Archive for the ‘Tamirhaneden’ Category

PLAZA MARTILARI

Cumartesi, Temmuz 22nd, 2023

b997289f-2ede-4c30-9c27-c543b5aa4e99

“Onlar plaza martıları. Gecenin karanlığında plazaları aydınlatan ışıklara kapılıp sabaha kadar ayrılamıyorlar” dedi.

İstanbul’un gökdelenleri ve iş merkezleri ile yeni yüzünü yansıtan Levent’te durakta otobüs bekliyordum. Gece ilerlemiş otobüs seferleri seyrekleşmişti.

Caddenin trafiği yüklü görünse de ortalıkta pek kimse kalmamıştı.

Gecenin karanlığında gökyüzünü aydınlatarak gökdelenleri olduğundan da görkemli gösteren ışıklarda kanat çırpan martılara gözüm takılmış, durakta oturmakta olan o ana kadar fark etmediğim yaşlı beyefendinin bu sözleri ile irkilmiştim.

Eliyle martıları işaret etti;

- Gökdelenler yokken martılar buralara gelmezdi. Onları için burada çerçöpten başka yiyecek yoktu.

- İyi de şimdi niye buradalar?

- Önce heyula gibi gökdelenler diktiler. Sonra o görkemli yapıları dıştan aydınlattılar. Ortalık ışıl ışıl oldu. Bakma sen binaların görkemli göründüğüne. Hepsi işyeri, gece kimse kalmaz buralarda. Geceleri içleri boş sanılmasın diye aydınlatıyorlar. Akıllarınca görüntüyü kurtarıyorlar. Martılar ise ışığa geliyor, gün ışıyana kadar ayrılamıyorlar. Yiyecek bulamadan aç açına dönüp duruyor helak ediyorlar kendilerini.

Bulunduğumuz otobüs durağı sakindi. Cep telefonuna bağlı kulaklıkla müzik dinleyen genç delikanlıyla durağın kenarında laflayan kadınlı erkekli birkaç kişiden başka kimse yoktu. Beyefendinin yanına oturdum.

Bir süre daha plazaların ışığından ayrılmayan martılara baktık. Hangi otobüsü beklediğini sorduğumda Beşiktaş’ta oturduğunu, hava almak için yürüyüşe çıktığını soluklanmak için durduğunu, emekli gazeteci olduğunu söyledi.

Eliyle kulaklıkla müzik dinleyen delikanlıyı gösterip eskiden iyi kötü herkesin koltuğunun altında gazete olduğundan şimdilerde ise bu tür aletlerin gazetelerin yerini aldığından yakındı.

Gelen servis minibüsü gece vardiyasına gitmekte olan kadınlı erkekli grubu alıp hareket etti. Bizimki eliyle minibüsü gösterip “gecenin bu saatinde insanları çoluğundan çocuğundan evinden koparıp yollara dökmeyi başarıyorlar ya, helal olsun. Çağdaş kölelik böyle bir şey işte” dedi. “Ne yapacaksın ekmek parası, geçim derdi. Büyük şehirde yaşamak, çocuk büyütmek kolay değil.” diye cevap verdim.

Kaşlarını çatıp elini kaldırdı.

- Yok. O kadar basit değil. Üstlerine başlarına bakarsan anlarsın. Onlar hiç de öyle aç açık değiller. Bence onlar pek çoğumuz gibi kredi kartı taksitlerine, borçlarına çalışıyorlar. Üstelik ülkenin hali de bu insanlardan pek farklı değil.

Bir süre susup gelen geçen arabalara baktık. Sonra dönüp, içinde yaşadığımız düzenin her zaman çoğunluğu köleleştirmeye gerek duyduğunu, bunun için uzun süre açlığı, kıtlığı kullandığını, insanların çoluğu çocuğu aç açık kalmasın diye köle gibi çalışmaya razı olduğunu, ülke zenginleşip açlık korkusu azalınca pay isteyen veya düzene karşı duranların sayısının arttığını, sosyal adalet beklentisinin tırmandığını anlattı.

- Toplumu yeniden köleleştirmek için yeni tüketim objeleri bulunmalı ve toplum tüketim ile köleleştirilmeliydi. Maalesef bunu başardılar. Bu dönüşümde askeri darbelerin de etkisi oldu ama bana sorarsan en büyük suç biz gazete ve medya çalışanlarında. Bizleri çok iyi kullandılar. Üstelik içinde olmamıza karşın anlayamadık. Anladığımızda da iş işten geçmişti.

- Ne suç işledi gazeteler?

- Önce insanlara yeni tüketim objeleri tanıttık. Ev, araba, giyim kuşam, aksesuar, yaşam biçimi aklına ne gelirse hepsini tanıttık. Dahası bir kısmını kupon ile çekiliş ile verip kolay erişilebilir sanılması için uğraştık.

- Peki ya sonra?

- Sonra sıra insanları borçlandırmaya geldi. Hani bir zamanlar pavyon kadınlarını borçlandırıp çalıştırırlardı ya, işte milleti de taksitle alışverişe alıştırıp borçlandırdılar. Borcu bitene kadar çalışmak zorunda bıraktılar. Şimdi bütün millet taksit ödemek, bitmek bilmeyen borçlarını döndürmek için çalışıyor. Çağdaş kölelik dediğim böyle bir şey işte. Görmüyor musun? Peşin parayla alışveriş istenmiyor, artık. Her şey peşin fiyatına bile olsa taksit ve borçlandırma üzerine kurulu. Ülkeyi de pavyon çalışanına benzettiler. Ülke olarak hiçbir zaman bitmeyecek borç içinde yüzüyoruz ve bırak anaparayı ödemeyi, borçların faizini ödemeyi başarı diye yutturuyorlar.

Bir süre sustu. Bekleyenlerin birer ikişer gelen otobüslere binmesiyle durağa tekrar sakinlik çöktü. Caddenin trafiği ise azalmış görünmüyordu. Ayağa kalktı. Eliyle plazaların ışığında dolanan martıları gösterip “Bence milleti de bu plaza martılarına benzettiler. Tüketimden vazgeçemiyorlar. Martılar gibi tüketimin ışıltısı içinde aç açına amaçsızca dönüp duruyorlar. Kendilerini tutsak ediyorlar. Martılar gün ışıyınca anlıyor hayatın gerçeğini. Umarım bizimkiler de gün gelir anlar. Gerçi pek umudum kalmadı. Kendi çocuklarıma bile anlatamıyorum. Eski kafalı ve dinozor olmakla suçluyorlar” dedi. Kederlenmişti. “Senin de gece vakti kafanı şişirdim. Bağışla… Kal sağlıcakla” diyerek Beşiktaş’a doğru ağır adımlarla uzaklaştı.

Orada öylece kalakalmıştım…

Beklediğim otobüs gelmek bilmiyor, caddenin gürültüsünün azaldığı anlarda yukarılardan plaza martılarının çığlıkları geliyordu.

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI - 7 DUENDE

Çarşamba, Haziran 28th, 2023

duende

Şanslıydım… Bir dizi rastlantı ile Sevilla şehrinde ilginç bir fotoğraf sanatçısı ile tanışıp ayak üstü konuşma fırsatım oldu.

O kısacık sürede Flamenko ve hepsinden önemlisi başka dillerde karşılığı olmayan Duende konusunda belki de bir kitap dolusu bilgi paylaştı.

“Duende” dedi. “Seni buralara kadar sürükleyen de Duende… Yüzleş onunla.” diyerek veda etti.

En iyisi yine baştan anlatayım;

Sevilla’da 1929 Expo fuar alanı olarak tasarlanan Park de Espana sabahın erken saatlerinden itibaren otobüslerle gelen ziyaretçilerini ağırlamaya başlamıştı. Gezi programının doluluğu nedeniyle sabahın erken saatinde parkı ziyaret etmesek o fotoğrafçının ve dahası Duende’nin varlığından bile haberim olmayacaktı.

Dedim ya, şanslıydım…

Görkemli meydan ve ona eşlik eden parkı hızlıca dolaşırken sabah sakinliğini fırsat bilip çekim yapmakta olan grubu fark etmemiş kadrajlarına girerek çekimin aksamasına yol açmıştım. Arkamdan gelmekte olan ve az sonra kadraja girmesi olası insanları durdurarak bir anlamda özür dilemeye çalıştım. Kısa süre sonra ekipten biri bulunduğum yeri kontrol altına alınca oradan ayrılıp yanlarına yaklaştım.

Sabahın ilk ışıklarına uygun bir yerde fotoğraf çekimi için toplanan grup kısık sesle de olsa müzik yaparken fotoğrafçı da geleneksel kıyafetleri içinde dans etmekte olan kadını görüntülüyordu.

Üstelik acele etmeleri gerekiyordu. Güneş yükseliyor, meydan hızla kalabalıklaşıyordu.

Kirli beyaz sakallı fotoğrafçının yüzü asıktı. Söyleniyordu. Fotoğraf çekmeye devam ediyor ancak çektiklerini beğenmiyordu. Israrla “Sağa sola bakınmayı bırakın, unutun her şeyi, Duende, Duende!” diye hem kadına hem de gitar çalıp el çırpanlara bağırıyordu.

Fotoğrafçının yüksek sesle son kez küfredercesine “Duende, diyorum!” diye bağırıp azarlamasıyla grubun morali iyice bozuldu, dansçı kadın gözyaşlarını tutamayınca makyaj tazelenmesi için ara verilmek zorunda kalındı.

Arayı fırsat bilip fotoğrafçının yanına yaklaşıp “Nedir bu Duende?” diye sordum.

Öfkesi yüzüne yansımış, sıkıntısı geçmemişti. Çekil git başımdan dercesine bakıp şöyle bir baştan ayağa göz ucuyla süzdü. Sonra “Nereden geliyorsunuz?” diye karşı soru ile yanıt verdi. Türk olduğumu İstanbul’da yaşadığımı söyledim. Elinden bırakmadığı kamerasının ayarları ile oynarken bir süre düşündü. Az önceki öfkesi yatışmış yüzü aydınlanmıştı. Kafasını kaldırıp yüzüme baktı ve “Rumi” dedi.

- Anlamadım. Ne demek Rumi?

- Rumi işte. Siz ona Mevlâna diyorsunuz. Başka bir yöreden olsaydın açıklamaya uğraşmazdım. Sizin oralarda Rumi’nin de işaret ettiği bir yer, Duende. Ölümün askıya alındığı sözcüklerin düşüncelerin sona erdiği suskunluk hali. Sanki geçici bir kendini aşma. Anlatılası değil, yaşanılası bir şey.

- Araf gibi mi?

- Ne ötedesin ne beride. İçindeki Duende’desin. Özgürsün…

- İyi de Flamenko ile ne ilgisi var?

- Flamenko işin görünen yüzü. Bütün 0 müzik, dans, sesler Duende için. Duende yoksa Flamenko soytarılıktan öte değil.

Fotoğrafçı ekibine göz ucuyla baktı. Tekrar çekime hazır hale gelmeleri biraz daha zaman alacak gibi görününce eliyle acele etmelerini işaret edip kamerasını çantaya koydu. Merdivenlere oturdu. Ben de yakın bir yere ilişip çantamdan çıkardığım su şişelerinden birini uzattım. Geri çevirmedi. Susamıştı, hızlıca yarıdan çoğunu yuvarladı.

Cesaretimi toplayıp “Sahi, nedir şu Flamenko?” diye sordum.

- Sence?

- Ne bileyim? Dışarıdan bakıldığında gitar ile neredeyse on parmak çalınan bir müzik, bolca ritim, ses ve topukların yere sertçe vurularak oynandığı dans denebilir.

- Kaç kişi dans ediyor?

- Genellikle tek kişi?

- Peki yatay hareketlerle mi yoksa dikey hareketlerle mi dans ediliyor?

- Topuklar vurulduğuna göre dikey hareketler sanırım.

- Peki sence neden böyle? Neden diğer danslar gibi kalabalık ve yatay değil?

- Bilmem. Hiç düşünmedim.

Şişede kalan suyu da yudumlayıp teşekkür etti. “Dinle o zaman” diyerek Flamenko’yu anlattı;

“Dinle o zaman; Flamenko bu topraklarda hor görülmüş ve hep ötekileştirilmiş insanların, katlanmak zorunda kaldıkları adaletsizliğe karşı bir isyan çığlığıdır. İçindeki ezilmişliğin, öfkenin dışa vurduğu en zarif başkaldırı örneklerindendir. Tekil bir haykırıştır.

duende-1Amerika kıtasında köle müziği olarak başlayan caz gibi bu topraklarda da ezilmişlerin isyanı müziğe ve dansa aktarılmıştır. Yoksulluk ve eziyet gören, ezilen, toplum için güvenilmez olarak nitelendirilen, tarihleri boyunca mülk bile edinemeyen, tarım ya da maden ocaklarında çalıştırılan insanların içlerinde biriken öfke, hırs, isyan ve özgürlük arayışı Flamenko’yu doğurmuştur. Baskı altındaki insanlar acılarını, mutsuzluklarını itirazlarını Flamenko ile ifade ettiler. Flamenko’daki sert duruş ve bakışlar, hep o isyanın yansımasıdır.

Başka türlü isyan edemeyince aradıkları özgürlüğe Flamenko’nun içindeki Duende ile ulaştılar. Asırlardır icra edilen bu gizemli müzik ve dansın barındırdığı hüznü yaşatan, içinde bulunduğu açmazı aşmaya çalışanların isyanını anlatan ve Flamenko’ya ilham veren ruhani güce Duende diyoruz.

Yani Duende için güçlü bir Flamenko icrası sırasında ortaya çıkan kendinden geçme, yaşam ve ölümün birbirine bulandığı yoğun duygu durumu denilebilir. Duende’ye ulaşan dansçı yaşamla dans eden bir ölü, ölümle dans eden bir canlı gibidir.”

Bir süre susup sözlerinin anlaşılıp anlaşılmadığından emin olmak istercesine bana baktı. “Anlamadım. Tüm bu isyan biterse Flamenko’da mı bitecek?” diye sordum. Yüzünde acı bir gülümseme belirdi.

Sonra sözlerine devam etti;

“İsyan bitmeyecek, hiç bitmeyecek. Çünkü Flamenko özünde varoluşa isyandır. İnsanın en radikal karşı çıkışı, kendi varoluşunun reddidir. Fizik ve biyoloji kurallarına göre yaşayan bir bedenin içinde hapsolmuş ruhun özgürlük arayışıdır. Nasıl mı?

Flamenko dansına analitik bir gözle bakarsan diğer danslardan farklı olarak dikine hareketlerin baskın olduğunu görürsün. Sanki, fizik kurallarına direnircesine yerçekimine karşı ve topukların yere vurulmasıyla yer çekimine aykırı yapılan bir danstır. Beraberinde el çırpıp ritim tutulan ve zaman zaman yanık bir ağıt okunarak isyanı hissettiren özelliği ile en temel varoluş yasalarına bile karşı duruş sergilenir.

Flamenko’nun ruhunu anlayıp Carmen operasını besteleyen George Bizet eserinde o varoluşsal isyanı bu şehirde tütün fabrikasında işçi olarak çalışan Carmen isimli bir kadın ile görünür kılmayı seçmiştir. Carmen, üzerindeki tüm kimlik ve etiketleri reddeden, neredeyse cinsiyetinden bile sıyrılmaya çalışan bir özgür ruh olarak Bizet’nin eserinde hayat bulur.”

duende-2

Konuşmaya ne yazık ki daha fazla devam edemedik. Ekip yerini almıştı. Çekime hazır olduklarını bildirmeleriyle bizimki ayağa kalkıp makinesini eline aldı. Işığı kontrol edip dansçı kadına yaklaşıp bir şeyler söyledi.

Az sonra dansçı kadın Flamenko ezgileri eşliğinde saçındaki gül goncası ve ateş gibi yanan kuyruklu eteğini savurarak topukları üzerinde dansa başladı.

Kısa süre sonra etrafımıza toplanan kalabalığa aldırmadan sanki dünya dışındaymışçasına müziğin ve dansın içine yuvarlandılar.

Bu durum çok uzun sürmese de fotoğrafçı bu kez çıkarılan iş ve çektiği görüntülerden memnun görünüyordu.

Kalabalık daha da artınca toplanmaya başladılar. Fotoğrafçının çantasını omzuna atıp ekibi beklemeden oradan uzaklaşmaya niyetlendiğini görünce yanına gidip teşekkür ettim. Uzattığım elimi sıkmak yerine işaret parmağı ile iki kez göğsüme dokundu. “Duende, seni buralara kadar sürükleyen de Duende… Yüzleş onunla.” dedi.

Arkasına bile bakmadan kalabalığa karışıp gözden kayboldu.

Dedim ya, şanslı günümdeydim…

Mehmet Uhri

PİSİDİA NOTLARI - 2 SU PERİLERİNİN TANIKLIĞI

Salı, Haziran 20th, 2023

pisidia-11

“Burada insanlığa yalan söylendi ve çok büyük bir ihanet yaşandı”

Ses Nymphaion’dan geliyordu.

Emin olmak için Pisidia Antiocheia şehrinin Kuzey cephesinde su perileri için yapıldığı bilinen kalıntı halindeki Nymphaion’a biraz daha yaklaştım.

- Bana mı söylediniz?

- Sana ya… Başka kimse var mı burada?

- İyi de kimsiniz? Kiminle konuşuyorum?

- Suyu çekilse de buradan ayrılamayan su perileriyiz. Gelene geçene dilimiz döndüğünce bu şehirde söylenen o büyük yalanı ve ihaneti anlatırız.

- İyi de neden ben? Benden ne istiyorsunuz?

- Sen de pek çoğu gibi  “Ben masumum, bir şey yapmadım. Hem ben neyim ki? Ne yapabilirim?” kolaycılığına sığınıp dinlemeyecek, o büyük yalana ve ihanete diğerleri gibi ses çıkarmayacaksan bizleri hiç yorma. Hadi git yoluna…

Dağ başında neredeyse bin yıldır terk edilmiş antik bir kentte su perilerine adanmış suyu çekilmiş bir kalıntının önünde perilerle konuşuyordum.

Üstelik bir yalan ve ihanetten söz ediyorlardı.

Bir yandan merakım diğer yandan da tedirginliğim artıyordu.

Çantamdan not defteri ve kalem çıkarıp Nymphaion’a yaklaştım.

Sırtımı çeşmenin soğuk taşına dayayıp “Sizi dinliyorum. Neymiş burada söylenen o büyük yalan?” Diye sordum.

Periler kendi aralarında bir süre tartıştılar.

Perilerden biri kısık sesle “Diğerleri gibi anlatacaklarımızı dinlese de gözünü yumup susup oturacak birine benziyor. Bence kendini hiç yorma” dedi. Bir diğeri de bu sözlere destek verdi. En baştan beri konuşan peri ise “Olsun, biz yine de anlatalım. Anlatalım ki yalan ve ihanet unutulmasın. Birileri de biliyor ve susuyor olmanın acısı ile yaşasın. Bu da onlara dert olsun”  diye ısrar etmese konuşma devam etmeyecekti.

“Aç kulağın da dinle o zaman” diyerek su perisi anlatmaya başladı;

- Burada, bu şehirde herkesin bildiği ama korkusundan kimsenin sesini çıkarmadığı bir ihanet yaşandı ve insanlığa yalan söylendi. Tüm bunlara sesini çıkarmayıp zımnen onay verenlerle birlikte büyük bir insanlık suçu işlendi. Biz periler hepimiz tanık olduk. O büyük yalan tüm dünyaya buradan yayıldı.

- Neden söz ettiğinizi anlayamadım. O büyük yalan neydi? Kim söyledi?

- Çok yıllar önceydi. İnsanlara bu dünyada olmasa da ruhlarının öte dünyada özgür olacağı umudunu aşılayıp iman etmelerini, barışı, sevgiyi, paylaşımcılığı aşılayan fikirleriyle heyecan uyandıran gencecik bir insanı İsa isimde birini çok uzaklarda acımasızca katlettiler. Öldürdükleri yetmedi burada, bu şehirde sözlerini, fikirlerini değiştirip bir kez daha öldürdüler. Cinayeti bilenler yalanı ve ihaneti de gördü.

- Hiç mi itiraz eden olmadı?

- İtiraz edenler ortadan kaldırıldı. Kimse sesini çıkaramadı.

- Peki ya sonra?

- O yalan ile birlikte şehrin üzerine bir lanet çöktü. Bir daha kendine gelemedi.  Birkaç kez el değiştirdi. Yandı, yıkıldı ve sonunda terk edildi. Geride bizler kaldık. Gelene gidene şehrin lanetlenmesine yol açan olayları anlatıyoruz.

- İşe yarıyor mu?

- Nasıl güçlü bir yalan söylendiyse pek kimseyi ikna edemiyoruz. Kime anlatırsak anlatalım yalanın bir ucundan tutmayı veya suskun kalmayı seçip uzaklaşıyor. Açıkçası senden de çok umutlu değiliz.

pisidia-4

Araya giren diğer bir su perisi “İhaneti gördük, cinayeti bildik, söylenen yalanlara sessiz kalan acizleri de gördük. Buraya gelirken size anlatılanları unutun. Bir de bizi dinleyin” dedi. Bir süre sustuktan sonra sözlerini biraz da hiddetlenerek sürdürdü; .

- Bu şehirde bir haini konuşturup önce işledikleri cinayeti akladılar. Sonra katledilenin ölmediğine bir şekilde göğe yükseldiğine inandırdılar. Çekilen acıları da tüm insanlığın günahlarının kefareti olarak ölen kişinin üstlendiğine inanılmasını buyurdular. İnsanlara vaat edilen sevgi ve umudun yerini korku ve boyun eğmenin alması için her şeyi yaptılar.” Diye devam etti.

“Anlamadım. Şu işi bana baştan anlatabilir misiniz?” Diye üsteleyince perilerden biri tok ve kararlı bir sesle “ O zaman arkana yaslan ve dinle” diyerek aşağıdakileri anlattı:

“O zaman arkana yaslan dinle; İnsanlık tarihinde pek çok kez yaşananlar yıllar önce burada bir kez daha yaşandı. Cumhuriyet ile yönetilen güzelim ülkede iktidarı ele geçirmek için Doğu ile Batı arasında kanlı bir iç savaş yaşandı.

Kazanan taraf Batı oldu. Ülkede kontrolü sağladı.

Sonrasında olağanüstü şartlar bahane edilerek cumhuriyet rejimi askıya alındı. Senato kapatıldı. Yaklaşık dört yıl süren ara rejimden sonra yönetimi elinde tutan zat halk iradesini ortadan kaldırıp tek adam yönetimini ilan etti.

Bu sırada muhalefet kendi içinde kısır tartışmalara uğratılıp önce parçalandı sonra tasfiye edildi. Zamanla tek adam iktidarına karşı durmaya cesaret bile edilemez oldu.

40 Yıldan fazla süren tek adam rejimi giderek tanrısal bir kutsallık ile birleşti. Dini otorite bile o tek adamın iki dudağı arasına hapsedildi.

Tek adamın iradesi ve güçlü askeri yapılanma ile halkın sesi iyice kısıldı. Cumhuriyet rejimi unutuldu.

Baskı ve zorlamayla da olsa ülkede barış ve güvenlik iklimi sağlandı.

Bu yeni yönetim biçiminde halkın görevi işgücü ve asker gereksinimi için üremek, daha çok çalışıp devlete vergi vermek ve devletin zenginliğini arttırmaktı. Emir büyük yerdendi. Herkes üstüne düşen görevden başka bir şey düşünemez oldu.

Giderek büyüyen devleti doyurabilmek için vergiler arttırıldı. İnsanlar daha çok çalışmak zorunda bırakıldı. İtiraz edenler kısa sürede tasfiye edildi. Muhalif olmanın suç sayıldığı, insanların yönetimden ve birbirinden korkup sustuğu yıllardı.

İçeride ve dışarıda işaret edilen düşmanların varlığı ile insanlar korkutulup boyun eğmeleri sağlandı. Tanımlanan düşmanların şerrinden korunmak için devlete itaat etmek zorunluydu.

İnsanlarını dışarıda istilacı barbarlar söylemi ile içeride ise hep bir öteki ile korkutup yalnızlaştıran yönetim yarattığı baskı ve korku iklimi ile sürekliliğini sağladı.

Devlete itaat sorgulanamaz hale geldi.

Değiştirilmesi hayal bile edilemeyen bir devlet düzeni, bu düzeni sağlamak için oluşturulmuş katı hiyerarşi, acımasız güvenlik ve baskı ortamı tüm bunların bedeli olarak vatandaşların sorgulamadan yerine getirmek zorunda olduğu görevler tanımlandı.

İşte böylesi bir baskı ve korku ikliminde bu dünyaya ait olmayan sevgi, umut, ruhun özgürlüğü ve bunların gerçekleşebilmesi için iman aşılayan birilerinin söylemlerinin ilgi görmesi ile uzaklarda “değişik” bir arayış, pasif bir muhalefet alevlendi.

İlk anda baskıcı yönetim alışık olmadığı bu “farklı” söyleme nasıl tepki vereceğini bilemedi.

Doğrudan iktidarı hedef almıyordu. İnsanlara devlete boyun eğseler ve bu dünyada özgür olamasalar da ruhlarının öte dünyada özgür olabileceği fikri ile umut aşılayan, “ötekilerden” korkmak yerine onlara sevgi ile yaklaşmayı, barışı, birlik ve beraberliği, paylaşımcılığı aşılayan bu söylem ilgi gördü. Hızlıca taraftar buldu.

Bir insanın iki dudağı arasından çıkan “sevgi, umut ve iman” söyleminde buluşan insanların korkuları azaldı. İşbirliği, paylaşma ve dayanışma arttı.

Ortada devlete karşı başkaldırı olmasa da devletin itaat mekanizması olan korku ikliminin ruhun ölümsüzlüğü ve öte dünyada özgürlük fikri ile aşılmakta olması yönetimde kaygı uyandırdı.

Bu durum gereğinden fazla çalışmanın anlamsızlığını ortaya koyarken insanlara öte dünyada özgür olacak bir ruha sahip olmanın özgüvenini de kazandırmaktaydı.

Ortada yönetime karşı bir direniş olmasa da devletin tekelinde olan korku yönetimi el değiştirmekte yeni doğan düşünce ile kendine hızla taraftar bulmaktaydı.

Özgüveni olan vatandaş yönetim için tehdit olarak görüldü.

Yılanın başı küçükken ezilmeliydi.

Öyle de oldu.

Düşünceleri ile sevgi, umut ve iman fikirlerini aşılamaktan başka bir şey yapmayan malum kişi yakalanıp ibretlik biçimde acılar içinde öldürüldü.

Ancak düşüncelerini öldüremediler.

Arkadaşları aracılığıyla çeşitli söylencelere konu edilerek yaşatılmaya, kendine yeni taraftarlar bulmaya devam etti. Devletin yok ettiği ve mezarının dahi olmayan kişiye halk nezdinde kutsallık atfedildi.

Öldükten sonra da olsa taraftarlarının arttığını gören yönetim önce bu yeni düşünceden olanları acımasızca yok etmeye çalıştı. Ancak sayılarının artmasını önleyemedi.

Giderek büyüyen düşünsel yapılanmayı kendi varlığına tehdit olarak gören iktidar bu kez yok edemediğini kontrolüne alacak aksiyon üretmenin çarelerini ardı.

Ancak bir sorun vardı.

Sırf düşünce ve inançları için peygamberleri ile birlikte onca insanı öldürdükten sonra barış iklimi nasıl sağlanacaktı?

Üstelik öldürüp yok edemediği ve daha çok kendine düşman ettiği insanları ikna edip yanına çekecek yeni bir söyleme gereksinim vardı.

En gaddar adamlarından biri bu iş için görevlendirildi.

Özel olarak seçilmiş bu kişi zamanında pek çok inanç sahibi insanı gaddarca yok etmiş devletin makbul vatandaşlarından biriydi. Üstelik Roma vatandaşıydı.

Öldürülen ve göğe yükseldiği iddia edilen kişi ile karşılaştığını gözlerinin kör olup üç gün sonra yine o öldürülen kişi tarafından açıldığı gibi bir hikâye anlatıldı.

Bu sayede taraf değiştirip inanç sahibi olduğuna kendini ve çevresindekileri inandırdı.

Sonra yine devletin koruması ve göz yumması ile “makbul vatandaşın” ömrü boyunca tüm ülkeyi dört kez dolaşıp devletin istediği biçimde söylem geliştirerek verdiği vaazlarla yeni düşünce ve inanç sistemi anlatıldı.

Yeni sistemin eski inanç sistemi ile bütünleşip yazıya dökülmesi sürecinde de devletin görevlendirdiği malum vatandaş okuduğu vaazları kaleme alıp 14 bildirge halinde kutsal kitaba ekledi.

İleride tartışma konusu olmaması için daha sonraki yıllarda kutsal kitaba Roma vatandaşı Pavlus’un yolculuklarına dair notlar da eklendi.

Kısaca kutsal kitabın önemli bir bölümü havari bile olmayan Pavlus’a yazdırıldı.

Bu vaazlar arasında devletin işlediği cinayetin üzerini örtecek biçimde ölen kişinin kutsallık âlemine kabul edildiği, infaz edilenin tüm insanlığın günahlarının kefareti olarak kendini feda ettiği, insanların kilisenin kutsallığına rıza gösterip işaret edilen yoldan ayrılmaması gerektiği gibi pek çok yeni eklentiler ile yeni bir itaat mekanizmasının temelleri atılır.

Bir taşla birkaç kuş vurabilmek için ülke içindeki çatışma yaratan Doğu’nun tek tanrıcılığı ile Batı’nın çok tanrıcılığı bu yeni kitapta birleştirildi. Sağlığında konu hakkında hiçbir şey söylememiş olan İsa’ya tanrının oğlu denilerek 1,5 tanrıda uzlaşma sağlandı.

Kutsal kitaba yapılan eklemeler ile düşünce ve inanç ile ortaya çıkan iç tehlike değiştirilip dönüştürülerek yeniden kontrol altına alındı.

Ve işte sözünü ettiğimiz yalan ve ihanet burada, devletin görevlendirdiği kişi tarafından bu şehirde verilen o ilk vaaz ile başladı.

Katlettikleri İsa’nın ağzından bir sürü yalan uyduruldu. Sevgi ve umudun yerini korkuların alması için gereken ne varsa yapıldı.

Her şey buradaki o ilk vaaz ile başladı.

Biz periler bu şehirde ihaneti gördük. Dahası insanların tüm bunlara itiraz etmeyip suskun kalmalarına, boyun eğip kabullenmelerine, zımnen onay vermelerine de tanık olduk.

Tüm bunları o büyük yalan, ihanet ve riyakârlık unutulmasın diye gelene gidene anlatıyoruz. Anlattıklarımız çoğu kez dedikodu diye geçiştirilip ciddiye alınmasa da susmuyoruz. Bizleri bu Nimphaion’a hapsedenlere inat yaşananları anlatmayı sürdürüyoruz…“

pisidia-21

Bu sözlerden sonra ortamda derin bir sessizlik oldu.

Antik kentte şiddeti giderek artan rüzgârın uğultusundan başka ses işitilmiyordu.

Bir süre ne periler konuştu ne de ben söyleyecek bir söz bulabildim.

Aklımdan resmi tarih ve dini tarih ile ilgili anlatılanlar, koca koca isimler geçiyordu. Periler için ise isimlerin, etiketlerin pek önemi yoktu.

Yaşananları dert edinmişlerdi ve tanık olduklarının unutulmamasını istiyorlardı.

Havanın bulutlanmasıyla yağmur olasılığı belirince doğrulup ayağa kalktım. Kafam allak bullak olmuştu. Perilerden ise ses gelmiyordu.

“Peki ya sizler? Sizi buraya hapsedenler derken ne demek istiyordunuz?” Diye sordum.

Hepsi birden sözlerime gülerek karşılık verdi. Kahkahaları bittikten sonra az önce uzun hikâyeyi anlatan peri arkadaşlarına “Sanırım yine boşa konuştuk… Bu da anlamadı?” dedi.

Bir süre öylece ayakta durup cevap beklediğimi söyledim. Perilerden biri;

- Yahu şu çevrene bir bak. Burada su perilerinin ne işi olur? İsmimiz kullanılarak inşa edilen bu yapının aslında şehre su getirebilme uğruna harcanacak onca emeğe halkın rıza göstermesini sağlamak için basit bir aldatmaca olduğunu görmüyor musun?

- Nasıl yani? Sizler de mi?

- Bizler bile… Anlamıyor musun? Her şey halkın boyun eğmesi, verilen emir ve görevlere itiraz etmemesi için aldatmacadan ibaret. Makbul vatandaşını yalan söylemek ve ihanet için görevlendiren zihniyet zamanında bizleri de benzer bir kandırmaca için kullanıp buraya hapsetti. Bizler de suyu çekilmiş bir Nymphaion’un perileri olarak tanıklıklarımızı gelene gidene anlatarak öç alıyoruz.

Canım sıkılmıştı. Kendi kendime “ Öyleyse hep bir kandırmaca içindeyiz. Kananlar, kabullenenler mutlu, kanmayanlar mutsuz… Hepsi aynı oyunun tekrarından başka bir şey değil” diye söylendim.

En baştan beri benim için umutsuz olan kısık sesle konuşan su perisi “Ha gayret. Anlamaya başlıyorsun. Bu arada söylemedi deme; yaklaşan bulutlara bakılırsa yukarıdaki az sonra su koyuverecek. Hadi git artık. Islanma…” dedi.

Bu sözlerden sonra perilerin sesini bir daha işitmedim. Öylece şaşkın bir halde kalakalmıştım. Yağmur başlayıp kısa sürede hızlanınca daha fazla duramadım. Koşarak sığınacak bir yer bulana kadar da hayli ıslandım.

Su perileri giderayak bana da yapacaklarını yaptı diye düşündüm.

Bir süre girişteki sundurmanın altında yağmurun hafiflemesini beklerken uzaktan yalanın ve ihanetin başladığı o lanetli kentten kalan yıkıntılara baktım.

Az sonra yağmakta olan yağmura eşlik eden güneş ile birlikte Pisidia Antiocheia şehrinin üzerinde belli belirsiz bir gökkuşağı oluştu.

Sonra…

Sonra hızlıca kayboldu…

Mehmet Uhri  

PİSİDİA NOTLARI 1 YAĞMUR VE GELİNCİK

Pazartesi, Haziran 12th, 2023

pisidia-2

Yağmur kimseyi ayırmaz eşit ıslatır. Gelincik ise kimsenin toprağını ayırmaz, her yerde biter, paylaşımcıdır.

Isparta iline bağlı Yalvaç yakınlarında kurulmuş Pisidia Antiocheia şehrindeydik.

Deprem ve istilalar ile yanmış yıkılmış ve 13. Yüzyılda terk edilmiş şehirden geriye kalanlar arasında zamanındaki ihtişamlı yapıları ve yaşamı hayal etmeye çabaladık.

Verimli toprakları, sulak arazileri ile doğanın cömert davrandığı bölgede istilacı imparatorlukların koşulsuz itaat bekleyen yönetimlerine bölge insanlarının hayli direnç gösterdiği ve karşılığında ağır bedeller ödemek zorunda kaldığı topraklardaydık.

Bölgeye birden fazla garnizon şehri kurmak zorunda kalan koskoca Roma İmparatorluğu’na bakılırsa Pisidia insanlarını doğaya kafa tutmaya, onunla rekabet etmeye ve savaşlara ikna etmenin hiç kolay olmadığı anlaşılıyor.

Pisidia halkları ve gelip geçici baskıcı yönetimler arasındaki bu çekişmenin gerçek kazananının ise yıkıntılar arasında bahar aylarını fırsat bilip her yerden fışkıran gelincikler ve ara ara yağan yağmur ile doğa olduğu söylenebilir.

Pisidia Antiocheia şehrini ayırım gözetmeksizin kaplayan gelinciklerin paylaşımcılığı ve yağmurun adaleti sanki insanlığa sessiz bir mesaj veriyor.

pisidia-3

Şehrin bilinen tarihi Erken Tunç Çağı’na uzansa da tarihsel metinlerde Seleukos hanedanından 1. Nikator veya oğlu 1. Antiochos tarafından Galat kavimleri ile mücadele edebilmek amacıyla M.Ö. 3. Yüzyılda Frigya sınırında ileri karakol olarak kurulduğu anlatılmaktadır.

Sonrasında Roma imparatorluğuna geçen (M.Ö. 188) ve müttefikleri Bergama krallığına bağlanan Pisidia Antiocheia’sı kral III. Attalos’un (M.Ö 133) ölümü ve vasiyeti gereği Roma toprağına dönüşür.

Roma imparatoru Augustus döneminde Ortadoğu’ya uzanacak güvenli ticaret yolu “Via Sebaste’nin” Anadolu’daki başlangıç noktası olarak askeri garnizon şehrine dönüştürülür. (M.S. 1.Yüzyıl)

Yine aynı dönemde Hıristiyanlığın yayılması için imparatorluk içinde çeşitli dönemlerde dört yolculuk yapan Aziz Paulus ilk vaazını bu şehirde verir.(M.S. 46) St. Paul Kilisesi yine bu şehirde inşa edilir. (M.S. 4. Yüzyıl)

7. Yüzyıla kadar Roma – Bizans şehri olarak kalsa da İslam ordularının saldırıları ile yanmış ve yıkılmış bir yerleşim yeri olarak zamanla önemini yitirir. Selçukluların Anadolu’ya gelişleri ve Miryakefalon savaşında yenilen Bizans’ın çekilmesi ile zaman içinde terk edilir. 13. Yüzyıl başında yerleşim yeri olmaktan çıkar.

Tüm bu tarihsel anlatıyı kaldırdığımızda ise cömert bir doğa üzerinde eşitlikçi, paylaşımcı ve doğa ile uyum içinde yaşamaya çabalayan barışçıl insanların yönetimlerin dayatması ile “başka türlü” yaşamaya zorlandığını görüyoruz.

Yönetimlerin kazanç ve getiri odaklı büyüme stratejileri doğrultusunda vergi ve gelir beklentisi ile daha fazla çalışmaya ve savaşlara zorlanan bölge insanlarının paylaşımcılıktan, eşitlikçilikten vaz geçmeyip direnç gösterdiğinden, karşılığında ağır bedeller ödeyerek boyun eğmeye zorlandığından söz ediyoruz.

Yöre insanının doğaya öykünen eşitlikçi, paylaşımcı ve gelincikler gibi “sıradan” yaşama çabası ne yazık ki yönetimlerin sonuç veya çıktı odaklı, getiri beklentili baskıları karşısında ağır bedeller ödeyerek engellenmiş görünüyor.

Yaşanan onca acıya ve baskıya karşın günümüzde Pisidia Antiocheia’sından geriye kalanlara bakıldığında zamanında o görkemli şehirde istenmeyen yabani otların gelinciklerle birlikte her yere yayılıp şehri ele geçirdiğini, yağmurun kendi adaleti ile bölgeyi kucakladığını söyleyebiliriz.

Yağmurun ve gelinciklerin kimseyi ayırmadan, ötekileştirmeden zamanında bölge insanının yapmaya çabaladığı gibi kendi adaletini şehrin kalanında yaşatmakta olduğuna bakılırsa bir yerlerde vahim hata yapılmış olduğuna dair sanırım bir kez daha düşünmek gerekiyor.

İnsanın doğa ve kendi ile kavgası hiç bitmese de doğa tokadını vurup özünde o yere göre sığdırılamayan adlarına görkemli yapılar inşa edilen hayatların da gerçekte bir gelinciğin ömrü kadar gelip geçici olduğunu er veya geç hatırlatmış.

pisidia-1

Onca yaşanmışlığın üzerinde şehrin kalıntılarını gezerken karşınıza çıkan yalnız bir gelincik bile o kısacık ömründe buraların sahibinin olmadığını, herkesin ve her şeyin doğanın gelip geçici parçası olduğunu göstermeye yetiyor.

Bölgede hava bulutlandı.

Şehre tepeden bakan görkemli Augustus tapınağını kaplayan gelincikler, bölgedeki diğerleri gibi Pisidia Antiocheia şehrine az sonra yağacak yağmuru bekliyor.

Şehirde hayat devam ediyor…

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI - 6 SEDEFİN SUSKUNLUĞU

Çarşamba, Haziran 7th, 2023

sedefkar-1

Granada Elhamra sarayını tabanlarımız yarılırcasına gün boyu gezmiş hayli yorulmuştuk. En son Cennet-ül Arif bahçelerinde dolaşıp sarayın çıkışa yöneldiğimizde önünden geçtiğimiz küçük dükkânlardan birinde karşılaştım o sedef ustası ve kedisiyle.

Görünüşünden yaşını almış olduğu anlaşılan karalı beyazlı kedi dükkân girişinde duvara sırtını yaslayıp karnını güneşe yaymış hafifçe uyukluyordu. Kediye yaklaşıp yanına oturdum. Hafifçe kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Başka bir tepki vermeden uyumaya devam etti.

Kediyi kendi halinde bırakıp kapıdan içeriye göz attım.

Sedef kakma ustası masa üzerine yatırdığı ahşap parçasına elindeki sedef parçasını uygulamaya çalışıyordu. Masa ve çevresi hayli dağınıktı. Dükkânın diğer yanında duvarlara asılmış haliyle satışa hazır sedef kakma ahşap ürünler sergileniyordu.

sedefkar-2

İçeri girip yanına yaklaştım. Dükkândaki ürünlerle ilgilenmeyip yanına geldiğimi fark edince elindeki işe ara verdi. Hafifçe kafasını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden “Ne istiyorsun?” dercesine bakınca “Hangisi?” diye sordum. Şaşırdı. “Neyin hangisi?” diye yanıt verdi.

“Hangisi hangisini süslüyor? Sedef mi ahşabı, ahşap mı sedefi?” diye üsteledim. “Sence hangisi?” diyerek yine soruyla karşılık verdi.

“Göz alıcı görünen sedef olduğuna göre ahşabı süsleyen sedef olmalı” diye cevap verdim.

Kafasını önüne eğip elindeki fırça ile tutkalı zemine iyice yaydı. Sonra inceltilmiş ve yerine göre kesilmiş sedef parçasını tutkallı bölüme yerleştirip çekiç gibi bir aletle bastırıp üzerinden geçerek iyice yapışmasını, hava kalmamasını sağladı. Sedefin ahşaba tutunması için işlemi tutkal kuruyana kadar sabırla sürdürdü.

Başından ayrılmadığımı görünce kafasını kaldırıp gözlüklerinin üzerinden tekrar bana baktı.

“Sedef esir edilmiş olandır. Bu nedenle suskundur. Konuşkan olan ise ahşaptır. Ne de olsa ev sahibidir” dedi.

- Esir edilmiş olan mı? Nasıl yani?

- Bak bu doğal sedef hiçbir zaman buraya ait olmadı. Kim bilir hangi okyanus kıyısından kabuğunun ışıltısı uğruna esir edilip buralara kadar getirilen bir deniz canlısıydı. Bu topraklarda güzel olan ilgi gören ne varsa hep bir yerlerden esir alınmış olandır. Gördüklerinin çoğu keşifler sırasında uzak coğrafyalardan getirilmiştir. Sedef bu nedenle suskundur.

- Peki ya ahşap?

- Başka ülkelerden getirilmiş olanı olsa da ahşap çoğun buralıdır. Buralı olduğu için her yerin ve her şeyin sahibi gibi konuşur. Anlayacağın gevezedir. Sedeflerin görünüşü dikkat çekici ve ışıltılı olsa da kakma işinde mekânın sahibi ahşaptır. Sınırları belirleyen son sözü söyleyendir. Anlayacağın ev sahibidir…

- Yani?

- Yani sedef işçiliği biraz da bulunduğumuz coğrafyayı anlatır. Yörenin insanları da böyledir. Herkes bir yanıyla sedef gibi göz alıcı ve aynı zamanda esaret altında olsa da çokça geveze ahşaptan öte değildir. Yani ahşabı ile övünüp asıl güzel olan esir yanını gizleyen insanların ülkesindesin.

- İyi de bu nasıl bir seçim? Hangisi daha değerli? Ahşap olmak mı? Sedef olmak mı?

- Zor soru. Ne yazık ki, birbirine bulanamayıp yan yana durmaktan öteye gidemiyorlar. Bir arada güzel görünüyor olsalar da anlamlı bir resim oluşturamadıktan sonra bence hangisinin değerli olduğunun da önemi kalmıyor. Hep bir yanın eksik, bir yanın öteki.

- İyi de bu hep böyle mi sürecek? Ahşap ile sedef anlamlı bir görüntü oluşturamayacak mı?

- Denedim. Bir zamanlar iyi bilinen bir iki resmi sedef ile ahşaba işledim. Resim olarak fena da olmadı. Ama beğenilmedi. Hatta sedef sanatını yozlaştırmakla suçlandım. Tepki aldım. Yani şimdilik böyle devam edecek gibi görünüyor.

- Ne zamana kadar?

Masanın üstünde duran henüz işlenmemiş ahşap parçasını eline alıp havaya kaldırıp biraz da bezgin bir ses tonuyla “İçimizde esir ettiğimiz o suskun sedefi fark edip özgürleştiremezsek sanırım hep böyle bir odun parçası olarak kalacağız. Şimdilik herkes halinden memnun göründüğüne göre yolumuz hayli uzun.” Dedi.

Dükkâna giren ve ürettiği sedef kakma ahşapları inceleyip fiyat soran iki turist ile ilgilenmek için elindeki işi bırakıp ayağa kalktı. Gelen diğer turistlerle dükkân kalabalıklaşınca daha fazla duramayıp dışarı çıktım.

sedefkar-5Sırtını dükkâna vermiş uyuklayan kedinin yanına oturdum. Elimi uzatınca kafasını kaçırmadı. Kediyi okşarken bir süre öylece sedef ustasının söylerini düşündüm.

Kafam hayli karışmıştı.

Kediye dönüp “İnsan niye böyle? Neden hep bir yanımız eksik, bir yanımız öteki?” diye sordum.

Kafasını kaldırıp gözlerimin içine baktı.

“Ben de anlamıyorum. Üstelik sanki biraz da bu yüzden telaş içinde hep bir sonranın peşindeler? Rahat duramıyorlar. Hâlbuki durmak, öylece durup bir süre kendinle kalmak da hayata dâhil değil mi?” diye yanıt verdi.

Ne cevap vereceğimi düşünürken uzaktan bana seslenildiğini işittim. Bir sonraki uğrak noktasına doğru yola çıkmamız gerekiyordu.

Gitmem gerektiğini söyleyip telaşla ayağa kalktım.

Arkamdan kedinin “Ben cevabımı aldım…” diye seslendiğini işittim.

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI-4 TUTARSIZLIĞIN TUTARSIZLIĞI CORDOBA

Salı, Mayıs 30th, 2023

cordoba-1

Endülüs coğrafyasında Sevilla’dan Cordoba’ya geçerken yol arkadaşlığı yapan ve her iki şehre de hayat veren Guadalquivir nehrinin sakin ve suskun akışı meğer ne çok şey gizlermiş.

Nehrin kenarından bakılınca şehrin göz kamaştıran görüntüsünün aslında Doğu ve Batı kültürlerinin el ele vererek nasıl bir düşünsel zenginliği gizlediğini ırmağın dili olsa da keşke anlatabilse…

Uzaktan bakıldığında Cordoba, içindeki canlılığı yitirmiş göz alıcı dev bir deniz kabuğunu andırıyor. 8. ve 9. Yüzyıllarda parlak dönemini yaşamış Endülüs Emevi devleti ve sonrasından günümüze ulaşan göz alıcı yapılar aynı zamanda dönemin bir zamanlar ürettiği düşünsel zenginliği ne yazık ki barındırmıyor.

Hatta bir kabuk gibi gizliyor.

12. Yüzyılda Avrupa’nın en büyük kütüphanesini oluşturup antik Yunan filozoflarının yapıtlarının Arapçaya ve sonrasında Latinceye çevrildiği bir tür bilgi işlem merkezi ve kültürler arası ara yüz işlevi ile Avrupa aydınlanmasının fitilini ateşleyen Cordoba şehrinin bugünkü hali ne yazık ki bu tarihsel gerçeklikten çok uzak duruyor.

Günümüzde bile icat çıkarmaması, verilenle yetinmesi, uslu durması öğütlenen nesillere hayatı anlamak, anlamlandırmak ve içini doldurmak için hazlarının peşinde koşması gerektiği işaret edilirken “aklı ve öğrenmeyi” hayatın merkezine alan dönemin marjinalleri için çok önemli bir çekim merkezi olmuş, Cordoba şehri.

Yahudi, Müslüman, Hıristiyan gibi daha pek çok etnik ve dini kimliğin bir arada yaşayıp zengin fikir paylaşımlarında bulunduğu Cordoba – Kurtuba şehri 13. Yüzyılda önce Berberi sonra Hıristiyan istilası ve engizisyon etkisi ile kültürel çeşitliliğini yitirir.

Günümüzde ise turizm yanı sıra zeytincilik, tarım ve ticaret ile ayakta durmaya çalışan sıradan bir İspanya şehrine dönüşmüş görünüyor.

cordoba-2

Denizde buldukları içi boşalmış denizminaresi kabuklarını ev edinen yumuşakçalar gibi günümüzde Mezquita-mescit adı ile anılan Kurtuba camiinin ortasına katedral inşa edip yerleşildiği yetmezmiş gibi kendilerinden önceki bilgi birikimi de yok ediliyor. Avrupa aydınlanmasındaki Endülüs etkisini bilinen nedenlerle reddedip köklerini antik Yunan uygarlığına bağlama kolaycılığına kaçanlar nasıl bir düşünsel zenginliğin üzerinde oturduklarını da gizlemeye çalışıyorlar.

Bölgeyi düşünsel aydınlanma merkezi hale getiren “öğrenmeyi” hayatın merkezine alan” ve aklı önceleyen yaşam arayışları unutulsun, hatırlanmasın isteniyor.

Her daim yönetmesi kolay olan bedensel hazcılığın turizm ile harmanlandığı bir yerleşim yeri olmak Cordoba için yeterli görülüyor.

Nobel ödüllü ünlü Fransız fizikçi Pierre Curie “Cordoba kitaplığından bize 30 kitap kaldı. Atomu parçalayabildik, eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı elimize ulaşmış olsaydı, bugün çoktan uzayda galaksiler arasında seyahat ediyor olacaktık” demişti.

Pek çok âlim ve felsefecinin birbirini etkilediği Cordoba şehrinde dönemin fikri özgürlük ikliminin etkisi ile hür düşüncenin kapıları aralanmıştı.

12. Yüzyılda Cordoba’da yaşamış Avrupa kaynaklarında Averroes diye anılan İbn Rüşd ve yine aynı yıllarda yaşamış Meymunides diye bilinen Musevi filozof Musa bin Meymun yapıtları ile seküler düşüncenin Avrupa’ya yayılmasını sağlayıp dini reformların fitilini ateşlemiştir. Yine aynı dönemde bu iki filozofun aklın özgürlüğünü savunan çalışmaları ile bir sonraki yüzyılda Avrupa’da Rönesans aydınlanmasının düşünsel tohumları yeşermiştir.

Uzak bir coğrafyada Bağdat’ta kendinden önce yaşayan ve “Felsefenin Tutarsızlığı”   kitabı ile kuşkucu düşüncenin önünü kapatan El Gazali’ye “Tutarsızlığın Tutarsızlığı” kitabı ile Cordoba’dan yanıt veren İbn Rüşd tanrısal bilgiye karşı özgür aklı savunmuştur.

Gazali’nin aklın sınırlı olduğu, yanılabileceği ve yeterli olmayacağı bunun bir tutarsızlık doğurduğu fikrine karşı çıkarak “Aklımızı kullanmayacaksak fıkıh, tefsir ve hadislerin varlığını nasıl açıklayacağız? Bütün bilgiler tanrısal ise o bilgiye ulaşmak için aklımızı kullanmayacak mıyız? Nasıl bilim yapacağız?” sorusu ile karşı çıkmış, dönemin İslam dünyasında, hatta günümüzde bile bu nedenle mülhid ve zındık olarak adlandırılmıştır.

Bilimsel kuşkuculuğun her şeyde olduğu gibi tutarlılıkları da sorgulamak zorunda olduğunu, tutarsızlığın reddinin kuşkucu aklın reddi anlamıyla gerçek tutarsızlık olacağını vurgulayan kitabı ile verili bilgiyi sorgulamadan kabul eden İslam ilahiyatçılarına sert bir karşı çıkış göstermiştir. İbn Rüşd’ün bu düşüncesi İslam dünyasınca günümüze kadar hep reddedilmiş olsa da Avrupa’yı etkilemiş, Thomas Aquino’nun yapıtlarından başlayarak Avrupa seküler düşüncesinin temelini oluşturmuştur.

Musa bin Meymun ise Yahudi ilahiyatının temellerini atan yapıtları ile Musevi dünyasında “ikinci Musa” olarak anılan filozof olarak yine 12. Yüzyılda Cordoba’da çiçeklerle süslü beyaz badanalı dar sokakları ile bilinen Yahudi mahallesinde yaşamıştır.

Günümüzde ise tüm bu isimler hiç yaşamamış geriye yapıtlarından düşünsel bir şey kalmamış gibi içi boş deniz kabuğunu andıran şehre dönüşmüş görünüyor, Cordoba.

Aklın özgürlüğünü, aydınlanma düşüncesini ve İbn Rüşd’ün yapıtlarını görmezden gelen İslam dünyasının, yine aynı filozofun yapıtları ile laiklik ve Avrupa aydınlanmasının başlangıç noktası olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye çalışan, köklerini Antik Yunan düşüncesine bağlamaya çabalayan Avrupa’nın bu şehirde sessiz bir suç ortaklığı yaptığını görmek zorundayız.

cordoba-3

Turistik anlamda İslam ve Hıristiyan kültürlerinin Kurtuba katedral camii bünyesinde mimari olarak nasıl bir araya geldiği üzerinden şoven bir hoşgörü ve kimlikçilikten öteye gidilemiyor oluşunu Cordoba halkı da kabullenmiş görünüyor.

Göz önünde duran görkemli yapıları sevimli mahallelerini sunmakla yetinen ve o yapıları ortaya çıkaran düşünsel zenginliği gizleyen bir kültür mezarlığına dönüşmüş Cordoba şehrinin bu haliyle bile günümüzde turistik anlamda hayli ilgi gördüğünü söyleyebiliriz.

Zamanında büyük bir bilgi birikimi için çabalayan, aklı ve öğrenmeyi hayata dair arayışların merkezine almış Cordoba şehri günümüzde ne yazık ki turistler için gezilip tüketilecek bir haz noktasına dönüşmüş gibi duruyor.

İnsan, Cordoba şehrinde geçmişin insanlık için değerli olan yanının gizli tutulmasına kimsenin ses çıkarmayıp onca yaşanmışlığın üzerinin örtülmüş olmasına şahit olan Guadalquivir nehrinin dili olsa da burada yaşanan riyakârlığı haykırsa diye düşünmeden edemiyor…

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLAR -3 JAKARANDANIN GÖLGESİNDE SEVILLA

Cumartesi, Mayıs 27th, 2023

jakaranda-1

Uzun ve fazlasıyla şaşırtıcı bir muhabbet olmuştu. Konuştuğum o koca Jakaranda ağacının yanından ayrılırken “Unutma, kim ne anlatırsa ve nasıl anlatırsa anlatsın bu coğrafyada yaşananlar insanların korkularını gizleyebilmek uğruna dışarıda güvenli sınır arayışından başka bir şey değil. Yolun açık olsun…” Demişti.

En iyisi başından anlatayım.

Endülüs yolculuğumuzda Sevilla’ya ulaşmış, hayli sıcak ve güneşli bir havada eski şehrin dar sokaklarını döne dolaşa arşınlamış hayli yorulmuştum. İlk bakışta şehrin dışa dönüklüğü, kalabalık ve hayli konuşkan insanları, aydınlık sokakları dikkati çekiyordu.

Kalabalık ve konuşan insan sesleri ile dolu katedral meydanında günün yorgunluğunu bir nebze gidermek için gölgesine sığındığım ağacı fark edip “Yine mi sen?” diye seslenmiş ağaçtan gelen “Ne oldu beğenemedin mi?” yanıtı ile konuşan bir ağaca denk geldiğimi anlamıştım. Meydanın eflatun renkte çiçekler açan birkaç yalnız ağacından biriydi. Yorgunluktan kimseye cevap verecek halim olmasa da ağacın anlatacakları vardı.

O anlattı ben dinledim. Arada sorular sordum. Hepsi bu.

Gerçekten de ağaç hiç yabancı gelmemişti. Endülüs coğrafyasında her şehirde karşılaşmış garip bir takip ediliyor hissine kapılmış, anlam verememiştim. Hani pek öyle paranoyalarım olmasa da çokça karşıma çıkan ve birbirine hayli benzeyen eflatun renkli çiçekleriyle dikkat çeken ağaçlar tarafından takip ediliyor hissinden doğrusu kendimi alamamıştım. Yöreye özel ağaçların varlığı şehirleri daha sıcak ve sevecen yapıyor diye düşünmüştüm.

jakaranda-3

Endülüs şehirlerinin meydanlarında, bulvarlarında kocaman şemsiye gibi yer kaplayan ve Jakaranda ağaçlarından söz ediyorum. Ağaç, coğrafi keşifler sırasında Güney Amerika’dan getirilip İspanya şehirlerinde özellikle iklimi uygun bulunan Endülüs coğrafyasında pek çok şehirde kendine yer bulmuştu.

Yani bir anlamda o da bölge halkları gibi göçmendi.

Zaman içinde her göç eden gibi göçmenliğini gizleyip bulunduğu yeri sahiplenmiş olsa da Sevilla katedral meydanında altına oturup soluklandığım Jakaranda ağacı anlattıklarıyla bulunduğum coğrafyanın gizlediği başka bir dünyaya ışık tuttu.

Önce ağaç “Nesin sen? Nereden geldin? Burada ne arıyorsun?” diye sordu. Doğrusu kolay sorular değildi. İstanbul’dan geldiğimi, ne olduğumdan pek emin olamadığımı ve ruhumu gezdirmek için buralarda olduğumu anlatıp soruları geçiştirmeye çalıştım. Aynı soruları ona yönelttiğimde bir süre yanıt vermedi. Sonra sıradan bir ağaç olduğunu, Arjantin’den getirilip buralara ekildiğini ve herkes kadar göçmen, herkes kadar buralı olduğu yanıtını verdi. Görünüşüne, duruşuna, çiçeklerine biraz iltifat edince dili açıldı.

- Görünüşe bakılırsa sen de pek çoğu gibi buraların tarihini okuyup neler olmuş bitmiş öğrenip gelenlerdensin. Okuduklarını unut buraları bir de benden dinle…

- Okuduğum kadarıyla burası insanların gelip geçtiği, kalıcı olarak tutunmayı başaramadığı bir coğrafya. O nedenle kimse sahiplenememiş el değiştirdikçe oradan oraya, kimlikten kimliğe sürüklenmiş ve hep savaşlar yaşamış.

- Geç onları. Okudukların hikâye. Hepsi kimin toprağına kimin gelip, ötekini nasıl yok ettiğini anlatan ve yazana göre değişen anlatılar. Herkes bir yönden haklı bir yönden de mağdur. Zamanın varsa ben sana işin aslını anlatayım.

- Sen de kendine göre bir tarih yazacak hikâye uyduracaksın öyleyse.

- Önyargılı olma. Ben sana insanı anlatacağım. Dinle hele. Sonra hikâye mi rivayet mi ne olduğuna kendin karar verirsin.

Bu sözlerden sonra o sıcakta gölgesine sığındığım Jakaranda ağacı kendince insanı ve insanlığı anlattı. Doğrusu aynaya bakmak şaşırtıcı olduğu kadar can sıkıcıydı.

Sözlerine “insanı bu hale getiren tam olamayışı” diyerek başladı.

- Ne de olsa doğaya eksik bakıma muhtaç gelen bir canlı. Bu nedenle kendini hiçbir zaman yeterince güvende hissedemiyor. Bitmek bilmez güvenlik arayışı hep bir sınır arayışına dönüşüyor. Güven içinde yaşayabileceği bir alan bulmadan rahat edemiyor, huzursuz oluyor. Öngörülebilir bir hayat için kendine hep sınır arıyor. Sınırsız veya sonsuz kavramını aklı almıyor. Çocuklarını da böyle yetiştiriyor.

- Eeee. Ne var bunda? Hep böyle değil mi?

- Doğaya bir bak bakalım. Böyle sürekli huzursuz, kafasında kötü şeyler olacak beklentisi ile dolaşan başka canlı var mı?

- İyi de böyle davranması son derece akılcı değil mi? Yine de bunda ne kötülük var anlamadım.

- Ben de çok safım. Bir insana özünde sorunlu olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Bak şimdi konuşmaya başladığımızdan beri benimle bir kadınla konuşur gibi nazik ve iltifat ederek konuşmaya özen gösteriyorsun. Doğru mu?

- Ne bileyim? Doğru herhalde. Hem öyleyse bile bu ne anlama geliyor?

- Yahu ben bir ağacım ve cinsiyetim olması gerekmiyor ama madem “biriyle” konuşuyorsun kime göre neye göre konuşmak gerektiğinin sınırını baştan çiziyor ve bana dişilik atfediyorsun. Yani bir sınır belirlemeden konuşmaya cesaret bile edemiyorsun. Sınır görmeden kendini güvende hissedemiyor. Beni Güney Amerika’dan getirip bu meydana gözünün önüne koyan da aynı insan. Kendini nerede güvende hissediyorsa oraya kendi hapishanesini yapıp içine girmeyi marifet sanıyor. Güvenlik alanları, odacıklar inşa ettiği yetmiyor bir de onları sahiplenmeye kalkıyor.

- Daha neler?

- Dahası da var. Sahiplendiği odaların gerçekte hapishane olduğunu görmek yerine güvenlik ve konfor alanı olduğunu düşünüyor. Baktığında ağaçların toprağa esir olduğunu görüyor da inşa edip içine girdiği hapishaneyi, içinde bulunduğu mahkûmiyeti görmüyor, görse de gözlerini kaçırıyor.

- İyi de çevrene bir bak. Bu meydanda bile her türden her milletten insan bir araya gelip mutlu mesut bir arada yaşıyor. Konuşuyor, sohbet ediyor özgürce dolaşıyor. Neden bu kadar kötü olsun ki?

- Konuşuyorlar, evet. Kendilerine bedenlerini sokacak güvenli alanlar, odalar, hapishaneler inşa ettikleri yetmedi düşüncelerini de sınırlayıp kontrol almaya çalışıyorlar.

- Nasıl yapıyorlar bunu? Anlamadım.

- Anlamazsın elbet. İnsan neden konuşur, dil neden var sanıyorsun. En başından beri savunma güdüsüyle aradığı o sınır, düşünce söz konusu olunca dile dönüşmüş olamaz mı? Konuşarak düşündüğüne göre dil de sınırları önceden belirlenmiş bir düşünce hapishanesine benzemiyor mu?

Ağacın altına oturduğumda beden olarak yorgun ve bitkindim. Jakaranda anlattıkça bitkinliğin beynime de sıçradığını hissetsem de ağacın baktığı yerden dünyaya hiç bakmadığımı düşünüp anlamaya gayret ediyordum.

- Dur bir dakika. Doğru mu anladım. Dil de düşüncenin hapishanesi mi oluyor dedin?

- Sana insanı anlatacağımı söylemiştim. İnsan böyle bir canlı işte. Nerede olursa olsun önce sınır görmeye, yoksa da kendince sınır çizmeye çalışıyor. Sonra o sınırların içinde özgürce yaşadığına inanıp çevresindekileri de inandırıyor. Sınırın olduğu yerin hapishane anlamına geleceğini bilse de ne yapıp edip o hapishaneyi görünmez kılmak için o alan içinde gerçek hapishaneye benzeyen odacıklar inşa ediyor. Sonra da o hapishanede olmadığı için özgür olduğuna inanıyor.

- İyi de çevrene bir baksana. Herkes kendince mutlu ve huzurlu. Her şey yolunda görünmüyor mu?

- Görünüyor mu? Hadi canım sen de… Bir çocuk gibi oyun oynamayı seviyor ve devasa bir oyunu oynamayı hayat sanıyorsunuz.

- Peki, anlattıklarının bulunduğumuz coğrafyayla ne ilgisi var?

- Yahu görmüyor musun üzerinde bulunduğun topraklar insanların kıtalar arasında gelip geçtiği bir köprü. Köprülerin ne sahibi olur ne de güvenliği. Her gelen kendince güvenlik alanı oluşturmak için ötekileri kendinden uzaklaştıracak önlemler almaya çalışmış. Olmamış. Kendini güvende hissedecek sınırı bulamayınca hep bir düşman aramış. Bu topraklarda sınır hep başkaları, ötekiler olmuş. Vizigotlar Romalıları, Emevîler Vizigotlar’ı, Haçlılar Müslümanları, Kralcılar Cumhuriyetçileri, insanlar insanları düşman bilmiş. Şimdi bu topraklarda kime sorsan ne olduğunu kim olduğunu anlatmakta zorlanır ama ne ya da kim olmadığını hiç kuşku duymadan sıralayıverir.

- Yani?..

- Bu toprakların o uzun uzun anlatılan tarihi aradığı sınırı bulamadığı için kendini güvende hissedemeyen, korkak ve huzursuz insanların tarihi. Ne olduğu, kim olduğu veya kimlerden olduğunun hiç önemi yok. Hepsi aynı insanı anlatıyor.

Bilge Jakaranda ağacı kafasında olayları çözmüş görünüyordu. Açıkçası aklım o kadar karışmıştı ki nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Ancak bilge bir ağaç bulmanın heyecanı ile sorular sorarak konuşturmalıyım diye düşündüm.

- Az önce söyledin ama anlamadım. Seni Arjantin’den getirip buraya diken insanın derdi veya amacı neydi.

- Arjantin dediğin de sınırları belirlenmiş bir başka güvenlik alanı veya hapishane. Coğrafi keşiflerin amacının ne olduğunu sanıyorsun? Para kazanmak mı? Hıh… O keşifleri yapanlar da bilinen sınırların ötesine bakmaya çalışıyor, yeni sınırlar arıyordu. Buldukları coğrafyalarda oluşturdukları kendi güvenlik ve konfor alanlarında ne varsa yanlarına alıp yola çıktıkları bu topraklara getirip yine kendilerini güvende hissetmeye çabalıyordu. Bizleri Güney Amerika’dan getirip buralara ekenler de orada buldukları güvenlik ve konforu kendilerince yanlarında getirmişti.

- İyi de herkes göçmen olunca bunun ne anlamı kalıyor.

- Bak şimdi biraz kafan çalışmaya başladı. Bizlere Arjantin’den geldiğimiz için göçmen ağaç diyorlar. Beş yüz yıldan beri bu topraklarda olmak bile buralı olmak için yetmiyor. Bu topraklarda kimse kalıcı değil. Güçlü olan bir süre kontrol etse de kimse huzurlu değil. Güçlü olanın bile korktuğu, kendini güvende hissetmediği topraklardasın.

- İyi de nasıl yapacağız. İnsan bu sorunu nasıl aşacak? Hep böyle mi gidecek?

- Bu kafayla bir şeylerin değişeceğine inanmak saflık olur. İnsan önce kendini görecek, bedenini tanıyacak. Saldırganlık ve cinsellik dürtülerinin bir nebze farkında olup kontrol ederek sosyalleşmeyi başarmış olsa da içine doğup büyüdüğü ve farkında olmadan içselleştirdiği kültürün oluşturduğu sınırsız sahiplenme ve yine sınırsız konuşma dürtülerini fark edecek.

- Bunların farkına varması işe yarayacak mı?

- Görmezden gelmekle gelinen nokta ortada olduğuna göre bir yerden başlamak gerekiyor.

- Yoksa?

- Yoksa insan kendini bu dürtüleri ile yiyip bitirecek. Yaşayıp ölecek, yerine yenileri gelecek sahiplenme ve konuşma iştahları yüzünden ne yaşadığını bile anlamadan öylece kendini tekrar edecek ve gidişe bakılırsa doğa ile birlikte kendini de yok edecek. Sözgelimi şu koca meydanda “sahipsiz” kedi köpek olmaması bile anlayana çok şey anlatıyor ama durum şimdilik ümitsiz görünüyor.

jakaranda-2

(Photo by İrem ONUR)

Sevilla katedral meydanında Jakaranda ağacının altında öylece kala kalmıştım. Aynaya bakmak hiç bu kadar zor gelmemişti. Çevremde koşuşturan çocuklara ve onları kontrol etmeye çalışan ailelerine bakıp “Ne çok şeyi farkında olmadan yapıyoruz?” diye düşündüm.

Jakaranda söyleyeceğini söylemiş susmuştu.

Bir süre daha ağacın gölgesinde kalıp dinlendikten sonra ayağa kalkıp ağacın gövdesine sarıldım. Bunca soruna yol açıp hiçbir şeyin farkında olmayan insanlara katlanmak zorunda olduğu için üzgün olduğumu söyledim.

Cevap vermedi.

Yola devam etmem gerektiğini söyleyince son bir kez sesini yükseltip; “Unutma, kim ne anlatırsa ve nasıl anlatırsa anlatsın bu coğrafyada yaşananlar insanların korkularını gizleyebilmek uğruna dışarıda güvenli sınır arayışından başka bir şey değil. Yolun açık olsun” Dedi.

Sevilla katedral meydanında tüm görkemiyle yalnız başına duran bilge Jakaranda ağacına son bir kez daha sarıldım.

Sonra…

Sonrası ama öyle ama böyle yine bir yolculuk oldu…

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI-2 SETENİL DE LAS BODEGAS

Çarşamba, Mayıs 24th, 2023

setenil-1

Güney İspanya’nın beyaz evleri ile tanınan yerleşim yerlerinden Cadiz’e bağlı Setenil de las Bodegas’taydık.

Uzaktan bakıldığında kasvetli bir vadide bağrına taş basmış yerleşim yeri gibi görünüyor olsa da şehrin inişli çıkışlı dar sokaklarında dolaşınca betonlaşmak yerine doğayla barışık olmayı seçenlerin yaşadığı huzurlu bir yerde olduğunuzu anlıyorsunuz.

Uçup gitmek, doğadan uzaklaşmak yerine kuşlar gibi doğanın verdikleriyle yetinerek yuvalarını bir vadiye inşa etmiş insanların şehri, Setenil. Bir tür aşiyan…

Trejo ırmağının binlerce yıldır derinleştirdiği kayalık vadide mağaralarda başlayan tarih öncesi hayatın çok da fazla değişmeden günümüze kadar ulaştığı görülüyor.

Bilinen tarihi 12000 yıl öncesine uzansa da çok daha eskilerde bile insan yerleşimi olduğuna dair araştırmaların sürmekte olduğu kasaba Setenil ismini Septem-Nihil (7 kez hayır) sözünden alıyor. Şehir ve kale 1482 yılına kadar Hıristiyan güçlerce 7 kez kuşatılsa da alınamıyor. 1482 den sonra İslami özelliklerin yerini alan Hristiyan kültürü zaman içinde bölgeyi özellikle Karmelitlerin yerleştiği bir inziva bölgesine dönüştürüyor.

setenil-2

Mağaraları, ırmağı ve tarih öncesi yerleşimi ile Dicle nehri kıyısında günümüzde baraj gölü altında kalan Hasankeyf’i andıran şehir, doğanın verdikleri ile yetindikleri içi “dilenci” tarikatı olarak da anılan Karmelit kilisesini ve Nuestra Señora del Carmen inziva evini barındırıyor. İsmini Hayfa yakınlarındaki Karmel dağından alan ve 12. Yüzyılda kurulan Karmelit tarikatının İlyas peygambere uzanan bir kuruluş öyküsü var. 7. Yüzyılda İslam’ın yayılışı ile Karmelitlerin Hayfa’yı terk edip Sicilya üzerinden Avrupa ve özellikle İspanya’ya göç ettikleri biliniyor.

Her şey, binyıllar boyu güvenlik ve konfor arayışı ile mağaraları kendine yuva yapan insanın mağarasını büyütme arayışı ile başlıyor. Mağara girişinin iki yanına taş duvar yaparak uzatıp yer kazansa da dayanıklı çatı yapabilmeyi uzun süre gerçekleştiremiyor. Tanrısal gök kubbe inşa ederek kendi tanrısallığına doğru ilerlemeye yani çatı yapmaya başlayınca da doğadan kopuş başlıyor.

İnsanlığın kentleşmeye yönelme ile doğadan uzaklaşarak kendi dünyasını inşa etme çabasına yöneldiği bir dönemde biraz da Karmelit tarikatının doğa dostu yaşam biçiminin etkisiyle Setenil de las Bodagas’ın kendine özgü bir orta yol seçtiğinden söz edilebilir.

Setenil’deki yerleşim biçimine bakıldığında; filozof Augustinus’un (MS 354-430) ”insan, hayvandan tanrıya giden yolda düşe kalka ilerleyen canlıdır” sözünü hatırlatırcasına gök kubbeyi andıran tanrısal çatı yapmak yerine kuş yuvasını andırırcasına önce mağaraları sonra mağaranın uzantısı taş oyuntuları çatı olarak kullanarak doğaya uyum gösterildiği anlaşılıyor.

Günümüzün modern şehircilik anlayışına nazire yaparcasına dev bir vadinin yamacında Trejo ırmağının iki yanındaki kaya oyuntularını çatı gibi kullanıp evlerini inşa ederek suyla, doğayla, güneşle barışık bir yerleşim yeri oluşturmayı sürdürebilmiş Setenil’de yaşayanlar.

setenil-3

Şehir her ne kadar günümüzde turistik yerleşim yeri olarak ünlenmiş olsa da zeytin yetiştiriciliği ve zeytincilik de ana geçim kaynakları arasında yer alıyor.

Derin vadinin ve kayaların güneşi gizlediği şehrin ana caddesine yine nazire yaparcasına Calle cuevas del sol (güneşin mağaraları) ismi verilmiş.

Vadiyi, mağaraları ve şehri bin yıllar içinde biçimlendiren bölgenin gerçek sahibi Trejo ırmağının vakur suskunluğu, sessiz sakin insanları, beyaz badanalı küçümen evleri, inişli yokuşlu dar sokakları ile aşiyan-kuş yuvası benzetmesini fazlasıyla hak eden Setenil de las Bodegas’tan insanlığın çıkaracağı hayli ders var gibi görünüyor.

Mehmet Uhri

ENDÜLÜS NOTLARI-1 RONDA

Salı, Mayıs 23rd, 2023

rondo-4

Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor kitabının kaleme alındığı (1940) topraklardaydık.

Kitabı yıllar önce okumuş savaş ve savaşın anlamsızlığı üzerinden barış çağrısı içerdiğini düşünmüştüm. Yıllar sonra tekrar elime aldığımda kitabın içindeki bir cümleyi anahtar gibi kullanarak farklı alt metinlere ulaşabileceğini de fark ettim.

Kitapta geçen; “İnsan ada değildir. Bir başına bütün de değildir. Anakarada küçücük bir toprak parçasıdır. Eksilen her toprak tanesi ile bizler fark etmesek de koca kıta da eksilir. Ölen her insan ile eksilen insanlığın parçası olarak acı çekeriz. İşte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor.” Cümlesi anahtar olarak kullanılabilirdi.

rondo-1

Hemingway, İspanya iç savaşında geçen bu kitabı kaleme alırken ana karakteri Roberto’yu Abraham Lincoln tugayından seçmişti. Kitap, ABD’de güvenlik ve konfor içinde mutlu mesut yaşamak yerine insanlığın faşizm ile mücadelesine katkı sunmak amacıyla İspanya iç savaşında cumhuriyetçilerin yanında gönüllü görev alan ve yarıya yakınının hiç geri dönemediği çoğu eğitimli akademisyen 2800 kişilik Lincoln tugayından bir karakterin Segovia şehrine giden yoldaki bir köprüye sabotaj girişimini anlatmaktadır.

Savaşta yitirilen canlar üzerinden insanlığın değer yitimini, faşizmin insanı ezip aynılaştıran acımasızlığını dert edinip okyanus ötesinden mücadeleye katılmadaki diğerkâmlığın zaman içinde değişip dönüşen anlamını kaleme almıştı, Hemingway.

Dahası o yere göğe koyamadığımız, biri üzerine laf edecek diye ürktüğümüz ömürlerin dalgalara teslim olan kum taneleri gibi eksiliyor olmasının nasıl bir insani erozyona yol açtığını da işaret ediyordu.

Modern zamanların insanı merkeze alan tekilliğine, kendini ormanda ağaç gibi gören insanın kibrine sessizce itiraz ediyor ve hayat ormanının yaprağından öte olmadığımızı hatırlatıyordu.

Savaşın bir orman yangını gibi hızla yayıldığında hangi taraftan olduğunun veya haklı olmanın bile anlamsız kaldığını karakterlerin pişmanlıkları ile sezdirmeye çalışıyordu.

Öyle bir yangın ki, aynı ırktan, milletten, dinden hatta aynı aileden bireyler öldüresiye savaşıyor, esirleri kurşun israfını önleme uğruna acımasızca Ronda köprüsünden aşağı atmayı tercih ediyorlardı.

Hemingway yapıtı ile dünya savaşının ortasında Ronda’da iç savaştan yeni çıkmış ve geleceğe dair umutlarını yitirmiş bir toplumu anlatarak yitirilen insanlığı görünür kılmaya çabalıyordu.

rondo-2

Ronda, günümüzde turistik bir yer olarak boğa güreşleri ve Hemingway ile markalaşmış olsa da özellikle eski şehrin dar sokakları, kasvetli yapısı ve dağ başında herkesten her şeyden uzak halleri ile iç savaşta yitirilen insanlığı ve umutları da barındırıyordu.

İnsanlar gelip geçiyor, yaşanmışlıklar kalıyordu.

Üstelik bazı yaşanmışlıkların üzeri örtülüp unutturulmaya çalışılsa da şehrin dar sokaklarında ayağa batan bir diken gibi acısıyla kendini hatırlatıyordu.

Ronda’da o yeni köprüde durup kısa süreli de olsa o an ve sonrasından uzaklaşıp kurumuş Tajo ırmağının yıllar içinde oluşturduğu vadiye ve eski şehre bakıp geçmişin acılarını ayağa batan diken gibi hissettik.

Sonrasında ise menzilini kovalayan gezgin kimliğine bürünüp tekrar yola koyulmamız gerekti.

Tüm bunlara ek olarak Ronda’dan geriye belki bir damak tadı, bir esinti veya sokakta çınlayan gitar nameleri ile hatırlanacak anılar kaldı.

Sonra onlar da silikleşti.

Hâlbuki o köprüde çanların hepimiz için çaldığının farkındaydık.

Ah o kahrolası unutkanlığımız, ne de iyi geliyor…

Mehmet Uhri

İçimizdeki Dış

Perşembe, Kasım 24th, 2022

065d58af-cf12-4012-b549-2de3859e73fc

PANDEMİ GÜNCESİ

24 Kasım 2022

Sonunda covid-19 virüsü ile ben de müşerref oldum.

Virüs ile aynı hayatı bir süreliğine paylaşmak zorunda kaldım.

Sanki bir şeylere canımın sıkılmasını, bağışıklık direncimin düşmesini bekliyormuş. Hastalıklar ile mücadele direncimin düştüğü bir sonbahar günü semptomlar başladı ve ağır gripal enfeksiyon şeklinde bir haftaya yakın sürdü.

Günlük rutininde kalabalık hastane ortamında ve maskesiz dolaşanlar arasında çalışan biri olarak daha önce de tanışmış, hastalığı ayakta geçirmiş olabileceğimi düşünüyordum. Ancak bu kez durum ciddi idi ve istirahat etmeden geçmeyecek gibi görünüyordu. Hastane yatışı gerektirmese de işten güçten kalmamı sağladı.

Geriye emanet olarak inatçı kuru bir öksürük bırakıp “şimdilik” uzaklaştı.

Elimizdeki bilgiler COVİD 19 için başlangıçtaki öldürücülüğünün azaldığını ancak virüsün bulaşıcılığının daha da arttığını işaret ediyor. İzolasyon önlemlerinin tümden kaldırılıp kişisel önlemlerin gevşetilmiş olmasına bakılırsa hastalık ağır bir grip salgını gibi kabul görüyor olmalı. Pandeminin olanca hızıyla devam ediyor olmasına karşın hastalığa yönelik algının bu şekilde dönüşmüş olmasını biraz da istek, beklenti ve temenniler ile ilişkilendirmek daha akılcı görünüyor.

Virüs aynı virüs, hastalık aynı hastalık sadece pandemi ile yaşamaya alışıp başlangıçtaki abartılı korkularımızı aklımızla yönetmeye çalışıyoruz.

Gerçek şu ki; virüs bize çok şey öğretti.

İçine doğduğumuz evcil algılar dünyasını, o dünyanın dışarıdan bizi nasıl şekillendirmiş olduğunu fark etmemizi sağladığı gibi 200 nanometrelik bir virüsün bile konfor ve güvenlik alanımız olan evcil algılar balonunu patlatmaya yetebileceğini, ne denli korunmasız olduğumuzu tüm çıplaklığı ile gösterdi.

Dünyaya geldiğimizdeki gibi bakıma muhtaç, aciz, ezik, yalnız ve korku dolu bir canlı olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bıraktı.

Üzerini örtüp unutmaya çalıştığımız içsel yalnızlığımız, acizliğimiz ve korkularımız ile yüzleştirirken kendi başımıza hayata tutunma çabasının ne kadar önemli olduğunu da hatırlattı.

Sonuçta bu virüs vücudumuza giren bizi etkileyen normalimizi bozan içimizdeki dışsal bir öğe olarak pek çoğumuzun hayatını etkiledi. İçine doğduğumuz konfor ve güvenlik alanının bir balon olduğunu, gerçekte dışarının içimize girip nasıl tüm dengeleri kolaylıkla altüst edebildiğini, kısaca içimizde de bizi etkileyen, değiştiren “dışa ait” öğeler olduğunu gösterdi.

Doğayı dışarıda konumlandırıp vücudumuzu kapalı özel bir kontrol alanı gibi değerlendirme kolaycılığına kaçıyor  içeriyi ve dışarıyı ayırdığımızı zannediyorduk. Virüs bize içimizde pek çok dışsal öğe ve mekân olduğunu da gösterdi.

Biyolojik olarak bakıldığında sözgelimi mide bağırsak sistemimiz iki ucu açık boru gibi düşünülüp içimizde yer alan dışsal bir boşluk olarak da okunabilir. Yediğimiz içtiğimiz ne varsa içimizdeki o “dışın” içinden geçer, vücut alacağını alır ve artığını bırakır. Kendi otomasyonuna sahip olduğu için sorun çıkmadıkça mide bağırsak sistemimizin farkında bile olmayız.

Ta ki, yanlış bir şeyler atıştırıp motoru bozana kadar…

Motor bozulduğunda ise geçmişi, geleceği unutur o anı kurtarmaya durumu düzeltmeye çabalar bozulan dengeleri yerine koymaktan başka bir şey düşünmez oluruz.

Sonra?

Sonra yine unuturuz…

İşte bu virüs de bedenimizi tehdit eden değiştirip dönüştüren ve girdiği bedende geçmişi geleceği unutturup günü kurtarmak zorunda bırakan içimizdeki dışsal bir öğe olarak uzun süredir hepimizin hayatını etkilemiş ve değiştirmiş görünüyor.

Virüsün işten güçten düşürüp yatırdığı, ateşimin çıktığı günlerde insan ister istemez “içimizdeki dış” gibi normal zamanda pek de üzerinde durmadığımız garip konular üzerine de düşünüyor. Dahası “İçimizde farkında olmadan barındırdığımız başka hangi dışsal öğeleri barındırıyoruz?” sorusuna yanıt aramaya da başlıyor.

Okuyucular mazur görsün, yatırdığı yetmezmiş gibi hastalık böyle abuk sabuk düşüncelere de yol açıyor. Neyse ki raporum var.

Bilindiği gibi, insan biyolojik olduğu kadar kültürel de bir canlı.

Biyolojik yanımızın içi dışı olduğu gibi kültürel varlığımızın da içi ve dışı olmalı diye düşünmeye hasta yatağında başladım.

Covid-19 virüsü ile müşerref olduğum, geçmişi geleceği unutup hastalık ile boğuştuğum günlerde içimizdeki insanın sosyal ilişkilerinde de bazı dışsal etkiler yüzünden sosyal anlamda motoru bozup sorunlar yaşanabildiğinin o zaman farkına vardım.

Sözgelimi hastalık nedeniyle rapor almış olmam görev yapmakta olduğum işyerinin çalışma programını etkileyen “içerideki dışsal” bir öğe olarak çalışma ortamında günü kurtaracak önlemler alınmasına yol açıyordu. Futbol oyuncusunun hangi nedenle olursa olsun kırmızı kart görmesi diğer oyuncuları daha fazla gayret ve performans gösterme yönünde zorlayıcı etki edebiliyordu. Takım günü kurtarmak için kendi normalinin üstüne çıkmak zorunda kalıyordu. Kısaca biyolojik varlığımızda olduğu gibi kültürel varlığımızı da etkileyen farkında olduğumuz veya olmadığımız pek çok dışsal öğeyi içimizde barındırıyor olmalıydık.

Kafaları daha fazla karıştırmadan iç-dış konusuna açıklık getirmeliyim.

Doğanın sıradan bir parçası olmak yerine insan merkezli dünya görüşünün farkında olmadan algımızı etkileyerek ben ve dışarısı ayırımını doğurduğunu, bu ayrımın hayli değişken, öznel ve son derece yapay  bir ayırım olduğunu görmek zorundayız.

Dahası, bedenimizin içini dışını algılarımızla bir şekilde kolayca ayırıyor olsak da kültürel varlığımız söz konusu olunca sınırlar iyice bulanıklaşıyor.

Kültürel olarak “iç” bizdedir. Kimliklerimiz, kişiliğimiz ve daha alttaki kendiliğimiz hep kültürel içimizdir. Matruşkalar gibi içeriye doğru yuvarlansa da bize özgündür. Dış ise dışarıdadır. Tutunduğumuz sosyal ve biyolojik ortam dışımızdır ve çoğu kez bizi yönetir veya yönlendirir.

Hava durumuna göre günlük karar alıp uygulamak dışımızın bizi yönetmesine veya yönlendirmesine örnek olarak verilebilir.

İçine doğduğumuz dünya, aile sosyal ortam ne varsa biyolojik varlığımız kadar kültürel varlığımızı da yönetir, şekillendirir.

Bizler ise önce o “dışa” uyum göstermeye çabalar ve bir noktadan sonra sosyal ortam ile aramıza sınır koymaya küçük farklılıklarımızı, özgünlüklerimizi göstermeye çabalarız. Toplumsallaştıkça içimiz ile dışımız çoğu kez birbirine bulanır.

Hemen hepsinde baskın olan yöneten son sözü söyleyen hep dıştır.

Kültürel varlığımız ile içine doğduğumuz sosyal ortamın ortak değerlerine nasıl katkı sunduğumuz çatışma ve çelişkileri ile nasıl baş ettiğimiz de kendi anlatısal, öyküsel kimliğimizi oluşturur. Geriye dönüp koca bir ömürden geriye ne kaldığına baktığımızda toplumun gözündeki kendimizi bulur sosyal çatışma ve çelişkilerimizi ve onlarla nasıl baş ettiğimizi veya edemediğimizi hatırlarız.

Pandemi sürecinde insanlığı etkileyenin hep aynı virüs olmasına karşın hastalık ile ilgili algı ve düşüncemiz pek çoğumuz için küçük de olsa farklılıklar barındırıyordu. Hastalananların veya hastalanmaktan korkanların aktardığı anıların küçük de olsa özgün farklılıklar, sözcükler, duygu ve düşünce kırıntıları göstermesine de alıştık.

Sözgelimi hastalığın bedenimde pik yaptığı ikinci üçüncü günlerde yorgunluk, halsizlik, kas ağrıları nedeniyle durup durup “Kim dövüyor yahu beni?” diye söylenmişim. Eşimin yalancısıyım. Yeterince hatırlamıyorum.

Virüsler için bir tür Troia atı gibi içimize girip kaleyi içten yıkmaya çalışan dışsal unsur benzetmesi yapılabilir. Dışımız ne denli güçlü olsa da böylesine içsel bir saldırıya yeterince hazırlıklı olmak hiç kolay olmasa gerek.

Burada durup kendimize bir soru soralım; Acaba virüslerin biyolojik varlığımızda yaptığı gibi kültürel varlığımızı da zora sokan, içerden etki eden ve değiştiren sosyal anlamda virüs gibi etki eden öğeler de olabilir mi?

Sosyal ve kültürel varlığımızı farkında olmadan içerden ele geçiren yöneten ve yönlendiren, kararlarımızı etkileyen dışsal öğelerden söz ediyorum.

Hiç olmadığını söyleyebilir miyiz?

Sözgelimi içinde doğup büyüdüğümüz ve duygusal anlamda yakınlaşıp içsel olarak da etkileyen ailemiz bir şekilde içimizde de varlığını sürdürmüyor mu? Tüm dışsal değerleri bir kenara bırakıp yanlış olduğunu bile bile ailemizi savunmak zorunda kaldığımız durumlar olmuyor mu?

Yanlış anlaşılsın istemem; aile için içimizdeki virüs gibi bir iddia ileri sürmüyorum. Ancak ailenin kararlarımızı verirken çoğu kez içeriden destek aldığımız dışsal bir öğe olduğunu da görmek durumundayız. Mide bağırsak sistemimiz gibi “içimizdeki dış” olarak ailemizi barındırıyor, aile ile ilgili bir sorun veya uyumsuzluk yaşandığında sosyal anlamda motoru bozabiliyoruz.

Görünen o ki, kültürel varlığımız için de dışarının etkisi sadece dıştan olmuyor.

İçeride de etki eden, değiştirip dönüştüren, bizi kontrol altında tutan dışsal öğelerden söz ediyorum.

Virüs gibi sorun oluşturan olan dışsal öğeler de var, elbette. Sözgelimi aşk bir virüs gibi dışarıdan içimize giren,  bizi değiştirip dönüştüren, geçmişi geleceği unutturup günü kurtarmak zorunda bırakan dışsal öğe olarak da okunabilir.

Dahası da var.

Bir bakış açısına göre çocuklarımız bizim içimizden çıkan, içimizde yaşattığımız dışsal öğeler olarak görülebilir. Çocuk sahibi olduktan sonra insanın kendine yönelik korku, kaygı ve beklentilerine çocuğununkiler de eklenmiyor mu? Dışarının baskısı yetmezmiş gibi çocuğunu korumak ve yaşatmak uğruna teslimiyetlerimiz artmıyor mu?

Üstelik çocuklar da bir anlamda dış olduklarının farkındalar.

Başlangıçta anneye yönelmek, içine girmek, tutunmak ve orada kaybolmak istiyorlar. “Bırakma beni” ile başlayan ilgi talebi yaş ilerledikçe “bırak ama gözet beni” talebine ve ergenlik ile “rahat bırak beni” talebine dönüşüyor.

Çocuklar bir anlamda içimizdeki dış gibi içimize giriyor, yerleşip değiştiriyor hatta teslim alıp yönettiği bile oluyor. En kötü suçu işlemiş bile olsa bir annenin çocuğunu bağrına basmasını başka türlü nasıl açıklarız?

Dışarının baskılarına özgürlük isteği ile yanıt vermeye çabalasak da içeriden gelen böyle bir etkiye direnmek hiç kolay olmuyor.

Dışarının sosyal baskısı görünendir. Uyum gerektirir zorlayıcıdır. Öfke uyandırsa da uyum göstermeye veya en azından tepki vermemeye zorlar.

Aile veya çocuk gibi içimizdeki dışsal öğeler ise maalesef sinsidir. Kendini fark ettirmeden duygusal olarak içeriden esir alır ve farkında bile olmadan boyun eğmek, itaat etmek zorunda bırakır veya tepkisizliğe zorlar.

Diyeceğim o ki; Covid-19 virüsünün yaptığına benzer süreçleri ezelden beri duygu dünyamızda da yaşıyor olabiliriz.

Virüsü tanıyıp ne olduğunu bilmeseydik ölümlere yol açan, bizi değiştiren, dönüştürenin ne olduğunu da anlamayacak korkular içinde kıvranıp kendimizden endişe etmeye başlayacaktık.

Benzer bir süreci insanlık sıtma salgınları sırasında da yaşadı. Sıtmanın nasıl ve nereden geldiğinin bilinmediği, sivrisinekler ile bulaşma şekli gösterilemediği için hastalığın hava ile bulaştığı düşünülerek “Malaria - Hava Hastalığı” ismi verilmiş ancak yarattığı korku ikliminden tüm insanlık etkilenmiştir.

Günümüzün Covid-19 salgını gibi zamanının sıtma hastalığı da “içimizdeki dış” gibi etki eden değiştirip dönüştüren bir hastalık iken önce etkenin belirlenmesi sonra bulaşma yolları ve tedavisinin bulunmasıyla insanlık sıtma ile mücadeleyi kazanabilmiştir.

Covid-19 Pandemisi ile olan mücadelede de benzer olarak etken hızlıca belirlenmiş, bulaşma yollarına yönelik davranış değişiklikleri sağlanmış ve aşılar ile korunma yoluna gidilerek korku iklimi aşılmış görünüyor.

Ancak, kültürel varlığımızın içine girip yerleşen, içerideki dışsal unsur olarak varlığı kontrol eden ve yöneten aile, aşk, evlilik, çocuk gibi öğelerin olumlu duygu durumlar ile beslendiği göz önüne alındığında bunlardan kurtulup özgür olma beklentisi olanlar için hastalığın tanı ve tedavi aşamasından hayli uzak görünüyoruz.

Biyolojik varlığımız söz konusu olduğunda içimizdeki dışsal öğeler ile mücadele etmeyi bir şekilde başarıyor olsak da kültürel anlamda içimizdeki dışsal öğelerin adını koyup farkına varmadan mücadeleyi kazanmanın olanağı olmadığını tarih bize söylüyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; İyi ki bir hasta oldun. İçinin dışının birbirine karıştığı yetmezmiş gibi bizlerin de kafasını karıştırıyorsun.

Haklısınız. Üstelik virüse tekrar yakalanırsam daha beter bir pandemi güncesi kaleme alacağımın garantisi de yok.

Kabul etmek gerekir ki, 200 nanometrelik bir virüs insanlığın algı, duygu ve düşünce dünyasını değiştirdi.

Virüs kendini bir ağaç gibi tek ve hür zanneden bizlere yaprak, sadece kırılgan bir yaprak olduğumuzu hatırlattığı gibi biyolojik ve kültürel olarak yapmaya çabaladığımız iç-dış ayırımının özünde yapay ve anlamsız olduğunu da gösterdi.

Doğanın sefil bir parçası olduğumuz gerçeği bir süredir gözümüzün önünde duruyor.

Umarım bu kez gözlerimizi kaçırmayız…

Mehmet Uhri