Çayhane

cayhaneİstanbul?da boğaz kenarında eski çay bahçelerinden biriydi. Eskilerde okulu kırmış öğrencilerin, sevgililerin kaçamak buluştuğu, emeklilerin gazetelerini evire çevire okuyup gün boyu sohbet ettiği tahta sandalyeli mütevazı çay bahçesi, yerini ışıltılı cafcaflı ?cafe?ye bırakmıştı.

Belediye otobüsü ile gelip tavla atıp iki çay içen öğrencilerden ortalıklarda eser yoktu. Kalan son emekliler ise masalarda tek başlarına oturuyor, kimi boğazı seyrediyor kimi gazete okuyordu. Bizim eski çay bahçesi, akşama doğru lüks arabalar ile gelinen paparazilerin iz sürdüğü buluşma mekanına dönüşmüştü.  

Boğazın akıp giden sularına, ışıltısına bakanlar da azalmıştı. İnsanlar birbirine bakmaktan, başkalarıyla ilgilenmekten görmüyorlardı boğazın ışıltısını, dinginliğini. Halbuki, onlar yokken de aynı güzelliğiyle yine ordaydı. O Karadeniz ile Marmara arasında inadına akmaya devam ediyordu.

Boğaz sırtlarına fırça darbeleri gibi düşen erguvanlar ve sabah güneşinin gölge oyunları ilkbaharı müjdeliyordu. O sabah yıllardır yurt dışında yaşayan eski dostumu da alıp öğrencilik anılarımızla dolu o çay bahçesine gittik.

Anılar ile yüklü çay bahçesinin sosyetik ?cafe?ye dönüşmüş olması ikimizi de üzmüştü. ?Boş ver, bak boğaz yine aynı boğaz? diyerek teselli ettim, dostumu. Kenar masalardan birine iliştik. Biraz sonra garson geldi. Eskinin nüktedan neşeli çaycısı Arap Ali?ye hiç benzemiyordu. Masaya bıraktığı mönüye göz attığımızda adını sanını ilk kez duyduğumuz sürüyle içecekle karşılaşmış ve şaşırmıştık. Klasik cam bardakta çay olmadığını, fincanda poşet çay servisi yapıldığını öğrenince sıkıntımız daha da arttı.

Neyse ki, boğaz önümüzdeydi ve olanca güzelliği ile ışıl ışıldı. Siyah bir şilep bacasından dumanlar çıkararak taşıttırıyordu kendini, boğazın akıntısına. Martılar ise peşindeydi. Arkadaşımla ne alacağımıza karar verememiş halde bir süre boğaza baktık.

Garson kararsızlığımızı anlamış olacak ki; ?Ben size yaseminli Çin çayı öneriyorum. Denemenizi tavsiye ederim? dedi. Daha önce hiç içmediğimiz, adını bile duymadığımız bir çay için gelen sıcak öneriye hayır diyemedik. Tatmadığımız bu içecek doğrusu merakımızı da uyandırmıştı.

Boğazın esintisi, öğrencilik yıllarımızın eskimiş martı seslerini, o günlerin hayal ve özlemlerini anımsatıyordu. Hayattan neler ummuş, ne çok şeyi hayal etmiştik buralarda. Hayatı daha da yaşanılır kılmak için çabalayacak, sisteme asla teslim olmayacaktık.

Aradan yıllar geçmiş, ikimiz de meslek sahibi olmuş orta yaşı devirmiştik. Sistemin parçası olup olmadığımızı ise sorgulamayı çoktan bırakmıştık. Zamanında hayal ettiğimiz gelecek gelip çatmış, biz yine aynı yerde oturmuş bugün yaptıklarımızdan yaşadıklarımızdan söz ediyorduk. Zamanında geleceğe dönük hayallerimizi paylaşmış olmamız bugün geldiğimiz noktada geçmişi sorgulama cesaretini vermiyordu. İkimiz de hayal ettiğimiz noktaya gelememiştik belki ancak yine de o gün olmak istediğimiz yerde, boğazın kenarındaki eski çay bahçesindeydik.

Derken çaylar geldi. Çay, keskin yasemin kokan ancak hayli buruk ve acıydı. Yanında verilen kahverengi şekerler ise tatlandırmaya yetmiyordu. Bir süre boğuştuktan sonra içemeyeceğimizi anlayıp bıraktık.

-      Garson bey biz bunları içemeyeceğiz. Umarım Türk kahvesi vardır? Acele iki sade kahve yapıver bize.

Garson keskin yasemin kokulu garip çayları alıp kahve yapmak üzere yanımızdan ayrılırken yan masadaki yaşlı beyefendi garsona seslendi;

-      Garson bey oğlum bir kahve de benim için yap ama acele olmasın, kahve iyi pişsin.

Sonra ışıltılı gözlerle bize bakarak sürdürdü konuşmasını.

-      Ne de olsa hayat acele edilemeyecek kadar kısa.

Şaşırmıştık. Sanırım beyefendi oturduğumuzdan beri bizi gözlüyordu ve konuştuklarımızı duymuştu. Bize dönerek sürdürdü konuşmasını;

-      Başarısız da olsanız yine de iyi bir denemeydi, tebrikler.

-      Çay bulamayınca farklı bir şey deneyelim istedik. Ancak hüsrana uğradık.

-      İyi yaptınız. Demek ki içinizdeki gençlik tükenmemiş.

-      Gençlikle ne ilgisi var bunun?

Yaşlı beyefendi gazetesini masanın üstüne koydu. Gözlüğünü kılıfına yerleştirip bize baktı.   

-      İnsan gençken öğrenmeye, yeni olanı merak edip tecrübe etmeye daha eğilimli oluyor. Hepimiz gençken hayaller kurup hayallerimizin gerçekleşmesi için gelecek planları yapmadık mı? Hep yeni başlangıçlar hayal etmedik mi?

-      Evet, öyle ama bir süre sonra çoğunu unutup kenara bıraktık.

-      Olsun. Gençlik, yeniliğe açık olmada, hayal kurabilme ve hayallerin peşinde yürüyebilmede, yeni başlangıçlarda yaşıyor. İçindeki gençlik ise gün gelip de hayallerin gerçekleşmediğinden dem vurup elindekiler ile yetinmeye başladığında, soluyor.    

Bu sırada kahvelerin önce kokusu sonra kendi geldi. Kahvesinden kuvvetli yudum alarak sürdürdü sözlerini.

-      Gelecek için olumlu beklentisi kalmadığında haline şükretmeye başlıyor, insan.

-      Eh, bir yaştan sonra öyle oluyor sanırım.  

-      Gerçek şu ki; daha kötü durumda olmadığınıza şükretmeye başladığınızda damarlarınızda akan gençliği yitirmiş oluyorsunuz. Bir şeylerin daha iyi olacağına ait beklentileriniz kalmayıp, elinizdekileri korumaya çabaladığınız an başlıyor, yaşlanma. Hangi yaşta olduğunuzla ilgisi de yok.

Elindeki fincanını çalkalayıp telvesini yudumladıktan sonra masaya bıraktı.

-      Siz iki arkadaş buraya gelip hala ne olduğunu bilmediğiniz şeyler içmeyi korkmadan deneyebildiğinize göre gençliğinizden bir şeyler taşıyorsunuz. Bunun kıymeti bilin. Yeni tatları denemektense, acı kahvenin tadını unutmadığına şükreden bu ihtiyarı da çok ciddiye almayın.

2552412-bogazi-delen-kirmiziBu sözlerden sonra gülümsedi, başıyla bir selam verip gazetesine yöneldi. Gözlüğünü taktı. Gazetesini masaya yayarken garsondan kalem rica etti. Gazetenin çapraz bulmacasını çözmeye koyuldu. Susmuştuk, önce birbirimize sonra aynı sessizlikle boğazın hareketli sularına baktık. Kırmızı iri bir tanker Karadenize doğru ağır ağır ilerliyordu.  

 

Mehmet Uhri

Leave a Reply