Gerçek kimliğini hiçbir zaman öğrenemedim. Eşyalarının fotoğrafının çekilmesine izin verse de ne kendinin ne de birlikte fotoğrafımızın çekilmesini istemedi.

Kısa cümleler ile konuşuyor ve olabildiğince az anlatıp hemen susuyordu.

Bir keresinde Türkçeyi unutmaya başlamışsın zor konuşuyorsun diye takılmış “Unutmak istiyorum ama düşünceler bırakmıyor.” diye yanıt vermişti.

Yine köpeği Yusuf ile ilgilenip konuşmaya çalıştığım bir sabah Sanchez’e dönüp “Yusuf’un ne kadar derin ve anlamlı bakışları var böyle? Konuşabilse ne anlatırdı acaba?” diye sordum.

Sigarasından derin bir nefes çekip uzaklara, çok uzaklara baktı. Ağzının kenarında alaycı acı bir gülüş belirdi.

Sonra dişlerinin arasından kısık bir sesle “İnsanlar bakışlarını birbirine bakmak için kullanırken hayvanlar öteyi gören gözlerle hep ileriye bakar. Daracık bir gerçekliğe sıkışıp kaldığımız için onlar gibi ötesini göremeyiz der şair Rilke” dedi.

Olduğum yerde donmuş kalmıştım. Şaşkınlığımı atıp “İyi de neden böyle?” diye üsteleyince “Çünkü önümüz sonlu olduğumuz bilgisiyle kapalı. Ölümün bizi bekliyor olduğu bilgisi yüzünden öteye bakamıyoruz diyor yine Rilke” diye sürdürdü sözlerini.

Elimi Yusuf’un tüylü sırtında gezdirip bir kez daha gözlerinin içine baktım. O ise az ötede süs köpeğini gezdiren hanım efendiye bakıyordu. Hanımefendi Yusuf’u fark edince köpeğini kucağına aldı. Yusuf ise kulaklarını yatırıp tekrar olduğu yerde hareketsizce uzandı.

Sanchez’in o gün söylediklerini not alıp araştırdığımda gerçekten de şair Rilke’nin Duino ağıtları isimli eserinde söylediklerine benzer bir anlatımın varlığını gördüm.

Hemen ertesi gün yine yanına gidip konuşturmaya çalışsam da başarılı olamadım.

Ancak o derme çatma eşyaların arasında bulduğum bahçe saksılarını süslemek için üretilmiş paslı metal kedi figürünü satın alıp, ücretini öderken “Rilke’nin anısına” dedim.

Yine hiç tepki vermedi.

Bir sonraki yıl yanına uğradığımda aynı yerde köpeği Yusuf ile birlikte bulduğuma sevinmiş, Yusuf beni tanıyıp tepki verse de Sanchez yine hiç tepki vermemişti.

Pazar yerini dolaştıktan sonra seyyar satıcıdan iki kahve alıp yanına gittiğimde bu kez kahvelerimizi yudumlarken kendinden söz ettirmeyi başardım.

Meğer peşine taktıkları istihbarat personeli olabileceğimden şüphe edip özellikle konuşmaktan kaçınırmış.

Zaman içinde zararsız olduğuma nasıl karar verdiğini sordum yanıt vermeyip köpeği Yusuf’u işaret etmekle yetindi.

Bu arada Yusuf ismi geçmese de kafasını kaldırıp önce bana sonra o çok uzaklara bakan bakışlarıyla Sanchez’e baktı. Sonra tekrar miskince uyumaya devam etti.

12 Mart döneminde işkence görmüş 12 Eylül askeri darbesi sonrası ise kaçak yollarla ülke dışına kaçanlardandı. Tutunmaya çalıştığı ve pek anlatmak istemediği biraz da karanlık bir dönemden sonra yasal yollardan Alman vatandaşı olmayı başarmıştı.

Çalıştığı işlerde kalıcı olamayıp işsizlik maaşı ve bit pazarı satışları ile geçinme şeklinde yalnız ve içe dönük bir hayatı seçmişti.

Israrla anlatmasını istememe karşın “Anlatacak pek bir şey yok. Olabildiğince basit ve sakil bir hayat bu yaşadığım” demişti.

Araya pandemi yıllarının girmesiyle uzun süre Münih ve o bit pazarından uzak kaldım.

4 Yıl aradan sonra Münih’e ve o bit pazarına ulaştığımda Sanchez’i yine aynı yerde bu kez daha az eski eşya içeren muşambasının başında taburesine oturmuş halde buldum.

Yusuf ortalıkta görünmüyordu.

Yaklaşıp selam verdim ve “Yusuf… Yusuf yok mu?” diye sordum.

Kafasını ağır ağır kaldırıp yüzüme baktı. Tanıdığını anladım. Ancak yüzü düştü ve ağzının kenarında o acı gülüş tekrar belirdi. “Ben onu değil o beni seçmişti. Sıranın bana gelmesini bekliyorum.” dedi.

Ne diyeceğimi bilemeden öylece kalakalmıştım. “O hepimizden yaşlıydı” gibi bir şeyler saçmaladığımı hatırlıyorum. Parmağını ağzına götürüp susmamı istedi.

Kadim bir dostu yitirmiş gibi içime sıkıntı çökmüştü.

Arkama bile bakmadan hızlıca bit pazarını terk ettim.

O gece Yusuf isimli köpek rüyama bile girdi. Tatsız bir rüya idi. Detaylarını hatırlamıyorum.

Ertesi gün Sanchez’in ne kadar yalnız kaldığını ve acı çekmekte olduğunu düşündüm.

Sabah erkenden tekrar bit pazarına yöneldim.

Kapalı ve soğuk kış günlerinin yeterince aydınlanmamış gri ve kasvet yüklü sabah saatleriydi.

Kimse sergilediği eşyalar için sesini yükseltmiyor alıcı ve satıcı arasındaki konuşmalar bile kısık sesle gerçekleşiyordu.

Tezgâhın başına geldiğimi gören bizimki hangi eşyaya takıldığımı sordu. Elimle karakalem ile çizilmiş yan yana duran üç resmi gösterdim.

Bir şey söylemedi.

Seyyar satıcıdan yine iki kahve alıp yanına gittim. Bu kez benim için de bir tabure çıkardı. Kâğıttan kahve bardaklarımızı “Yusuf’a” diyerek tokuşturduk.

İyi görünmüyordu. Üzerinden derin bir yalnızlık akıyordu. Konuşurken hep uzaklara bakıyor, gözü kimseyi görmüyordu.

“Bana biraz bit pazarını anlatır mısın?” diyerek konuşturmaya çalıştım.

Cevap vermeyip hızlıca kahvesini yudumladı. Kahvelerimiz bitirsek de yanından ayrılmadım.

elek-2

Bit pazarı biraz da soğuk ve kapalı hava şartları nedeniyle hayli sakindi.

Yanından ayrılmadığımı görünce muşamba tezgâha uzanıp ahşap un eleğini eline aldı. Diğer eliyle bit pazarını işaret edip “Burası eleğin üstü” dedi.

Soru soran gözlerle biraz da anlamamış gibi baktığımı görünce sözlerini sürdürdü;

- Burası eleğin üstü. Elek kimin, kim sallıyor? Elenenler ne oluyor? Kimse bilmiyor. Ama herkesin kendince bir cevabı var.

- Peki, ya sence?

- Bence burada elek hayat oluyor. Eleği sallayan da zaman sanırım. Eleğin üstünde kalanlara bakıp hayatı anlamaya çalışan şaşkınlar da bizler oluyoruz.

- Anlamadım. Neden şaşkın oluyoruz?

- Gerçeğin ne olduğunu anladığımızı sanıyoruz. Ancak ne yaparsak yapalım gerçeğin kendine ulaşamıyoruz. Hep bir şeyler eksik kalıyor.

Bir kutu içinde duran sararmış ve hayli eski görünen siyah beyaz fotoğraflardan birini çekip eline aldı.

- Bak bu fotoğraf neredeyse seksen yıl öncesine ait gerçek bir yaşanmışlık işaret ediyor. Hepsi toprak olmuş olmalı. Geride bu fotoğraftan başka bir şey kalmayınca gerçek de anlamını yitiriyor. Burada kendi hayalimizde yaşattıklarımıza bakıyoruz.

- O zaman burası, bu pazar yeri neden var? Bu insanları buraya getiren ne? Basit bir hayal veya gerçeklik arayışı mı? Hepsi bu mu?

- Yok o kadar değil. Satıcıların çoğu benim gibi ekmek parası kazanmak için geliyor. Bir de toplayıcılar var. Ne olduğuna bakmaksızın eskinin izlerini barındıran eşyaları toplayıp bekliyorlar. Sattıklarının yerine yenilerini ekleyip beklemeye devam ediyorlar.

- Peki ya alıcılar?

- Gerçek alıcılar eşyalara kendilerince anlam yükleyip hayat biriktirirler.

- Pul biriktirmek gibi mi?

- Yok öyle de değil. Pulda ortak bir anlam vardır. Konu ve tarih belirlenmiştir. Burada ise eşyalardan geriye kalan gerçeklik kişiden kişiye değişiyor. Yüklenilen anlam alıcı ve satıcı için bile farklı olabiliyor.

- İyi de o zaman burada, bu pazarda ortak olan ne?

- Bence hisler, duygular. O ortak duyguyu kovalıyor, insanlar. Kullanılmış bir çift bebek ayakkabısı bile herkes için farklı anlam taşıyabilir. Anlamlar ayrı olsa da bıraktığı duygu ortak.

- Yani?

- Yani gereksinimlerin yanı sıra duyguların da paylaşıldığı yerlerdir, bit pazarları. Lakin duygusal görünmek yaşadığımız çağda nedense zayıflık kabul ediliyor. O nedenle gizlemek zorunda kalıyor, insanlar. Kimi eskiyen eşyasını yenileme, kimi ise öylesine bakındığı açıklamasına sığınıyor.

- Öylesine bakınanlar çoğunlukta sanki.

- Bakma sen öyle akıllı görünenlere, herkesin kafası biraz karışıktır. Çoğu kendini arar ancak aradığının ne olduğundan veya bulacağının iyi gelip gelmeyeceğinden de emin değildir. Kendilerini rahatsız eden bir şey olduğunun farkında olarak ürkek ve tedirgin öylece dolaşırlar.

elek-3

Bu sırada tezgâhın başına gelen yaşlıca hanım efendi eline aldığı fincan ve tabağı dikkatlice inceledi. Fiyatını sordu. Kısa bir pazarlıktan sonra anlaştılar. Tabak ve fincanı gazete kağıdına sarıp teslim etti. Aldığı parayı cebine koydu.

Bir süre fincandan boşalan yere bir likör takımı sığdırmakla uğraştı.

Sessizce bekledim.

Bu arada kenarda duran ve en başından beri ilgimi çeken karakalem resimleri inceleyip birkaç fotoğrafını daha çektim.

Tezgâhın başı sakinleyince karakalem resimlerle ilgilendiğimi görüp “O karakalemler 1924 yılından kalma. Yani yüz yıllık” dedi.

Bir kez daha elime alıp arkasına önüne baktım. Gerçekten de üzerlerinde 1924 tarihi okunuyordu.

- Ressam Würzburg şehir sarayının bahçe duvarlarını süsleyen melekleri çizmiş. Şimdi söyle bakalım; hangisi gerçek?

- Sanırım gerçek olan heykeller.

- Emin misin?

- O heykeller aslında hiç olmayan melek veya perileri anlatıyor. Onları çizen de senin düşündüğün gibi heykeli gerçek sanıyor. Eh heykeltraş ve ressam da hayatta olmadığına göre onlar da gerçekliğini yitiriyor.

- Yani?

- Yani aradığın gerçek veya gerçekliğe ulaşılamıyor.

- Peki ya bu elimdeki resimler? Onlar gerçek değil mi?

- Burada bir tek gerçek var. O da resimlerin sende bıraktığı his. Hissettiklerin yüzünden dönüp dolaşıp resimlere bakıyorsun. Aklınla ürettiklerin kafanı karıştırsa da hissettiklerin gerçek ve sana ait.

- Anlamadım. Ortak gerçeklik dedin az önce. O ne oldu?

- Ortak gerçek sana sunulan, öğretilen, kabul ettirilenler ve bence en güvenilmez olandır. Hissettiğin ise senin gerçeğin. Öğretilenler ile yaşar, sosyalleşirsin. Ancak seni bit pazarlarına getiren kendi gerçeğini aramandır. Kimseye anlatamasan bile kendin olmanı sağlar.

- O zaman insanlar bit pazarlarına biraz da kendi olmak için mi?…

- Evet… Kendi olmak kendini bulmak için geliyor. Aklıyla başka nedenler uyduruyor olsa da aradığı biraz da kendisi.

- Peki bulabiliyorlar mı?

- Anlamıyorsun. Amaç bulmak değil. Aramak, sadece kendini aramak. Hiç bitmeyen bir yolculuğa çıkmak. Başkasının işaret ettiğinde değil azıcık bile olsa kendi yolunda yürümek. Yusuf gibi…

- Nereye kadar?

- Gittiği yere kadar. Aklın sonuç arıyor, farkındayım. Başlangıç ve sonucun olmadığına kendini ikna edemiyorsun. O nedenle hisler diyorum.

- İyi ama insanlar buraya eleğin üzerinde kalanları yani sonuçları görmeye geliyor demiştin.

- Yahu şu yaşadığın hayatı amma da abartıyorsun. Zaman, hayat eleğini silkeleyince yukarıda kendini arayan kaç kişi kalacak sanıyorsun? İnsanlar buraya biraz da eleğin üstünde kalan birkaç parça eşyaya tutunup kendi gibi anlam veya duygu arayanlar olduğunu görmeye geliyorlar. Bu durum içerideki yalnızlığa iyi geliyor. Eşya satın alamasalar da senin gibi fotoğrafını çekip saklıyorlar.

- Öyleyse bit pazarları…

- Evet, bit pazarları biraz da kendini yalnız hissedenlerin geçmişte kendi gibi birilerinin yaşamış olduğunu hissettikleri yerler. O yüzden bit pazarlarında kimse kimseyi görmez. Herkes eşyalar üzerinden zaman yolculuğu yapar, yüzünü görmediği insanlarla konuşur. Anlam, duygu, rüya birbirine karışır. Sonra hızla kaybolur.

Tezgâha yaklaşan bej rengi paltolu şapkalı bey efendi eline aldığı eşyayı bir süre inceledi. Sonra yerine bıraktı. Birkaç adım attıktan sonra geri döndü. İzin isteyip fotoğrafını çekti. Fiyatını sormadan sakin adımlarla uzaklaştı.

Gideni işaret edip “Ne oldu şimdi?” diye sordum. Gülümsedi “Meşgule düştü. Eşyanın ruhunu yeterince hissedemedi.” Dedi. Ağzının kenarında o acımsı gülümseyiş tekrar belirdi.

Kafam karışmış olsa da soracaklarım bitmemişti.

- Bir de bir pazarlarına hiç gelmeyen, eskimiş eşyaları pis bulup uzak duranlar var. Sayıları da hayli fazla. Onlar eleğin sallanmasını istemeyenler mi oluyor?

- Biraz daha düşün bulacaksın…

- Zamana direnen, yaşlanmak istemeyen veya hayatında değişiklik olmadan hep aynı güne uyanmayı yeterli görenler mi acaba?

- Anlamaya başlıyorsun. Eleği sallamazsan bir süre daha üstte kalırsın. Ama bu da bir tür kendinden kaçmak, elek üstünde kalabilmek uğruna kendini kandırmak oluyor. Kolaycılık gibi görünse de bence tam bir acizlik.

O sırada irice köpeğinin tasmasını kısa tutarak gezinen ufak tefek bir adam geçti önümüzden. İkimiz de öylece geçip giden köpeğe baktık.

“Köpeğinin adını neden Yusuf koymuştun? Özel bir miydi?” diye sordum. “Sen bana neden Sanchez’i uygun gördüysen işte öyle” diye yanıt verdi.

“Bunca yıldır buradasın. Aradığın ne ise hiç yaklaştığın oldu mu?” diye sordum. Başını önüne eğip cevap vermeden bir süre muşamba üzerinde duran bir çift kırmızı bebek ayakkabısına baktı. Ağzının kenarında yine o hafif alası acı gülümseyiş belirdi.

Sonra kafasını kaldırıp “Bugün pazarın tadı yok daha fazla üşümeden toplanıp gideyim” dedi.

Yerde duran üç beş eşyayı kutulamasına yardım ettim. Muşambayı birlikte katladık.

Kafasını kaldırmadan ve selam vermeden o küçük Pazar arabasına sığdırdığı eşyalarını da alıp ağır adımlarla Pazar yerinden uzaklaşmasını izledim.

O günün akşamı bit pazarlarına meraklı olduğumu bilen kızım “Nasıldı bit pazarı? Bir şeyler bulabildin mi?” diye sordu.

Omuzlarımı silkip gülümsemekle yetindim.

Mehmet Uhri

VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI -13

Perşembe, Şubat 29th, 2024

h1

HALONG’DA NE OLDU?

Halong körfezinde herkes aynı rüyayı gördü. Ancak kimse kimseye anlatamadı.

Hissedilenler için sözcükler yetersiz kaldı.

Ressam Claude Monet’ye ait olduğu iddia edilen “Görmek için, baktığımız şeyin adını unutmak zorundayız.” sözünü hatırlatırcasına bir süreliğine de olsa kültürel donanımımızı kenara bırakıp sanki yeni doğmuş bebeğin yaban algısı ile doğaya baktık.

Hep birlikte anlatılması aktarılması zor rüya gibi bir şey gördük.

O kadar etkileyiciydi ki, uyanmak istemedik.

Gerçi bir gün önce Kızıl ve Ma nehirlerinin arasında benzer jeolojik manzaraları ile doğa harikası büyüleyici Ninh Binh deltasında gezinirken başımıza bir şeyler geleceğini sezmiş sessizce kabullenmiştik.

Ertesi gün ise Vietnam’ın Kuzeyinde Quang Ninh ili sınırları içinde kalan Halong körfezinde Güney Çin denizinin koyu yeşil suları içine serpiştirilmiş yüzlerce adacık arasında gezindik.

Hatta adacıklara kanolar ile yaklaşıp içindeki gizemli mağaralardan birine usulca sokulup “merhaba” bile dedik.

Kireç taşını şekillendiren deniz suyunun sabırla işlediği mağara duvarlarına hayranlıkla baktık.

Bir gün önce Ninh Binh deltasında yaşandığı gibi sanat eserine dönüşmüş coğrafyada “başka” bir doğanın içinden geçtik.

Akşamüzeri güneş ufka yaklaşıp adaların gölgeleri birbirinin üzerine düşmeye başlayınca sanki gözümüzün önündeki tiyatro sahnesinin dekorları sırasıyla aydınlanıp kaybolmaya başladı.

Dahası, güneş batıp ilk perde sona erdiğinde asıl oyun yeni başlıyordu.

Yıldızların soluk ışıkları o adacıkları geceden sıyrılan ürkütücü silüetlere dönüştürüyor kırpışan küçük dalgaların sesleri ile sanki o silüetler nefes alıyordu.

İçinde bulunduğu zamanı, kendini ve dünyayı unutup hep aynı anın içinde kendi başına saatlerce oyuncağı ile oynayan bir çocuk gibi geceye kendimizi teslim ettik.

Çocukluğumuzun hayal dünyasındaki gibi başka türlü bir gerçekliğin içinden geçtik.

O gece körfezin kulaklarımıza fısıldadığı masallar ile oyunun sonunu izleyemeden huzur içinde daldığımız uyku, rüyalara bulandı.

Benzetmemi mazur görün. Rüya başka nasıl anlatılır ki…

Peki ya sonra?

Ertesi gün tüm bunları arkada bırakıp “bilinen” dünyaya geri dönerken kabahatini gizleme çalışan bir çocuk gibi başımızı öne eğip sessizce körfezden uzaklaştık.

Halong’da ne oldu diye sormuştuk. Sözcüklerin izin verdiğince aktarmaya çalışsam da pek çok yaşanmışlık yine dışarıda kaldı.

Halong’da pek çok şey aynı anda oldu.

Rüya gibiydi…

h2

Körfezin ismi alçalan- pike yapan- ejderha anlamına geliyor.

Söylenceye göre Çin’den gelen istilacılara direnmek için yardım isteyen Vietnam güçlerine anne ejderha çocuklarını da alıp havadan saldırır. Tükürüklerinden düşen dev zümrütler ile düşman donanması imha edilir. Saldırı durdurulur.

Savaşın kazanılmasına yardım eden ejderhaların tükürdüğü dev taşlar da sayıları 2000’e yaklaşan üzeri ormanlarla kaplı irili ufaklı kireçtaşı adacıkları oluşturur.

İnsan ve insana benzeyen canlılar sadece 7 Milyon yıldır yeryüzünde iken Halong körfezindeki jeolojik yapıların hikayesi 500 Milyon yıl öncesine kadar uzanıyor.

Kısaca, insanın doğayı anlama ve anlamlandırma arayışı benzer pek çok doğa olayına yakıştırma yollu açıklamalar bulduğu gibi burada da şık bir anlam bulmuş gibi görünüyor.

Gerçi oldukça uzun bir süredir insanlık anlama ve anlamlandırma arayışını bırakıp güç arayışına yönelmiş ve dahası bulduğu güç odaklarının kendine sunduğu anlamlar ile yetiniyor gibi görünüyor.

Hal böyleyken insan Halong körfezi gibi doğanın sadece taş ve su ile yaptığı sanat eseri ile karşılaştığında işler karışıyor.

Gördüklerini anlatmaya dağarcığındaki sözcükler yetmediği gibi doğanın gücü karşısında büyük şaşkınlık yaşıyor.

İnsanın alıştığı o erk veya güç arayışı doğanın yaptıkları karşısında anlamını yitiriyor.

İşte Halong veya benzeri bir coğrafyada kısa süreli de olsa bir zamanlar peşinde koşulan o anlam arayışı hatırlanıyor.

Tarım devrimi ile doğayı kontrolüne almaya başlayan insan kendinde bir kutsallık, tanrısallık olduğu düşüncesine kapılıyor.

Bir arada yaşayan daha büyük topluluklar ve bu toplulukların devamlılığını sağlayan değişmeyen bir “düzen” tesis ediliyor. Düzenin sağlanması için iş bölümü ve “hiyerarşi” gündeme geliyor. Tüm bunlar sağlanınca insanların da bu organizasyondan “güvenlik” beklentisi ortaya çıkıyor. Değişmeyen kalıcı bir güvenlik ve düzen beklentisi karşılığında ise insanlar kendileri için tanımlanmış “görevlere” boyun eğiyorlar.

İşte bu neredeyse hiç değişmeyen kristalize toplumda yaşayanların hayata dair temel arayışları da “anlam” oluyor. Hayatta olmayı ve sürdürmeyi garantiledikten sonra insan içinde olduğu hayatı anlamaya yöneliyor.

Tahmin edileceği üzere pek çok inanç sistemi de hayat, ölüm, ölüm sonrası gibi bu tür anlam arayışları üzerine konumlanıyor.

İçinde bulunduğu topluluğun parçası olup kendine sunulan “hazır” anlamlarla yetinenler çoğunlukta olsa da insanın anlam arayışı devam ediyor.

Ancak artan şehirleşmet ve doğadan uzaklaşma ile bir arada yaşamanın yazılı olmayan kuralları da değişiyor.

Kentler kalabalıklaştıkça devletler de biçim değiştiriyor.

Kalabalık şehirlerde ekmeğin aslanın ağzında olması, rekabete dayalı düzen hayatın hızını artırırken insanın arayış ve algılarını da etkiliyor.

Eskinin değişmeyen devlet düzeninin yerini “gelişim ve ilerleme” alırken, hiyerarşi de yerini içi yeterince doldurulamayan “eşitlik” kavramına bırakıyor. Güvenlik beklentisi ise sınırları belirsiz “özgürlük” arayışına dönüşüyor.

Tanımlanan görevleri yapmak yerine özgürlük kovalayan insanlık binlerce yıllık kölelik düzenini yıkarken eskinin görev kavramı da “haklar” ile yer değiştiriyor.

Birey dünyanın merkezine yerleşiyor.

Doğadan uzaklaştıkça onu yenebileceği veya kontrol altına alabileceği sanrısına kapılan insan ise özünde olduğuna inandığı tanrısal gücü başkalarına karşı da kullanabileceğini fark ediyor.

Sürekli ilerleme peşinde lineer bir zamana yönelen insanın anlam arayışı da hızla “güç” arayışı ile yer değiştiriyor.

Hal böyle olunca inanç sistemleri bile güce göre yeniden yapılanıyor.

Tüm bu değişimi insan aklı gerçekleştiriyor.

Ancak insan sadece akıldan oluşmuyor ve üstelik aklın da bir sınırı var.

İnsanın duygu evreni, sezgiselliği ile bilinç dışında yaşattığı dünyası bu yeni düzende görmezden geliniyor.

Aklını kullanmaya zorlanan birey duygusal yanını gizlemek zorunda bırakılıyor.

Nereye kadar?

İşte Halong körfezi gibi bir coğrafyaya ulaşıldığında işler sarpa sarıyor.

İçine düşülen duygudurum, hep birlikte görünen rüya ve izlenenlerin sözcüklere dökülebilir olmaması gibi bir durumla karşılaşıldığında aklın verdikleri yetmiyor veya işe yaramaz oluyor.

Güneşin batışı sırasında oluşan gölge oyunları yerini gece yıldızların nefes alışıyla dalgalanan körfez sularına bırakıyor.

Doğanın yaptığı ve halen yapmayı sürdürdüğü sanat eserine bakarken aklın ve güç arayışının anlamını yitirdiği bir duygudurumun içinden hep birlikte geçiliyor.

Üstelik öyle bir rüya ki yaşanan; içine çekildiğiniz tekil ve öznel anlam dünyasında kalmak, bırakıp çıkmak istemediğinizi fark ediyorsunuz.

Hani geçici de olsa kendi dünyasında her şeyi unutup oyuncağı ile oynayan o çocuğa dönüşüyorsunuz.

Böyle bakınca Halong körfezi herkesin kendi iç dilini kullanmak zorunda kaldığı kimsenin kimseye dili döndüğünce gördüklerini anlatamadığı doğa elinden çıkma bir Babil kulesine bile benzetilebilir.

Dahası, Halong’da yaşananlar uyku ile uyanıklık arasındaki o dünyadan kopuk gizemli zamanları da hatırlatıyor.

Üstelik yaşananlar için güzel, görkemli, büyüleyici vb. pek çok kavram ile ifade edilmeye çalışılsa da hep bir şeylerin eksik kaldığı hissediliyor.

h3

Halong’da ne oldu diye sormuştuk.

Hep birlikte aynı rüyayı gördük. Ancak birbirimize anlatacak sözcükleri bulamadık.

Orada insanlığın bir zamanlar peşinde koştuğu “anlamı” hatırladık.

Gözlerin güçten kamaştığı, insanların güce odaklandığı bir dünyada asıl olan soruyu, içinde yaşadığımız hayata dair anlamın ne olduğu sorusunu hatırladık.

Gerçi aradığımız anlamı bulmaktan çok uzakta olduğumuzun da farkındaydık.

Yine de kaybettiğimiz veya bize unutturulan o soruyu hatırlamak bile iyi geldi.

Aciz bir parçası olarak doğanın sadece taş ve su ile yaptığı o sanat eserine bakıp “Acaba?” dedik.

Sonra…

Sonra sanki kabahat yapmış gibi suçluluk içinde arkamıza bile bakmadan o çok güvendiğimiz aklımıza ve evcilleştirilmiş algılar dünyasına döndük.

Aklımızda ise unutturulmaya çalışılan o soru kaldı.

Halong körfezinde ne oldu?

Halong körfezinde içinde bulunduğumuz hayata dair bir “anlam” aradığımızı hatırladık.

Eh buna da şükür…

Mehmet Uhri

VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI -10

Çarşamba, Şubat 7th, 2024

sk1

SARI KOZANIN İÇİNDEN

Orta Vietnam’ın yaşanmışlıklar ile yüklü Hoi An şehri kültürel zenginliğinin yanı sıra tuttuğu ayna ile kafasında deli sorularla dolaşan gezginlere “içerideki” önemli bulmaca için kilidi meçhul bir anahtar uzatıyor olabilir.

Waldo Rudolph Tobler’ in Coğrafyanın Temel Yasası olarak kaleme aldığı “Her şey diğer her şeyle ilgilidir, ama yakın şeyler uzak şeylerden daha fazla ilişkilidir” sözünü anımsatan Hoi An kentindeydik.

2000 yıllık tarihi, coğrafi konumu ve iç liman olma özelliği nedeniyle 7. Yüzyıldan 10. Yüzyıla kadar Java Endonezya kökenli Champa halkının kurduğu önemli bir liman kenti olan Hoi An şehri kara yollarının kesişim noktası olması nedeniyle de baharat ve ipek yolunun başlangıç noktalarından biri olarak biliniyor.

Şehir 15. Yüzyılda Batıda başlayan coğrafi keşifler ile özellikle Portekizli denizcilerin saldırılarından etkileniyor.

Kent 16. Yüzyılda yaşanan savaşlar sırasında Çin, Japon, Vietnam arasında el değiştiriyor.

O yıllara kadar Faifo olan şehrin ismi yapılan barış anlaşması ile barışçıl buluşma yeri anlamına gelen “Hoi An” şeklinde değiştiriliyor.

Hoi an bir tür serbest bölge ve ticaret limanı olarak parlıyor.

17. Yüzyılda Çin iç savaşında Güneyli Ming hanedanının yenilmesiyle ülkelerinden kaçan Çinli tüccarların yerleşmesi sayesinde büyük bir zenginliğe ulaşıyor.

Ancak delta ağzında kurulan her iç limanın başına gelen makus kaderden kurtulamıyor.

Alüvyonlar yüzünden giderek sığlaşan liman ticari önemini yitiriyor.

19. yüzyılda gelen Fransız sömürgecilerin De Nang şehrine kurduğu yeni liman ile de Hoi An şehri terk ediliyor.

200 yıla yakın ölü bir dönemden sonra Tobler’in yazının başındaki sözünü anımsatırcasına 1990’larda çok uzaklardan Polonya’dan gelen bir mimar ve konservatör Kazimierz Kwiatkowski önderliğinde şehir bu kez turizme yönelik makyajlanıyor ve ayağa kaldırılıyor.

1999 yılında Unesco dünya kültür mirası listesine alınıyor.

Günümüzde ise turistik anlamda önemli uğrak noktalarından biri olan Hoi An şehri rutubet izleri ile dolu binaları ile eski yaşanmışlıkların yükünü yansıtıyor.

Binalar kadar insanları da “eski” görünüyor.

Şehir zamanında kozasını oluşturup dünya ticaretine açılarak tırtıldan özgür bir kelebeğe dönebilmeyi başarmış görünüyor.

Tüm bu kuru bilgilere ve turistik makyaja karşın günümüzün Hoi An şehri gezginlere sessizce de olsa hayata dair “başka” bir şeyler de anlatıyor.

Orta Vietnam’ın Hoi An şehrinde ipek üretim atölyelerinden birindeydik.

Bir yanda kozalardan ayrıştırılan ipekler işlenip dokumalık iplik haline geliyor ve dokunuyor diğer yanda üretilen ipek kumaşlar kesilip dikiliyor, süslenip amaca uygun hale getiriliyordu.

Hoi An şehrindeki ipek üretim atölyesinin karınca kolonisini andıran kalabalık çalışma ortamında insanların da ipek böceklerinden farksız biçimde kafalarını kaldırmadan çalışmakta olduğu dikkat çekiyor.

Üstelik, kozanın tamamlanmasına yakın kaynar kazana atılarak hayatları sonlandırılan ve kelebeğe dönüşmelerine fırsat verilmeyen tırtılları andırırcasına atölye çalışanları da günü geldiğinde özgür olamıyor kelebeğe dönüşmenin hayali ile o küçük havasız atölyelerde ömür tüketiyorlar.

Kelebeğe dönüşüp özgür olma umudu ise pek çoğumuzun yaptığı gibi ya emeklilik hayaline ya da başka bir yaşam formu olarak gelineceği düşünülen öte dünyaya bırakılıyor.

Peki ya ipek?

Yumurtalarından çıkan ipek böcekleri dut ağacı yaprakları ile beslenip bir bebek gibi yetiştiriliyor. Gereken olgunluğa ulaştığında da salyasını kullanarak verilen görevi yapması, kozasını örmesi bekleniyor.

Böceğin salyası ipek oluyor ve kozasını örüp kendini içine hapsediyor.

Günü geldiğinde tırtılın kelebeğe dönüşüp kozasını yırtıp 3-5 gün de olsa özgür bir kelebek olarak yaşaması ve sonrasında yumurtalarını bırakıp ölmesi gerekiyor ama insan devreye girince süreç böyle olmuyor.

İnsan ne tırtılı ne de kelebeği umursuyor.

Onun için sadece tırtılın salyası yani ipek önemli.

Tırtılın günlerce örüp içine girdiği kozalar haşlanıp üzerindeki ipek ayrıştırılıyor. Sarı veya beyaz renkteki kozalar içlerindeki ölü tırtıllar ile birlikte imha ediliyor.

Kozalardan ayrıştırılan ipek elyaf çeşitli işlemlerden sonra önce iplik haline getiriliyor. Sonra da amaca uygun boyanıp dokunuyor.

Koskoca bir ipek yolu, işte bu ipek işçiliği ile üretilmiş dokuma ve kumaşlar sayesinde tarih sahnesinde yerini alıyor.

img_6317

Peki ya o ipeğin işlendiği kozayı andıran atölyelerde çalışan ipek işçileri?

Onlar da tırtıl olarak kalan ipek böcekleri gibi sadece yaptıkları iş, işlev olarak tanımlanıp özne dahi olamadan sahneden çekiliyorlar.

Çalışanların çoğu ipek böcekleri gibi üretim sürecinin içinde sadece bir işlev veya akış olarak görünüp hızlıca kayboluyorlar.

Son ürün uğruna, koskoca bir süreç ve o üretim sürecinde rol alanların esamesi okunmuyor.

Gözlerimizi kaçırmayıp büyük resme baktığımızda ise rutine dönüşmüş profesyonel iş hayatlarının da ipek böceğinin başına gelenlerden çok farklı olmadığı görülüyor.

Sonuca odaklanma yüzünden süreci göremeyenlerin dünyasında yaşıyoruz.

Ne iş yapar? Ne üretir? Kimlerdendir? Sorularına yanıt aramakla geçen hayat ve sonunda kelebek olup özgürleşme hayaliyle kendini hapsettiği kozadan çıkamadan geçip giden koca bir ömür.

Hoi An şehrindeki ipek atölyelerinin ziyaretçilere doğrulttuğu o acımasız aynadan söz ediyorum.

sk4

Öyle bir çalışma ortamı ki; eksildiğinizde hiçbir şeyin değişmediği, yerinize gelenin sizden çok da farklı olmadığı görülüyor olmasına rağmen özne veya nesne olmayı bırakıp verilen göreve boyun eğen çalışanlar.

Senaryoda mantık hataları dikkat çekse de kimsenin umursamadığı hatta aynı oyunun hep aynı biçimde sahnelendiği kocaman bir tarih anlatısı.

Gel de Nazi toplama kamplarının kapılarında yazan:

“Arbeit macht frei -çalışmak özgürleştirir“ mesajındaki ironiyi hatırlama.

İpek böcekleri gibi tırtıldan kelebeğe dönebileceği, özgürlüğe kanat çırpabileceği hayaliyle deli gibi verilen görevleri yapanlara Hoi An şehrinde veya bölgenin herhangi bir yerindeki ipek böceği atölyeleri ne çok şey anlatıyor?

sk3

Çalışarak kendi kazancımızla satın alıp içine hapsolduğumuzu bile fark edemediğimiz evlerin kozaya ne kadar çok benzediği ve ruhların bile özgür olamayacağı bir dünyada birbirimizle uğraşmaktan içinde olduğumuz evcilleştirilmiş algılar hapishanesini görmeden, hatta görmek dahi istemeden geçip gidiyor olduğumuz gerçeği…

Benzer bir durum inci üretim çiftliklerinde de yaşanıyor.

İçlerine konulan yabancı maddeyle savaşan, hayatta kalma uğruna zamanını ve enerjisini yabancı cismi zararsız kılacak biçimde sarıp sarmalayıp inci üretmeye harcayan ve tüm bunları ömür sanan istiridyeler, sabahları erken kalkıp işe gitmek zorunda olan modern şehir insanlarına benzemiyor mu?

Vietnam, Kamboçya, Laos gezginlerinin ellerine aldıkları ipek ürüne veya inciye bakıp gözleri kamaşsa da üretim süreçlerini gördüklerinde işin rengi değişiyor.

İnsan eliyle araçsallaştırılan istiridyeler ve ipek böcekleri bir yerlerde vahim hata yapılmakta olduğu hissinde olan kafası karışıklara “ayna” işlevi görüyor.

Kendi ördüğü kozasında kelebek olma hayaliyle yeterince olgunlaşamadan hayattan koparılan ipek böceklerine bakıp tırtıldan özgür bir kelebeğe yürüdüğünü zanneden biz gezginlerin kafa karışıklığı da cabası.

Böyle bakınca gidilen coğrafyalara kozasını da götüren tırtıllara benziyor olabileceğimizi, özgür bir kelebeğe yürüyebilmenin önce o güvenlik ve konfor alanından çıkmayı gerektirdiğini görüp ürküyorum.

Uzaklara, çok uzaklara ulaşmış olsa da özgürlüğü düşleyen gezgin bir koza olarak kalmakla yetiniyor olabileceğim kuşkusu kafamı kemiriyor.

Her neyse…

Orta Vietnam’ın yaşanmışlıklar ile yüklü Hoi An şehri kültürel zenginliğinin yanı sıra tuttuğu ayna ile kafasında deli sorularla dolaşan gezginlere “içerideki” önemli bulmaca için kilidi meçhul bir anahtar uzatıyor gibi görünüyor.

Gerisi gezginin bileceği iş…

Mehmet Uhri

VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI -9

Cumartesi, Şubat 3rd, 2024

bdm1

“BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN”

Vietnam Kamboçya Laos coğrafyasına yolculuk edene kadar bölge ve insanları hakkında bilgi sahibi değildim.

Gezi sonrası araştırdığım kaynakların sınırlılığı da sanki bir şeylerin üzerinin örtülmeye çalışıldığını hissettiriyordu.

Açıkçası Tonle Sab gölü ve çevresindeki gibi felaket bölgesini andıran üstelik normalize olmuş yaşam biçimini hayal dahi edemezdim.

En sığ haliyle Van gölü boyutlarında devasa yer kaplayan ve yağışlı sıcak mevsimde kapladığı alan üç katına çıkan Tonle Sab gölü ve o göl üzerinde yaşayan insanlardan söz ediyorum.

Başka bir dünyanın mümkün olabileceğini işaret ediyorlar.

Ne Çin veya Hint ülkesinde yaşayanlar gibi köklerine, gelenek ve değerlerine tutunup geçmişte yaşıyorlar ne de Kamboçya ve çevre ülke insanları gibi hayal ettikleri geleceğe kök salıp geleceğe doğru ilerliyorlar.

Dillerini bilmedikleri yabancı coğrafyada büyük bir su kütlesinin üzerinde doğaya ve birbirlerine tutunarak içinde bulundukları anı yaşıyorlar.

bdm2

Güneydoğu Asya’nın fakir ülkelerinden Kamboçya’nın Siem Reap şehri yakınlarında Tonle Sab (büyük göl) gölüne ve bu göl üzerindeki yüzer köylerden biri olan ’a uğradığımızda bambaşka bir hayat ile karşılaşmıştık.

Göl, bölgeye hayat veren Mekong ırmağı ile bağlantılı dev bir habitat oluşturuyor.

Su seviyesinin azaldığı kış aylarında Tonle Sab gölü Mekong ırmağı tarafından beslenirken muson mevsiminde artan su hacmi bu kez ters akarak Mekong ırmağı üzerinden okyanusla buluşuyor.

Yaşanan su hareketleri yılda birkaç kez pirinç üretimi yapılmasına olanak sağlayan tarımsal zenginlik yarattığı gibi su kütlesinin barındırdığı canlılık da balıkçılığa olanak sağlıyor.

Tüm bu kuru bilgilere rağmen birkaç saat kalındığında bile her yerin, ormanların bile suyla kaplı olduğu göl üzerinde insan garip bir sıkıntı hissine kapılıyor.

İki adım atacak yerleri bile olmayan su hareketleri ile uyumlu olarak sürekli yer değiştiren köylerde yürümeyi unutmuş bölge insanları için hayatın normal halinin doğaya teslim olup günü yaşamak biçiminde olduğu görülüyor.

Göl insanları için hayat, doğa ile mücadele veya doğayı dönüştürüp kendine uydurma çabası yerine tümüyle o doğanın dinamiklerine uyumlu olmayı gerektiriyor.

Hayli fakir olsalar da insanlar, doğaya uyum, saygı ve kabullenme ile o felaket bölgesini andıran daralıp genişleyen göl ve çevresinde olağan bir hayat sürüyorlar.

Bizler gibi doğadan uzak kent insanlarının o göl üzerinde ve çevresinde yaşayan üç milyona yakın insanı anlaması ise hiç kolay değil.

Öncelikle o insanlar kim ve neden orada yaşıyorlar sorularına yanıt verelim.

1975 yılında ABD yenilip Vietnam’dan çekildikten sonra Kamboçya Pol Pot önderliğinde 3 yıl 8 ay süren Kızıl Kmer’lerin yönetimine geçiyor. Bu yönetim okulları, üniversiteleri kapatıp okumuş insanlar başta olmak üzere meslek sahipleri ve teknik elemanları öldürerek işe başlıyor.

Tarımsal üretime katılmak dışında kimsenin meslek sahibi olması gerekmediğine karar veriliyor. 3 yıl 8 ay süren ve yaklaşık iki milyon Kamboçyalının devlet eliyle öldürüldüğü Pol Pot yönetimi 1979 yılında Birleşmiş Milletleri de desteği ile Vietnam silahlı güçlerinin ülkeyi işgaliyle son buluyor.

Pol Pot rejimi devrilip Kamboçya’da yönetim el değiştirince Vietnam ordusu ülkesine geri dönüyor.

İşte bu aşamada savaş yorgunu ve fakir Vietnam askerlerinin bir kısmı ülkelerine dönmek yerine üniformalarını çıkarıp Kamboçya’da kalmayı seçiyorlar.

Ülkelerinde ABD ile yaşanan savaşın bıraktığı fakirliğe dönmektense balıkçılığı iyi bilen Vietnamlılar toprak vergisi vermemek için çok daha zor olsa da Tonle Sab gölü üzerinde sallarda yaşamaya başlıyorlar.

Ailelerini de yanlarına alıp dillerini bilmedikleri coğrafyada su üzerinde yaşamayı seçiyor, birbirlerine tutunuyorlar.

Sallarda başlayan yaşam yüzen kulübelere ve günümüzde yüzen okul, market, karakol hatta kiliselere kadar evriliyor.

Mevsimsel olarak genişleyip daralan göl ile birlikte hareket eden ve gölün sunduklarıyla yetinen sayıları sekseni aşan yüzer köyler oluşturuyorlar.

Kendi dil ve kültürlerinden vaz geçmeyen Vietnamlı göçmenler görece daha fakir de olsalar gölün doğasına uyum gösterip ülkenin okuma yazma oranı en düşük insanları olarak gözlerden uzak su üzerinde yaşıyorlar.

İyi de birkaç adım bile yürüyecek yerleri olmayan insanlar neden burada yaşıyor?

Neden daha kolay bir yaşam alanı aramıyorlar?

Dahası Chong Khneas ve benzeri yüzer köylerde yaşayan bu insanların varlığı bize ne anlatıyor?

Göründüğü kadarıyla aç olmasalar da hayli fakirler.

Birikim yapmaya, zengin olmaya çalışmıyor mal varlıkları olsun da istemiyor doğadan aldıkları ile yaptıkları o derme çatma yüzer kulübelerde hayata tutunmayı yeterli görüyorlar.

Dahası geleceğe dair umut ve beklentileri de bizimkiler gibi paraya pek bağlı görünmüyor.

bdm3

Orada yaşayanlar doğa ile kavga etmek yerine doğaya tutunup birlikte uyum içinde olunabileceğini gösteriyorlar.

O yüzer köylerde yaşayanlar için geçmiş yok. Ülkelerini geride bırakmışlar.

Gelecek ise suyun hareketleri ile sınırlı.

İşte bu yüzden içinde bulundukları anı, kısaca bugünü olanca gerçekliği ile yaşıyorlar.

Biz gezginler de o göl ve insanlarını maalesef “sirk hayvanı” gibi seyredip halimize şükrediyoruz.

Böyle bakınca sefaletin bir boyutu da algı fakiri biz gezginlerde yaşanıyor diye düşünmeden edemiyorum.

Kültürel olarak kendimizi gelişkin, üstün görme eğilimimiz yüzünden orada yaşayan insanlara, en azından yüzer okulda eğitim gören o çocuklara yardımda bulunsak mı diye düşünmeden edemiyoruz.

Ama orası bir felaket bölgesi değil ve insanlar yardım da talep etmiyor.

Hayatı olanca doğallığı ile sürdürüyorlar.

Suyun üzerinde en mütevazı halleriyle günü yaşayan insanlara vicdanımızın sesini dinleyerek yardım etmeyi düşünen “kibirli modernler” olarak o insanları “başka” bir yaşam biçimine yönlendirmeye hakkımız olup olmadığını bile sorgulamıyoruz.

Tonle Sab gölünün yüzer köylerinde yaşayan o çalışkan insanlar kafamızdaki tembel, uyuşuk, hedonist Doğulu imajı ile de örtüşmüyor.

Fakirlik üzerlerinden akıyor olsa da aç değiller, açık değiller.

Yine de içimizdeki kibirli modern onları “geri kalmış” olarak etiketlemeden duramıyor.

Halbuki, hiç de geri kalmış değiller.

Hatta olanca doğallığıyla anı yaşıyorlar.

Korkularıyla cebelleşen vicdan sahibi biz kentli modernlerle kıyaslandığında hayatı içselleştirme yönünden daha ileride oldukları bile söylenebilir.

O insanlar da ne yapmışlarsa akıllarıyla yapmışlar.

Üstelik bizim o alışkın olduğumuz fazlasıyla bencil ve faydacı akılla da değil.

Birbirlerine tutunarak yapmışlar.

Doğa ile mücadele yerine ona uyum göstererek yaşanabileceğini yine akıllarıyla bulmuşlar.

Demek ki oluyormuş…

Tonle Sab gölünün sürekli hareket eden devasa su kütlesi üzerinde yerleşim yerleri kurup doğa ile uyumlu yaşamayı başarmış olmalarını bizler gibi hazıra ve kolaya alışkın, korku ve kaygılarıyla yoğrulmuş, vicdanları ile övünen kent insanlarının anlaması hiç kolay değil.

Shakespeare Hamlet ’in ağzından “Vicdan sahibi olmak bizi korkak yapıyor” derken sanırım tam da buna dokunuyordu.

Tonle Sab gölünde birkaç saat kalmakla hissettiğimiz iç sıkıntısını oradaki insanların yüzünde görmüyor oluşumuz bile algısal farklılığın boyutunu açıkça gösteriyor.

Her neyse…

Gölün yüzer köylerinde yaşayan insanlar, faydacı ve bencil aklıyla doğaya hükmetmeye çalışan geçmişin hatıraları ve gelecek hayalleri içinde bugünü ıskalayan modern kent insanlarına hayatın başka türlü de yaşanabileceğini düşündürtüyor.

Çok uzaklardan bölgeye gelen ve içine doğduğu kültür, değer ve öğretileri sorgulamaktan çekinmeyen kafası karışık gezginler için ise o göl üzerindeki yüzer köylerde geçirilecek birkaç saat başka bir dünyanın mümkün olabileceğini işaret ediyor.

Umut işte…

Mehmet Uhri

VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI -8

Salı, Ocak 30th, 2024

tutsu-1

TÜTSÜ

“Bakma öyle saf saf. Yabancı değiliz. Yaklaş ve dinle hele…” sözleri ile başladı sohbetimiz.

Orta Vietnam’ın Hue kenti yakınlarındaki tütsü atölyeleri ile ünlü Thuy Xuan köyündeydik. Tütsü çubuklarının imal edilip bir yandan da sergi ve satışının yapıldığı atölye hayli kalabalıktı.

Ortamda yanmakta olan farklı türde tütsülerden gelen ağır sayılabilecek koku hissediliyordu.

Ortamın kalabalığından ve kokulardan biraz olsun uzaklaşmak için atölye içinde sakin, havadar bir yer ararken kendimi yeni imal edilmiş tütsü çubukları öbeği ile muhabbet ederken buldum.

Bölge coğrafyasında tapınak veya kutsal mekanlara girenleri uzaktan kokuları ile karşılayıp eşlik eden o renk renk tütsü çubuklarının geveze oldukları kadar bilge olduklarını da söyleyebilirim.

Thuy Xuan köyü hayli yorucu bir günün son ziyaret yeriydi.

Tütsü atölyesinin görece sakin bir köşesinde çiçek tarlasını andırırcasına yığılmış kullanılmaya hazır tütsü çubuklarının kenarında bulduğum boş tabureye ilişmiş sessizce çevreme bakınıyordum.

Tütsülerin “Bakma öyle saf saf, yabancı değiliz.” sözleri ile önce bir irkildim.

İlk şaşkınlığımı atlattıktan sonra sesin geldiği tütsü çubuğu yığınına yönelip “Bana mı seslendiniz?” diye sordum. Hepsi birden konuşunca tütsülerden uğultulu bir ses yükseldi. Anlamadığımı görünce kırmızı tütsü grubunun arasından “Evet, evet sana sesleniyoruz. Yaklaş hele. Anlatacaklarımız var.” Diyen sesi işittim.

Oturduğum tabure ile birlikte tütsü çubuklarına doğru yaklaştım. Her ne kadar rengarenk görünüşleriyle göz kamaştırıyor olsalar da tütsü çubuklarının “Yabancı değiliz.” sözleri kafamı karıştırmıştı.

- Anlamadım. Nasıl yabancı değilsiniz? Sizleri ilk kez görüyorum. Geldiğim, yaşadığım coğrafyada tütsü kullanıldığına da çok az yerde şahit oldum.

- Pek çoğunun yaptığı gibi bizleri yanıp havaya karışan kokulu duman olarak gördüğün için anlayamaman normal. Hatta gereksiz bile buluyorsundur.

- O zaman siz anlatın. Nesiniz siz? Tütsü olmak nasıl bir şey? Dahası, tütsüye neden gereksinim duyuluyor?

Bu sorum üzerine kısa süren bir sessizlik oldu.

Yığının ortalarındaki turuncu sarı tütsü çubuğunun konuşmasını beklediklerini sözünü ettiğim sarı çubuk dile gelince anladım;

- Tütsüler de insanlar gibi göründüğünden çok daha fazlasıdır. İnsanın özündeki ruha benzer. Yanar biter, hayata karışır. Hepsi bir ömür olur. Yani sizin oralardan nasıl görünür bilemeyiz ama buralarda insanların hayatları çokça tütsüye benzer. İçin için yanar, koku olur, duman olur yaşadığı ortama karışır ve kaybolur. İnsanlar da bu benzerliğin farkındadır. Üstelik bu durum onları hiç rahatsız etmez.

Açıkçası kafam karışmıştı. Ortamdaki tütsü kokusunun da kafamın bulutlanmasında etkisi olabileceğini düşünüyordum.

Yine de anlatılanlar ilgimi çekmişti.

tutsu-2

Yanlarında kalıp sohbetin devamını beklediğimi görünce yeşil renkli tütsü öbeği birbirinden farklı ağaç kabuklarının öğütülüp uçucu yağlarla hamur haline getirildiğini, elde edilen tütsü hamurunun genellikle bambu veya benzeri yanıcı bir ahşap parçasının üzerine kaplanıp kurutulduğunu anlattı.

Tütsü çubukları susunca bu kez ben salağa yatıp konuşturmaya çabaladım. “İyi de tütsünün insan ile olan benzerliğini yine de anlayabilmiş değilim. Sonuçta tütsü insan eliyle üretilen ve ortama karışan biraz duman bolca koku değil mi?” diye üsteledim.

Tütsü yığınından yine homurtu gibi sesler yükseldi. Sonra o turuncu sarı renkli olanı “Tam da öyle…” diyerek söze girdi.

- Tam da öyle… Dediğin gibi bizler görünen ötesindeyiz, görünmeyenleriz. Bu haliyle insanın ruhu gibi uçucu kaçıcıyız. Yanar biter ortama karışır ve yok oluruz. İnsan da öyle değil mi?

- İyi de insan niye yansın?

- Senin gibi anlamamakta ısrar edenlerle karşılaşınca boşa konuşuyoruz diye düşündüğümüz çok oluyor. Yahu, insan da tütsü misali ruhunu yüklenir koca bir ömrü yanarcasına tüketir. Giderken ruhunu dünyaya katar ve eksilerek yok olur.

- Nasıl? Herkes mi?

- Yok herkes değil elbet. Yüklenilen hayata bakar. Boşa yanan olduğu gibi dolu yanan da vardır. Onlar hep hatırlanır. Gerçi, ruhunu yüklendikten sonra yanmaya direnip çalı çırpı olarak kalmak isteyen, kafası karışıklar da az değildir. Onlar içlerini dökmedikleri, ortama bulaşamadıkları için ne olduğunu bilmedikleri bir eksikliğin huzursuzluğu içinde yaşarlar. Çevrelerini de rahatsız ederler. Sorunun kendilerinde olduğunu kabul etmeye de yanaşmazlar.

- Yani?

- Yani özünde insan da bizler gibi tütsü çubuğuna benzer. Hayatı üzerine bulayıp ruhunu dünyaya açanlar olduğu kadar hayatın üzerine bulanmasına tütsüye dönüşmesine direnenler de vardır. Onlar yaşadıklarını sansalar da uzaktan baktığında kuru bir çalı parçasından farksızdır.

- Peki ya hayatı üzerine bulayıp tütsüye dönüşenler? İlle de yanmaları mı gerekiyor?

- Hayatı üzerine bulayıp tütsü çubuğuna dönüşmek, ruhunu bulan bir çalı parçası olmak yetmez. Bir ucundan da tutuşman gerekir. Yanacak ufalanacaksın ki sana emanet edilen o ruhu aldığın yere teslim edesin.

- Yanıp yok olmak bu kadar mı önemli?

- Önemli elbet. Bölge insanı ruhunun emanet olduğunu, her ömrün de tutuşturulmuş tütsüye benzediğini bilir. Onlar için yanarak eksilerek yaşanan bir hayattır, ömür. Üzerine yüklenen ne varsa yanarken ortama katar varlığını geçici de olsa diğerlerine hissettirirsin. Biraz duman bolca koku olur başka ruhlara dokunursun. Vadesi geldiğinde de emaneti teslim eder geçer gidersin.

- Peki ya sonra?

- Sonrası hep aynı. Her tütsü gibi geriye ortama bıraktığın uçucu geçici koku kalır. O da bir süre sonra yok olur. Yani anlayacağın kabul etsen de etmesen de insan fena halde tütsüye benzer.

Bir süre durup tütsü çubuğunun söylediklerini düşündüm. Sonra “O zaman sanatçılar toplumun gerçek tütsüleri mi oluyor?” diye sordum.

tutsu-31

Tütsü yığınından yine bir uğultu yükseldi. “Hepiniz birden konuşunca anlamıyorum” diye biraz sesimi yükselttim. Orta öbekteki turuncu sarı tütsü çubuğu “Başlangıçta pek umut vermemiştin. Biraz da olsa anlamaya başladığını görünce arkadaşlar heyecanlandı.” Diye araya girdi.

Ortamın sessizleşmesini bekleyip yine olanca bilgeliğiyle konuşmasını sürdürdü;

- O hepinizin üzerine titrediği, biri laf edecek diye korktuğu ömürleriniz var ya? İşte o ömürler özünde hiçten hiçe bir yolculuktan başka bir şey değil. Bedenlerinizle fazlasıyla ilgilenip uğraşmaktan hayatın, üzerinize giydirilmiş uçucu kaçıcı bir şey olduğunu görmüyor veya görmek istemiyorsunuz.

- Öyleyse hayatlarımızdan geriye ne kalacak? Hiç mi?

- Biz tütsüler için hayat, uçan kaçan geçici bir koku az da dumandan ibarettir. Sanırım sizler için de böyle. Hatıralarda kalan birkaç güzel anı, anlatı, yaşanmışlık. Hepsi bu…

- Peki ya zaman? Bu anlattıklarınızda zaman hep aynı zaman mı?

- Hiçlikten başlayıp yine hiçliğe doğru gidilen bir yolda -siz ona ömür diyorsunuz- zaman hiçliğin taşıyıcısıdır. Kimimiz hızlı kimimiz ise yavaş yanar. Hepimiz birbirimizin ama öyle ama böyle için için yanışını izler kendi yanışımıza da pek bakmayız. İnsanlar da böyle yapmıyor mu? Benziyoruz işte…

- Hep mi böyle?

- Eh… Küçük farklılıklar olmuyor değil. Bazılarının yanışı daha belirgindir. Kokusu ve dumanı dikkat çeker. Hatta bir arada yanıp daha güçlü koku ve duman saldıkları da olur. Kiminin ise yanışı içtendir. Yandığını bilirsin sezersin ama göremezsin. Sayıları azdır. Onlardan biriyle karşılaştığında hayatın zenginleşir. Çünkü ruhuna dokunur. O anı yaşar, hissedersin. Kimseye de anlatamazsın.

- Yani?

- Yani ömür dediğin hiçlikten hiçliğe yolculuk olarak fena halde biz tütsülere benzer. Ne olduğunu ve neye bulandığını bilirsen huzur bulur, kendinle kavga etmezsin. Yoksa aradığının ne olduğunu dahi bilmeden oradan oraya savrulur, buralara kadar gelir sersem sepelek biz tütsülerle laflayıp anlam bulmaya çalışırsın. Hadi git artık. Bak seni çağırıyorlar.

Gerçekten de otobüsümüz yola koyulmaya hazırdı. Beni bekliyorlardı.

Bir süre daha orada kalıp Thuy Xuan köyünün bilge tütsüleri ile laflamak istesem de ne onlar konuştu ne de ben daha fazla kalabildim.

Öylece sessizce durup gitmemi beklediler.

Otobüs yola koyulduğunda atölyeden kalan tütsü kokularının üzerimdeki giysilere fena halde sinmiş olduğunu fark ettim.

Üstelik bu kez kokular rahatsız da etmiyordu.

Bir süre sonra kaybolacağını bildiğim o kokuları içime çekip tütsü çubuklarının anlattıklarını hızlıca notlarıma ekledim.

Dedikleri gibi hiçten hiçe yolculuk devam ediyordu.

Mehmet Uhri

VİETNAM, KAMBOÇYA, LAOS NOTLARI-5

Cuma, Ocak 26th, 2024

yuz2

YÜZLEŞME

Vietnam, Kamboçya, Laos’un yer aldığı yarımada tarih boyunca Batıda binlerce yıllık Hint uygarlığı ve Hinduizm, Doğuda ise çok daha eski Çin uygarlığı, Konfüçyanizm ve Taoculuk arasında kalıyor.

Öyle arada kalmış bir coğrafya ki, kaçacak yer yok.

Üstelik iki baskın kültür de toplumsal kast sistemini, köleliği ve görev bilincini dayatıyor.

Kısaca hangi kast sistemi içine doğulmuşsa o kast sistemine boyun eğilip ona uygun yaşanılması bekleniyor.

Vietnam, Kamboçya, Laos ve Tayland ile birlikte bölge coğrafyası ise tüm bu baskın kültürlere rağmen tarih boyunca kendi olmanın ve kendi kalmanın savaşını veriyor.

Bulundukları coğrafyayı terk etmiyor, kültürel dayatma ve asimilasyona da boyun eğmiyorlar.

Zamanında Çin ve Hint uygarlığına nasıl direnç gösterdilerse geçtiğimiz yüzyılda da Fransa, Japonya ve ABD’ne direniyorlar.

Direniyor ve yenilmiyorlar.

Yenilmemeyi ortak bir itirazda buluşup direnişi kitleselleştirerek başarıyorlar.

Dinlere karşı veya dinsiz de değiller.

Konfüçyanizm ve Hinduizm’i bırakıp Budizm gibi kula kulluğu reddeden ve insanı kutsallaştıran yeni bir inanışa tutunuyorlar.

Dahası kendi olabilmenin yolunun birlikte direnmek, birlik olmaktan geçtiğinin de farkındalar.

Üstelik bu direnişi eşitlik veya aynılık gibi dayatmalardan uzak durarak gerçekleştiriyorlar.

Birbiriyle gereksiz hırlaşmak dalaşmak yerine ortak itiraz noktalarına tutunuyor sosyal ortamlarda geçici de olsa sessiz bir denkliği paylaşıyorlar.

O geçici denklik sofralarında görünür hale geliyor.

Bölge coğrafyasında hangi sofraya oturursanız oturun sokak satıcılarında bile sofra paylaşılıyor. Dahası, yemek büyük bir kapta sofranın ortasına bırakılıyor. Yemek de sofra gibi paylaşılıyor.

Servisi kendiniz yapıyor hakkınız kadar almaya özen gösteriyorsunuz.

Yatılı okul yemekhanesinden hallice diyebileceğimiz bu durum onların birlikte yaşama kültürlerinin önemli bir parçası hatta normali gibi duruyor.

Öyle ki, bunu kum havuzunda oyuncaklarını paylaşıp barış içinde oynayan çocuklar gibi içtenlik ve doğallıkla yapıyorlar.

Göründüğü kadarıyla hayatı da böyle hakkaniyetle paylaşarak, olabildiğince kimseyi incitmeden, barışçıl yaşıyorlar.

Bireyi yücelten ve üstenci modern gözle bakan “kibirli” gezginler için sofra alışkanlığı başlangıçta yadırgansa da bir süre sonra bölge sofralarının normaline alışılıyor.

Öyle ki; gezinin sonlarına doğru bir akşam Hanoi’de kolonyal dönem izleri taşıyan şık bir Fransız restoranında yemeğe oturduğumuzda sofra ile ilgili fabrika ayarlarımızı hatırlayıveriyoruz.

Sanat eseri gibi gayet estetik yerleştirilmiş tabaklarda kişiye özel servis edilen yemekler bedenimizi olduğu kadar egomuzu da doyuruyor.

O masanın çevresinde durup sofra kültürümüz üzerinden kendimize bakabilsek aslında bir arada yaşamak yerine tekil bireyler olarak yaşamaya ne kadar yatkın olduğumuzla da yüzleşivereceğiz.

Böyle bir yüzleşme için bile hazır olduğumdan çok emin olamadığımı fark ediyorum.

Pek çok gezginin yaptığı gibi bölgeye ve insanlarına öylesine üstenci gözle bakıyordum ki Güneydoğu Asya insanlarının gözünden kendimi görmüyor veya bunu önemsemiyordum.

Bunca savaş görmüş coğrafya insanının her savaşta yaşanması beklenen göçler yerine birbirine tutunup direnmeyi seçiyor olmasını basit bir sofra alışkanlığı üzerinden açıklamak zorlama olarak görülebilir. Haklı bir itirazdır.

Yine de “Onlarda olup bizde olmayan ne var?” sorusuna verilecek birkaç yanıttan biriyle sofralarında karşılaştığımı düşünmeden edemiyorum.

yuz3

Hanoi’deki o şık Fransız restoranında yenilen yemekten sonra yaşadığım kafa karışıklığı ve yüzleşmeyi çabuk unuturum korkusuyla aşağıdaki satırları kaleme alma gereği duyduğumu da itiraf etmeliyim.

O geceye dair notlarım “Nasıl da iyi geldi?” diye başlıyordu;

“Nasıl da iyi geldi?

Hanoi’de Fransız aşçının usta ellerinden çıkan lezzetli yemeklerden söz ediyorum.

Gezi boyunca farkında olarak veya olmayarak unutturulan bir alışkanlığımızı hatırladık.

Aynı sofranın başında bir araya gelmiş olsak da yemeklerimiz bu kez kişiye özel servis edildi.

Halbuki üzerinde bulunduğumuz coğrafya farklı bir sofra alışkanlığı “dayatıyordu.”

Gezi boyunca yemekler büyük kaplarda masanın ortasına bırakılıyor oradan tabaklarımıza dilediğimiz kadar alıyorduk.

Başlangıçta yadırgasak da bu sofra alışkanlığına çabuk adapte olmuştuk.

Ama yine de bu kez sunulan yemek kendimizi özel ve değerli hissettirecek biçimde bireyselliğimizi okşadı. Yemeğin lezzetinin yanı sıra narsist yanımıza da dokunan bu durumun iyi hissettirdiğini kabul etmek gerekiyor.

Şimdi bir adım geri çekilip sofraya ve sofranın “ne” liğine bakalım.

Sofra en yalın haliyle karın doyurmak için bir araya gelinen kendine özgü kural ve değerleri olan özel bir “buluşma” bu haliyle toplumun küçük bir modeli olarak görülebilir.

Hatta yenilen yemekle sınırlı bile olsa toplumsal hiyerarşiyi geçici askıya alıp insanları aynı sofra ekipmanı ile aynı lezzette buluşturan eşitlikçi veya denklik sağlayıcı yanından bile söz edilebilir.

Gezi boyunca Vietnam başta olmak üzere üzerinde bulunduğumuz coğrafya insanlarına sofra kültürü açısında baktığımızda eşitlikçilik dayatmasına girmeden bir denklik ve paylaşımcılık olduğunu görüyoruz.

Cadde ve sokaklarda çoğumuzun görüp yadırgadığı arı kovanını andıran o karmaşa içindeki uyumun küçük bir örneği sofralarda yaşanıyor.

İnsanlar birbirinden uzaklaşmak tekil bireyler olarak yaşamak yerine aynı tencereden birlikte karın doyururcasına geçici denklikler kurup olanı paylaşarak hayatı büyütebiliyorlar.

Sözlerim yanlış anlaşılmasın.

Coğrafya insanının özel olma, kendini değerli hissetme arayışı her insanda olduğu kadar orada da yaşanıyor.

Onca tapınak ve o tapınaklarda yapılan bireysel ritüeller bir şey anlatıyor olmalı?

Bölge insanının öğretiler doğrultusunda kendilik değerini bulmak için kimlik ve etiketlere ihtiyaç duymadan, başkalarının kendi hakkında ne düşündüğü konusunu çok dert etmeden sorunu “içeride” kendince çözmeye çalışıyor olmasını bizlerin anlaması ve anlamlandırması hiç kolay değil.

Vietnam, Kamboçya, Laos coğrafyasından bakıldığında; alıştığımız “normal hayatın” kimlik ve etiketlerin ardına sığınıp başkalarının gözünde kendimizi inşa etmek ve biraz da bencilce onu korumak biçiminde nafile bir çaba olarak bile okunduğunu düşünebiliriz.

Kimliklerimiz, etiketlerimiz, sahip olduklarımız olmadan koca bir ömrün bir “hiçe” dönüşeceğinden öyle eminiz ki bunu sorgulamak gereği bile duymuyoruz.

Güneydoğu Asya şehirlerinin kalabalıklarında kimsenin dikkatine mazhar olmadan fark edilmeden rahatça dolaşıyor olabilmenin verdiği o garip histen söz ediyorum.

Kimsenin kimseyle göz teması kurmaması, buna gerek duymuyor oluşu nasıl da algısal bir boşluk yaratıyor, değil mi?

Halbuki ne kadar alışkınız başkalarının bakışlarında kendimizi bulmaya?

Yaşanılan algısal boşluk ne çok şey anlatıyor?

Sahi en son ne zaman aynaya baktığımızda başkalarının bizi nasıl gördüğünü değil de kendi gözümüzden kendimizi gördük.

Kendi adıma inanın hatırlamıyorum.

İşte o akşam Fransız aşçının elinden tek tek önümüze konulan özel ve lezzetli yemekler sosyal medyada paylaşılan görselleri ile birlikte kendimizi iyi hissettirirken bir yandan da bunları düşündürdü.

Vietnam Kamboçya Laos coğrafyasında insanlar onca fakirliğe rağmen bize göre çok daha dürüst bir tutum içinde kendini gizlemeye ve dönüştürmeye çabalamıyor.

Başkalarının gözündeki algıyla zaman yitirmiyor.

Bölgenin “normali” sofralarında olduğu gibi geçici de olsa paylaşımcı bir denklik üzerine kurulu gibi görünüyor.

“Sofraya bakıp toplum hakkında amma ahkam kesti” diyenleriniz olabilir.

Eh, haksız da sayılmazlar.

Bu satırlar aynı sofrada aynı lezzette buluşmanın sağlayacağı eşitliğin yetmeyeceği ve Vietnam özelinde olduğu gibi yaşamlarımızı kendine ve diğerlerine açmadan, geçici denklikler içinde paylaşmadan bir şeylerin hep eksik kalacağı kaygısıyla kaleme alınmıştır.

Yazı bitti…

Şimdi gidip otel odasındaki aynaya bir kez daha bakacağım.

Belki bu kez coğrafya insanının yaşantısıyla sezdirmeye çalıştığı haliyle kendimi görmeyi başarabilirim.”

Böyle bitiyordu o gece kaleme aldığım notlar…

Güneydoğu Asya’nın mütevazı sosyal iklimi o çok dillendirilen eşitlik ve özgürlük kavramlarının yanına paylaşımcılığı da eklemeden bir şeylerin eksik kalacağını sofra kültürü ile anlatıyordu.

Anlatmak doğru sözcük olmayabilir.

Batının o üstenci ve içi pek de dolu olmayan özgüvenli duruşuna karşın sanki öylece olanca yalınlığı ile sezdirerek ortaya bırakıyordu.

Yüzleşmenin zorluğu da cabası.

Mehmet Uhri

Vietnam Kamboçya Laos notları- 7

Perşembe, Ocak 11th, 2024

banyan1

BANYAN VE BAMBU

Tarih boyunca işgal ve savaşlar yaşamış Vietnam coğrafyasında sanki hiç bunlar yaşanmamış gibi hayatın normal biçimde akıyor olması gezginleri şaşırtıyor olmalı.

Öyle ya, çok değil bir kuşak önce yaşanmış işgal, savaş ve acılar hiç mi öfke ve intikam arzusu bırakmadı diye insan düşünmeden edemiyor.

Yedi düvelle savaşmışlar. Hepsini yenip göndermişler.

Yaşanan tüm acıları bir savaş müzesine yerleştirip hayatın dışına çıkarıp bir şey olmamış gibi yollarına devam edebiliyorlar.

İntikam aramıyor, kimseye düşmanlık da beslemiyorlar.

Geçmişi geride bırakıp ileriye bakmayı seçiyorlar. Üstelik bunu olağan bir tavır olarak görüyorlar.

Ülke nüfusu artmaya ekonomik anlamda da büyümeye devam ediyor.

Zamanında fakirliği paylaştıran komünist yönetim büyümenin getirdiği zenginliği de eğitim, alt yapı ve sosyal kazanımlar olarak paylaştırıyor.

Yaşanan onca acıya ve kayıplara rağmen hayatın olağan akışında devam ediyor görüntüsünü dışarıdan bakanlar için anlamlandırmak zor olsa da bölgeye has iki ağaç üzerinden açıklanabilir olduğunu düşünüyorum.

Vietnam özelinde bölgenin genelinde her ortamda karşılaşılabilecek banyan ve bambu ağaçlarından söz ediyorum.

Banyan ağacı Hint inciri veya boğucu incir olarak da adlandırılıyor. Bulunduğu yerde binlerce yıl yaşayabildiği için ölümsüz ağaç olarak biliniyor.

Bu haliyle göç etmeden, asimile olmadan kalabilmiş coğrafya insanlarını andırıyor.

Banyan ağacı ölümsüzlüğünü kendini yenileyebiliyor olmasına borçlu. Dallarından çıkan ipliksi uzantıları toprağa doğru sarkıtıp tutunuyor. Tutunduğu yerde kök salıp yukarıya doğru yeni bir ağaç gibi büyümeye başlıyor.

Ağaç yaşlanıp yıprandıkça dallarından sarkıttıklarıyla büyüyüp ağaca destek olan yan dallar gövdeyi kuşatıyor. İçinden yaşlanan ağaç, dışarıdan eklenen dikine yan dalların oluşturduğu kalabalık gövdeyle hayatta kalmayı başarıyor.

banyan-2

Vietnam insanları da onca acıya, içinden çürümeye rağmen bulundu yerde banyan ağacının yaptığı gibi boşluğa saldığı köklerine yani geleceğe dönük hayallerine tutunup kendini oraya çekerek hep genç kalmayı başarıyor.

Hiçbir yere gitmiyor, yaşadığı acıları içine hapsediyor ve geleceğe dair kurduğu hayallere tutunup varlığını sürdürüyor.

Peki ya bambu ağacı?

Bu haliyle Vietnam özelinde bölge insanları bir yanıyla banyan ağacı gibi hayallerine tutunup geçmişi ardında bırakırken içinde bulundukları anı da bambu ağacı daha doğrusu bir bambu ormanı gibi yaşıyorlar.

Vietnam Kamboçya Laos’un kalabalık coğrafyasında insanlar bambu ormanı gibi dip dibe yan yana ve aralarından birilerinin daha fazla büyümesine izin vermeksizin toprağı, suyu ve ışığı eşit paylaşıyorlar.

Bölgenin o arı kovanını andıran eşitlikçi, paylaşımcı ve barış içindeki insanları, mücadele etmek yerine hayat kaynaklarını olabildiğince paylaşıp yan yana iç içe durarak, birbirlerini hayatlarına katarak yaşıyorlar.

Bambu ormanlarında olduğu gibi…

bambu-1

Eğilse de yıkılmayan esnek düzgün gövdesiyle doğruluk ve dürüstlük ağacı olarak da bilinen bambu ağacının üremesi de Vietnam insanlarının yaşam anlayışı ile benzerlik gösteriyor.

Bambu tohumu uygun yere ekildikten sonra düzenli sulanıp kurumaması gerekiyor. Bu haliyle ilk yıl filizlenmiyor. İkinci, üçüncü ve hatta dördüncü yıl da filizlenmiyor. Beş yıl sonra tohum filizlenip hızla büyümeye başlıyor.

Altı hafta gibi kısa sürede inanılmaz hızda büyüyerek yirmi metrenin üzerine çıkıyor. Kocaman ağaca dönüşüyor.

Banyan ağacı gibi uzun ömürlü olmasa da bambu ağacı sabır ve azimle günümüz Vietnam’ı gibi kısa sürede hızlı ekonomik büyümeyi yakalayabiliyor.

bambu-2Vietnam bir yanıyla banyan ağacının bilgeliği ile hayallerine yani geleceğe doğru yolculuk yapabilirken diğer yanıyla bambu ağacı gibi sabır, azim ve akıl ile hızlı büyüyüp gelişmeyi bu haliyle ülkenin sürekliliğini sağlayabiliyor.

Günümüzde bambu ağacını andırırcasına hızlı ekonomik büyüme gösteren Vietnam yeri geldiğinde banyan ağacı gibi bilgece beklemeyi ve kendini gençleştirmeyi de başarıyor.

Yani ne yapılırsa yapılsın insanlar da ağaçlar gibi kendi doğasına tutunup teslim olmuyorlar.

Eğilip bükülüp bulunduğu kabın şeklini almayı matah bir şey sanan bizim gibi gezginler için anlaması kolay olmasa da içselleştirdikleri bu özgün yaşam biçimini mitolojilerinde de yaşatıyorlar.

Mitolojik anlatılar akıl, bilgelik, güç ve güzellik kavramları üzerinde şekilleniyor.

Güzellik Anka kuşu ile simgelenirken Ejderha gücü ifade ediyor. Akıl tek boynuzlu at (Unicorn) ile bilgelik ise kaplumbağa ile simgeleniyor.

Dikkat edilirse akıl ve bilgeliği birbirinden ayrı tutuyorlar.

Bilgeliği yalnız akıl ile ulaşılan bir yer veya durum olarak görme eğiliminde olanlara da sanırım gülüp geçiyorlar.

Yani…

Yani bilgeliği banyan ağacına, aklı ise bambu ağacına benzetirsek bunların biraradalığı ile bölge coğrafyasının gizemine bir miktar yakınlaşabiliriz diye düşünüyorum.

Vietnam Kamboçya Laos coğrafyasında insanlar bir bambu ormanı gibi paylaşımcılığı bırakmadan, rekabetin acımasızlığından uzak durarak hızlıca büyüyüp gelişebildikleri gibi yeri geldiğinde banyan ağacı gibi içine kapanıp bilgece sabır içinde değişip dönüşmeden hayatta kalmayı başarabiliyorlar.

Bir şey daha var…

O coğrafyayı gidip görmeden sözünü ettiğim ağaçların gölgesinde oturup zaman geçirmeden bu bağlantıları kuramayacağımı ve bu satırları kaleme alamayacağımı itiraf etmem gerekiyor.

Yani gezilen coğrafyalarda görünen ve anlatılanlar kafamızı fazlasıyla dolduruyor olsa da bazen suskun bir ağaç gölgesi işin aslını çok daha anlaşılır kılabiliyor.

Bir de…

Şair o topraklarda yaşasaydı meşhur davetini “Yaşamak banyan ağacı gibi tek ve hür ve bir bambu ormanı gibi kardeşçesine. Bu hasret bizim” şeklinde kaleme alır mıydı diye düşünmeden edemiyorum.

Mehmet Uhri

Vietnam Kamboçya Laos notları - 2

Pazartesi, Ocak 1st, 2024

dam-1

İSTİRİDYENİN YOLCULUĞU

Orta Vietnam’ın Hue kentinden tur otobüsü ile Da Nang şehrine geçiliyordu. Uzun sayılabilecek yolculuk sırasında bir göl kenarında kısa süreli mola verilmişti.

Yol üstünde birkaç metruk binadan oluşan mütevazı bir yerdeydik.

Öyle ki, gezi programında mola verdiğimiz yerin adı bile geçmiyordu.

Sahile doğru ilerleyip bir kenarda yığılı duran istiridyeleri ayıklayan yöresel giyimli balıkçılara yaklaştım. “Burası neresi?” diye sordum. Yanıt alamadım. Açıkçası kafalarını kaldırıp yüzüme bile bakmadılar.

Sorduğum sorunun yanıtı ise elime aldığım kabuğu açılmamış henüz hayatta olan istiridyeden geldi;

“Bizler Dam Cau Hai lagününün sefil istiridyeleriyiz.” Diye söze girip o kısacık duraklamada bulundukları yeri, insanlarını ve kendini anlattı;

“Bizler buranın istiridyeleriyiz. Suya ve toprağa aitiz.

Bu lagünden ayrılamayız. Birbirimize tutunur, tutunduğumuz kadar tanır, hepimizin aynı olduğunu sezer, öyle olduğunu hayal ederiz.

Birbirimize tutunup bir kısmını paylaştığımız kabuklarımız sayesinde yalnız olmadığımızı bilmek iyi gelir.

Gerçi, aramızda uzaklara derinlere kaçıp yalnızlığı seçenlerimiz de vardır.

Onlar lagünde biraz daha fazla kalsalar da sonuç değişmez.

Hepimiz aynı su ve toprağa aitiz.

dam-2

Uzaktan bakıldığında lagün, hayata tutunup kendi eşini oluşturmaya çabalayan istiridyeler için bir çalışma kampını andırır.

Yüzeyi düzgün tutunması kolay olduğu için “birilerinin” suya bıraktığı lastik tekerleklere yapışır öylece ömür tüketir sıranın gelmesini bekleriz.

Yeterli büyüklüğe ulaştığımızda da tutunduğumuz yer ile birlikte derdest edilir, şimdi olduğu gibi karaya çıkarılır, ayıklanırız.

Sonrası ise hepimiz için bilinmezliğe bir yolculuktur.

Geriye kabuğumuz kalır. Zamanla o da ufalıp toprağa karışır.

Yerimize geleceklere lagünde yer açarak süren yavaş bir yok oluş, ölüme gidiştir, istiridyenin yolculuğu.

İçinde küçük inci tanesi oluşturabilenlerimiz de vardır. İnci yüzünden “birilerince” itibar görseler de aynı bilinmezliğe sürüklenince çok bir anlamı da olmuyor.

Dedim ya; Bizler bu lagünden ayrılamayız.

Tutunacak düzgünce yer ararız. Bize kolayca tutunacak bir şeyler uzatanlara kanar kolay olanı seçeriz. İnsanlar gibi…

Tutunduğumuz yeri özgürce seçtiğimiz düşünür tuzakta olduğumuzu aklımıza bile getirmeyiz.

Hoş bizleri yetiştirip toplayan bölge insanı da bizlerden çok farklı değildir.

Onlar da lagünün tuzağındadır.

Sorsan; burada olmalarının kendi seçimleri olduğunu söylerler.

Halbuki onlar da bizim gibi buralara yapışıktır. Kolayına gelen hayata tutunur kaderine razı olur, ancak bunu kendilerine bile itiraf edemez, bizler gibi hiçbir yere de gidemezler.

Dahası hep kendilerini anlatsalar da başkaları için çalışır, başkaları için yaşarlar.

Onca emeğe karşılık kazançları günü kurtarmaktan öte değildir.

Bizler gibi geçer giderler. Kabukları bile kalmaz.

Dedim ya fazlasıyla bize benzerler.

Bir farkla; biz istiridyeler tüm bunları bilir ve kabullenerek yaşarız.

Sizin gibi durup uzaktan bakanlar sadece istiridyeleri ve avcıları görse de Dam Cau Hai lagününde asıl gerçek sudur.

Su her şeyin sessiz hakimidir.

Herkes her şeye itiraz edebilir ama kimse suya ses çıkarmaz.

Çıkaramaz.

Bizler bu lagünün istiridyeleriyiz. Bölge insanını iyi biliriz.

Özgür iradeleri ile tutunduklarını düşünür kendilerini yaşatan ve hapseden lagünü görmek istemezler. Lagünde hayatın suya bağlı olduğunu görmek istemeyen insanlar korkularının kendilerini yönetmesine de izin verir. Bazıları içinde bulundukları açmazın farkında olup uzaklaşmaya çalışsa da çoğu kaderine boyun eğer, itiraz etmeyi aklından bile geçirmez.

Halbuki biz istiridyeler suyun çekilip azalması halinde yerimizi başka canlıların alacağını biliriz. Bu bizi korkutmaz.

Ne de olsa başlangıcından sonu bilinen yavaş bir yok oluştur hayat.

Ölüme doğru keyifli bir yolculuktur.

Korkularına teslim olup isyan eden, yolculuğunu uzatmaya çalışan, içinden inci tanesi çıkarmaya çabalayanlar olsa da sonuç değişmez.

İnsan her şeyin kendisiyle başlayıp kendisiyle biteceği gibi boş bir inancın esiridir.

O nedenle hiç ölmeyecekmiş gibi, değişmeden dönüşmeden kalacağına körü körüne inanır. Dahası böyle olmasını istediği için yolculuğun keyfini çıkaracağına nafile bir çırpınış ile hayatın dışına kaçmaya çabalayarak koca bir ömür tüketir.

Günü geldiğinde ise hayat bize yaptığı gibi içini boşaltıp öylece bırakır.

dam-3

Bu lagünde insan yokken biz istiridyeler yine vardık.

Su olduğu sürece insan olmasa da bizler yine birbirimize tutunup bir şekilde pek de anlamı olmayan yolculuğumuzu sürdürürüz.

Ne kaçabiliriz ne de varmaya çabalarız.

Bizler Dam Cau Hai lagünün istiridyeleriyiz. Sefil bir yolculuktur yaptığımız.”

Bu sözlerden sonra uzun süren bir sessizlik oldu.

dam-4İstiridye susmuştu. Elimde istiridye ile öylece durup ne yapacağımı bilemedim.

Uzaktan yola devam çağrısı gelince elimdeki istiridyeyi usulca ayıklanmayı bekleyen diğerlerinin arasına bıraktım.

Bıraktığım istiridye “Hadi git şimdi. Ama seni bu uzak diyarlara kadar getirenin ne olduğunu da sor kendine. Dürüstçe sor ama. Aradığın yanıtın bir kaçış veya varış olmadığını pek de anlamı olmayan bir yolculuktan ibaret olduğunu umarım anlarsın. Hatta belki de sefil bir istiridyenin son sözleridir kendine söyleyemediklerin. Hadi git artık…” dedi.

Öylece kalakalmıştım.

Otobüsün harekete hazırlandığını görünce alel acele ayıklanıp atılmış kuru istiridye kabuklarından birini cebime atıp hızlı adımlarla sahilden uzaklaştım.

Ne de olsa “yolculuk” devam ediyordu.

Mehmet Uhri

Karar Perdesi

Cuma, Ağustos 18th, 2023

karar-perdesi-4

O sabah büyülü bir gerçekliğin içinden geçtim.

Rüya gibiydi…

Hayli eski, köhne bir kahvehanede zamanda yolculuk yaparcasına önce ağırbaşlı kahveciyle sonra da kahvehanenin ortasındaki bilge havuz ile sohbet ettim.

Daha çok onlar anlattı ben dinledim.

Kahvehaneden ayrılırken o bilge havuz “Madem karar perdesine ulaştın, bırak içindeki garip gitmek istediği yere seni de götürsün. Tutun ona ve sakın vaz geçme” Diyerek uğurladı. Sonrasında da fıskiyenin şırıltısına karışan başka şeyler söylediyse de anlamadım.

Bir arkadaşım “O havuzlu kahvehaneyi mutlaka görmelisin” diye öneride bulunmasa o sabah yolumu Kadırga meydanında tabelasında “Havuzlu Kahve” yazan Tarihi Tulumbacılar Kahvehanesine düşürmeyecektim.

Kadırga meydanı turistlerin ağırlıklı olduğu insan kalabalığı ile dolu görünse de kahvehane sakindi.

Arkadaşım “O kahvehaneyi anlatması zor. Kendi gözlerinle görmeli konuşturabilirsen kulaklarınla işitmelisin.” demiş başka bir açıklama yapmamıştı.

Gerçekten de kahvehanenin ortasında hayli yer kaplayan çalışır fıskiyesi ile kocaman bir havuz duruyordu.

Havuza yakın bir masaya ilişip sade kahve rica ettim. Benden başka birkaç masa dışında kahvehane sakindi. Bir köşede ellerini kavuşturup içeriyi süzen yaşlı beyefendinin mekânın sahibi Arif abi olduğunu sonradan öğrenecektim.

Kahveyi getiren delikanlıya mekân hakkında bilgi sorunca eliyle işaret edip “Arif abiye sor. 90 yaşındadır. Burada doğup büyümüştür. Babadan dededen kahvecidir.” Diyerek cevap vermişti.

Kahve ile gelen sudan bir yudum alıp elimde kahve ile Arif abinin masasına yaklaştım. Kendimi tanıtıp kahvehanenin tarihi hakkında bilgi istedim. Arif abi şöyle göz ucuyla süzüp yeni öğretim yılına başlamış ve öğrencilerini tanımaya hevesli öğretmen edasıyla hızlıca beni sorguya çekti.

Verdiğim yanıtlar üzerine bir süre düşündü. Yorum yapmadı. Açıkçası ben de kendim hakkında konuşmaya pek hevesli değildim. Susup kahvemi yudumladım.

karar-perdesi-2

Sonra kahvehaneyi ve tarihini anlatmaya başladı. Bulunduğumuz kahvehanenin 300 yıldan fazla zamandan beri mevcut haliyle çalışmakta olduğunu, kahveyi ve  kahvehane kültürünü İstanbul’a getiren Şazeli tarikatının kahvehanesi olarak başlayan sürecin yeniçeri ocağı dağılınca işsiz kalan yeniçerilerin “Tulumbacılar ocağının” işletmesine dönüştüğünü, bu nedenle tulumbacılar kahvesi olarak anıldığından söz etti.

Dışarının kalabalığına karşın kahvehanenin pek rağbet görmemesini nasıl açıklıyorsunuz diye sorunca yüzü asıldı.

- Bak bakalım dışarıdaki o kalabalık burada mı yaşıyor? Hepsi gezmeye geliyor. Mahallede geceleri kimse kalmıyor.  Her yer turistik oldu.

- İyi de o turistler size niye gelmiyor?

- Onlar geçici. Mahalleli olmayınca böyle oluyor. Sanırım biraz köhne ve “pis” buluyorlar. Bu eski ahşap masa ve sandalyeleri, onca yılın yaşanmışlığını beğenmiyor, ille de plastik beyaz masa sandalye arıyorlar. Yoksa çay aynı çay, kahve iyi kötü aynı kahve, meşrubat desen hepten aynı.

- İyi de eskiden de böyle değil miydi? Ne değişti?

- Mahalle değişti, insan değişti. İnsanlar uzaklaştı, yalnızlaştı.

- Nasıl yani?

- O gördüğün turistler dünyanın bir ucundan ruhlarını gezdirmeye geliyor olsalar da her yere, her şeye ürkek korkak bakınıp bir çöp, iz bırakmadan geldikleri gibi ürkek korkak yalnız halleriyle dönüyorlar. Ne kendileri bulaşıyor ne de mahallenin bulaşmasına fırsat veriyorlar. Öylece seyredip gidiyorlar.

- Peki ya mahalleli? Onlara ne oldu?

- Sorunu kökünden hallettiler… Eskilerde mahallenin insanları ev, iş ve cami arasında sıkışmıştı. Kahvehane de meyhane gibi bir kaçış ve özgürlük alanıydı. Onca sıkışmışlık arasında soluklanma mekânıydı. Bu yüzden otoritenin gözü hep üzerindeydi. Zaman zaman yasaklanmış olması da bu yüzdendi. İnsanlar birbirini tanıyor, bir masa başında yönetim hakkında ileri geri konuşabiliyor, hoşnutsuzluklarını paylaşabiliyordu. O yüzden önce mahalleyi bitirdiler. Mahalle bitince birbirini tanıyan insan kalmadı. Herkes diğerinden korkan ürken nemelazımcılara dönüştü.

Bir süre başını önüne eğip düşündü. Kahve ile masasına gelen sudan bir yudum alıp arkasına yaslandı. Kahvesini yudumlamadan önce bir süre bekledi. Tüm bunlar kahvehanede zamanın hayli yavaş aktığını düşündürüyordu. Sabırla sözlerini sürdürmesini bekledim.

Kahvesinden ilk yudumu alıp fincanı masaya bıraktı. Eliyle ortadaki fıskiyeli havuzu işaret ederek “Bak bu havuz bile şırıltısıyla kahvede konuşulanlar işitilip yönetime jurnallenmesin diye duruyor burada. Şu yaptığımız muhabbet gibi ne konuşmalara tanık olmuştur? Dile gelse de anlatsa…” dedi.

- İyi de, ne oldu veya nasıl oldu da burası hale geldi?

- Önce mahalle sonra insan değişti. Göçle gelen turist olarak gelene karıştı. Yabancı korkusu ile kapılar kapandı, mahalleli önce evine çekildi sonra sokağından bahçesinden uzaklaşıp ekranlara kapandı. Yalnızlık arttıkça garipleşti. Her yeri tuhaf bir duygusallık içinde herkesten her şeyden uzak insanlar kapladı.

- Ne istiyordu o insanlar?

- Ne istediklerini bildiklerinden emin değilim. Ama ne istemediklerini çok iyi biliyorlardı. Doğal olanı istemiyorlardı. Ahşap masa sandalyeyi beğenmeyip ille de plastik olanını istiyorlardı. Sinekten böcekten ürktükleri yetmezmiş gibi karınca bile görmekten rahatsız oluyorlardı. Sanki temiz ile pis birbirine karışmıştı. Doğanın değdiği yerler pis, insan elinin dediği ne varsa temiz kabul ediliyordu.

- Hepten pis olacak halimiz yok elbet. Sanırım temizlikte ölçüyü kaçırdığımızdan söz ediyorsunuz.

- Gidişin gidiş olmadığını gördük ama birbirimize anlatmak yerine gözlerimizi kaçırıp başka yerlere bakmayı veya susmayı yeğledik. İşin kötüsü zamanla sıra insanlardan da arınmaya geldi.  Doğadan uzaklaşıldığı yetmedi insanlar da birbirinden uzak durmaya başladı. Mahalle kendi içinde ayrışmaya başladı. Ermeni’si, Rum’u Yahudi’sinin uzaklaşması ile başlayan süreç Türk Kürt ayrımına dönüşüverdi. Şimdilerde de Suriyeli veya Arap var diye hayıflanan sırtı kabarık kedi gibi dolaşan garip bir güruh var dışarıda. Mahalle ve onun getirdiği dayanışma o eski insanlar ile birlikte çoktan öldü ve unutuldu.

- İyi de bu kahvehane? O ne olacak?

- Şu meydanda için için çürüyen asırlık çınar ağacı gibi bir süre daha direnecek. Sonrası malum. Buraya bir rant alanı, boş arazi olarak bakıyorlar. Araya hatırlı tanıdıklar koyup satın almak için gelenleri bilsen şaşırırsın. Gelmişim doksan yaşına. Benden sonrası meçhul görünüyor olsa da çocukluğumun geçtiği bu kahvehaneyi çevresinde koşturduğum şu fıskiyeli havuzu teslim etmeyeceğim o canavarlara. Az daha bekleyecekler. Benden sonra ne halt ederlerse etsinler.

karar-perdesi-1Arif abi bu son sözlerini biraz da dişlerini sıkarak öfkeyle söylemişti. Canı sıkılmıştı. Daha fazla konuşmadı. Ayağa kalkıp elindeki fincan ve bardağı çay ocağına bıraktı. Sonra arka kapıdan Kadırga parkına çıktı.

Ben de Arif abinin yaptığı gibi boşalan fincanı çay ocağına bırakıp fıskiyeli havuza yakın bir masaya geçtim. Az önce konuşulanlar ile ilgili notlar almaya başladım. Güneş yükselip dışarının kalabalığı artsa da kahvehaneye uğrayan olmuyor o koca meydanda kahvehane sanki hiç görünmüyor gibiydi.

Bir ara kafamı kaldırıp havuzun sakin akıp şırıldayan fıskiyesine gözüm takıldı. Mekânı tavsiye eden arkadaşımın ve Arif Abi’nin “havuzun dili olsa da konuşsa” sözleri geldi aklıma. Havuza bakıp “Sen niye bir şeyler söylemiyorsun?” diye söylendim.

Bu sırada havuzdan “Nerede olduğunun farkında mısın?” diye bir ses geldi. Sağa sola bakındım, yakında benden başka kimse yoktu. Yine de emin olmak için kulak kabarttım. “Şişşt, sana sesleniyorum.” diye üsteledi. Şaşırmıştım. Havuzla konuştuğumu bir gören olacak endişesiyle yaklaşıp sesimi kısarak “Farkında olmalı mıyım?” diye cevap verdim. Bir süre öylece kendi lisanında şırıldamayı sürdürdü.

Sabırla anlatacaklarını bekledim.

Havuz da kahvehanenin tarihinden söz etmeye başlayınca sözünü kesip “Bunları az önce Arif abiden dinledim. Sen bana tüm bu kahvehane, kahve neden var. Asıl bundan söz et” diye üsteledim.

Havuzdan şırıltıdan başka anlaşılır ses gelmeyince  “Az önce nerede olduğunu farkında mısın? Diye soran sendin. Cevap vermeyecek misin?” diye sorunca havuz anlatmaya başladı.

Meğer doğru soruyu soracak birini bekliyormuş.

Önce kahvenin anlamından söz etti. Dediğine göre toprak, su, hava ve ateş nasıl doğanın dört ana elementi ise Âlem Safa’nın da şarap, tütün ve esrardan sonra dördüncü elementi kahveymiş. İnsanın gözünü açar, canlandırır ve düşünmesini sağlarmış.  İnsanı yoldan çıkarır endişesiyle Âlem Safa’nın diğer elementleri gibi kahve de uzun süre yasaklı kalmış.  Anlattığına göre kahvehanelerin devletin pek giremediği veya kontrol edemediği buluşma noktaları olması da pek çok kez yasaklanma nedeni olmuş.

- İyi de sorduğum soruya cevap vermedin. Bu kahvehane neden var?

- Uzaktan bakılınca küçük bir meydan veya buluşma noktası gibi görünse de burası mahallelinin dışarıya açılan kapısı olmuştur. Bir kapı veya eşik gibi geçiş noktası olarak görülebilir. Mahallenin delikanlıların uğrayıp topluma hazırlandığı, öğrencilerin buluşup dertleştiği, gencin yaşlının karıştığı bu yer aynı zamanda cemaatten sıyrılıp cemiyete adım atmanın başlangıç noktasıdır. Bilirsin cemaat içinde doğar büyürsün. Çoğun kalabalıklara yani cemiyete karışmadan öylece yaşayıp geçer gidersin. Ama bazılarının aklı şurada içtiği bir yudum kahve ile daha hızlı çalışır, burada öğrendiklerini de üstüne katıp eşikten atlar ve cemiyete katılır.

- Ne fark var?

- Cemaat seni kabul eder. Cemiyete ise sen kendini kabul ettirirsin. Cemaatte sürünün parçası, cemiyette ise kendin olursun. Kovandan çıkıp özgür bir arı olarak yaşarsın. Sonuçta dışarıdan bakıldığında yaşadığın yine bir arının hayatı olur ama aradaki farkı bilmek bile iyi gelir. Şimdi bulunduğun yerin ne olduğunu anladın mı?

- Peki ya sen? Bu havuz burada niye var? Havuz ne iş görüyor?

- Anlamıyor musun? Burası da bir dergâh. Her dergâh gibi insan yetiştiriyor. Ya korkularınla kalıp ateşin yani şu dipteki ocağın başından ayrılmayacaksın ya da havuzun özgürce akan suyu gibi olacak eşiği aşıp dünyaya karışacaksın.  Çok eskilerde bu kahvehaneye uğrayan bir halk ozanı “bitişin başlangıcı, başlangıcın bitişi” anlamında bana yani havuza bakıp “karar perdesi” demişti. O zaman anlamamıştım.

karar-perdesi-3

Bir süre daha havuzun başında kulaklarımı kabartıp beklesem de şırıltıdan başka bir ses işitmedim. Konuşulanları not almayı sürdürdüm.  Zaman ilerleyip güneş yükselince notlarımı toparlayıp çaycıya borcumu ödedikten sonra tekrar havuzun yanına gittim.

Bir süre başında öylece durup Arif abinin çocukluğunun geçtiği onca yaşanmışlık yüklü havuza bakındım.

Ayrılırken havuz “Madem karar perdesine ulaştın, bırak içindeki garip seni de gitmek istediği yere götürsün. Tutun ona ve sakın vaz geçme” Diyerek uğurladı. Sonrasında fıskiyenin şırıltısına karışan başka şeyler söylese de anlamadım.

Dışarı çıktığımda güneş iyice yükselmiş hava ısınmıştı. Kadırga meydanı ve parkının çevresi çoğunluğu turist olan insanlarla daha da kalabalıklaşmış görünüyordu.

Kumkapı’ya doğru ilerledim. Dönüp uzaktan bir kez daha Kadırga meydanına baktım.

Onca insan kalabalığında pek çoğu işyerine veya turistik mekâna dönüşmüş eskinin ahşap evleri ile çevrili meydanın orta yerine zaman yolcusu gibi ışınlanmış kahvehanenin kimsenin ilgisini çekmiyor oluşuna bir kez daha hayretle baktım.

Sonra ne mi oldu?

Ne olacak? Kendi sefil hayatıma geri döndüm.

Şehir hayatının pek çok önemsiz sorunu önemliymiş gibi hissettirdiği anlarda, kendimden sıkıldığım zamanlarda bir kahve molası verip tarihi tulumbacılar kahvehanesini, Arif abiyi ve tüm bilgeliği ile o fıskiyeli havuzun varlığını düşünüyorum.

Onların orada olduğunu bilmek iyi geliyor.

Bu satırlar, işitebilenlere bir şeyler anlatan o bilge havuzun ve ilerlemiş yaşına rağmen insan kalma konusunda ayak direyen bir kahvecinin varlığının nasıl da umut verici olabileceğini göstermek için kaleme alınmıştır.

Mehmet UHRİ

Not: Bu metin Arif Caker’e saygıyla ithaf olunmuştur.

Her Şeyin Kıyısında

Cumartesi, Ağustos 5th, 2023

c1cc96e9-890a-4a06-90bc-597bda118c81

Bir balıkçı tanıdım.

Bakışları donuk, yüzü ifadesizdi. O suratsız haliyle ağlarını onarırken ayaküstü de olsa hayatı anlattı.

Anlatacakları bitince “Buradan bakınca ömür dediğin balık için denize açılmaya benziyor. Pek bereketli olmasa da açıldığın deniz ömrün oluyor. Karada kalırsan hep başkalarının ömrüne bulanıyor, başkalarının hayatına razı oluyorsun. Hadi git artık, sana da rasgelsin” diyerek uğurladı.

Poyrazın sert estiği bir öğle üzeri Sinop yakınlarındaki yeni balıkçı barınağında ağların üzerine oturmuş elindeki ağı onarıyordu. Baharın bitip yaz aylarının koklandığı Karadeniz’in her daim kaba dalgalı olduğu günlerdeydik. Yanına yaklaşıp “rasgelsin” diye seslenince kafasını kaldırdı. Kaşlarını çatıp hızlıca süzdükten sonra cevap vermeden elindeki işe devam etti.

- Hazırlıklara bakılırsa yakında denize açılıyorsunuz diye düşündüm onun için rasgelsin demiştim.

- Dalga mı geçiyorsun? Av yasağı yüzünden koca bir yazı kıyıda geçireceğiz. Elimiz boş durmasın diye işleniyor, sonbaharı bekliyoruz. Gerçi denizin de eski bereketi kalmadı ama bildiğimiz işi yapmaya devam edeceğiz.

Bu sözler ağzından biraz da öfkeyle çıkmıştı. Cahilliğime, anlayışsızlığıma kızıyordum. Az ötedeki ağların üzerinde yavrularını emzirmekle meşgul anne kedinin yanına yöneldim. Tedirgin olsa da kaçmadı. Gözünü benden ayırmadan meme emen yavrularını emzirmeyi sürdürdü. Fotoğraflarını çekip ağını onaran balıkçının yanına gittim.

Yanına geldiğimi görünce balıkçı az ötedeki onarımı bitmiş ağ yığınını işaret edip “Otur hele. Görünüşe bakılırsa buralı değilsin. Anlat bakalım burada ne arıyorsun?” diye sordu.

Hızlıca kendimi tanıtıp “Aynı hayatın içinden geçtiğim başka coğrafyaları geziyor, insanlarla konuşuyorum. Aradığımın ne olduğunu ben de bilmiyorum. İyi geliyor…” diye yanıtladım.

a95b0c41-975e-4027-ae84-ba8ca4269524

Sözlerime yanıt vermeden elindeki ağı onarmayı sürdürdü. “Hep burada bu işi mi yapıyordunuz. Balıkçılıktan başka bir iş yapmayı denemediniz mi?” diye sordum. Bir süre cevap vermedi. Sonra yine kafasını kaldırıp bana baktı. Yüzünde yine o donuk ifade vardı. Eliyle denizi işaret edip “Hiç balığa çıktın mı?” diye sordu. Amatör denemelerim olsa da bu şekilde büyük bir balıkçı teknesine hiç binmediğimi söyleyince “O zaman anlaşmamız çok zor. Ne yanda olup ne yaptığının pek de önemli olmadığını söylesem de anlamayacaksın. Hepsi ömür işte…” diye sözlerini sürdürdü.

- Yani ömrünüz balıkçılıkla geçti. Doğru mu anladım?

- Balıkçılık yaptığım doğru da ne kadarı benim ömrüm oldu, doğrusu bilemiyorum.

- Nasıl yani anlamadım.

- Anlaşmamız zor derken bunu kastediyordum. Karışık mesele… Bazen kendime “Balık için denize açıldığımda mı kendi ömrüm oluyor yoksa karada çoluk çocukla bir aradayken mi?” diye soruyorum. İçinden çıkamıyorum. Ne yanda olduğunun önemi kalmıyor derken bunu söylemeye çalışıyordum.

- İkisi de aynı ömür olmuyor mu?

- Emin değilim. Denize açıldığında hayat hızlı akıyor, üstelik sonucu da kestiremiyorsun. Karadayken ise neredeyse hiç akmıyor. Hep aynı güne uyanıyorsun.

- Peki ya tuttuğunuz balıklar?

- Anlamıyor musun? Konu balık değil. Tuttuğun balığı kimse sana yedirmiyor ki. Balıkçının ömrü tuttuğu balığı bir başkasına aktarmakla geçiyor.

- Yani?

- Yani balık bahane… Dışarıdan doluymuş gibi görünen bomboş bir ömrü beklenti içinde başkasının hayatı gibi yaşayıp geçiyorsun. Boş dükkâna kira öder gibi…

- Peki ya sonra?

0148c979-b703-4eff-97e1-fba0891b1c25

Eliyle az ötede sahile kızağa çekilmiş üzerinde Can kaptan yazan tekneyi işaret edip “Sonra vakti gelince şu tekne gibi birileri seni bağırta bağırta karaya çekiyor. Zincire vurup karada bırakıyor. Her şeyin kıyısında öylece bekler buluyorsun kendini. Elin ayağın tutuyor ama gücün, gözün azalmış oluyor.” Diye cevap verdi.

“O da ömür olmuyor mu?” diye üsteledim. Kafasını elindeki ağdan kaldırmadan bir süre düşündü.

- Pek çok balıkçı eskisi gibi enkaza dönmüş bir bedene hapsolmuş halde öylece bekliyorsun. Bu kez geçmişte tuttuğun balıkları, yediğin herzeleri ona buna anlatıp kıyıda gününü dolduruyorsun. O da gittiği yere kadar…

- İyi ya o da ömür, bu da ömür. Neden farklı olsun ki?

- Ömür dediğin bence biraz hatırladığın çokça onun bunun hayatı işte… Kimi gün tuttuğun balık oluyor, kimi gün ise ha böyle başında gevezelik edip onardığın ağ veya tekne oluyor. Vadenin dolmasını bekliyorsun.

- İyi de geriye ne kalıyor o zaman?

- Kalıyor mu? Kalmalı mı? Yahu anlamıyor musun? Kalıyorsa da bu dünyada kalıyor. Bırakıp gidiyorsun. Açıklarda yakalandığın ve yüreğinin titrediği o korkunç fırtınaları, avın bereketli olduğu zamanların sevincini, çoluğun çocuğun ile geçirdiğin üç beş hatırlanası günü bile yanına alamıyorsun.  Her şeyi kıyıda bırakıp bilinmezliğin denizine açılıyorsun.

- Böyle bakınca ömür dediğimiz pek de matah bir şey değilmiş gibi görünüyor.

- En kötüsü de tüm bunların farkına ha şu tekne gibi karaya bağlanıp kıyıya çekildiğinde varıyorsun. Yapmayın etmeyin desen de dinleyen çıkmıyor. Yaşlı bunak yine deli deli konuşuyor diyorlar. O yüzden gözüm gördüğü elim erdiğince kıyıda kalıp tekneye ve ağlara yakın durmaya çabalıyorum. Kader aynı kader ama sanırım yavaşlatmaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. Ne edelim? Buna da şükür…

Ayağa kalktı. Onarımı tamamladığı elindeki ağı kenardaki askıya tutturdu. Balıkçının ayağa kalktığını gören limanın kedileri bir umut yanına gitse de ağların kuru ve boş olduğunu görünce sığındıkları gölgeye geri döndüler. Anne kedi ise hiç istifini bozmadan yavrularını emzirmeyi sürdürdü.

Balıkçı az ötedeki bir başka ağ grubuna yönelip onarmaya başladı.

Limanda gezinip bir kaç fotoğraf daha çektim.

Sonra yola koyulmam gerektiğini hatırlayıp balıkçının yanına dönüp izin istedim.

Balıkçı kafasını kaldırıp yine o donuk yüz ifadesiyle bir süre bana baktı. Elinin tersiyle hadi git dercesine bir hareket yaptı.

Buradan bakınca ömür balık için denize açılmaya benziyor. Pek bereketli olmasa da açıldığın deniz ömrün oluyor. Karada kalırsan hep başkalarının ömrüne bulanıyor, başkalarının hayatına razı oluyorsun. Hadi git artık, sana da rasgelsin”  diyerek uğurladı.

Dedim ya;  bilge bir balıkçı tanıdım.

Her şeyin kıyısında ayaküstü de olsa hayatı anlattı…

Bu da öyle hatırlanası bir gün oldu.

Mehmet Uhri