KELEBEĞİN UMUDU

kelebegin-umudu-1

Pandemi notları Temmuz 2022

Bu kez kendimle yazıştım.

Masum bir arkadaş buluşması öncesiydi. Sosyal medyadan tanıdığım insanlarla ilk kez bir masa başında bir araya gelecektik. Geç kalma endişesiyle buluşma yerine hayli erken geldiğimi fark edip bir çay rica etmiş, garsondan rica ettiğim kalem ile yol boyunca okumakta olduğum kitabın boş bulduğum sayfalarına bu satırları not almaya başlamıştım.

Covid-19 Pandemisinin korku iklimi sürüyordu.

Kapalı bir mekânda buluşmaya katılıyor olmanın tedirginliğini yaşamıyor değildim. Buluşacağım arkadaşlarımla bir clubhouse sanal odasında tanışmıştım.

Kadıköy için erken sayılabilecek saatte bomboş meyhane ortamında çay içip bir şeyler karalayan olarak çalışanlara da “garip” gelmiş olacağım ki kimse bulaşmadı. İkinci çayı isteyip istemediğimi bile sormadılar.

Her neyse… O gün benim için özel bir gündü. Uzunca bir süre sonra kendime, kendimi anlatıp aklımdan geçenleri yazıya döküyordum.

Tam bir yıl önce pandemi tedirginliği yetmezmiş gibi kalp damarlarımda tıkanıklıklar saptanmış, hastalık kapmaktan korkarak girdiğim hastanede açık kalp ameliyatı olmak zorunda kalmış, kalbimi besleyen damarlar yenileriyle değiştirilmişti. Hayatımda ilk kez ameliyat masasına yatmıştım.

Şairin dediği gibi her şey birden bire olmuştu.

Kalp damarlarımın sorunlu çıkması üzerine konunun duayeni hocamızın kapısını çalmıştım. Hoca onca yoğunluğunun arasında meslektaş dayanışması gösterip beni kabul etmiş kalp damarlarımın görüntüsünü inceleyip derhal ameliyat olmam gerektiğini söylemişti.

Hiçbir yakınmamın olmadığını, hatta asansörü riskli bulup 4 kat merdiven çıkarak yanına ulaştığımı söyleyerek “bu kadar kötü olmamalı” diye itiraz edince yüzüme bakıp “ölüyorsun ve farkında değilsin” diyerek sözümü kesmişti.

Ertesi gün sabah hastaneye yatmış ve bir gün sonra sabah ilk vaka olarak bypass ameliyatına alınmıştım.

Ölümün kıyısından dönmüş biri olarak bu satırları kaleme almaya cesaret etmek için bir yıl beklemiş olduğumu hayretle fark ediyordum.

Açık kalp ameliyatı bir tür elektroşok gibiydi. Ameliyat sırasında kalp durduruluyor, bir süre makineye bağlı kalıyor (teknik anlamda ölüyor) sonra tekrar çalıştırılıyordu.

Ameliyat sonrasında tüm hafıza bağlantılarımın çözülmüş, anılar parçalanmış ve dağılmış gibiydi. Bilincim bulanıktı.

Kendim olduğumu kabullenmem bile zaman alacaktı.

Ameliyattan sonraki  günlerde gördüğüm o garip rüyaları anlamlandırmakta zorlanıyordum.

Hayatımda o güne kadar edindiğim algılar imgeler ve kavramlar bağlarından kopmuş hepsi birbirine karışmış gibiydi.

Hastane sonrası toparlanma ve iyileşme dönemi hayatın yavaş ama kararlı aktığı süreç olarak geçti.

Tüm bunların üzerinden bir yıl geçmişti.

“Acaba ameliyatı yapan hocanın dediği gibi öldüm de rüyada mıyım? Başka birinin rüyasında kendimi yaşıyor görüyor olabilir miyim?” diye düşündüğüm ve uzun süre emin olamadığım günler geçirdim.

(Burada bir parantez açıp; “Hoş, şimdi de çok emin olduğum söylenemez. Hangimiz emin olabiliriz ki?” şeklinde sonu gülücük ile biten bir not yazıp parantezi kapamışım.)

Hastalığımı ameliyat ve sonrasını yurtdışında eğitim görmekte olan ve pandemi kısıtlamaları nedeniyle ülkeye gelme olanağı olmayan kızımdan saklamıştık.

Ameliyattan 3 hafta sonra bilgisayar ekranında karşısına geçip yaşadıklarımı ve süreci sorunsuz atlattığımı anlatırken kızımın bakışlarından ölmemiş olduğumu ve benim için fazlasıyla üzülmüş olduğunun farkına vardım. Konuştuklarımızı hatırlamıyorum ama bana iyi gelmişti.

Yaşıyordum…

Kafamın içindeki kartlar toplanıp yeniden dağıtılmıştı ve oyun devam ediyordu. Yine de üzerinden bir yıl geçmeden elime kalem alıp o günü ve sonrasını yazmaya cesaret edememiştim.

O güne kadar kalemim başka şeyler yazsa da kendimden uzaklaşan ve sonra yeniden yaklaşan kendimi yazmaya bir türlü elim varmadı. Hatırladıklarıma sarıldım.

Unuttuklarımın çokluğunu fark edip ürktüm.

Önemli gördüğüm ne çok şeyin aslında önemsiz olduğunu, bir çocuğun kahkahasının veya bir kedinin o üstten bakan halinin ne denli önemli olabileceğini, asıl önemli ve öncelikli olanın sözcüklere sığmayan hissetmelerin olduğunu düşündüm. Hissettiğim halleriyle hatırladıklarım ile tekrar kendime tutundum.

Aklım oyun ediyordu. Kafamın içindeki kırılmış parçaları bir araya getirmeye çalışıyor, pek çok eksik parçayı bulamıyordum. Eksik olanların ne kadarının bana ait olduğundan emin değildim.

Sabah ve akşam uzun yürüyüşler yaparak form tutmaya çalıştığım zamanlarda clubhouse uygulamasını keşfettim. Başlangıçta sadece dinliyordum. Felsefe tarih fizik mitoloji odalarına dinleyici olarak katılıyordum. Sonrasında konuşmacı olarak da katılıp küçük katkılar sunduğum odalar da olmaya başladı.

Sonra garip ama ilginç bir oda ile karşılaştım.

Yamuk duruş isimli bu odada soyut kavramlar üzerine konuşuluyordu. Odada o gün için seçilen kavram ele alınıyor ve aslında üzerinde uzlaştığımızı sandığımız kavramların ne denli akışkan ve değişken anlamlara bürünmüş olduğuna şaşırarak şahit oluyorduk.

Başlangıçta bilenlere bilmeyenlere, bildiğini sananlara kavram hakkında “ayar” verici nitelikte fazlasıyla didaktik bir şeyler söylediğimi bunun rahatsızlık yarattığını hatırlıyorum. Odaya girdiğimizde ele alınan kavramı hepimizin farklı yorumlamakta olduğunu ve iki saatlik süre sonuna doğru kavram hakkında başlangıçtaki düşünce ve yargıların değişebildiğini görüyorduk. Üstelik bu durumun oluşturduğu düşünsel ortam herkese iyi geliyor bir münazara yapmak yerine kavramı anlama ve anlamlandırmaya çalışarak düşünce dünyamızın zenginleşmekte olduğunu fark ediyorduk.

Didaktik olmayı bırakıp kavrama daha geniş açıdan bakmaya söylemek istediklerimi soruya dönüştürüp konuşma ortamına katkı sunmaya başladım. Kısa süre sonra kendimi odayı düzenleyen ve bulunduğum meyhane atmosferinde birazdan bir araya gelecek olan o güzel insanların arasında buldum.

Söylemek istediklerini soruya dökerek üzerinde düşünülmesini sağlamak daha zor olsa da bu işlem sırasında kafamın içinde kuramadığım bağlar aydınlanıyordu. Görsel hafızamın yitirdiklerini işitsel hafızam tamamlayıp yerine koyuyor gibiydi.

Açıkçası kendimi tanımakta zorlanıyordum. Kimseye fark ettirmemeye çalışsam da bypass ameliyatı sonrası başka biri olmuştum.

Gereksiz inatlaşmıyor, üstüme gelinirse susmayı ve kafamı çevirmeyi seçiyordum. Dışa dönük yanım içe dönük yanımla barışmıştı.

kelebegin-umudu-2

Sonrası da var…

Aylar geçtikçe yaşanan iyileşme ve kendini yeniden bulup tanımlama ve mesleki hayata geri dönüş süreci aile büyüklerinden birinin bakım gerektiren rahatsızlığı nedeniyle zorunlu bir yalnız kalmayı gerektirdi.

İnsan yalnız yaşamaya, kendini oyalamaya ve içindeki çocuğu kabullenmeye kolay alışıyormuş.

Başkalarının gözündeki ben yerine içindeki ben ile bir arada olma, arada içeridekinin de söz alıp konuştuğunu, dışarıyı yönettiğini görüyor olmak iyi gelmeye bile başlamıştı.

Bağlantılar yeniden kurulmuş ve eksik parçaların üzeri bir şekilde örtülmüş olsa da öte yana gidip gelmiş olmanın verdiği garip duygu ile insanları, yaptıklarını kolay affediyor veya umursamıyordum.

O zamana kadar hayatımda yeni insanlar pek yoktu. Kendime ayna olacak yeni insanlar da aramıyordum. Ama ameliyat sonrası her yeni tanıdığım insana karşı ister istemez oynadığım o tiyatroyu oynamaktan vazgeçmiştim. Artık kasmıyordum. O yeni insanlar ile pek konuşmasam, susup dinlemeyi seçsem de ağzımı açtığımda eksik ve yanlışlarımı, saçmalamalarımı anlatıp kendimle dalga geçiyordum.

Hiç de zor olmadığını ve iyi geldiğini söylemeliyim.

İnsanı hayata yakınlaştıranın sahip olduklarından çok kurduğu veya farkına vardığı bağlantısallıklar olduğunu giderek daha çok düşünüyordum.

Yeni insan, yeni düşünce farklı mekân ve yeni yaşanmışlıkların hatırlamaya değer gerçeklikler bıraktığını görüyordum. Anlatacak yaşanmışlıkların ne denli önemli olduğunu fark ediyordum. Kendi anlatısal kimliğime tutunmaya çabalıyordum. Nereye gittiğimi bilmesem de bu yolculuk iyi geliyor, öykü kurgu ve gerçek bir yerde birbirine dolanıyor, hayat oluyordu.

Sanırım öykü yazmayı biraz da bunun için seviyordum. Öykü yazarken kişileri gerçeğe yakınlaştırmanın veya gerçek yaşanmışlıkları hayali kahramanlar üzerinden kaleme almanın, tüm bunların birbirine dolamanın hayatı zenginleştirdiğinin farkına varıyordum.

Yaşamın hatırladıklarımız kadar olduğunu ve “hatırlayan kim?” sorusunun hayatı anlamlı kıldığını düşünmeye başlamıştım. Halbuki bize öğretilen dayatılan hayat gerçekler üzerine kuruluydu. Doğruları konuşmamız bekleniyordu. İnsanlar hayat tiyatrosunu birbirine gerçekleri anlatma sözü vermiş gibi oynasa da gerçek akışkandı. Her hatırlamada başka bir gerçeğe dönüşüyordu. Yani aslında kaşık yoktu.

Hayatın sahip olduklarımız, edindiklerimiz başardıklarımız kadar olduğu dayatmasına boyun eğmiş olsak da gerçekte öyküsel anlatısal kimliklerimizden ibarettik. İçinde yaşadığımız dünya ise inatla etiketlerimizi parlatmakla uğraşmamız, içeridekini gizleyerek yaşamamız, diğerleriyle aynı olmamız gerektiğini her fırsatta hatırlatıyordu.

Pek çoğu farkına bile varmadan hayatın içinden sıradan veya parlak büyük bir etiket olarak geçip gidiyordu.

İleride bir gün hatırlayanlar ise ismini veya etiketini değil de bir yaşanmışlığa gönderme yapıp içeridekine dokunarak ismini ve hissettirdiklerini Veysel’in “Dostlar beni hatırlasın” dediği gibi anıyordu. Böylesi bir hatırlamayla ise hayat tüm o yapaylığa inat başka bir yerlerde farklı akmaya devam edebiliyordu.

(Yazdıklarıma burada ara verip not aldığım kitap sayfasına garip şekiller çizerek düşünmüşüm. Sonra aşağıdaki cümleyle devam etmişim.)

Bir yıl önce bugün sanki hayatıma format atıldı.

Motor rektifiye olmuş olsa da şoför artık aynı şoför değil. Yine öyküsel anlatısal kimlikler biriktirse de o kimliklerin ardındaki insanı ve hatta onun bile göremediğini görmeye daha çok gayret ediyor. Görmek dediğime bakmayın. İşitmek veya hissetmek gibi bir şey anlatmaya çabaladığım. Karşısındakinin içinden gelen bastırılmış sesi, müziği duymaya çabalıyor.

Araba yine gidiyor, rutin devam ediyor ama doğrusu değişen çok şey oldu.

Ömrü yeterse belki 10 yıl sonra bu satırları kaleme alıp değiştiğini haykıran, yeni gözden geçirme yapıp bir kez daha değiştiğini yazarsa şaşırmayacağım.

Bedenimizdeki bütün atomlar ve moleküller zaman içinde tümüyle değişiyor. Bizler de tırtılın kelebeğe yolculuğu gibi kendi yaşam penceremizde değişerek dönüşerek yolculuk yapıyoruz. Farkına varsak da varmasak da değişiyoruz.

“Değişmedim” diye inat edenlerin derdini sıkıntısını şimdi daha iyi anlıyorum. Onlar dönüşemedikleri için dertliler. En olgun hale ulaştıklarını kelebek olduklarını düşünüyor ve başka bir değişim dönüşüm yaşamayacakları yanılgısı içinde kendilerini sürekli başkalarına kanıtlamaya çabalıyorlar. Ötekilerin gözündeki kendini her gün yeniden inşa edip kanıtlama uğraşının ezeli mağduriyeti ile bir ömür tüketiyorlar.

Hâlbuki tırtılı tırtıl yapan onca zorluğa direnmesini sağlayan kelebeğe dönüşme umudu, beklentisi değil miydi?

Peki ya kelebek? Kelebeğin umudu yok muydu?

(Yazının başlığını bulmuş olmanın heyecanını burada not almışım.)

Birilerinin yaptığı gibi; ben menzile ulaştım, kelebek oldum diye böbürlenecek hali yok elbet.

Kelebeğin umut ettiği; mademki kanatlarım var özgürlüğe kanat çırpıp yükselmek, değişime, dönüşüme, yaşanmışlığa bir de oralardan bakıp harmanladıklarımla hayatı yeniden anlamak veya anlamlandırmak gibi bir şey olmalıydı.

Gel de o kelebeği kıskanma…

Bu satırları kaleme aldığım meyhane köşesinde pandeminin giderek alışmaya başlanılan o korku dolu ve yalnızlaştırıcı ikliminde sanal da olsa “oda arkadaşı” olduğum insanlarla ilk kez yüz yüze gelecek olmanın heyecanı da sanırım kelebeğin umuduna benziyor. Farklı bir yerde yeni insanlarla hayata başka bir yerlerden “yamuk” bakabiliyor olmak hangimizi heyecanlandırmaz ki?

Hayat işte…

(O gün meyhane köşesinde elimdeki kitabın boş sayfalarına aldığım notlar “Oda arkadaşlarım teşrif etmeye başladı. Kelebeğin umuda yolculuğu başlıyor…” diye bitiyordu.)

Mehmet Uhri

4 Responses to “KELEBEĞİN UMUDU”

  1. Yılmaz Ali İlikçioğlu diyor ki:

    Mehmet Uhri hocam, geçmiş olsun .Allah şifasını artırsın.Doktorlarımız mesleki işlerinde yaptıklarıyla insani değerlerin en üst seviyesine sahip olmayı hak ediyorlar.
    Yazılarınızı zevkle okuyorum.Kelebeğin Umudu da hayatı gözden geçirme, muhasebe etme duyguları tamamen gerçekleri anlatıyor. Yaşamın hatırladıklarımız kadar olduğunu,hatırlayan kim ? sorusunun hayatı anlamlı kıldığını,düşündüğünüzden söz ediyorsunuz. Bize gerçeklerin anlatılma dayatılması uygulandığını gerçeklerin ise değişken olduğunu,her hatırladıkça gerçeğin başka bir şekle dönüştüğünü yani aslında kaşık yoktu.çümlesiyle biten Bu Anlatımdaki Yani aslında kaşık yoktu cümlesini tam anlayamadım.
    Motor rektefiye olmuş olsa da şoför aynı şoför değil sözünü çok önemli buldum.
    Sanal dan tanıdığınız insanlarla ilk defa yüz yüze gelerek yaptığınız sohbeti gerçekten merak ediyorum. Yazarsnıaz zevkle okuyacağım.
    Yeni yazılarınızı okuyabilmek adına Selamlarımla hoşça kalın

  2. Mehmet Uhri diyor ki:

    There is no spoon. Matrix filminin anahtar sahnesinde geçen replik. (Aslında kaşık yok)

  3. Selma ertuna diyor ki:

    Değerli Uhri hocam
    “Kelebeğin umudu” yazınız beni benden aldı, size kattı, birlikte öbür tarafa gittik geldik. O denli güzel ifade etmişsiniz. Büyük geçmiş olsun. Sizi tanımış olmak ve web sitenize ulaşabilme imkanına sahip olmak beni gururlandırıyor. Gönlünüze göre geçecek bir hayat diliyorum size.
    Selma Ertuna

  4. Varol TAMER diyor ki:

    Uzun zaman olmuş sayfanızı ziyaret etmeyeli. Bugün sosyal medyada bir arkadaşım Emekli Öğretmen Hüseyin KOCAKÜLAH hakkındaki yazınızı paylaşınca eski bir dosta rastlamış gibi hissettim. Büyük geçmiş olsun, sizin gibi değerli insanlara ihtiyacımız var bu ülkede, uzun ve sağlıklı bir ömür diliyorum…

Leave a Reply