En Alttaki Taş

img_0712

Kızımın sahilde üst üste konmuş taşlara doğru koşturduğunu görünce “dokunma onlara” diye bağırdı, balıkçı.

Oltasını bırakıp kızımın üstüne yürüyünce araya girdim. Kızım da korkup arkama saklanmış, olanları anlamaya çalışıyordu. Güneşin henüz yeterince ısıtmadığı kuzey rüzgarı serinliğinin içimize işlediği ılık bahar gününde sahilde yürüyüş yapıyor, midye kabuğu topluyorduk.

Sahilde farklı boydaki taşların büyükten küçüğe üst üste dizildiği taş yığını kızımın dikkatini çekmiş ancak saçı sakalı karışmış yanık tenli yaşlı balıkçı kızıma bağırıp üstüne yürümüştü. İlk anda taşların denize atılan bir oltayı işaret etmek için o şekilde dizildiğini düşünmüştüm. Ancak ortalıkta olta da görünmüyordu. Sakin olmasını rica edip kızımın kötü bir niyeti olmadığını söyledim.

- Niyet meselesi değil. İş niyete kalırsa kimin kime ne ettiğinin hiç önemi kalmaz. Onlar kim bilir kimin niyet taşı? Ellemeyin.

- İyi de er veya geç dalgalar onları yıkıp denize katmayacak mı?

- Tamam işte. O iş için konuldu onlar. Denizin işini yapmasını bekliyor.

- Tam anlamadım. Bu taşları siz dizmediyseniz ne için buradalar?

Cevap vermeden birkaç adım geriye gidip oltasını yeniden eline aldı. Hafifçe misinayı yokladı. Makarayı biraz sarıp bana ve kızıma baktı. Kızım yine çekinip arkama gizlendi. “O taşları ben dizmedim. Taşları dizenin dileği büyük olmalı. Niyet edip seçtiği taşları üst üste koyup bırakmış. Bunu yapan, her niyet taşına bir anlam yükler, her bir dileğin birbiri peşi sıra gerçekleşmesi ile alttaki büyük beklentinin gerçekleşeceğine inanır. Dileğin gerçekleşmesi ise dalgaların taşları içine almasına kadar sürer. Taşları dizen, denize bu kadar uzak yerleştirdiğine göre kendince olmayacak bir şey dilemiş olmalı. Yine de bırakalım deniz işini yapsın. Başkasının niyetine bir de biz engel olmayalım istedim. Kızı korkuttum sanırım. Kusura kalma.” dedi.

Daha sonra makarayı sarıp oltayı topladı. Yanındaki boş su kovasına bakılırsa av pek bereketli değildi. Rastgele diye yüksek sesle bağırıp oltayı yeniden savurdu. Kızımın tedirginliği geçmiş kenarda mide kabuğu veya çakıl taşı toplamaya başlamıştı. Az önce bulduğumuz mürekkep balığı sırtını ise elinden bırakmamıştı.

Balıkçının yanında kalıp biraz lafladım. Doğma büyüme o sahil kasabasından olduğunu, dedelerinin Lozan mübadelesi ile gelip yerleştiğini o gün bugündür buradan pek çıkmadıklarını anlattı. Yakınlardaki zeytin işletmesinden emekli olduktan sonra balık avlayıp vakit geçirdiğini, denizden günlük rızkını çıkarmaya çalıştığından söz etti. Bu arada attığı oltaya gelen irice iki istavrit yüzünü güldürdü. Ayağımızın uğurlu geldiğinden söz etti.

Oltayı tekrar savururken birlikte rastgele diye seslendik.

Açıktan geçen ve peşinden gelen martıların çokluğundan bereketli bir avdan döndüğü anlaşılan tek kamaralı küçük balıkçı teknesinin kornasına bizimki el sallayarak yanıt verdi.

- Bakma böyle balığın küçüğüne büyüğüne sevindiğimize, insanı gibi denizinin de bereketi kalmadı. Selam edip iki laf edecek insan da bulamaz olunca ne kahveye gidesi oluyor insanın, ne de çarşıya çıkası. Oltayı savurup denizle hasbıhal etmek daha iyi geliyor.

- Rahatsız etmiyoruz umarım.

- Ne rahatsızlığı? Yine yanlış anladın. İnsanın kendi rahatsız olunca, kafası rahat olmayınca, başkalarından uzak durmalı, kaygıların da hastalık gibi bulaşıcı olacağını bilip haddini bilmeli. Yani sorun kimsede değil, bende.  Az önce taşlar yüzünden küçük kızın kalbini kırdım. Korkuttum. Bak uzak duruyor. Gelip kovada yüzen balıklarla bile oynamıyor.

- Nereden bilelim. Ne niyet taşı biliriz ne de senin o taşlara bekçilik ettiğini. Baştan çekindi tamam ama birazdan gelir yanımıza, dert etme. Sahi o niyet taşlarından sen hiç dizdin mi?

- Seneler önce dizmiştim. Dileğim büyüktü. Babadan kalma evi yıkıp yerine apartman yapmak istiyordum. Hem ev yenilenecek hem de mülk sahibi olacaktım. Müteahhit kat karşılığı yıkalım deyince dileğimin gerçekleşiyor olmasına çok sevinmiş, dizdiğim dilek taşlarının işe yaradığını düşünmüştüm. Ancak rahmetli anam yuvamı yıktırmam diye tutturdu. Baştan çok kavga ettik. Mübadele ile evlerini arkalarında bıraktıkları için yuvasına dokunulsun istemiyordu. Çatıdaki kuş yuvasını gösterip “Bir daha yuvamı terk edemem, acıyın bana ve şu evi paylaştığım yuva yapmış kuşlara” diyerek direndi.

- Sonra ne oldu?

- Anamı ikna edemedik. Ev yıkılmadı. Dededen kalma zeytinliği satıp evi onardık. Öfkelenmiştim. Dizdiğim niyet taşlarını kendi elimle dağıttım. Evden ayrılıp işe yakın ev tuttum. Ancak anam haklıydı. Yuva dağıldı mı bir daha o evin, o ailenin bereketi olmuyordu. Anamı dinlemeyip evini yıktıranlardan şimdilerde burada kimse kalmadı. Hepsi bir yerlere gitti. Oradan gelen paranın da kimseye hayrı olmadı. O eski ev aileyi bir arada tuttu, sayesinde uzağa gitmekten korkmadık. Rahmetli dedem okumak için şehre giden torunlarına “dönüp gelecek evi olunca uzaklaşmak zor olmaz, bize bunu bile çok gördüler” diyerek yol harçlığı verirdi. Meğer yıkılsın istediğim o köhne ev bizi bir arada ve burada tutarmış. O günden sonra  bir daha niyet edip taş toplamadım. Yine de niyet edenin dizdiği taşlara da dokunup vebal altına girmeyi pek doğru bulmam. O yüzden ürküttüm küçük kızı.

Savurduğu olta ile denizden iki istavrit daha aldı. Kızımın meraklı bakışları altında oltadan çıkarıp kovaya bıraktım. Bizimki oltayı tekrar savururken göz ucuyla kızımı işaret etti. Kızım kovada yüzen balıkların yanına eğilmiş onlarla konuşuyordu.

img2-2

Güneşin bulutun ardına girmesi, denizden gelen esintinin giderek sertleşmesi ile daha fazla orada duramayacağımızı anladık. “Söylediklerine bakılırsa ne dilesen veya neye niyet etsen de evine dokunmayacaksın, öyle mi?” diye sordum. Eliyle arkamızdaki yamacı işaret etti. Dikkatli bakınca budanmış ağaçları gösterdiğini anladım. “Bak belediye geldi tüm ağaçları budadı ve üzerinde kuş yuvası olanına dokunmadı. Kuş yuvası bile olsa yuvaya dokunmanın uğursuzluğunu herkes bilir. Dileklerini taşa okuyup üst üste dizsen de en alttaki taşın yuvan olduğunu unutmayacaksın. Ona dokunmayacaksın. Kız üşüdü, hadi gidin artık” dedi.

Kızımla birlikte rastgele diyerek yanından uzaklaştık.

Seneler sonra tekrar o küçük sahil kasabasına gittiğimde o günü ve balıkçıyla konuşmamızı hatırladım. Kasaba büyümüş pek çok eski ev yerini “peynir kalıbına” benzeyen beton binalara bırakmıştı. Eskiden kalan bir kaç ev ise hayli viran halde olsa da içindekilerle birlikte ayakta kalmayı başarmıştı. Balıkçı barınağı büyümüş marinaya dönüşmüştü.  Hafiften yağmur yağıyordu.

Sahilde kimse yoktu. Kumsalın bir ucunda hafifçe yan yatmış dizili taşları görünce ister istemez gülümsedim.

Kimin dizdiği meçhul olsa da niyet yola çıkmıştı.

Mehmet Uhri

Not:  Bu anlatı, Trilyeli Hasan Özata’ya saygıyla ithaf olunmuştur.

One Response to “En Alttaki Taş”

Leave a Reply