Kış Erken Gelmesin

img_9838Emektar boğaz vapurlarından birinde Eminönü?nden Üsküdar?a yol alıyorduk. O kış sonbahar uzun sürmüş, güzelliklerini renk cümbüşü ile yaymıştı İstanbul?a.

Vapurun arkasında alt katta ayakta duruyor batmaya yüz tutmuş güneşin Ayasofya ve Sultan Ahmet camileri üzerindeki ışık oyunlarını izliyordum. Dalgınlığımı üşüşen martılar bozdu. Önce anlam veremedim. Daha sonra yanımdaki açık gri paltolu yaşlıca bey efendiyi fark ettim. Elindeki simitten kopardığı parçaları vapurun arkasından havaya fırlatıyor, martılar da simit parçalarını havada kapmak için yarışıyordu. Cebimdeki bir iki bisküvi parçasını atarak ben de katıldım bu oyuna. Bir süre sonra kolundaki saati gösterip kurmayı unuttuğu için durduğunu anlatıp saati sordu. Saatini kurarken küpeşteye yaslanıp laflamaya başladık.

Önce, ne iş yaptığımı, nerede çalıştığımı, doğum yerimi, kimlerden olduğumu sordu. Sonra benim sormamı bile beklemeden İstanbullu ailenin çocuğu olarak doğma büyüme İstanbullu olduğunu, Sirkecide bir handa kırk yıldan fazla süreyle işlettiği dükkanında saat tamircisi olarak çalıştığını, Zenit saatleri üzerine İsviçre?de eğitim aldığını, işlerin azalması ile birlikte dükkanı kapatıp emekli olduğunu anlattı.

-         Dükkanı devredecek birilerini yetiştiremedin mi yanında?

-         Eskisi gibi iş kalmadı bizim meslekte. Saat kıymetliydi bir zamanlar.  Şimdi elektronik ve ucuz saatler çıktı, eskinin mekanik saatleri unutuldu. Şimdi bozuldu mu atıyorlar saati, yenisini alıyorlar. Kim iş versin saat tamircisine. Bıraksalar daha çalışırdım ama bir yandan maliyenin vergileri, bir yandan masraflar sürdüremedim. Kapattım gitti yıllarımı verdiğim dükkanı.

Daha sonra saatin değerli olduğu yıllardan söz etti. Kimsede saat olmadığı yıllarda meydan saatlerinin iş gördüğünü, köstekli saatler ile saatlerin meydanlardan cebe girdiğini, sünnet olan çocuklara saat hediye edilerek büyüdükleri, erkek adam olduklarının vurgulandığı yılları anlattı.

-         Zaman bizim kontrolümüzdeydi sanki o yıllarda. İstediğimiz zaman kurar, ayarlar, istemediğimiz zaman unutuverirdik, kurmayı. Biz yönetirdik zamanı.

-         Sonra ne oldu, ne değişti?

-         Önce saat kulelerindeki saatler cebe girdi, kolaylık sandık bu gelişimi. Sonra ucuz, elektronik saatler ile değersizleşti zaman. Üzerimizde taşıdığımız yetmedi cep telefonlarına eklediler ve giderek insanların kafasına yerleştirdiler saati. Herkes her yerde aynı zamanı yaşıyor. Kaçamıyoruz artık saatlerden. Kontrolümüzden çıktı. Sanki o bizi kontrol ediyor.

Bir süre batmakta olan güneşe baktı. İlgiyle dinlediğimi görünce sürdürdü konuşmasını;

-         Zaman üzerindeki kontrolü yitirdi insanoğlu. Sanırım bundan sonra sıra telefonlarda.  

-         Telefonlarda mı? Nasıl yani?

-         Unuttuk değil mi? Telefon ne işe yarardı? Telefon uzaktakileri yakınlaştıran bizi sevdiklerimize sesle de olsa kavuşturan mucizevi keşif değil miydi?

-         Öyleydi sanırım.

-         Telefon da saat kuleleri gibi dışarılarda bir yerlerdeydi, sokaklarda, evde asılı durur istediğimiz zaman kullanır, istemediğimiz zaman uzak dururduk. Cep telefonları ile iş değişti. Önceleri pahalıydı mekanik saatler gibi. Prestijli aletti. Ancak saatleri ucuzlattıkları gibi, telefonları da ucuzlattılar. Artık her an her yerde herkese ulaşabilir, konuşabilir olduk. İnsanları biri birine yakınlaştıran telefon cebe girince bizleri biri birimize bağladı sanki. Artık telefonsuz bir yere kımıldayamıyor, olmayınca çıplak hissediyoruz kendimizi.

-         Bu bir gelişme değil mi?

-         Belki ilerleme ama insan için gelişme mi? Emin değilim. Zamanın kontrolünü yitirip kendi kontrolümüzü zamana kaptırdık. İletişimin de başına aynı işler gelecek gibi duruyor. Eskiden telefonları biz kullanıyorduk. Artık telefonlar yönetiyor insanları. Yakında telefonları da insana monte edecekler saatler gibi,  24 saat ulaşılabilir hale gelecek insanoğlu. Bu durum, hayatın ilerlediğini gösterebilir belki ama insanı da başka bir şeye dönüştürüyor sanki. Benim pek olmak istemediğim bir şeye.

Daha sonra elinde tuttuğu Pazar filesini kaldırdı havaya.

-         Bak bu Pazar filesidir. Artık arasan da bulunmuyor. İnsanlar pazara çıkıp alışveriş yapar filesini doldurup dönerdi, evine. Aldıkların, evine ne götürdüğün fileden görünürdü. Şimdi naylon torbalar ile herkes biri birinden saklıyor aldıklarını, ayıp bir şeymiş gibi. Cep telefonları ile biri birine bu kadar yakın ama o kadar da uzak insanları görüyor ve üzülüyorum yeni nesiller için.

Güneş Sultanahmet camiinin arkasında kaybolmak üzereydi. Kız Kulesi yanımızda belirmiş, Üsküdar?a yaklaşmıştık. Başını öne eğdi, birşeylere kırgın veya küskün gibiydi. ”Bir de” diye söze başladı sonra vazgeçti. “Bir de ne?” diye üsteledim.

-         Bir de, tamir etmek yerine atıp yenisini almayı tercih ediyorlar artık, anlamıyorum. Pazara file ile gitmek varken kullanılıp atılan naylon torbaları tercih ediyorlar. Eskiden tek kullanımlık çakmaklara sibop takıp doldurulabilir hale getiren birileri vardı, onlar da kalmadı.

?Böylesi daha ekonomik oluyor ama? diyecek oldum öfkelendi ?Başlatma ekonomiden, ekonomi mi seni yönetiyor, sen mi kendi ekonomini belirliyorsun ona cevap ver?? dedi hırsla. Sustuğumu görünce sürdürdü sözlerini;

-         Ben yeni nesil için üzülüyorum. Bizim nesil yoklukta büyüdü. Her şeyin kıymeti vardı. Yeni nesil bu bollukta neyin değerli olduğunu bile fark etmeden yetişiyor. İşi biten, bozulan her şeyi atıyoruz. Onu yeniden kazanmaya uğraşmıyoruz. Çocuklar bunu görüp bunu öğreniyor. Gün gelecek insanlara da aynı muameleyi yapacak bu nesil bak göreceksin.

-         Ne yapacaklar?

-         İşi biten, yada işe yaramayan insanları kazanmak yerine atıp yenisini almayı normal karşılayacaklar. Yaşlılık, emeklilik ıstırap olacak buralarda.

Vapur Üsküdar?a yanaşmış çımacı halatı bağlıyordu. Havanın alacası çökmüştü her yere. Bırakmak içimden gelmiyordu bizim saat tamircisini. Lafı uzatmaya çalıştım. Kendisi için hayattan beklentilerini sordum. Gülümsedi.

-         Ne bekleyeceğim. Hayat bana gösterdi her türlü yüzünü. İlkbaharını, yazını yaşadım. Bundan sonrası sonbahar ve kış artık. Tek beklentim kışın erken gelmemesi, bu sene olduğu gibi uzun sürmesi şu sonbaharın. Gerçi güven olmaz bu İstanbul?un havasına ama. Umut işte?

Filesini taşımasına yardım etmek istedim, izin vermedi. Vapurdan birlikte indik. Üsküdar meydanında el sıkışıp ayrıldık. Meydandaki çınar ağacının sararan yapraklarından biri düştü omzuma,bırakmaya kıyamadım cebime koyup yürüdüm, Şemsi Paşa?ya doğru.

Boğazın akıntısından gelen sesler uzaklardan duyulan eski bir şarkıya karışıyordu. Hani sözlerini tam çıkaramasan da eşlik etmek istediğiniz şarkılar vardır ya, öyle bir şarkıydı sanki?

Leave a Reply