Kestanenin Teri

kestanenin-teri2Direnmenin anlamı kalmamıştı. O akşam koca şehir hep birlikte yollara dökülmüş gibiydi. Bir saati aşkın süredir İstanbul?un trafiğine takılmış eve gidebilmek için alternatif yolları denemiş sonuçta tüm yolların aynı yoğunluğu yaşadığını görüp pes etmiştim. Arabamı Sirkeci meydanında boş bulduğum ilk cebe çekip durdum. Akmayan trafikte şehrin acı çeken telaşlı insanlarından biriydim ve pes etmiştim. Araçtan inip boğazın Haliç’le birleştiği yerde akşamın lacivertine bulanan suları izledim bir süre. Hava açıktı. Hafiften ayaz başlamıştı. Boğazın karşı sırtlarından ay yükseliyordu. Akşamın alacası karanlık ile yer değiştirdikçe meydanın gündüzcüleri de yerlerini gececilere bırakıyordu. Zabıtanın yokluğunu fırsat bilen işportacı esnafı hızla meydana yayılıp açtıkları tezgahlarda satışa başlamışlardı. Oyuncakçısı, korsan kitap CD satıcısı yanı sıra çok sayıda giysi ve valiz satıcısı kaplamıştı meydanı.

Teknesinde pişirdiği balıkları ekmek arası satan balıkçının başı da kalabalıktı. Teknenin yakınındaki rıhtım elinde balık ekmeği ile taburelere oturup karnını doyuranlarla doluydu. Balığına soğan tuz ve limon eklemek isteyenlere balıkçının adamlarından biri yardımcı oluyordu. Onca hareketliliğe ve akmayan trafiğe karşın meydandakiler sakin ve telaşşızdı.  

Derken; önce kokusu geldi sonra o cezbeden kokusuyla kebap kestaneci göründü. Tekerlekli arabasının iki yanında sallanan tüplü lüks lambası ile karanlıkta hayli dikkat çekiyordu. Kısa sürede kokunun cazibesine kapılan müşteriler başına üşüştü. Kestaneden nasiplenmek için yanına gittiğimde elindeki hazır pişmişleri sattığını biraz beklemem gerektiğini söyledi. Benden önce gelen iyi giyimli beyefendi de benim gibi bekliyordu.

kestanenin-teri-1Kestaneleri ateşe yerleştirip omzundaki havluyla terini kuruladı. Çekmecesinden çıkardığı sudan iki yudum alıp kalan suyu arabanın önünde iki yanda sallanan saksılardaki çiçeklere döktü. Elimle çiçekleri işaret edip ?ocağın sıcağından etkilenmiyorlar mı? diye sordum. Şaşkın şaşkın yüzüme bakıp ?hiç etkilenmişe benziyorlar mı?? diye cevap verdi. Gerçekten de çiçekler sarı ve beyaz açmış sağlıklı görünüyordu. Bekleyen iyi giyimli beyefendi ?çiçeklerin keyfi yerinde olabilir ama milletin çiçek görecek tadı keyfi kalmadı? diye söylendi. Bizimki yanıt vermedi. 

Gelen diğer müşteriler o güzel kokuya karşın hazırda kestane olmamasına söylenip bekleyenleri de görünce arabanın yanından uzaklaştılar. Pişmeye yüz tutan kestaneleri çevirirken ?benim için pişirdiklerin iyi pişsin? diye ricada bulundum. Bu kez ters baktı yüzüme.

-      Bunları pişsin diye değil kolay soyulsun diye pişiririz. O senin

    dediğin kestanenin haşlamasıdır.

-     Ama o zaman niye kebap kestane diyoruz?

-      Çok pişirirsen un gibi dağılır, bu meret. Kararında pişirmek gerek. Yoksa kabuklarını soymaya kalktığında dağılıp üstünü başını batırır. Dahası çok pişirip terini kaçırır kurutursan iç zarı yapışır, hiç soyamazsın.  Yani kestaneyi kabuğundan zarından soyabilmek için önce çizer ıslatır sonra az kebap yapıp terini yitirmeden ateşten almalısın. Az pişmişi kurumamışı makbuldür bunun. Tadına varmak istiyorsan kararında pişireceksin ve sıcak yiyeceksin.

Bekleyen iyi giyimli beyefendi elindeki gazeteyi gösterip;

-        Desene bizim ülke de kestaneye benziyor. Çizip çatlattılar pişirip soyacaklar. Satılmadık ülke malı bırakmadılar. Bize de kabuk değiştiriyoruz diye yutturuyorlar.

Bizimki yine yanıt vermedi. Kestaneleri çevirmeyi sürdürdü. Sonra beyefendiye dönüp ?Orasını bilemem, beyim. Ben kestaneden anlarım. Ama eğer işler senin dediğin gibiyse dua edelim de ülkeyi çok ısıtmasınlar, fazla pişmiş kestane gibi un ufak edip parçalamasınlar bu güzelim ülkeyi? dedi.

Pişen kestaneleri açılmaları için kenara alıp kenardaki yenileri ateşe yaklaştırdı. Bu arada Balkan göçmeni olduğunu yıllardır akşamları Sirkeci meydanında sattığı kestanelerinin hayli meşhur olduğunu öğrendik. Pişenlerden hazırladığı ilk partiyi tartıp bekleyen beyefendiye uzattı. Ocağın ateşini kontrol etti. Giden beyefendinin ardından baktı, bir şey söylemedi. Eliyle arabanın kenarından sarkan çiçekleri gösterdi.

-       Bu çiçekleri ben ektim. Can suyunu elimle verdim. Arkadaşlık ederler bana. Onların keyfi yerinde olunca bilirim hayır dua da ederler, bu sayede işlerim rast gider. Yalnızlık zor, ne edeceksin.  Hayır duasız da olmaz.

-      Koca şehirde geçinmek hele göçmensen daha da zor olmalı.

-      Eskiden ben de öyle düşünür avuturdum kendimi. Şanssız olduğuma inanırdım. Ama bence bu şehirde artık herkes göçmen. Herkes biraz yabancı.

Az ilerde işportacılar arasında yer paylaşımı yüzünden çıkan bağrışma kavgaya dönüşmeden araya girenlerce yatıştırıldı. Kestaneleri kese kağıdına yerleştirirken maşayla kavga edenleri gösterdi;

-      Bak onlar da benim gibi göçmen. Dedim ya, bu şehirde herkes göçmen. Getirip ekiveriyorlar insancıkları buraya. Ama kimse can suyu vermiyor. Sonra böyle herkes kendi can suyunu başkasından çıkarmaya çalışıyor. Göçmeni çok olunca kimse ev sahipliğine de soyunmuyor. Herkes tutunabilmek için başkasından medet umuyor.

-   İyi de, bütün büyük şehirlerde yaşanır bu dediğin sorunlar.

Gelen yeni müşteriye eliyle beklemesini işaret etti. Tarttığı kestaneleri uzatırken kafasını kaldırdı;

-        Burada kimse başkasanın sıkıntısını görmüyor, görmek de istemiyor. Sanki şehrin suyu çekilmiş. Ne can suyu var, ne de can suyu verecek vicdan sahibi birileri. Hep mücadele hep kavga. Velhasıl zor, çok zor burada hayat. Az önceki beyefendi gibi söylenmekle de olmuyor. Söylendikçe itiraz ettiklerine de alışıyorsun, o kadar. Hiç bir işe yaramıyor. 

Selamlaşıp ayrıldım yanından. Kıyıdaki banka oturdum. Balıkçının başı yine kalabalıktı. Elimdeki kestanelerin o sıcak içten kokusu boğazın esintisine karışıyordu. Ay iyice yükselmiş ufacık olmuştu. Bir süre daha orada oturup oyalandım. İşportacıların mal satma telaşına bakarken kestanecinin söylediklerini düşündüm. Karanlık iyice çökmüş meydanda gecenin silüetleri dolaşır olmuştu. Kestaneciyi ve kestane kokusunu ardımda bırakıp arabama yöneldim. Yola koyulduğumda trafiğin azalmış olacağını umuyordum ancak iyimser bir beklenti içinde olduğumu kısa sürede anladım. O gün şehir, sanki durup birşeyler anlatmaya çalışıyordu.     

 

Mehmet Uhri

5 Responses to “Kestanenin Teri”

  1. Naile diyor ki:

    Bu kadar karmaşaya rağmen sen de İstanbulda yaşamaya devam ediyorsun be arkadaşım, nedir bu şehrin cazibesi, boğazın esintisi mi, yoksa onu seyredecek vakit bırakmayan koşuşturması mı? Sen İzmir çocuğu olarak dön ait olduğun yere de yüzünüzü görelim şu üç günlük yaşamda..Sevgiyle kal

  2. Mehmet Uhri diyor ki:

    Laleler kızardı, bademler ve kirazlar çiçeğe durdu. Erguvan vaktinin eli kulağında, sevgili dostum. Hele bir gel bak o zaman belki beni daha iyi anlarsın. İzmir’i özlemiyor değilim ama bu başka birşey…

  3. Oğuz Bosnalı diyor ki:

    Mehmet bey, tek söyleyebileceğim, İzmir’den Sevgiler…

  4. dr.kemal demiriz diyor ki:

    İzmir yada İstanbul’da,bence o kestanenin tadına varabilmek,kokusunu duyabilmek.Elinize sağlık.

  5. Selami Bağrıyanık diyor ki:

    Keşke herkes böylesine bir eziyeti fırsata dönüştürebilme sanatını, güzel yaşama sanatını becerebilse. Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında anlattıkları insanın hangi koşulda olursa olsun bir anlam yaratabilme potansiyeli taşıdığına fazlasıyla inandırmıştı.

    Kaleminize sağlık,
    Selami Bağrıyanık

Leave a Reply