Eyüp’te Sonbahar

pl1O sabah, Eyüp sırtlarına sonbaharın serinliği çökmüştü. Geceden yağan yağmurun ardından açan güneş bulutlarla gölge oyunundaydı. Pierre Loti çay bahçesi ise serinleyen havaya rağmen kalabalık turist gruplarını ağırlıyordu. Masalar hemen tümüyle doluydu. Çay bahçesinin devamındaki Eyüp mezarlığı ise yüzyıllardır yaptığı gibi sessiz ve mağrur Haliç?e bakıyordu.

Boş masa bulamayınca tespih ve nazar boncuğu satan seyyar satıcının oturduğu masadaki diğer sandalyeye izin isteyip iliştim. Uzaklardan gelen şehrin gürültüsü, rüzgarın ağaçlarla birlikte yaptığı dingin müziği baskılıyordu.

Az ilerideki masada genç kız ve delikanlı açtıkları kitapta bir probleme odaklanmış çözmeye uğraşıyorlardı. Sanırım üniversite sınavına hazırlanıyorlardı. Kız daha iddialı görünüyor delikanlıya çözümü gösterip bir şeyler öğretmeye çabalıyor, delikanlı ise pek kendinden umutlu gibi değil gibi davranıyordu. Yan yana olsalar ve delikanlı kızdan gözünü ayıramasa da kızın delikanlıdan uzak duruşuna bakılırsa pek flört ediyor gibi değildiler. Kız bir ara sesini yükselterek ?Ama hiç kendini vermiyorsun. Böyle olmaz ki. Varsa yoksa futbol. Başka bir şey bilmez misin, sen?? diyerek delikanlıya çıkıştı. Delikanlının başını önüne eğip üzüldüğünü görünce kız dayanamadı biraz sonra elini uzattı. Önce koluna dokundu sonra elleri buluştu. Şimdi kız biraz daha yakın oturuyordu, delikanlıya.

- Görüyor musun, beyim? Mezarlığın orta yerinde çay içip piknik yapan, gönül eğlendiren başka millet var mıdır, dünyada?

Masasına iliştiğim göz boncuğu satan yaşlı seyyar satıcının bu sözleri ile irkildim. Eski de olsa gri takım elbisesi temiz ve ütülüydü. Kravat takmamıştı ama gömleğinin tüm düğmeleri ilikliydi. Gerçekten de Eyüp mezarlığının içindeydik ve herkes halinden memnundu. ?Bu durumdan kimse rahatsız değil, sanırım? diye cevap verdim. Gülümsedi elindeki tespihleri gösterip ?Memuriyetten emekli olduktan sonra senelerdir rızkımı kendi yaptığım bu tespih ve nazar boncuklarından kazanırım. Ben de memnunum burada olmaktan. Bunca ölünün arasında ölümü kabullenerek yaşanılası bir şey bu hayat dedikleri, galiba. Hatta sanki böylesi daha bir anlamlıı? diye yanıtladı.

Daha sonra ne iş yaptığımı sordu. Hekim olduğumu öğrenince yüzü asıldı. Hastanelerden uzak durduğunu, hiç beğenmediğini, kapısından korkarak girdiğini anlattı.

?Hastaneden korkmayan var mıdır? Hep söylerler bu senin dediklerini? diye teselli etmeye çabaladım. Kaşlarını kaldırıp gözlerini açarak;

- Sana garip gelecek ama eskiden hastaneler hastane gibi kokardı. Şimdi lüks otel gibi kokuyorlar. O koku kaybolduğundan beri daha çok korkuyorum, hastanelerden.

- Ne önemi vardı o kokunun, senin için? Kullandığımız dezenfektan maddelerin kokusuydu o.

- Ne kokusuydu, ne işe yarardı bilemem ama ilaç gibi kokardı ortalık. O kokuyu duyduğum zaman hastalıkların oraya giremeyeceğine, beni bir şeylerin sarıp sarmaladığı, koruduğu hissine kapılırdım. Küçükken hastane korkumu yenmek için öyle öğretmişlerdi. Temizlikten öte bir şeydi hastane kokusu. Şimdilerde o kokunun olmadığı yerlerden şifa bulacağına inanası gelmiyor insanın.

pl2Sustu bir süre, Haliç?e bakındık. Yükseklerden, çok yükseklerden Haliç?e doğru uçan martıların çığlıkları duyuldu. Esen rüzgar, dökülen yaprakları savurdu. Önce kokusu sonra tepsisi ile çaylar geldi, masamıza. Haliç?te iki yaka arasında kürek çeken sandalda biri çocuk üç kişi görünüyordu. Yanlarından geçen mavnanın dalgaları yüzünden hayli sallandıklarına şahit olduk.

Çayları tazeleme amacıyla garsona seslenmek için ayağa kalktığımda az ötede mezarlıktan çıkan ve ağır adımlarla kararlı ilerleyen kaplumbağayı gördüm. Bizim seyyar satıcı yanına gidip kaplumbağayı eline alıp kafasını okşadı ve ?sabah gezmesine çıktı yine bizimki. O da keyfine düşkündür. Hep buralarda dolanır. Bazı sabahlar masa altlarında buluruz? dedi. İriliğine bakılırsa hayli yaşlıydı. ?Evi sırtında özgürce dolaşmak ama onca ağırlık yüzünden pek bir yerlere gidememek garip bir tezat değil mi? diye sordum.

Bizimki kaplumbağayı gitmek istediği yere çalıların arasına geri bırakırken eliyle ?boş ver? dercesine işaret yaptı.

- Neden evi olsun ki bu kabuk? Bence kaplumbağanın kabuğu onun giysisidir. Hani bilirsin. Kimileri makamına, giysisine sığınır. İçindekini görüp tanısınlar istemez. O koltuğu, makamı kaybetmemek, çıplak kalmamak için paralar ya kendini. Bence kaplumbağanın kabuğu da öyle giysi, kendi de zavallı bir yaratık işte.

- Yani?

- İçindekini gizlemek için o ağır kabuğu taşımak zorunda olan bu zavallı hayvanlara bakıp ?evi sırtında ne güzel özgürce yaşıyor? demek bence saçma. Neymiş? Evi sırtındaymış, özgürmüş. Sevsinler?

Satması gereken tespih ve göz boncuklarını gösterip izin istedi. Masaların arasından ağır adımlarla çay bahçesindekilere doğru yöneldi.

Önümüzdeki masada ise kız ve delikanlı kitabı kapatıp kenara koymuşlardı. Delikanlı kızın yanına sokulup elini sandalyesinin arkasına atmıştı. Kız bu duruma ses çıkarmasa da ellerini masa üstünde kenetlemiş biraz tedirgin bir bekleyiş içindeydi. Delikanlı kahve içip fal baktırmayı önerse kız istemedi. Delikanlı için işler pek istediği gibi gitmiyordu. Çay bahçesinin kalabalığı arttıkça yukarılardan gelen martı çığlıkları ve rüzgarın uğultusu giderek daha zor duyuluyor, Pier Loti ve Eyüp mezarlığı bir sonbaharı daha yaşıyordu.

Mehmet Uhri

Leave a Reply