İçimizdeki Dış

065d58af-cf12-4012-b549-2de3859e73fc

PANDEMİ GÜNCESİ

24 Kasım 2022

Sonunda covid-19 virüsü ile ben de müşerref oldum.

Virüs ile aynı hayatı bir süreliğine paylaşmak zorunda kaldım.

Sanki bir şeylere canımın sıkılmasını, bağışıklık direncimin düşmesini bekliyormuş. Hastalıklar ile mücadele direncimin düştüğü bir sonbahar günü semptomlar başladı ve ağır gripal enfeksiyon şeklinde bir haftaya yakın sürdü.

Günlük rutininde kalabalık hastane ortamında ve maskesiz dolaşanlar arasında çalışan biri olarak daha önce de tanışmış, hastalığı ayakta geçirmiş olabileceğimi düşünüyordum. Ancak bu kez durum ciddi idi ve istirahat etmeden geçmeyecek gibi görünüyordu. Hastane yatışı gerektirmese de işten güçten kalmamı sağladı.

Geriye emanet olarak inatçı kuru bir öksürük bırakıp “şimdilik” uzaklaştı.

Elimizdeki bilgiler COVİD 19 için başlangıçtaki öldürücülüğünün azaldığını ancak virüsün bulaşıcılığının daha da arttığını işaret ediyor. İzolasyon önlemlerinin tümden kaldırılıp kişisel önlemlerin gevşetilmiş olmasına bakılırsa hastalık ağır bir grip salgını gibi kabul görüyor olmalı. Pandeminin olanca hızıyla devam ediyor olmasına karşın hastalığa yönelik algının bu şekilde dönüşmüş olmasını biraz da istek, beklenti ve temenniler ile ilişkilendirmek daha akılcı görünüyor.

Virüs aynı virüs, hastalık aynı hastalık sadece pandemi ile yaşamaya alışıp başlangıçtaki abartılı korkularımızı aklımızla yönetmeye çalışıyoruz.

Gerçek şu ki; virüs bize çok şey öğretti.

İçine doğduğumuz evcil algılar dünyasını, o dünyanın dışarıdan bizi nasıl şekillendirmiş olduğunu fark etmemizi sağladığı gibi 200 nanometrelik bir virüsün bile konfor ve güvenlik alanımız olan evcil algılar balonunu patlatmaya yetebileceğini, ne denli korunmasız olduğumuzu tüm çıplaklığı ile gösterdi.

Dünyaya geldiğimizdeki gibi bakıma muhtaç, aciz, ezik, yalnız ve korku dolu bir canlı olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmek zorunda bıraktı.

Üzerini örtüp unutmaya çalıştığımız içsel yalnızlığımız, acizliğimiz ve korkularımız ile yüzleştirirken kendi başımıza hayata tutunma çabasının ne kadar önemli olduğunu da hatırlattı.

Sonuçta bu virüs vücudumuza giren bizi etkileyen normalimizi bozan içimizdeki dışsal bir öğe olarak pek çoğumuzun hayatını etkiledi. İçine doğduğumuz konfor ve güvenlik alanının bir balon olduğunu, gerçekte dışarının içimize girip nasıl tüm dengeleri kolaylıkla altüst edebildiğini, kısaca içimizde de bizi etkileyen, değiştiren “dışa ait” öğeler olduğunu gösterdi.

Doğayı dışarıda konumlandırıp vücudumuzu kapalı özel bir kontrol alanı gibi değerlendirme kolaycılığına kaçıyor  içeriyi ve dışarıyı ayırdığımızı zannediyorduk. Virüs bize içimizde pek çok dışsal öğe ve mekân olduğunu da gösterdi.

Biyolojik olarak bakıldığında sözgelimi mide bağırsak sistemimiz iki ucu açık boru gibi düşünülüp içimizde yer alan dışsal bir boşluk olarak da okunabilir. Yediğimiz içtiğimiz ne varsa içimizdeki o “dışın” içinden geçer, vücut alacağını alır ve artığını bırakır. Kendi otomasyonuna sahip olduğu için sorun çıkmadıkça mide bağırsak sistemimizin farkında bile olmayız.

Ta ki, yanlış bir şeyler atıştırıp motoru bozana kadar…

Motor bozulduğunda ise geçmişi, geleceği unutur o anı kurtarmaya durumu düzeltmeye çabalar bozulan dengeleri yerine koymaktan başka bir şey düşünmez oluruz.

Sonra?

Sonra yine unuturuz…

İşte bu virüs de bedenimizi tehdit eden değiştirip dönüştüren ve girdiği bedende geçmişi geleceği unutturup günü kurtarmak zorunda bırakan içimizdeki dışsal bir öğe olarak uzun süredir hepimizin hayatını etkilemiş ve değiştirmiş görünüyor.

Virüsün işten güçten düşürüp yatırdığı, ateşimin çıktığı günlerde insan ister istemez “içimizdeki dış” gibi normal zamanda pek de üzerinde durmadığımız garip konular üzerine de düşünüyor. Dahası “İçimizde farkında olmadan barındırdığımız başka hangi dışsal öğeleri barındırıyoruz?” sorusuna yanıt aramaya da başlıyor.

Okuyucular mazur görsün, yatırdığı yetmezmiş gibi hastalık böyle abuk sabuk düşüncelere de yol açıyor. Neyse ki raporum var.

Bilindiği gibi, insan biyolojik olduğu kadar kültürel de bir canlı.

Biyolojik yanımızın içi dışı olduğu gibi kültürel varlığımızın da içi ve dışı olmalı diye düşünmeye hasta yatağında başladım.

Covid-19 virüsü ile müşerref olduğum, geçmişi geleceği unutup hastalık ile boğuştuğum günlerde içimizdeki insanın sosyal ilişkilerinde de bazı dışsal etkiler yüzünden sosyal anlamda motoru bozup sorunlar yaşanabildiğinin o zaman farkına vardım.

Sözgelimi hastalık nedeniyle rapor almış olmam görev yapmakta olduğum işyerinin çalışma programını etkileyen “içerideki dışsal” bir öğe olarak çalışma ortamında günü kurtaracak önlemler alınmasına yol açıyordu. Futbol oyuncusunun hangi nedenle olursa olsun kırmızı kart görmesi diğer oyuncuları daha fazla gayret ve performans gösterme yönünde zorlayıcı etki edebiliyordu. Takım günü kurtarmak için kendi normalinin üstüne çıkmak zorunda kalıyordu. Kısaca biyolojik varlığımızda olduğu gibi kültürel varlığımızı da etkileyen farkında olduğumuz veya olmadığımız pek çok dışsal öğeyi içimizde barındırıyor olmalıydık.

Kafaları daha fazla karıştırmadan iç-dış konusuna açıklık getirmeliyim.

Doğanın sıradan bir parçası olmak yerine insan merkezli dünya görüşünün farkında olmadan algımızı etkileyerek ben ve dışarısı ayırımını doğurduğunu, bu ayrımın hayli değişken, öznel ve son derece yapay  bir ayırım olduğunu görmek zorundayız.

Dahası, bedenimizin içini dışını algılarımızla bir şekilde kolayca ayırıyor olsak da kültürel varlığımız söz konusu olunca sınırlar iyice bulanıklaşıyor.

Kültürel olarak “iç” bizdedir. Kimliklerimiz, kişiliğimiz ve daha alttaki kendiliğimiz hep kültürel içimizdir. Matruşkalar gibi içeriye doğru yuvarlansa da bize özgündür. Dış ise dışarıdadır. Tutunduğumuz sosyal ve biyolojik ortam dışımızdır ve çoğu kez bizi yönetir veya yönlendirir.

Hava durumuna göre günlük karar alıp uygulamak dışımızın bizi yönetmesine veya yönlendirmesine örnek olarak verilebilir.

İçine doğduğumuz dünya, aile sosyal ortam ne varsa biyolojik varlığımız kadar kültürel varlığımızı da yönetir, şekillendirir.

Bizler ise önce o “dışa” uyum göstermeye çabalar ve bir noktadan sonra sosyal ortam ile aramıza sınır koymaya küçük farklılıklarımızı, özgünlüklerimizi göstermeye çabalarız. Toplumsallaştıkça içimiz ile dışımız çoğu kez birbirine bulanır.

Hemen hepsinde baskın olan yöneten son sözü söyleyen hep dıştır.

Kültürel varlığımız ile içine doğduğumuz sosyal ortamın ortak değerlerine nasıl katkı sunduğumuz çatışma ve çelişkileri ile nasıl baş ettiğimiz de kendi anlatısal, öyküsel kimliğimizi oluşturur. Geriye dönüp koca bir ömürden geriye ne kaldığına baktığımızda toplumun gözündeki kendimizi bulur sosyal çatışma ve çelişkilerimizi ve onlarla nasıl baş ettiğimizi veya edemediğimizi hatırlarız.

Pandemi sürecinde insanlığı etkileyenin hep aynı virüs olmasına karşın hastalık ile ilgili algı ve düşüncemiz pek çoğumuz için küçük de olsa farklılıklar barındırıyordu. Hastalananların veya hastalanmaktan korkanların aktardığı anıların küçük de olsa özgün farklılıklar, sözcükler, duygu ve düşünce kırıntıları göstermesine de alıştık.

Sözgelimi hastalığın bedenimde pik yaptığı ikinci üçüncü günlerde yorgunluk, halsizlik, kas ağrıları nedeniyle durup durup “Kim dövüyor yahu beni?” diye söylenmişim. Eşimin yalancısıyım. Yeterince hatırlamıyorum.

Virüsler için bir tür Troia atı gibi içimize girip kaleyi içten yıkmaya çalışan dışsal unsur benzetmesi yapılabilir. Dışımız ne denli güçlü olsa da böylesine içsel bir saldırıya yeterince hazırlıklı olmak hiç kolay olmasa gerek.

Burada durup kendimize bir soru soralım; Acaba virüslerin biyolojik varlığımızda yaptığı gibi kültürel varlığımızı da zora sokan, içerden etki eden ve değiştiren sosyal anlamda virüs gibi etki eden öğeler de olabilir mi?

Sosyal ve kültürel varlığımızı farkında olmadan içerden ele geçiren yöneten ve yönlendiren, kararlarımızı etkileyen dışsal öğelerden söz ediyorum.

Hiç olmadığını söyleyebilir miyiz?

Sözgelimi içinde doğup büyüdüğümüz ve duygusal anlamda yakınlaşıp içsel olarak da etkileyen ailemiz bir şekilde içimizde de varlığını sürdürmüyor mu? Tüm dışsal değerleri bir kenara bırakıp yanlış olduğunu bile bile ailemizi savunmak zorunda kaldığımız durumlar olmuyor mu?

Yanlış anlaşılsın istemem; aile için içimizdeki virüs gibi bir iddia ileri sürmüyorum. Ancak ailenin kararlarımızı verirken çoğu kez içeriden destek aldığımız dışsal bir öğe olduğunu da görmek durumundayız. Mide bağırsak sistemimiz gibi “içimizdeki dış” olarak ailemizi barındırıyor, aile ile ilgili bir sorun veya uyumsuzluk yaşandığında sosyal anlamda motoru bozabiliyoruz.

Görünen o ki, kültürel varlığımız için de dışarının etkisi sadece dıştan olmuyor.

İçeride de etki eden, değiştirip dönüştüren, bizi kontrol altında tutan dışsal öğelerden söz ediyorum.

Virüs gibi sorun oluşturan olan dışsal öğeler de var, elbette. Sözgelimi aşk bir virüs gibi dışarıdan içimize giren,  bizi değiştirip dönüştüren, geçmişi geleceği unutturup günü kurtarmak zorunda bırakan dışsal öğe olarak da okunabilir.

Dahası da var.

Bir bakış açısına göre çocuklarımız bizim içimizden çıkan, içimizde yaşattığımız dışsal öğeler olarak görülebilir. Çocuk sahibi olduktan sonra insanın kendine yönelik korku, kaygı ve beklentilerine çocuğununkiler de eklenmiyor mu? Dışarının baskısı yetmezmiş gibi çocuğunu korumak ve yaşatmak uğruna teslimiyetlerimiz artmıyor mu?

Üstelik çocuklar da bir anlamda dış olduklarının farkındalar.

Başlangıçta anneye yönelmek, içine girmek, tutunmak ve orada kaybolmak istiyorlar. “Bırakma beni” ile başlayan ilgi talebi yaş ilerledikçe “bırak ama gözet beni” talebine ve ergenlik ile “rahat bırak beni” talebine dönüşüyor.

Çocuklar bir anlamda içimizdeki dış gibi içimize giriyor, yerleşip değiştiriyor hatta teslim alıp yönettiği bile oluyor. En kötü suçu işlemiş bile olsa bir annenin çocuğunu bağrına basmasını başka türlü nasıl açıklarız?

Dışarının baskılarına özgürlük isteği ile yanıt vermeye çabalasak da içeriden gelen böyle bir etkiye direnmek hiç kolay olmuyor.

Dışarının sosyal baskısı görünendir. Uyum gerektirir zorlayıcıdır. Öfke uyandırsa da uyum göstermeye veya en azından tepki vermemeye zorlar.

Aile veya çocuk gibi içimizdeki dışsal öğeler ise maalesef sinsidir. Kendini fark ettirmeden duygusal olarak içeriden esir alır ve farkında bile olmadan boyun eğmek, itaat etmek zorunda bırakır veya tepkisizliğe zorlar.

Diyeceğim o ki; Covid-19 virüsünün yaptığına benzer süreçleri ezelden beri duygu dünyamızda da yaşıyor olabiliriz.

Virüsü tanıyıp ne olduğunu bilmeseydik ölümlere yol açan, bizi değiştiren, dönüştürenin ne olduğunu da anlamayacak korkular içinde kıvranıp kendimizden endişe etmeye başlayacaktık.

Benzer bir süreci insanlık sıtma salgınları sırasında da yaşadı. Sıtmanın nasıl ve nereden geldiğinin bilinmediği, sivrisinekler ile bulaşma şekli gösterilemediği için hastalığın hava ile bulaştığı düşünülerek “Malaria - Hava Hastalığı” ismi verilmiş ancak yarattığı korku ikliminden tüm insanlık etkilenmiştir.

Günümüzün Covid-19 salgını gibi zamanının sıtma hastalığı da “içimizdeki dış” gibi etki eden değiştirip dönüştüren bir hastalık iken önce etkenin belirlenmesi sonra bulaşma yolları ve tedavisinin bulunmasıyla insanlık sıtma ile mücadeleyi kazanabilmiştir.

Covid-19 Pandemisi ile olan mücadelede de benzer olarak etken hızlıca belirlenmiş, bulaşma yollarına yönelik davranış değişiklikleri sağlanmış ve aşılar ile korunma yoluna gidilerek korku iklimi aşılmış görünüyor.

Ancak, kültürel varlığımızın içine girip yerleşen, içerideki dışsal unsur olarak varlığı kontrol eden ve yöneten aile, aşk, evlilik, çocuk gibi öğelerin olumlu duygu durumlar ile beslendiği göz önüne alındığında bunlardan kurtulup özgür olma beklentisi olanlar için hastalığın tanı ve tedavi aşamasından hayli uzak görünüyoruz.

Biyolojik varlığımız söz konusu olduğunda içimizdeki dışsal öğeler ile mücadele etmeyi bir şekilde başarıyor olsak da kültürel anlamda içimizdeki dışsal öğelerin adını koyup farkına varmadan mücadeleyi kazanmanın olanağı olmadığını tarih bize söylüyor.

Şimdi diyeceksiniz ki; İyi ki bir hasta oldun. İçinin dışının birbirine karıştığı yetmezmiş gibi bizlerin de kafasını karıştırıyorsun.

Haklısınız. Üstelik virüse tekrar yakalanırsam daha beter bir pandemi güncesi kaleme alacağımın garantisi de yok.

Kabul etmek gerekir ki, 200 nanometrelik bir virüs insanlığın algı, duygu ve düşünce dünyasını değiştirdi.

Virüs kendini bir ağaç gibi tek ve hür zanneden bizlere yaprak, sadece kırılgan bir yaprak olduğumuzu hatırlattığı gibi biyolojik ve kültürel olarak yapmaya çabaladığımız iç-dış ayırımının özünde yapay ve anlamsız olduğunu da gösterdi.

Doğanın sefil bir parçası olduğumuz gerçeği bir süredir gözümüzün önünde duruyor.

Umarım bu kez gözlerimizi kaçırmayız…

Mehmet Uhri

Leave a Reply